Bu bölümdeki sohbetimize başlamadan önce, iki ayrı konunun epistemolojik (bilgibilimsel) açılımını yapmamız gerekiyor. Birinci konu “tarih bilinci”, ikinci konu ise “sabr ve direniş bilinci” üzerinedir.
Âlemlerin Râbbi olan Allâh Tebâreke we Teâlâ, yüce kelâmı Qûr’ân-ı Âzîmuşşan’ın birçok yerinde ve sürekli bir tekrar halinde, geçmiş toplumların ve ümmetlerin kıssalarını anlatmakta, onların başlarına gelen musibet ve felâketlerden bahsetmekte, yaşadıkları zorlukları ve göğüs gerdikleri çetin evreleri zikretmektedir. Öyle ki, Yüce Râbbimiz, bizden önce yaşamış olan bu kavim ve toplulukların kıssalarından ders ve ibret almamızı bize tembihlemekte, böylece, bu kıssaları bize niçin anlattığını da beyan etmektedir.
Zira geçmişten ve geçmiş toplulukların yaşadıklarından ders almayan, bulundukları coğrafyada kendilerinden önce yaşamış olanların başlarına gelen musibetlerden habersiz, tarihî kökleriyle irtibatlarını kesmiş olan toplumlar ve halklar, belli bir süre sonunda, Toynbee’nin demesiyle “sub speacy temporis” (zaman içinde) siyasal ve sosyal olarak yok olup gitmekte veya bilinçsiz, köksüz ve kişiliksiz yığınlar haline gelmektedir.
Bu yüzden Allâh-u Teâlâ, Qûr’ân-ı Kerîm’de tarihî vakıâları sürekli olarak tekrar etmekte, hatta kimileyin aynı olayı birçok yerde defaatla tekrar edip anlatmakta ve her anlatımın sonunda ise bu hadise ve yaşanmışlıktan ibretler ve dersler almamızı tembihleyip, bizden, önümüzü ve geleceğimizi doğru bir çizgide inşâ etmemizi istemektedir. Kulak verelim:
“Hayatın hakkı için onlar sarhoşluk içinde bocalıyorlardı. Güneş doğduğunda onları o korkunç ses yakaladı. Böylece ülkelerinin altını üstüne getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır. Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler. Hakikaten bunda imân edenler için ibretler vardır.” (Hîcr, 72 – 77)
“Şüphesiz bunda bir ibret vardır, ama çokları imân etmiş değillerdir.” (Şuârâ, 67)
“Bunda elbet büyük bir ders vardır, ama çokları imân etmezler.” (Şuârâ, 103)
“Sonra diğerlerini helâk ettik. Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki… Uyarılanların (ama yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü! Elbet bunda büyük bir ibret vardır, fakat çokları imân etmezler.” (Şuârâ, 172 – 174)
Sabr ve direniş (mukavemet) hususları da, yine yüce kitabımızda üzerinde büyük bir ehemmiyetle durulan hususlar arasındadır. Dünya hayatını bir “imtihan alanı” (Ankebut, 2 – 3) olarak niteleyen azîz İslam dîni, insanlara ve toplumlara, hayatta karşılaşacakları bütün meşakkat ve zorluklara karşı sabr û sebat edip direniş göstermelerini, siyasî, içtimaî, iktisadî ve umumî hiçbir musibet ve belaya boyun eğmemelerini, bu sıkıntı ve dertlere karşı savaşmalarını, mücadele etmelerini salık vermektedir:
“Ey imân edenler! Sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlara öyle bir fâkirlik ve sıkıntı gelmişti ki, nihayet peygamber ve beraberindekiler ‘Allâh’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler.” (Baqara, 214)
“Ey Râbbimiz! Üzerimize sabr yağdır. Bize cesaret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et.” (Baqara, 250)
“Ey imân edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin, (cihâd için) hazırlıklı ve uyanık olun ve Allâh’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200)
“Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler. Sonunda yardımımız onlara yetişti.” (En’âm, 34)
“Onlar öyle kimselerdirler ki, Allâh’ın adı anıldığı zaman kalpleri titrer. Başlarına gelen (musîbet ve felâket)lere sabrederler…” (Hacc, 35)
“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Başına gelenlere sabret.” (Loqman, 17)
Şayet bana, “‘Şehîd’ ve ‘şehâdet’ kavramlarından sonra en fazla tahrif edilmiş ve aslî mânâsından tamamen farklı bir anlamda kullanılan İslamî kavram, hangi kavramdır?” diye bir soru sorarsanız, ben size “sabr” derim.
Ne yazık ki günümüzde “sabr” kelimesi, asıl anlamının tamamen dışında, hatta gerçek mânâsının tam zıddı olan bir mânâda kullanılmaktadır. Halbuki “sabr”, itikadımızda çok önemli bir yer tutan terimlerden biridir. “Sabr” sözcüğünün Qûr’ân-ı Kerîm’in tam 70 yerinde zikredilmesi, barındırdığı ehemmiyeti yeterince izah etmiyor mu?
