Bir Yanım Su, Bir Yanım Ateş; Aç Bana Kucağını Bangladeş – 33

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

00-027.jpg

     Hind Okyanusu (Bang. ভারত মহাসাগর [Şamudrel Modde]; Hint. हिंद महासागर [Hinda Mahasagara]; Tamil. இந்திய பெருங்கடல் [İntiya Perunkatal]; Urdu. بحر ہند [Behrê İnd]; Fars. اقیانوس هند [Oqyanusê Hind]; Ar. المحيط الهندي [El- Muhayyit’el- Hindî]; Kisw. Bahari ya Hindi; Port. Oceano Índico; Malg. Ranomasimbe Indiana; Thai. มหาสมุทรอินเดีย [Mhaşmuthr Xindeiy]; Malay. Lautan Hindi; Endo. Samudra Hindia; İng. Indian Ocean) üzerinde yaptığımız 40 dakikalık “mavi yolculuğun” sonuna gelmiştik.

     Dev okyanus dalgalarıyla boğuşarak yol aldık. Okyanus dalgaları, teknemizi bir yukarı kaldırıyor, bir aşağı salıyordu. O kadar keyif aldım ki bu dalgalanmadan, hiç bitmesin istedim bu mavi yolculuk. Çok şükür ki, dönüşü de var ve aynı heyecanı tekrar yaşayacağım.

     Bir yandan da fotoğraf çekmeye çalışıyordum ama, bunu korkarak yapıyordum. Çünkü fotoğraf makinâmın üzerine suç sıçrıyordu ve bu, makinâyı bozabilirdi. Başımız ve elbiselerimiz tamamen ıslanmıştı. Kırmızı tişörtümün üstüne sarı bir su yeleği giymiştim tekneye binerken ama, yine de ıslanmaktan kurtulamadım. Şikâyet etmek bir yana, bilâkis müthiş mutlu etti beni bütün bu yaşadıklarım.

     Bangladeş ülkesinin en güney toprakları olan ve Bengal Rohingyası (Bangladeş Arakanı) olarak anılan Chittagong (Bang. চট্টগ্রাম [Çöttogram]) eyaletinin en güney toprakları olanPalongkee (Bang. কক্সবাজার [Kaksa Bajar]; İng. Cox’s Bazar) ilinin en güney toprakları olan Teknaf (টেকনাফ) ilçesinin en güney kısmında, Myanmar (Burma) sınırının sıfır noktasında ve Hind Okyanusu kıyısında bulunan Şâh Porir Dip (শাহ পরীর দ্বীপ) köyündeki limanda tekneyle okyanusa açılıp, okyanus suları üzerindeki küçücük adaya ulaşmıştık.

     Adanın ismi haritalarda – İngiliz sömürgeciliğinden kalma – “St. Martin’s” adıyla geçiyor ancak, gerçek ismi Narikel Cincira (নারকেল জিঞ্জিরা).

     “Narikel Cincira”, Bengal yerli dilinde “Hindistancevizi Adası” demek.

     Myanmar’daki zûlüm ve katliâmlardan kaçan Arakanlılar’ın binler halinde sandallara binerek ulaşmaya çalıştıkları bu ada, sadece 8 km² büyüklüğündeki küçücük bir ada. Üzerinde 7 bin 300 kişilik bir nüfûs yaşıyor. Bangladeş’e ait olan Narikel Cincira, Bangladeş sahillerine 9 mil, Myanmar sahillerine ise sadece 8 mil mesafede bulunuyor. Yani Myanmar’a daha yakın, fakat Bangladeş’e ait.

     Narikel Cincira limanına varınca, iniyoruz teknelerimizden. Karşımızda sıra sıra dizili tekneler, feribotlar ve gemiler. Bazılarının üstünde yeşil – kırmızı’lı Bangladeş bayrağı dalgalanıyor.

     Sahil boydan boya kum ve plaj. Üstelik insan kaynıyor. Kadın, erkek, çocuk; herkes ailece sahilde. Zaten küçücük bir ada olduğu için, sakinlerin bütün günü sahilde geçiyor anlaşılan. Ne kadar güzel bir hayat ya, ne kadar sıradışı… Tek sorun fâkirlik, yoksulluk. Âh, o da olmasaydı ne kadar güzel olacaktı…

     Hemen arkada ise yemyeşil ve upuzun, adaya ismini veren hindistancevizi ağaçları. Ayrıca mango ve papaya ağaçları. Adını saydığım bu meyvâları biribirinden ayırtetmek kolay da, ağaçlarını ayırtedebilmek – bizim gibi “tropikal olmayan” bölgelerden gelen insanlar için – oldukça güç.

     Teknelerden indikten sonra, limanı adaya bağlayan ve yaklaşık 200 m uzunluğunda olan “yaya geçit yolu” üzerinde yürüyerek adaya ayak basıyoruz.

