Türk siyasetinde öfkelerin ve husumetlerin yükseldiği bu dönemde gazeteci Cesim İlhan, AK Parti ile Cemaat arasındaki kavgayı Kürt aydınlarına sordu…
17 Aralık’ta İstanbul ve Ankara’da düzenlenen rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile aralarında işadamları, belediye başkanları, bakan çocukları gözaltına alınmıştı. Sonrasında ortalık toz duman oldu. Üslûp değişti, öfkeler yükseldi. Bir kısmı AK Parti’yi bir kısmı da Cemaat’i savunan medya ikiye bölündü. Karşılıklı suçlamalar başladı. Cemaat’e “Paralel Yapı” denildi. Türkiye’yi sarsan ses kaydı ve 7000 dinleme iddiâsı ortaya çıktı. AK Parti ve Cemaat’in biribirlerini suçlamaları derken, bugüne gelindi ve kavga gün geçtikçe derinleşiyor. Bu yolsuzluk ve rüşvet operasyonu herkesin dilinde. Birçok kesim yazdı, çizdi.
Yapılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu Kürtler de yakından takip ediyor. Türk siyasetinde öfkelerin ve husumetlerin yükseldiği bu dönemde gazeteci Cesim İlhan, AK Parti ve Cemaat kavgasını Kürt aydınlarına sordu. Daha mesafeli ve daha seviyeli konuşan Kürt aydın ve gazetecilerin yanısıra, Kürt partilerine yakın kişilerden de görüş alındı ve biribirinden farklı cevaplar var.
İşte cevaplar…
* * *
M. Sıddık ŞEYHANZÂDE
(Med – Zehra Cemaatinin Lideri)
17 Aralık operasyonunun müsbet olduğu söylenemez. Eğer gerçekte bir yolsuzluk sözkonusu ise gizli yapılmalıydı. Bu mes’ele bir Hükûmet’i yıpratma mes’elesine dönüştürülmemeliydi . Eğer yolsuzluk varsa Hükûmet bunların elbette üzerine gitmeli. Siyasete müdahale fikirle, ikna ile olmalı. Seçimler hariç fiilî müdahale doğru değil. Fiilî müdahalenin yeri ve zemini sandıklardır.
Kuvvet kanunda olmalı, şahıslar kendini kanun yerine koymamalı. Kurumları hareketlendiren kanunlar, kurallardır. Hakimler ve savcılar belirli bir gruba bağlı olarak hareket edemezler. Ederlerse biz ne yapacağız? O zaman herkes hakim ve savcı avına mı çıkmalı? Kanun önünde herkes eşittir. Bağımsız olan kanunlardır. Kanunu uygulayanlar tarafsız olmalı.
Evvel ahir tavsiyem, itidal ve tesanüdü muhafazâdır. Haricî düşmanlara karşı ittihat etmektir. Fethullah Gülen grubu, geçmişte kendine düşmanlık edenlerle dostane ilişkiler geliştirirken ne yazık ki kendine fikren ve zikren en yakın olan bir harekete veya partiye düşmanca bir tavır göstermiş olması düşündürücüdür.
İbrahim GÜÇLÜ
(Siyasetçi – Yazar)
AK Parti’nin iktidar olmasında en yakın ve güçlü müttefiklerinden biri Gülen Hareketi idi. AK Parti, Sol liberaller ve demokratlar tarafından da desteklenmişti. AK Parti Hükûmeti yeni bir sistem ve devlet yapılandırması konusunda, bir dönem sonra barutunu tüketti. Otoriter ve tek parti yapılanmasına yönelmeye başladı. Bu trajedi ve kader, 1950’den sonra halkın geniş kesimlerinin ve hatta Kürtler’in önemli bir kesiminin de desteğini kazanan tüm muhafazakârların kaderi ve trajedisi olmuştu. Bu nedenle AK Parti Hükûmeti, belli bir aşamada Sol liberalleri ve demokratları kendi otoriter sisteminin yapılandırılması önünde bir engel ve kambur gördüğü için, onları dışladı. Gezi Hareketi tam anlamıyla bir kırılma oldu.