Günümüzde “sabr” kavramı, “zorluklara ve sıkıntılara boyun eğip kaderine razı olma ve daha fazla kendini üzmeme” anlamında kullanılmaktadır. Hatta müşkül durumdaki bir insana “sabırlı olmayı” tavsiye ettiğiniz zaman, karşınızdaki bunu, “hiçbir şey yapmadan otur ve canını sıkma!” şeklinde anlamaktadır.
Oysa ki “sabr” sözcüğünün gerçek tanımı şöyle olmalıdır: “Sabr, bir kimsenin veya bir toplumun, karşılaştığı ve başına bela olan musibet, sıkıntı, eziyet ve problemleri ortadan kaldırmak, başından defetmek ve ondan kurtulmak için verdiği mücadelede, yaptığı savaşta, gösterdiği direnişte, karşısına çıkacak ve kendisine engel olmaya çalışacak olan hiçbir acıya, hiçbir cefâya, hiçbir engele boyun eğmemesi, hiçbir şeyin ona bu mücadele ve kavgasında geri adım attıramaması ve o kimsenin veya toplumun, nihaî zafere erişene kadar mücadelesine devam edip savaşmasıdır.”
“Sabr” kelimesi Qûr’ân’da işte bu anlamda kullanılmıştır. Allâh-û Teâlâ yüce kitabımızın birçok yerinde “sabredenlere müjdele” demektedir. Biz bu çağrıyı, “direnenlere müjdele” olarak mı algılayacağız, yoksa “yerinde oturup kaderine razı olanlara müjdele” olarak mı?
“Tarih bilinci” ve “sabr bilinci” noktasında bu açılımları yaptıktan sonra, sohbetimize başlayabiliriz:
“MISIR” NE DEMEK?
Bizim İslamî öğretimizde “bilmek” fiilinin, biri “batınî”, biri de “zahirî” olan iki “kesişeni” vardır. Maddeyi ve bedeni tanımaya yönelik olan “zahirî” bilme çabasına “ilim”, mânâyı ve rûhu (özü) tanımaya yönelik olan “batınî” bilme çabasına ise “irfan” diyorlar, yolumuzu aydınlatanlar.
Bu yazımızda “Misr” (Mısır) adı üzerinde duracağız, ülkenin ismini irdeleyeceğiz. Bu ülkeye niye “Mısır” deniyor, bu ismi kimler ve ne zaman verdiler, niye bu ismi verdiler, mânâsı nedir, ona bakacağız. Bunu yaparken, ismin mânâsındaki özü, taşıdığı rûhu kavramaya çalışacak, felsefesini özümsemeye ve verdiği mesajları – varsa eğer – almak için uğraşacağız.
Mısır’ın İslam öncesi adı “Kemet” idi ve bu isim, “Siyah Ülke” anlamına geliyordu. İslam’dan sonra “Mısır” adı doğdu.
Kendi ülkelerini “Siyah Ülke” anlamında “Kemet” olarak adlandıran Eski Mısırlılar, batı tarafındaki (Afrika’ya açılan taraf) Berber kavimlerine “Lebu” diye hitab ediyorlardı. Mısırlılar, daha sonra Mısır’ın batısındaki tüm Kuzey Afrika kıyıları için bu “Lebu” ismini kullandılar. Bugün Mısır’ın batı komşusu olan ülkenin ismi olan “Libya” ismi de işte buradan türemiştir.
Mısır, 640 yılında İslam’ın egemenliğine girdi. Mısır’ı fetheden Amr ibn-i Âs komutasındaki Müslümanlar, bu toprakların derin tarihî ve felsefî köklerine hayran kaldılar. Fethettikleri ülkenin, medeniyetin beşiklerinden biri olduğunu, varsıl bir tarihî geçmişinin ve semiz bir kültür birikiminin bulunduğunu gördüler. Bu yüzden bu topraklara “Misr” (Mısır) adını verdiler.
Peki neden? “Mısır” ne demekti, bu sözcük ne anlama geliyordu ? (Sahi sizler, bu ismin ne anlama geldiğini bugüne dek hiç merak ettiniz mi?)
Bu isim, bu ülkeye verilen gerçekten muhteşem bir isimdi. Şöyle ki: “Mısır” adı, üç harften oluşan bir addır. Bunlar, “Mim” (M), “Sad” (S) ve “Ra” (R) harfleridir. Her harf, ülkenin geçirdiği ve ülke halkının yaşadığı bir tarihî süreci anlatır.