     Cenovalı korsan katil Cristoforo Colombo’yu bilmem ama, benim adaya ayak bastığımda ilk gördüğüm şey, şipşirin bir cami minaresi, dünya tatlısı Müslüman Rohingya çocuklar ve onların elinden tutan başörtülü anneler oldu. (Bu yazdıklarımı bir yere not edin ve arşivleyin ki, 500 yıl sonraki zevzekler aktardığım bu bilgileri inkâr etmesinler!)

     Bir de biz korsan Colomb ve katillerinin 1492’de yaptıkları gibi, buraya sömürgecilik yapmaya, toprakları işgal etmeye, halkı soykırıma uğratmaya, ekinleri tahrip etmeye, insanları köle olarak alıp memleketimize götürmeye gelmemiştik. Dünyanın farklı kıtalarındaki güzel coğrafyaları gezip bu güzellikleri mümkün mertebe siz sevgili gönüldaşlarımızla paylaşmak, yıllardır ilgiyle takip ettiğiniz gezi yazıları kaleme almak, böylece sonraki nesillere miras olarak bir “Seyahâtname” bırakmak amacıyla geziyordum. Adaya bunun için ayak basmıştım. Ne işim olurdu ki benim sömürgecilikle, soykırım yapmakla, kölecilikle? Ama gel gör ki, sömürgecilik ve soykırım için adaya ayak basan o korsanın adını tarihe geçirip ölümsüzleştiren insanoğlu, sırf vatana millete hizmet için adaya ayak basan, dostluk ve kardeşlikten başka amacı olmayan benim gibi bir seyyâhın adını tarihe yazmıyorlar, ismimi ölümsüzleştirmiyorlar. Tabiî, Elazığlı olduğumu biliyorlar ya, onun için yaptığım hizmetleri görmezden geliyorlar. Qay sanki anlamamışım!? Yaw arkadaş, bu dünyada Elazığlılar’ı sevmiyorlar yaa…

     Elinizi vicdanınıza soxmîş bıkın: Colomb’un işlediği insanlık suçları mı insanlığa daha faydalı, yoksa benim vatana millete yaptığım bu hizmetler mi?

     Narikel Cincira adlı bu güzel adada, sahil kenarında bir restoran var. Adı, “Narikel Jinjira Restaurant”. Adanın ismini taşıyor. Hemen ötesinde ise bir duvarda, mermer üzerine yazılmış İngilizce bir ibare gözüme çarpıyor: “Welcome to Saint Martin Island”… Bunu İngilizce yazdıkları için, adanın İngiliz sömürgeciliğinden kalma ismini yazmışlar.

     Aslında ne ilginç, değil mi? Adanın şu anki ismi “Narikel Cincira”. Resmî ismi bu ve Bengal dilinde “Hindistancevizi Adası” demek. Adanın Bengal dilindeki bir ismi de “Daruçini Dwip” ama bu isim pek kullanılmıyor. Fakat böyle olduğu halde, halen dahi tüm dünyadaki haritalarda – Türkiye’deki haritalar dahil – ismi “St. Martin” olarak geçiyor.

     Hatta bizim “insanî yardım kafilesi”ndeki arkadaşlarımız bile “St. Martin” olarak biliyorlardı. Biribirleriyle konuşurken bu ismi telaffuz ederek adadan bahsediyorlardı. Onların suçu değil; ellerindeki Türkçe, İngilizce tüm haritalarda böyle yazıyordu. Google’da, Vikipedi’de, her yerde böyle yazıyordu. Teknaf’ta tekneye binmeden önce kafiledeki bütün arkadaşlarımı uyardım: “Bugün gideceğimiz adaya sakın kimse ‘St. Martin” demesin. Bu, İngiliz sömürgecilerin verdiği uyduruk isimdir. Adanın gerçek ismi ‘Narikel Cincira’, tamam mı?”… Hiçbiri de dönüp sormadı, “Sen nereden biliyorsun?” diye. “Adını Arayan Coğrafya” yazarına böyle bir soruyu sormanın abes olduğunu onlar da biliyordu. Bana güvenmekle hata etmediklerini, adaya ayak bastıklarında anladılar. Buraya kadar hiçbir yerde görmedikleri ve sadece benden duydukları “Narikel Cincira” ismini, adaya ayak bastıkları zaman kendi gözleriyle okudular.

     Şaşırmış ve hayranlıkla karışık bir şaşkınlıkla dönüp bana bakmıştı hepsi de, adaya ayak basar basmaz gördükleri tabeladaki “Narikel Jinjira” (okunuşu Narikel Cincira) ismini okuduklarında. Ben de hemen iki elimi arkadan bağlayıp havaya doğru ıslık çalarak yürümüş ve “Benim bir sevdiğim vaaar, leyli de yaaar loylu da yaaar loy loy loooy, günde on çeşit giyeeer, alelim nenni deee kınalım nenni deee nenniii…” türküsünü söyleyip çalım atmıştım.