AK Parti Hükûmeti’nin, “devleti kendileştirmek” isteğinin önünde gördüğü engellerden biri de, anlaşılan Gülen Hareketi idi. Ayrıca AK Parti içindeki Kemalist devlet uzantıları istedikleri planı uygulamak için Gülen Hareketi’ni de kendilerini için tehlike görüyorlardı.
Bu nedenle AK Parti Hükûmeti, hem Gülen Cemaati’ni de tasfiye etmek ve hem kendi otoriter devletini yapılandırmak için harekete geçti. Devleti tam anlamıyla AK Partilileştiren yasalar çıkarmaya başladı. “Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması” da buna gerekçe oldu.
İbrahim SEDİYANİ
(Gazeteci – Yazar)
17 Aralık’tan beri aynı şeyi söylüyorum ve duruşumu hiç değiştirmedim: Kirli ittifaklara ve tezgâhlara da, rüşvet ve yolsuzluğa da HAYIR! Benim için önemli olan partiler, cemaatler ve kurumlar değil, inandığım değerler ve sahip olduğum ilkelerdir. Tarafımı net olarak belli etmişim: Kirli ittifaklar ve tezgâhlar karşısında Hükûmet’in yanında, rüşvet ve yolsuzluk konusunda Hükûmet’in karşısındayım.
Dolayısıyla, ne kimse kirli ittifakları ve tezgâhları bahane ederek bizden rüşvet ve yolsuzluklara göz yummamızı beklemeli, ne de kimse rüşvet ve yolsuzlukları bahane ederek bizi kirli ittifaklarına ve tezgâhlarına alet etmeye çalışmalı.
Kürtler’in bu noktada çok uyanık ve zinde olması gerekiyor. Kimsenin kuyruğuna takılmaya gerek yok ama kimsenin tezgâhına düşmeye de gerek yok. Kürtler kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmelidirler. Dünyada herkes böyle davranıyor.
Kürtler’e hep şunu söylüyorum: Sizler AK Parti Hükûmeti’nin yanlışlarına karşı olabilirsiniz. Fakat onu devirmek isteyenler, “yanlışlarına” değil, “doğrularına” karşı oldukları için Hükûmet’i devirmek istiyorlar.
Ferzende KOÇAKLI
(Yazar – Said Nursî’nin akrabası ve talebesi)
AK Parti ile Gülen Cemaati arasında yaşanan kavga tamamen çıkar üzerine yapılıyor. İkisi de rıza-i ilahîyi esas almıyor. İkisinde de ihlas yoktur. Hele Gülen Cemaati’nde hiçbir zaman ihlas olmadı zaten.
Daha önce söylemiştim: İkisinin arasında yaşanan kavga milleti ve devleti düşünme dâvâsı değildir. Başbakan kendisi demişti, “Cemaat ne istediyse hepsini verdim.” Bu şu anlama geliyor: Cemaat ve İktidar bu ülkede birlikte çaldılar, birlikte çırptılar sonra da bu çaldıklarını biribirinin üzerine çamur gibi attılar. Bunların insanları düşündüklerini söyleyemeyiz. Memlekette üzerine düşünülecek başka mesele mi yok? Çıkarları uğruna birbirlerine düşüyorlar.
Bu topraklarda yıllardır Türk ve Kürt çocukları öldürülüyor. O kadar inançlı ve vicdanları varsa bu sorunları çözmeye kalksınlar. Ayrıca, biz yıllardır Risale-i Nûr tahrif edilmiş diyoruz, neden o zaman bizim söylediklerimizi doğru bulmuyorlardı da şimdi kalmışlar “tahrifat vardır” diyorlar? Üstâdımız Said-i Kurdî’nin üzerinden siyaset yapmaktan da vazgeçsinler. Ayıptır, yazıktır, günâhtır.