Mısır halkı, tarihinde çok büyük zorluk ve çileler, çok büyük eziyetler ve meşakkatler yaşadılar. Birinci harf olan “Mim” (M) harfi, “meşakkat” içindir; ülkenin tarihindeki birinci süreci ifade eder.
Peki Mısır halkı, bu zorluklara, çilelere, meşakkatlere boyun mu eğdi? Hayır, onlar bu meşakkatlere karşı hep direndiler, sabr ve sebat ettiler. İkinci harf olan “Sad” (S) harfi, “sabr” içindir; ülkenin ikinci sürecini ifade eder.
İşte bu sabırlarının, sebat ve dirençlerinin, teslim olmayışlarının karşılığı olarak Mısır ülkesi medeniyete ve refâha kavuştu. Sabırlarının karşılığını gördüler. Üstün bir medeniyet ve refâh bir toplum kurdular. Üçüncü harf olan “Ra” (R) harfi, “refah” içindir; halkın yaşadığı üçüncü ve son süreci ifâde eder.
“M – S – R” (Mim – Sad – Ra) harflerinden oluşan “Mısır” adının anlamı işte budur: “Meşakkat – Sabr – Refah”.
Bütün dünya aynı şekilde ülkeyi bu mükemmel isimle, “Mısır” ismiyle anarken, hayret vericidir ki, Batılılar (yani Beyaz Adam), bu ismi hiçbir zaman kullanmadı. Batılılar, “Mısır” adını kullanmaktan her zaman kaçındılar. Onlar bu ülkeye başka bir isim taktılar ve kendilerini, kendi uydurdukları bu isimle avuttular. İngilizler ve Fransızlar “Egypt”, Almanlar “Ägypten”, İspanyollar “Egipto” dediler. Diğer bütün Avrupalılar da buna benzer isimler kullandılar.
Niye mi? Şunun için: Bildiğiniz gibi Mısır’da Hristiyan bir azınlık vardır ve bunlara “Qıptî” denir. Batılılar bu Hristiyan Qıptîler’i her zaman için ülkenin asıl sahipleri olarak görmek istediklerinden ülkeyi bu isimlerle andılar. “Egypt, Ägypten, Egipto” isimlerindeki “-gypt, -gipt”, işte bu “qıptî” (kıptî) anlamındadır.
“MİM” DURUMUNDAKİ İNSANLAR VE TOPLUMLAR “SAD” SÜRECİNİ YAŞAMALI VE YAŞATMALIDIRLAR Kİ “RA” EVRESİNE KAVUŞABİLSİNLER
Toplumların ve milletlerin yaşam öyküleri, tek tek bireylerin yaşam öyküleri gibidir. Allâh-û Teâlâ’nın bir “imtihan alanı” olarak yarattığı bu dünyada insanların ve toplumların hayat serüveni işte bu üç evreden, “Mim” (M), “Sad” (S) ve “Ra” (R) harfleriyle başlayan meşaqqat (zorluk, çile, sıkıntı), sabr (direnç, dayanma, mücadele etme) ve refah (düzlüğe çıkma, başarma, sefâ, genişlik) evrelerinden müteşekkîldir. Afrika kıt’âsında, Akdeniz kıyısında bir ülkenin adı olan “Mısır” adını meydana getiren bu üç harf (Mim – Sad – Ra / M – S – R), Ademoğulları’nın yaşam serüvenini “akrostij bir şiir” gibi simgelemektedir.
Bugün İslam dünyasına şöyle bir göz attığımızda, her üç evrede yaşayan ülke ve coğrafyaların olduğunu müşâhede edebiliriz. İslam dünyasının kimi bölgeleri henüz “Mim” (meşakkat) dönemini aşamamışken, bazı bölgeleri “Sad” (sabr) evresini yaşamakta, kimi bölgeleri ise “siz Allâh’a yardım ederseniz, Allâh da size yardım eder” ilahî hükmü gereğince “Ra” (refah) dönemini yakalamış olmanın huzur ve onurunu yaşamaktadırlar.
Azıcık tarih bilgisi olan herkes çok iyi bilir ki, “Mim” dönemini yaşayan toplumlar ve milletler, “Sad” evresini yaşayıp yaşatmadan, böyle bir süreci başlatmadan, kesinlikle “Ra” dönemine kavuşamazlar. “Mim” dönemindeki toplulukların “Ra” dönemine geçebilmesinin tek yolu, bu iki dönem arasında bir “geçiş köprüsü” olan ve üç harflik “Mısır” sözcüğünün ortasındaki harf olan “Sad” evresini geçirmeleridir.
Yine Qûr’ân okuyan ve az – çok tarih bilinci olan herkes iyi bilir ki, “Sad” evresini yaşayan toplumlar kesinlikle “Ra” dönemine kavuşuyorlar.
Bu, tarihsel bir gerçek olması bir yana, aynı zamanda Allâh’ın bir vaadidir de.
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 1