     Büyük bir heyecanla başlıyoruz adayı gezmeye…

     Dikey bir şekilde uzanan 8 km² büyüklüğündeki ve 7 bin 300 nüfûslu bu küçücük adanın üzerinde 4 tane köy var. Ve ada, bu dört köyden ibaret. Bu köyler, kuzeyden güneye doğru; Narikeldia, Uttarpara, Golaçipa ve Dakşinpara’dır.

     Bizler kuzeyden güneye doğru, bu köylerden hepsinin içinden geçerek dolaşacağız adayı.

     Ada, tam ortadan inceliyor. Hatta bir patika yol inceliğinde, nerdeyse kopacak kadar inceliyor. Yani anlayacağınız, ada şekil olarak 8 rakamına benziyor. 

    Adanın hemen yanında, batı ve güney kısımlarında birkaç irili ufaklı ada da bulunuyor. Bir nokta kadar olan bu minik adaların üzerinde insan yaşamıyor. Bunların arasında ise en büyüğü, güneyde, adanın hemen yanında – üzerinde insan yaşamayan – küçücük Xêradia(Buradaki “xêr”, bildiğiniz “xêr / hayır” anlamındadır)

     Liman, yani adaya ayak bastığımız nokta, adanın en kuzey ucunda, Narikeldia’nın güney kısmında ve Uttarpara’nın tam karşısındadır. Her iki köyün arasında ise “Işık Evi” (লাইটহাউস) denen bir bina bulunuyor.

     Adanın kuzey ucunda bulunan Narikeldai, sadece birkaç evden ibaret küçücük bir yerleşim alanı ve adanın en küçük köyü. Uttarpara ise ona nisbetle daha büyük ve “köy” denebilecek bir yerleşim.

     Uttarpara (উত্তরপাড়া)’ya girince, önce çarşısında güzel bir gezinti yapıyoruz.

     Çarşıda, yolun sağında ve solunda sıra sıra dizili dükkânların hepsi de biribirinden şirin. Kimi elbise satıyor, kimi meyve – sebze satıyor, kimi de et. Fakat burdaki meyve ve sebzeler, sizin bildiğiniz elma, armut, üzüm değil; bunlar daha çok hindistancevizi, mango, papaya, salatalık ve yerelması gibi gıda ürünleridir. Aynı şekilde, et de bildiğiniz kırmızı et değil, balıktır. Bunları da kendileri okyanusta yakalayıp, getirip burda satıyorlar.

     Ada sakinlerinin tek gelir kaynağı, turizm ve balıkçılıktır. Başka da hiçbir gelir kaynakları yoktur.

     Tabiî, çarşıda satılan taze balıkları görünce neler hissettiğimi, o an nasıl bir aşkla trans haline geçtiğimi söylememe gerek var mı? Balıkları görünce sevinç ve heyecandan gözlerim faltaşı gibi açılmış, vücûdumun beşerî kimyası bozulmuş, hücrelerimdeki DNA ve RNA’lar kolbasti dansı oynamaya başlamış, endoplazmik retikulumlarım ve granüllü ekzoplazmik retikulumlarım yer değiştirmiş, golgi aygıtı ile lizozomların oluşturduğu yapı tamamen tahrib olmuş, alyuvarlarım ile akyuvarlarım sevinçten zılgıt çekmeye başlamış, mitokondrilerim ve klorofillerim fotosentez yapmış, ribozomlarım ve amino asitlerim “lorke lorke” deyip halay çekmeye başlamış, prokaryot kloroplastlarım ve ökaryot lökoplastlarım halı saha maçı yapmaya başlamış, miyofibril ve miyoflamenter antizotrop sarkomerlerim ve izotrop nebulinlerim mayoz ve mitoz bölünme geçirmiş, E = mc² formülündeki enerjisi hızlı bir ivme kazanan kalp atışlarımın sayılarının OBEB ve OKEK’i karşılıklı tavla oynamaya başlamış, nefes alırken düğümlenen boğazımın ters hiperbolik fonksiyonları iflâs etmiş, gama fonksiyonu yerden kesilen bacaklarımın titreme geçiren gauss integrallerinin kosinüs alfası ile sinüs betası “yaylalar yaylalar” şarkısını söylemeye başlamış, logaritmik bademciklerimin iç açılarının toplamı ile trigonometrik bademciklerimin ikizkenar açıları biribirine âşık olmuş, bakışlarımdaki “göz gez arpacık” üçgeninin hipotenüsü olduğu gibi meydana çıkmıştı. Balıkları görünce öyle bir “Allâh Allâh” çekmiştim ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İspanya’daki Latin Amerika Müslüman Dînî Liderler Zirvesi’nde “Allâh Allâh” çekmesine bile takvâ yönünden beş çekerdi, ekmek arası balık ızgara çarpsın ki.