Hasan SABAZ
(Gazeteci – Yazar)
AK Parti ile Gülen Grubu arasındaki kavganın sadece iktidarın nimetlerinden daha fazla faydalanma kavgası olduğunu düşünmüyorum. Yolsuzluk iddiâları tümüyle boş değil; ama inanıyorum ki, eğer Gülen Grubu isterse CHP ile ilgili çok sayıda skandal belge ortaya koyabilir. Mes’elenin hem ülke içindeki hem de dışındaki siyasî gelişme ve çekişmelerle alakası var.
Bir defa dünya görüşü anlamında aynı yerde değiller. AK Parti’nin Osmanlıcı siyaseti ile Gülen Grubu!’nun küresel güçlerin eksenindeki siyaseti örtüşmüyor. Ülke içinde Hükûmet’in Kürt sorununun çözümüne yönelik siyaseti, Gülen Grubu tarafından “teröre taviz” olarak isimlendirildi. Hükûmet’in İsrail ile ilişkilerinin bozulması ise Gülen Grubu’nun bir türlü hazmedemediği bir durumdu.
Behmen DOĞU
(Gazeteci – Yazar)
Askerî, Kemalist vesayet(ler)in bitirilmesinde yıllarca işbirliği yapan AK Parti ve Cemaat’in bugünkü kavgası son yılların en önemli hadiselerinden biri. Öyle anlaşılıyor ki bu kavga kısa sürede bitmeyecek. AK Parti’yi tüm seçimlerde destekleyen, referandumda mümkün olsa ölüleri sandığa getirmek isteyen Cemaat, Hükûmet’le yaşadığı Oslo, MİT, KCK ve dershane fikir ayrılıklarını / kırılmalarını 17 Aralık’la zirveye taşıdı. 17 Aralık operasyonunu beklemeyen Hükûmet’in Cemaate tepkisi beklenenden çok sert oldu. Bu sertliğin dozu artacak gibi görünüyor. Hatta Cemaat’in “terör örgütü” kapsamına alınıp Fethullah Gülen’in Hükûmet tarafından ABD’den iade talebiyle girişim başlatacağını düşünüyorum.
AK Parti – Cemaat kavgası Başbakan’ın iddiâ ettiği gibi bir “İstiklâl Savaşı” değildir. Mes’ele, Cemaat’in iddiâ ettiği gibi bir “yolsuzluk” mes’elesi de değildir. Evet, bir yolsuzluk olduğu anlaşılıyor ama esas mes’ele yolsuzluğu, hırsızları ortaya çıkarmak değildir. Güç savaşına giren aktörlerin haklı argümanları olmakla beraber – kısa vadede – tüm çekişme seçimlere yönelik bir algı operasyonu. Algı operasyonunu iki aktör de yapıyor. AK Parti, Cemaat’e yüklenerek seçimlerden zaferle çıkmanın hesabını yaparken Cemaat, “Hükûmet’in defoları” üzerinden AK Parti’nin olabildiğince düşük oy alması için çalışma yapıyor.
Başbakan tüm mitinglerinde, demeçlerinde “Halk bu komployu boşa çıkaracak” meâlinde sözler sarfediyor. Evet, halk sandıkta 17 Aralık’ı, AK Parti – Cemaat kavgasını nasıl algıladığını gösterecek, oylayacak. Ama diyelim ki AK Parti % 45 oy aldı. Ne olacak bu durumda? AK Parti bunca ciddî yolsuzluk iddiâları karşısında aklanmış mı olacak? Halkın siyaseten AK Parti’yi desteklemesi BERAAT olarak algılanmamalı / algılattırılmamalıdır. Hükûmet’e düşen en önemli görev, yargıya müdahale etmeden adil bir yargılamanın önünü açmak olmalı.
Bu kavganın temelinde rıza-i ilahî yok! Bu kavgada kullanılan yöntemlerin İslam’la, Qur’ân ve Sünnet’le açıklanabilir bir tarafı yok! Bu kavga hem taraflar, hem de Türkiye için enerji kaybıdır. Bu kavganın temelinde “çıkar” var. Çıkar için iki taraf da zûlüm boyutunda manevralar yapıyor.
