Özgün Duruş Gazetesi’nin yeni çıkan “Adını Arayan Coğrafya” kitabıyla ilgili İbrahim Sediyani ile yaptığı röportaj…
Yazar İbrahim Sediyani’nin üniversite yıllarında Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerine yapmış olduğu gezi, gözlem ve diyaloglar sonucu hazırladığı “Adını Arayan Coğrafya” isimli kitabı Özedönüş Yayınevi’nden çıktı. Uzun ve yorucu bir emeğin ürünü olan çalışma demokratik açılımın tartışılageldiği, hatta birtakım şehir ve köylerin eski isimlerinin yeniden kullanılmasının konuşulduğu bir zamanda daha da bir önem arz ediyor. Almanya’da yaşayan yazarın Türkiye’ye izne geldiği bir zamanda yapmış olduğumuz bu söyleşinin gündeme ilişkin tartışmaların berraklaşmasına katkı sağlayacağını ümit ediyoruz.
* * *
– Dört yıllık yorucu bir araştırmanın sonucunda kitabınız okuyucuyla buluştu. Sizi, Türkiye’de isimleri değiştirilen şehir, ilçe ve köylerle ilgili bir çalışma yapmaya iten sebepler nelerdir?
Öyle bir coğrafyada doğup büyüyorsunuz ki isim, dil, kimlik, kültür, yani insana ve toprağa ait ne varsa, herşey bir ikilem içinde. Şehirlerinizi ve köylerinizi siz başka isimlerle anıyorsunuz, fakat tabelada yazılı olan isimler başka. Evde başka bir dil, okulda başka bir dil konuşuyorsunuz. Ailece televizyon izlerken bile Türkçe bilmeyen annenize sürekli tercüme etmek ve ekrândan neyin anlatıldığını açıklamak zorundasınız. Öte yandan terör var, insanlar ölüyor, ocaklar sönüyor, yaşadığınız bölgede “olağanüstü hal” uygulaması var, farklı kanunlar uygulanıyor. Evinizde, kütüphanenizde bulundurduğunuz kitapların neredeyse yarısı yasak kapsamında; evde olsun, yolculuk yaptığınız minibüs veya otobüslerde olsun, çalınan ve dinlenen, dinlediğiniz kasetler, şarkılar yasak. Diliniz yasak, dinlediğiniz şarkılar yasak, köylerinizin, ilçelerinizin, illerinizin gerçek isimleri yasak.
Yerleşim yerlerinin tamamen uydurma ve asimilasyon amaçlı verilmiş olan resmî isimleri bize çok soğuk geliyor, itici geliyor. Çünkü yapay. Biz bu köylerin yeni isimlerini bilmiyoruz bile. Bakın, 1993’te zamanın dışişleri bakanı Hikmet Çetin, “Ben köyümün yeni adını bilmiyorum” demişti; kendisi Diyarbakır Lice’lidir. Yine yıllar önce, “Küçük Emrah” olarak bilinen sanatçı Emrah İpek, katıldığı bir televizyon programında hayatını anlatırken “Gûleman isminde bir ilçede doğdum” diyordu. Bahsettiği Gûleman, Elâzığ’ın Alacakaya ilçesi. Fakat şu vardı: Emrah, Gûleman’ın resmî adının Alacakaya olduğunu bilmiyordu. Yine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Norşîn ziyareti ardından bu konunun gündem olmasından sonra, Almanya’da yaşayan sevgili ağabeyimiz Selahaddin Eş Çakırgil’le yaptığımız sohbette, şöyle demişti: “Azizim, ben uzuuun yıllar önce Bitlis’e bağlı Norşîn isminde şirin bir yere gitmiştim ve o gittiğim güzel beldenin, bugün Güroymak olarak anılan ilçe olduğunu vallahi bilmiyordum. Gül’ün bu ziyareti sayesinde öğrendim ki benim o Norşîn’im, meğer Güroymak olarak geçen yermiş.” Sonra Selahaddin abi bunu bir makalesinde de yazmaktan imtina etmedi.
Ayrıca ben de bir itirafta bulunayım: Ben Okçular (Oxçîyan) köyünün Sêdiyan mezrâsında doğdum ve Sêdiyan’ın resmî adının ne olduğunu “Adını Arayan Coğrafya” kitabını hazırlarken öğrendim. Ben bu çalışmayı yapmaya başlamadan önce doğduğum yerin yeni adını bile bilmiyordum. İnanın bilmiyordum. Anne ve babama sordum bilmediler, akrabalarıma sordum bilmediler, bazı köylülerime sordum, onlar da bilmediler. Sonunda güç bela da olsa bilen birine rastladım da ben de doğduğum yerin ismini öğrenmiş oldum. Meğerse “Gelincik” imiş.
Anlayacağınız, Türkiye’de isimleri değiştirilmiş yerleşim birimlerini ve köylerini kaleme alan bu kardeşiniz, bu çalışmasına başlamadan önce, bırakın binlerce köyü, kendi doğduğu yerin bile yeni ismini bilmiyordu. Bu ilginç bilgiyi de ilk kez sizin aracılığınızla paylaşmış olayım.
– Kitabınızda ele aldığınız konular başlı başına akademik hassasiyet isteyen konular. Kitabınızla ilgili çalışma yaparken ne gibi yol ve yöntem izlediniz?