     Çarşıyı dolaştıktan sonra yeşillikler içindeki köyü gezerken, karşımıza şirin mi şirin bir cami çıkıyor. Hemen avlusuna atıyoruz kendimizi.

     Caminin avlusunda, hepsi de beyazlar ve maviler içinde ve başlarında beyaz bir takke bulunan çocuklar görüyoruz. Bunlar, Qûr’ân kursu talebeleri. Üstelik camide yatılı olarak kalıyorlar. Cami aynı zamanda dînî bir eğitim kurumu olarak hizmet veriyor ada halkına.

     Talebeler o kadar şirin ki, üstlerindeki ayaklarına kadar inen uzun mavi önlükler ve başlarındaki beyaz takkelerle, tıpkı çizgi film kahramanları “Şirinler”e benziyorlar.

     Caminin şadırvanında abdest alıyor bir kısmı. Biz de o çocukların yanına oturarak abdest alıyoruz. Bu arada onlarla tanışıyor, kaynaşıp şakalaşıyoruz. Biraz sonra caminin imamı ve diğer görevlileri de geliyorlar yanımıza. Belli ki çocuklardan bazıları içeriye haber sızdırmış, “yabancı insanlar gelmiş” diye. Onlar da “Colomb ve taifesi adaya mı çıktı?” diye korkmuş olacaklar ki, apartopar dışarı çıkmışlar. Fakat Colomb ve korsan taifesi yerine bizim gibi vatana millete faydalı ama bir tek kendisine faydası olmayan karayağız Anadolu evlâtlarını görünce, korkunun yerini sevinç alıyor.

     Selamlaşma ve sarılıp kucaklaşma faslından sonra tanışıyoruz kendileriyle. Onlar bize cami hakkında bilgi veriyorlar, camide yaptıkları faaliyetlerle ve talebelere verdikleri eğitimle ilgili bilgiler aktarıyorlar. Biz de İstanbul – Fatih’te ve Diyarbakır – Bağlar’da vatana millete yaptığımız hizmetler hakkında onları bilgilendiriyoruz.

     Narikel Cincira adası üzerindeki Uttarpara köyündeki bu şirin caminin ismi Ebû Bekr Sıddıq Camiî (Bang. আবু বকর সিদ্দিক মসজিদ [Ebû Bekara Siddika Mesacida]).

     Birinci halife Hz. Ebû Bekr (ra)’in adını taşıyan bu güzel cami, 2001 yılında inşâ edilmiş. Yani Cristof Colomb’dan 509 yıl sonra, ama Fidel Castro ile aynı zaman diliminde.

     Caminin gerek dış duvarında gerekse içindeki mescid bölümünde çokça çatlaklar olduğu, hatta bazı bölümlerinin döküntü halinde olduğu görülüyor. Belli ki, parasızlıktan bakımı yapılamıyor. Bunu da anlamak lazım tabiî. Sonuçta, Merkezî Asya’nın en fâkir ülkesinin en fâkir mıntıkasındayız şu anda. Yani nasıl ki Bangladeş Merkezî Asya’nın diğer ülkeleriyle (Hindistan, Pakistan, İran) kıyas bile edilemeyecek derecede fâkir ise, Narikel Cincira da Bangladeş’in diğer yerleri (Dakka, Chittagong, Kaksa Bajar) ile kıyas edilemeyecek derecede fâkir.

     Cami görevlileri, bize caminin içini, mescîd bölümünü ve çocukların yatakhaneleri ile Qûr’ân kursunun yapıldığı sınıfları gezdiriyorlar. Böylesine makbul, hayırlı çalışmaların nasıl ilkel şartlarda yapıldığını görünce, adetâ içimiz parçalanıyor. Özellikle çocukların yattıkları odalar, bu yatakhanelerin içinde hiçbir şeyin olmaması, duvarların çatlamış ve nerdeyse binanın yıkılacak durumda olması, yüreğimizi burkuyor.