Vahdettin İNCE
(Çevirmen – Yazar)
Oslo görüşmelerinin sızdırılmasından sonra Gezi olayları ve en son 17 Aralık süreci gibi bütün gelişmele, benim kanaatime göre Çözüm Süreci’ni sonuçsuz bırakmaya ve mümkünse silahlı Kürt muhalefetini yeniden çatışma sürecine çekmeye yöneliktir. Gezi olaylarında bayraklaştırılan “çevre duyarlılığı” ve en son 17 Aralık sürecinde gündeme sürülen “yolsuzluk ve rüşvet” söylemi, Çözüm Süreci’ni yıkmaya yönelik araçlar olarak kullanılıyor. Bunların hiçbiri bizzat kendileri için gündemde değildirler. Tam tersine araçsallaştırılıyorlar. 30 yıldır Kürt coğrafyasında yok edilmedik orman bırakılmadığı halde en ufak bir tepki göstermeyen sözüm ona çevrecilerin samimiyetine inanmamızı kimse beklememelidir. Döneminde Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yolsuzluklarının yapıldığı Ecevit için şefaat temennisinde bulunan, siyasete girdiği günden beri ülkenin bütün değerlerini istismar eden ve aile çevresinin yolsuzlukları ayyuka çıkan Demirel’i “söz sultanı” diye taltif edebilen bir yapının bugün yolsuzlukları kullanarak Çözüm Süreci’ni başlatan Hükûmet’i devirmeye yönelik çabaları hiçbir zaman bir erdem muhalefeti olarak değerlendirilemez.
Kürtler en az PKK ile sürdürülen 30 yıllık savaş kadar kirli olan bu savaşta cephenin önüne sürülme çabalarını boşa çıkararak artık “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” anlayışını tarihin çöplüğüne gönderdiler.
Hükûmet Kürt – Türk barışını İslamî temeller esasında yeniden kurma çabasındadır. Karanlık güçler ise tekrar iktidar devşirebilmek için kardeşliği bozma çabasını sürdürmektedirler.
Yakup ASLAN
(Yazar – Van MAZLUMDER Şube Başkanı)
Fethullah Gülen hareketi uzun bir zamandan beridir Türkiye’nin gündemine sık sık gelen bir çalışma grubudur. Abant Platformu, dershaneler, özel okullar ve sahip olduğu medyasıyla dengelerde önemli bir yer aldığı söylenebilir. Bunların da ötesinde Kürdistan’da özellikle son 30 yıldır sıcak savaş döneminde “Cemaat” ismiyle varlık sergileyen Fethullah Gülen grubu, bütün yoğunluğunu doğuya kaydırdı ve Hüseyin Gülerce gibi bazı yazarların üzerinden yaptıkları açıklamalarla çalışmaların bir proje olduğunu ve Kürt çocuklarını dönüştürmek, onları dağa çıkmaktan kurtarmak üzere çalıştıklarını duyurdular.
Bu dönemde ortaklık olduğu için kimsenin sesi çıkmıyordu. Sonrasında Mavi Marmara konusunda yaptığı açıklamalardan, gelişmelerin aslında arkaplanının olduğunu da kimse dillendiremedi ve bugün 7 bin kişinin dinlenmesine ait bilgilerin aslında İsrail’e servis edilebileceği düşüncesi de kimseye inandırıcı gelmedi.
Eğitimin bütçesinin önemli bir kısmı, SODES projeleri, fonlar, kilit noktadaki makamlar hep onların denetimine sunuluyordu. Sadece okuma salonlarının % 55’inin devlet tarafından karşılanması, o kesimin cazip hale getirilmesi için devlet eğitiminin seviyesizleşeceği anlamını da içermektedir. Seviye düştüğü zaman da çocuklarının eğitiminde hassas olan ailelerin, çocuklarının hakkından kesip, dershanelere yatırmalarıyla sonuçlanıyordu.