Kitap iki bölümden oluşuyor: “Dünyada Asimilasyon” ve “Ülkede Asimilasyon”.
Ülkemizi kapsayan ikinci bölümü tamamen gezerek ve o yöreden olan insanlarla konuşarak hazırladım. Üniversite öğrencisiydim ve tüm harçlığımı bu gezmelere harcıyordum. Arkadaşlarım tatillerde ve hafta sonlarında memleketlerine, ailelerinin yanına giderken, ben geziyordum. Güneydoğu, Doğu ve Karadeniz.
Kitabın ilk bölümünü ise Almanya’da yazdım ve kütüphanelerdeki Almanca kaynaklardan, ağırlıklı olarak atlas ve haritalardan yararlandım.
– Çok yönlü asimilasyon politikaları, tahribat ve tahrifat sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde var. Kitabınızda bunlara da değiniyorsunuz. Bu politikaların arka planına ilişkin neler söylemek istersiniz?
Cumhuriyet sonrası Doğu ve Karadeniz’deki Kürtçe, Ermenice, Lazca, Gürcüce, Arapça, Rumca, Çerkesçe yer isimleri hangi mantıkla ve hangi amaçla değiştirildiyse, dünyanın değişik bölgelerinde de aynı mantıkla değiştirildi. Bu bağlamda ABD’nin Hawaii’de, Danimarka’nın Grönland’da, İsveç’in Laponya’da, Almanya’nın Lehistan’da, Fransa’nın Cezayir’de, İtalya’nın Alto Adige’de, İngiliz, Fransız, İspanyol, İtalyan ve Portekiz emperyalizminin Afrika’da, Yunanistan’ın Girit’te, Sovyetler’in Orta Asya ülkelerinde, Çin’in Doğu Türkistan’da uygulamaya koyduğu asimilasyon uygulamalarını Kürdistan’dan bağımsız düşünmek imkânsız.
– Kitabınız hemen hemen “Demokratik Açılım”ın hararetli bir şekilde konuşulduğu ve tartışıldığı bir zamana denk geldi. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
Bu güzel bir tevafuk oldu; fakat özellikle ayarlanmış bir zamanlama değildi. Yani “Demokratik Açılım”dan yıllar önce bu kitabı hazırlamıştım ben. Sonuçta hazırlanmasına 1992’de başlanan kitabın 17 yıllık bir öyküsü var. Belki de çalışmayı iyi niyetle yaptığımız için Allah öyle takdir etti. Ben ne yaparsam yapayım; Rabbim benim için en güzel sonucu ve en uygun zamanı belirliyor. Ben “sorumluluk duygusu” taşıyarak yaptığım her işte Allah’a tevekkül ediyorum. Allah beni seviyor ve herşeyi gönlüme göre veriyor. Kitabın yayınlanmasındaki zamanlamayı da böyle yorumluyorum. Beni bu şekil bir yoruma götüren en önemli saik ise, bu kitabın, bir su baskını sonucu yitip giden ve kaybolan ilk halinin bende bıraktığı derin üzüntüyü yıllarca içimden atamazken, sözkonusu kitabın, 9 Eylül 2009 tarihinde 32 insanımızın hayatına mal olan korkunç sel felaketiyle aynı gün yayınlanması. Su baskınıyla yok olan kitap, su baskınıyla geri geldi adeta. Özedönüş Yayınevi tarafından kitabın yayınlandığı tarihin de 09.09.09 olması.
– Kitabınıza ilgi ve alaka nasıl, olumlu / olumsuz tepkiler var mı? Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitaba ilgi genel olarak, elhamdulillah, yüksek ve tepkiler de olumlu. Türkiye’ye yıllık iznimi kullanmaya geldim ve bu süre içinde iki televizyon, bir radyo ve beş gazete kitapla ilgilendi; kitapla ilgili haber – yorumlar ve yazılar yazıldı; benimle söyleşi yapıldı. Herkese teşekkür ediyorum.
– Son olarak söylemek istediğiniz birşey var mı?
Bu çalışmaya yıllar süren bir emek verildi ve milyondan fazla insanın emeği var o kitapta. Kitabın yazarı aslında “Türkiye halkı”. Çünkü halk söyledi, ben yazdım; halk söyledi, ben yazdım. Ben kitabın “yazarı” değil; “yazmanı”yım, “sekreteri”yim. Kitaptaki her ilçe onlarca, yüzlerce insana sorularak kaleme alındı. Bir kişinin değil, bir halkın yazdığı kitaptır bu. Belki de bir ülke halkı tarafından kaleme alınan ilk kitaptır. Özellikle Türkiye’deki İslamî camiâlardan ve Müslüman kardeşlerimden bu kitabı sahipsiz bırakmamalarını, konuyu yoğun bir şekilde gündemleştirip çalışmayı sahiplenmelerini istiyorum.
Kürt sorununa ve ülkemizdeki etnik ve toplumsal sorunlara karşı Tevhidî Müslümanlar’ın bigâne kalmasının yol açtığı sıkıntıları az veya çok yaşamış, toplumsal hadiselerde Müslümanlar’ın inisiyatifi seküler oluşumlara terk etmiş olmasının acısını biraz olsun hissetmiş olan herkes, bu son söylediğim cümlede neyi kast ettiğimi çok iyi anlayacaklardır.
Söyleşi: Yaşar Yeşil
ÖZGÜN DURUŞ GAZETESİ
27 KASIM 2009