     Kafilemizin başkanları olan Muhammed Eyyûb Urfe Reyhan (মোহাম্মদ আইয়ুব রায়হান), Ahmed Samir (সমীর আহমেদ) ve Mûnewwer Hûseyn (বোধক হুসেন) kardeşlerimiz, caminin bütün ihtiyaçlarını tek tek tespit edip bunları not ediyorlar. Cami görevlilerinden iletişim adresleri alıyorlar. Aynı zamanda Bangladeş’teki bir haftalık ziyaretim ve seyahatim boyunca gerek Bangladeş’le ilgili olsun gerek Arakan’la ilgili olsun bana istediğim her türlü bilgileri veren ve rehberlik eden bu üç kardeşim, merkezi Bangladeş’in ikinci büyük şehri ve kadim Arakan vilayetinin başkenti Chittagong’da bulunan DOST Welfare Foundation (Bang. দোস্ত কল্যানফাউন্ডেশন) adlı insanî yardım vakfının sorumluları ve çalışanlarıdırlar. Muhammed Eyyûb Urfe Reyhan vakfın “genel başkanı”, Ahmed Samir vakfın “genel sekreteri” ve Mûnewwer Hûseyn de vakfın “insanî yardım sorumlusu”dur. Allâh kendilerinden razı olsun; onlar sayesinde istediğim her türlü bilgi ve informasyona rahatlıkla ulaşabiliyordum. Zaten bu geziyi de, DOST Welfare Foundation sayesinde yapıyorum.

     Onlar cami yetkilileriyle içeride bu konuşmaları yaparken, ben de – fırsat bu fırsat deyip – caminin avlusunda bulunan mango ağaçlarına gizlice taş atarak biraz mango çaldım. Kimse görmedi. Helâl hoş olsun. (Ne o, rahatsız mı oldunuz yoksa? Niye asrın hırsızı Jet – Pa Fadıl’ı kalkıp “Uluslararası Helâl Konferansı”na konuşmacı olarak çağırıyorsunuz da, ezê feqîr, burda kimse görmeden bahçede iki üç tane mango çalmışım, o mu gözünüze batıyor?)

     DOST Welfare Foundation adlı vakfımız, Narikel Cincira adası üzerindeki Ebû Bekr Sıddık Camiî’ne gereksinim duyduğu yardımları yapacak. Buna en az cami görevlileri kadar, biz de seviniyoruz elbette. (Benim Gürcü kökenli cumhurbaşkanı kardeşim duysa, O da sevinir muhakkak. Hatta 1000 odalı sarayında altın kaplama musluklardan abdest alıp ipek seccadenin üzerinde bizim için, “Ey kimsesizlerin Râbbi olan Allâh’ım! İnsanî yardım gönüllülerimizin yaptıkları bu yardımları kabul et” diye dûâ eder. Râbbim kendisinden razı olsun.)

     Cami görevlileri ve talebelerle avluda geçirdiğimiz bu tanışma ve bilgilenme dakikalarından sonra, namaz kılmak için mescîde giriyoruz. Bu arada bir hatırlatma: Bangladeş’teki camilerin mescîdlerinde halı yoktur. Namazı beton zeminin üzerinde kılıyorlar.

     Öğle ve ikindi namazlarını seferî olarak birleştirip, Narikel Cincira adası üzerindeki Ebû Bekr Sıddık Camiî’nde kılıyoruz. (Şimdiye dek 25 ülke gezen bir insan olarak, hayatımda “en doğuda” kıldığım namaz oluyor bu. “En güneydeki” de geçen yıl Kenya’nın başkenti Nairobi. Fakat henüz Ay’a gitmediğim için, râhmetli Neil Armstrong kardeşimiz gibi Ay’da namaz kılmak nasip olmadı.)

     Namazdan sonra camideki kardeşlerimizden hatır istiyor ve helâllik dileyip ayrılıyoruz oradan. Yola çıkınca, ardı ardına “ada bisikletleri”nin geçtiğini görüyoruz. Bunlar, tıpkı İstanbul’da, Büyükada ve Heybeliada’daki “atlı faytonlar” gibi, ziyaretçilere adayı gezdiriyorlar.

     Bunlara binip adayı gezmek istiyoruz. Fakat kaç tane tutmamız lazım? Sonuçta kafilemiz o kadar kalabalık ki, nerdeyse ada nüfûsu kadar! Yani temelli buraya yerleşsek, Narikel Cincira’nın etrafındaki – üzerinde insan yaşamayan – küçük küçük adaların tamamını doldurabiliriz.

     7 – 8 tane “ada bisikleti”ni durduruyoruz. Üçer – dörder kişilik gruplara ayrılarak biniyoruz bunlara. Ada turumuz başlıyor…

     Böylesi çok daha zevkli. Adanın her tarafını geziyoruz bu bisikletlerle. Böylece adanın bütün köşelerini görmüş oluyoruz. Tabiî gördüğümüz her şeyin fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyoruz. En azından ben ihmal etmiyorum fotoğraf çekmeyi. Çünkü ben bu gezileri kendim için değil, siz bazıları Ekrad, bazıları Etrak, bazıları da matrak olan okuyucularım için yapıyorum.