Cemaat’in, ellerinde bulundurdukları medya ile ve yaptıkları eğitim çalışmalarıyla algı mühendisliğini en iyi şekilde yürüttüklerinden kuşku yok. Peki, bu çalışmaları yaptıklarında neden ne Hükûmet ve ne de bugün itiraz edenlerin sesi çıkmıyordu? Şu anda çıkan gürültünün, ortaya çıkan skandal kaset ve dinleme kayıtlarının Cemaat ile İktidar arasında bozulan ortaklıkla ilintili olmadığını düşünüyorum. İleri teknoloji ile kaydedilen dinleme kayıtlarının İsrail’e servis edildiği söylentileri, aslında operasyonun kimler tarafından yapıldığı konusunda yeterli bilgiyi vermektedir.
Öte yandan her on yıldan sonra inşâ edilen yumuşama sürecinin bitmiş olduğu sinyali verilircesine, Hükûmet adetâ şimdiye kadar göz yumulan hatalarından dolayı hırpalanıyor görünümü de veriliyor.
Sevgi Çelik MORAY
(Siyasetçi – Aktivist)
Bu kavga gerçekte, AK Parti ve onun uluslararası alandaki destekçileriyle, onun iktidarından rahatsız olan iç muhalefet ve bu muhalefetin dışarıdaki destekçilerinin kavgasıdır.
Tam da bu süreçte, özellikle Mavi Marmara olayıyla başlayan uluslararası gerginlik, kimi çevrelerle AK Parti iktidarı arasında ilan edilmeyen bir savaşa dönüştü. AK Parti’nin Suriye ve İran politikası bu gerginliğin sınırlarını genişlettiği gibi, taraflarını da çok çeşitlendirdi. Türkiye’deki muhalefet uzunca bir süredir AK Parti’yi zayıflatacak her girişimin yanında ve içinde bulunurken AK Parti de içerideki desteğini ve dışarıdaki görece prestijini tahkim etmek için daha net bir tutum izlemeye başladı.
Bu sürecin içerideki politikaya yansımaları Mavi Marmara olayıyla su yüzüne çıktı. Mavi Marmara ve İsrail konusunda AK Parti ve Cemaat çok açık biçimde ayrı düştüler. ABD çok global düşündüğü devletlerarası ilişkiler nedeniyle bu süreci soğutmak, hem Türkiye hem de İsrail nezdinde yeni sorunların oluşmaması için çaba sarfetti. Bu durum, kimi rahatsızlıklarına rağmen ABD’nin resmî politikası olarak sürdü. Diğer yandan özellikle başını Almanya’nın çektiği Batı Bloğu, Türkiye’nin içine girdiği bu sancılı süreci kullanmaya, iktidarı değiştirecek hamlelere destek vermeye başladı.
Bana göre ABD’de bulunan kimi güç odakları, Batı Bloğu, İsrail, AK Parti’nin iktidarını bölgesel denklemler için tehlikeli buluyordu. Buna Suriye nedeniyle İran’la olan ilişkilerin bozulması da eklenince AK Parti iktidarı ciddî anlamda yalnızlaştı. Adım adım yalnızlaştırılan AK Parti’ye karşı daha kolay ve sistematik hamleler yapma fırsatını doğurdu. Cemaat bu süreçte yerini AK Parti karşıtı cephenin yanında görerek bunu ilan etti.
Bundan bir süre sonra içeride güç savaşı başladı. Dershaneler, Hakan Fidan olayı, sürek avına dönüşen operasyonların hemen hepsi içerideki iktidar mücadelesinin yeni halkaları olarak ortaya çıktı. Buna karşı AK Parti Kürt sorununda yeni bir inisiyatif alarak içerideki pozisyonunu sağlamlaştırmaya çalıştı. En azından asker ölümlerinin kullanılmasına fırsat vermemek için önemli bir adım attı.
İrfan BURULDAY
(Yazar)
AK Parti ile Cemaat arasında yaşanan gerilimi rejimin niteliği ve ideolojisi ekseninde bir çatışma olarak görmek kanaatimce yanlıştır. Burada aslolan şey, devletin kendini yeniden revize etmesi ve yükselen Kürdistan mücadelesini üniter – tekçi siyasal yapısına uygun bir bölünmezlik paradigması içinde yeniden yapılandırmaya çalışmasıdır. Dolayısıyla bu çatışmayı AK Parti ile Cemaat’in Kürdistan mes’elesiyle sınırlı tutmak yanlıştır. Her iki tarafın da yegâne amacı iktidarın paylaşımı gibi görünse de, bana göre bunun periferisinde yatan en önemli neden, sistemin eski kalıntılarından kurtulmak istemesidir.
Kuşkusuz bu kalıntıların tartışılması istemeden de olsa, Kürdistan mes’elesine yeni bir boyut kazandırmakta ve onu uluslararası arenada yeniden gündeme getirmektedir. Gerek Ortadoğu’da yaşanan gerilim ve gerekse de Türk devletinin dış politikada yeni stratejisi, bu mes’elenin çözümüne yönelik köklü bir adımın atılmasını gerektirmektedir. Kürdistan mes’elesinin çözülmeden, devletin Ortadoğu’da etkin bir siyaset izleyemeyeceği ve Kürdistan’ın doğal kaynaklarını kullanamayacağı algısı gün geçtikçe daha da güçlenmektedir.
Kürtler bu çatışmada taraf olmamalı ve kendi millî çıkarlarına odaklı bir siyaset izlemeliler. AK Parti mi Cemaat mi gibi bir sorunun anlamsızlığı gün gibi aşikârdır ve Kürt siyasal aklı böyle bir soruyu gündemine almamalıdır. Dolayısıyla “Türkiye nasıl kurtulur veya devlet nasıl kurtulur?” gibi bir sorunun hatibi ve muhatabı olmamalılar. Devletin sahipleri arasındaki bu çatışma tarihsel argümanlara sahiptir ve nitekim benzeri çatışmaların izini Osmanlı’nın dağılma ve Türk devletinin kurulduğu dönemlerde de görebiliriz. Bu bir tuzaktır ve Kürtler bu tuzağın tarafgirliliğini yapmamalılar.
Hamid OMERÎ
(Yazar)
Her iki yapının (Hükûmet / Başbakan – Cemaat / Gülen) kendi pozisyonlarının ve normlarının dışına çıkmasından sudur eden bir sorundur son günlerde konuşulan. Her ne kadar mes’ele dönüp dolaşıp dershane olayına bağlanıyorsa da aslında asıl mes’ele sivil bir yapı olduğu ısrarından vazgeçmeyen “Hizmet – Cemaat”in gerektiğinden fazla siyasî davranması ve siyasî bir yapı olarak herkese eşit mesafede olduğunu iddiâ eden İktidar’ın da gerektiğinden fazla sivil davranma arzusundan kaynaklanıyor. Biri devletin iç işleyişindeki her kademeye, diğeri sivil hayatın her aşamasına müdahale etme arzusunda. Tespit ettiğimiz bu arzu kendini farklı boyutlarda biçimlendiriyor ve fiiliyata döküyor.
Cemaat son günlerdeki tavrı ile İktidar’ın dershanelere dönük uygulamasını Cumhuriyet döneminde medrese ve zaviyelerin kapatılması ile eşdeğer görüyor ve bu yönüyle de tepkisini her alanda oldukça sert gösteriyor. Cemaat, kurulduğu günden beri lokomotif gücü olan dershaneleri kaybetmekle karşı karşıya. Bunun yerine koyacağı başka bir alternatifi olmadığı için de kırılmayı oldukça derin yaşıyor. Ancak Cemaat, bakan belirleme ve bakan gönderme, kadrolaşma noktasındaki ısrar ve sertliğini devletin çok farklı ve derin noktalarına taşıdığında (MİT Meselesi) sivil duruşunun çok ötesine geçtiğinin hesabını iyi yapmadı. Pek muhtemeldir ki bugün kendisini yeterinden fazla güçlü görmenin bedelini ödemekle karşı karşıya.
Aynı şekilde İktidar da Cemaat kadroları kadar “hizmet ehli” olmayan kendisinin ve tabanının gücünü ilelebet sanma sanrısı ile karşı karşıya.