     En çok da çocukların o ayçiçeği yüzleri yansıyor fotoğraf makinâmın objektifine. Hepsi de biribirinden tatlı Rohingya çocuklar bunlar. 7 bin 300 kişilik nüfûsa sahip Narikel Cincira adasının sakinleri, din olarak Müslüman, mezhep olarak Sünnî, etnik olarak da Rohingya’dır. Sizden iyi olmasınlar, hepsi de son derece sıcakkanlı ve misafirperver insanlardır.

     Uttarpara köyünde başlayan “ada bisikletleri” yolculuğumuzda Golaçipa köyünün içinden geçerek adanın en güneyindeki Dakşinpara köyüne varıyoruz. Böylece adanın her tarafını görmüş olduk. Velâkin, bisikletle adanın her tarafını gezmek yarım saatimizi bile almadı. Dedik ya, küçücük bir ada. Hem küçük olması sebebiyle güzel, hem de, – İstanbul’daki adalar gibi – kara parçasının karşısında değil, anakaradan uzakta, devâsâ okyanusun ortasında olduğu için.

     “Ada bisikletleri”nden iniyoruz ve kendimizi çocukça bir heyecanla sahile atıyoruz.

     Şimdi adanın en güneyindeki sahilindeyiz. Burası, aynı zamanda adanın en büyük sahili. İsmi, “Xêra Dwip”.

     Okyanus masmavi. Sahil cıvıl cıvıl. İnsan kaynıyor.

     Gündüz vakitlerinde, yerleşim birimlerinden daha çok sahilde insan var. Anlaşılan dev Hind Okyanusu’nun ortasındaki küçücük bir adada yaşayan bu insanlar, sadece geceleri evlerine, köylerine kapanıyorlar. Sabahtan akşama kadar tüm günü sahil kenarında geçiyor bu insanların. Hepsi de aileli üstelik. Erkek, kadın, çocuk; hepsi birarada, tüm gününü okyanus kenarında yürüyüş yaparak, çocuklarıyla plajda top oynayarak, ailece piknik yaparak ve balık avlayarak geçiriyor.

     Ne güzel bir hayat yaa…

     Keşke ben de bu ada üzerinde yaşasaydım…

     Sabahtan akşama kadar sahilde balık avlasaydım, plajda yürüyüş yapsaydım, kumda oyun oynasaydım…

     Keşke izin verseydiler de ben de bu ada üzerinde yaşasaydım; Uttarpara’daki gülleri koklayarak, Golaçipa’daki gölden akan suyun şırıltısını dinleyerek, Dakşinpara’da günâhsız ve masum olduğum, en önemlisi de küçük bir dünyam olduğu için mutlu olduğum günlerime geri dönerek, dallarını okyanus sularına sarkıtıp kana kana su içen yeşil ağaçlarla konuşarak, binbir çeşit desenleriyle göz kamaştıran kelebeklerin o büyüleyici güzelliğini seyrederek uyusaydım.

     Keşke izin verseydiler de ben de bu adada yaşasaydım; güllere bakıp şiirler yazsaydım, ağaçların resimlerini çizseydim, kuşlara eşlik edip şarkılar söyleseydim, okyanus dalgalarıyla sırlarımı paylaşsaydım, kimseye anlatamadığım derdimi okyanusa dökseydim de alıp götürseydi hepsini.

     Keşke izin verseydiler de ben de bu adada yaşasaydım; varsın herkes benden daha fazla para kazansaydı, herkes benden daha büyük kariyer yapsaydı, herkes daha güzel evlerde otursaydı; fakat en güzel şiirleri ben yazsaydım, en güzel kitapları ben kaleme alsaydım, en güzel şarkıları ben besteleseydim, en güzel yağlı boya resimlerini ben çizseydim.

     Keşke izin verseydiler de ben de bu adada yaşasaydım; varsın başımı sokacağım bir yuvam, üyesi olduğum bir cemaat, cemiyet, örgüt, parti, tebâsı olduğum bir ülke, devlet, mensubu olduğum bir kavim, millet, ırk olmasaydı; ancak kuşlardan ve kelebeklerden oluşan bir ordum, çiçeklerden ve yabanî otlardan oluşan bir ümmetim, ırmaklardan ve çağlayanlardan bir ailem olsaydı.

     Keşke izin verseydiler de ben de bu adada yaşasaydım; varsın cebimde bir kuruş param, elimde bir tane anahtarım olmasaydı, bir tane sigorta poliçem, üzerime tapulu bir tane duvar bile olmasaydı; bütün mal varlığım 29 harf, 8 nota ve 7 renkten ibaret olsaydı.

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 8

FOTOĞRAFLAR:

01-044.jpg

Narikel Cincira adlı bu güzel adada, sahil kenarında bir restoran var. Adı, “Narikel Jinjira Restaurant”. Adanın ismini taşıyor.

02-048.jpg

Hemen ötesinde ise bir duvarda, mermer üzerine yazılmış İngilizce bir ibare gözüme çarpıyor: “Welcome to Saint Martin Island”… Bunu İngilizce yazdıkları için, adanın İngiliz sömürgeciliğinden kalma ismini yazmışlar.

03-046.jpg

Uttarpara (উত্তরপাড়া)’ya girince, önce çarşısında güzel bir gezinti yapıyoruz.

04-048.jpg

Çarşıda, yolun sağında ve solunda sıra sıra dizili dükkânların hepsi de biribirinden şirin. Kimi elbise satıyor, kimi meyve – sebze satıyor, kimi de et.

05-046.jpg

Fakat burdaki meyve ve sebzeler, sizin bildiğiniz elma, armut, üzüm değil; bunlar daha çok hindistancevizi, mango, papaya, salatalık ve yerelması gibi gıda ürünleridir. Aynı şekilde, et de bildiğiniz kırmızı et değil, balıktır. Bunları da kendileri okyanusta yakalayıp, getirip burda satıyorlar.

06-042.jpg

Adanın kuzey ucunda bulunan Narikeldai, sadece birkaç evden ibaret küçücük bir yerleşim alanı ve adanın en küçük köyü. Uttarpara ise ona nisbetle daha büyük ve “köy” denebilecek bir yerleşim.

07-045.jpg

Liman, yani adaya ayak bastığımız nokta, adanın en kuzey ucunda, Narikeldia’nın güney kısmında ve Uttarpara’nın tam karşısındadır. Her iki köyün arasında ise “Işık Evi” (লাইটহাউস) denen bir bina bulunuyor.

08-044.jpg

Ada, tam ortadan inceliyor. Hatta bir patika yol inceliğinde, nerdeyse kopacak kadar inceliyor. Yani anlayacağınız, ada şekil olarak 8 rakamına benziyor.

09-045.jpg

Hemen arkada ise yemyeşil ve upuzun, adaya ismini veren hindistancevizi ağaçları. Ayrıca mango ve papaya ağaçları.

10-047.jpg

Adını saydığım bu meyvâları biribirinden ayırtetmek kolay da, ağaçlarını ayırtedebilmek – bizim gibi “tropikal olmayan” bölgelerden gelen insanlar için – oldukça güç.

11-044.jpg

Bizler kuzeyden güneye doğru, bu köylerden hepsinin içinden geçerek dolaşacağız adayı.

12-046.jpg

Caminin avlusunda, hepsi de beyazlar ve maviler içinde ve başlarında beyaz bir takke bulunan çocuklar görüyoruz. Bunlar, Qûr’ân kursu talebeleri. Üstelik camide yatılı olarak kalıyorlar. Cami aynı zamanda dînî bir eğitim kurumu olarak hizmet veriyor ada halkına.

Talebeler o kadar şirin ki, üstlerindeki ayaklarına kadar inen uzun mavi önlükler ve başlarındaki beyaz takkelerle, tıpkı çizgi film kahramanları “Şirinler”e benziyorlar.

13-045.jpg

Caminin şadırvanında abdest alıyor bir kısmı. Biz de o çocukların yanına oturarak abdest alıyoruz. Bu arada onlarla tanışıyor, kaynaşıp şakalaşıyoruz.

14-045.jpg

Caminin gerek dış duvarında gerekse içindeki mescid bölümünde çokça çatlaklar olduğu, hatta bazı bölümlerinin döküntü halinde olduğu görülüyor. Belli ki, parasızlıktan bakımı yapılamıyor. Bunu da anlamak lazım tabiî. Sonuçta, Merkezî Asya’nın en fâkir ülkesinin en fâkir mıntıkasındayız şu anda.

15-041.jpg

Cami görevlileri ve talebelerle avluda geçirdiğimiz bu tanışma ve bilgilenme dakikalarından sonra, namaz kılmak için mescîde giriyoruz. Bu arada bir hatırlatma: Bangladeş’teki camilerin mescîdlerinde halı yoktur. Namazı beton zeminin üzerinde kılıyorlar.

16-034.jpg

Cami görevlileri, bize caminin içini, mescîd bölümünü ve çocukların yatakhaneleri ile Qûr’ân kursunun yapıldığı sınıfları gezdiriyorlar.

17-035.jpg

Böylesine makbul, hayırlı çalışmaların nasıl ilkel şartlarda yapıldığını görünce, adetâ içimiz parçalanıyor. Özellikle çocukların yattıkları odalar, bu yatakhanelerin içinde hiçbir şeyin olmaması, duvarların çatlamış ve nerdeyse binanın yıkılacak durumda olması, yüreğimizi burkuyor.