M. Ali ERDOĞAN
(Gazeteci)
Hükûmet’le Cemaat arasında cereyan eden münazaayı ele aldığımızda; öncelikle Cemaat’in şeffaflıktan yoksun olması, siyasal alandaki hamlelerinin meşruîyet mekanizmasından uzak olmasına neden oluyor. Şeffaflığın olmadığı bir alanda adalet işleyemez, haklı açığa çıkamaz. Sosyal ve siyasal örgütlenmelerde şeffaflığın olmaması güven sorunu doğurur. Cemaat sosyal, siyasal alanlarda var olmak istiyorsa bunun yolu bellidir. Son yıllarda emniyet ve yargıdaki işleyişten şikâyet eden ferd ve grupların çokluğu şeffaflıktan yoksunluğun bir göstergesi olsa gerek.
İslam hukukunda “hakikat” ve “maslahat” diye iki önemli kavram vardır. Türkiye siyasetinde hakikatten söz edilmesi pek mümkün olmayacağı için maslahat perspektifinden değerlendirmelerde bulunabilir. Bu açıdan rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık perspektifinden mes’eleyi değerlendirmek hakikat olmadığı gibi maslahatla da alakası yoktur. Zaten rüşvet ve yolsuzluğun sadece savaş enstrümanı olarak kullanıldığı açıktır.
Mes’eleye Kürdî cenahtan baktığımızda Hükûmet’in Irak Kürdistanı’yla ilişkileri, devam eden bir Çözüm Süreci, iktidar partisini Kürtler’in müttefiği pozisyonuna yerleştiriyor. Bu durumda AK Parti Hükûmeti Kürtler’in maslahatınadır.
Mesut YEĞEN
(Akademisyen – Kürt Tarihi Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)
AK Parti ve Cemaat arasındaki çatışma, siyasî – ideolojik bir mahiyeti olmakla beraber, esas olarak kimin hükümran olacağına dair bir çatışma. Tarafların her ikisi de ithamlarında haklı görünüyor. Ortada hem yolsuzluğa bulaşmış bir Hükûmet ama hem de devlete yerleşmiş ve seçilmiş bir Hükûmet’i gayr-ı meşrû yollarla devirmek isteyen bir şebeke var. Bu durumda demokrasiden yana olanların hem yolsuzlukların hesabını sorması hem de sözkonusu şebekenin tasfiyesini talep etmesi gerekiyor.
Tarafların, Kürt mes’elesindeki pozisyonlarında ise önemli bir farklılık var. Hükûmet PKK’yle müzakere üzerinden bir çözüm siyasetini başlatmışken, sözkonusu şebeke Kürt siyasetinin cari temsilcilerinin tasfiyesini öneriyor. Bu itibarla Çözüm Süreci’nde ayak sürüyen, zamana oynayan Hükûmet bir yanda, Kürt siyasetine husumet içerisindeki şebeke diğer yanda duruyor. Bu durumda Kürt siyaseti de haklı olarak Hükûmet’in yanında durmamakla beraber Cemaat’in karşısında duruyor.
Ceng SAĞNIÇ
(Moshe Dayan Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Tel Aviv)
Türkiye’de süre giden AK Parti – Gülen Cemaati çatışması Türkiye’nin hem iç siyasetinde hem de bölgesel denklemlerdeki rolünde birçok şeyi değiştirebilmesi muhtemel görünen bir siyasiî kriz. Lakin bu krizin değiştiremeyeceklerinin başında Türkiye için bir sorundan öte müzakere / pazarlık ortağı konumuna erişmiş Kürt hareketinin pazarlık gücü olduğu kanaatindeyim. Kürtler’in Türk siyasetiyle pazarlık güçlerini belirleyen faktör bu siyasetin yaşadığı iç krizler olmadığı gibi, bu krizler neticesinde ortaya çıkması muhtemel değişiklerden etkilenmeyecek kadar da uluslararasılaşmış bir konumda.
Bu pencereden bakıldığında ben özellikle Kürt entelektüeller arasındaki yaygın kanının tersine, Türk iç siyasetindeki krizlerin Kürt hareketinin halen sürdürdüğü müzakere sürecinde kesin dönüşlere yol açmayacağını düşünüyorum.
Söyleşiler: Cesim İlhan
7 SABAH
4 MART 2014