18-029.jpg

Kafilemizin başkanları olan Muhammed Eyyûb Urfe Reyhan (মোহাম্মদ আইয়ুব রায়হান), Ahmed Samir (সমীর আহমেদ) ve Mûnewwer Hûseyn (বোধক হুসেন) kardeşlerimiz, caminin bütün ihtiyaçlarını tek tek tespit edip bunları not ediyorlar. Cami görevlilerinden iletişim adresleri alıyorlar. Aynı zamanda Bangladeş’teki bir haftalık ziyaretim ve seyahatim boyunca gerek Bangladeş’le ilgili olsun gerek Arakan’la ilgili olsun bana istediğim her türlü bilgileri veren ve rehberlik eden bu üç kardeşim, merkezi Bangladeş’in ikinci büyük şehri ve kadim Arakan vilayetinin başkenti Chittagong’da bulunan DOST Welfare Foundation (Bang. দোস্ত কল্যানফাউন্ডেশন) adlı insanî yardım vakfının sorumluları ve çalışanlarıdırlar. Muhammed Eyyûb Urfe Reyhan (resimde ortada, elinde su şişesi olan) vakfın “genel başkanı”, Ahmed Samir vakfın “genel sekreteri” ve Mûnewwer Hûseyn de vakfın “insanî yardım sorumlusu”dur.

19-028.jpg

Namazdan sonra camideki kardeşlerimizden hatır istiyor ve helâllik dileyip ayrılıyoruz oradan. Yola çıkınca, ardı ardına “ada bisikletleri”nin geçtiğini görüyoruz. Bunlar, tıpkı İstanbul’da, Büyükada ve Heybeliada’daki “atlı faytonlar” gibi, ziyaretçilere adayı gezdiriyorlar.

20-025.jpg

7 – 8 tane “ada bisikleti”ni durduruyoruz. Üçer – dörder kişilik gruplara ayrılarak biniyoruz bunlara. Ada turumuz başlıyor…

21-028.jpg

Böylesi çok daha zevkli. Adanın her tarafını geziyoruz bu bisikletlerle. Böylece adanın bütün köşelerini görmüş oluyoruz.

22-029.jpg

Tabiî gördüğümüz her şeyin fotoğraflarını çekmeyi de ihmal etmiyoruz. En azından ben ihmal etmiyorum fotoğraf çekmeyi. Çünkü ben bu gezileri kendim için değil, siz bazıları Ekrad, bazıları Etrak, bazıları da matrak olan okuyucularım için yapıyorum.

23-023.jpg

En çok da çocukların o ayçiçeği yüzleri yansıyor fotoğraf makinâmın objektifine.

24-023.jpg

Hepsi de biribirinden tatlı Rohingya çocuklar bunlar.

25-020.jpg

7 bin 300 kişilik nüfûsa sahip Narikel Cincira adasının sakinleri, din olarak Müslüman, mezhep olarak Sünnî, etnik olarak da Rohingya’dır.

26-021.jpg

Sizden iyi olmasınlar, hepsi de son derece sıcakkanlı ve misafirperver insanlardır.

27-018.jpg

Çok da meraklı, bu şeker çocuklar.

28-017.jpg

Okyanus ortasındaki küçücük bir adada yaşadıkları için, ne elbiseye ihtiyaçları var ne ayakkabıya.

29-015.jpg

Hangisine baksak, hemen gülüyor bize.

30-012.jpg

Asya’nın tüm güzelliği yüzlerine yansımış.

31-006.jpg

Uttarpara köyünde başlayan “ada bisikletleri” yolculuğumuzda Golaçipa köyünün içinden geçerek adanın en güneyindeki Dakşinpara köyüne varıyoruz. Böylece adanın her tarafını görmüş olduk. Velâkin, bisikletle adanın her tarafını gezmek yarım saatimizi bile almadı. Dedik ya, küçücük bir ada. Hem küçük olması sebebiyle güzel, hem de, – İstanbul’daki adalar gibi – kara parçasının karşısında değil, anakaradan uzakta, devâsâ okyanusun ortasında olduğu için.

32-006.jpg

Adada kendime bir kanka da buldum.

33-003.jpg

“Ada bisikletleri”nden iniyoruz ve kendimizi çocukça bir heyecanla sahile atıyoruz.

Şimdi adanın en güneyindeki sahilindeyiz. Burası, aynı zamanda adanın en büyük sahili. İsmi, “Xêra Dwip”.

Okyanus masmavi. Sahil cıvıl cıvıl. İnsan kaynıyor.

34-002.jpg

İki balıkçı, tuttukları balıkları taşırken.

35-002.jpg

Balıkları hem taze satıyorlar, hem de burda gördüğünüz gibi kurutarak satıyorlar.

36-002.jpg

Ada sakinlerinin tek gelir kaynağı, turizm ve balıkçılıktır. Başka da hiçbir gelir kaynakları yoktur.

37-001.jpg

Narikel Cincira, 10 Kartik 1419

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir