“Adını Arayan Coğrafya” isimli araştırma kitabımın en başındaki “Yazarın Önsözü” adlı bölümde şöyle bir söz söylüyorum: “Mârifet, aynı gözle yüz değişik ülkeyi gezmek değil, aynı ülkeye yüz değişik gözle bakabilmektir.”
Mısır’a düzenlediğimiz bir haftalık geziden sonra sizler için bu ülke hakkında üç makale kaleme almıştık ve her yazıda bu sırlar ülkesine “değişik bir gözle” bak(maya çalış)mıştık.
Mısır hakkında yazdığımız ilk yazımız “Dünyada En Çok Merak Edilen Ülke: Mısır” adlı yazıda bu ülkeye “tarihî ve coğrafî bir gözle”, ikinci yazımız “Mısır Üzerine Sosyolojik Anekdotlar” adlı yazıda bu ülkeye “sosyal ve kültürel bir gözle”, üçüncü yazımız “Mim – Sad – Ra” adlı yazıda ise bu ülkeye “terminolojik ve irfanî bir gözle” bakmıştık.
Bu yazımızda ise Mısır’a “felsefî bir gözle” bakmaya çalışacağız.
“HAYAT” İLE “ÖLÜM” ARASINDA “İNCE BİR ÇİZGİDİR” NİL NEHRİ
Eski Mısır Medeniyeti denildiğinde, piramitlerin inşâ edildiği ve Tıb ilminin doğduğu – Tıb ilmi Mısır’daki Teb şehrinde doğduğu için bu adı almıştır – firavunlar dönemi kastedilir. Firavunlar dönemindeki Eski Mısırlılar, bütün yerleşim birimlerini, köy ve kentlerini Nil Nehri’nin doğu (akış yönüne göre, sağ) tarafında kurmuşlar ve yaşamlarını, ülkenin ve toplumsal hayatlarının can damarı olan Nil’in doğusunda sürdürmüşlerdir. Aynı Mısırlılar, yaptıkları bütün piramitleri ve mezarları da, Nil’in batı (akış yönüne göre, sol) tarafında inşâ etmişler ve ölülerini bu ırmağın batı yakasında defnetmişler veya mumyalamışlardır. Gidin Mısır’a, Nil Irmağı’nın doğu yakasında bir tek piramit bile göremezsiniz. Bütün piramitler, Nil’in batı tarafındadır.
Bunun sebebi şudur: Eski Mısırlılar, Nil Nehri’ni, “yaşam” ile “ölüm” arasında bir “çizgi” olarak görmüşlerdir. Güneş doğudan doğup batıda battığı için, Nil’in doğusunu, yani güneşin doğduğu tarafı, kendilerine “yaşam alanı” olarak seçmiş ve hayatlarını akarsuyun doğu yakasında idame etmişlerdir. Nil’in batısını, yani güneşin battığı tarafı ise bir nevi “âhiret yurdu” olarak algılamış ve ölülerini bu tarafa almışlardır. Akarsuyun doğu yakası “hayat”, batı yakası ise “ölüm” yurdu olarak görülmüş, aradaki Nil ise bu felsefe içinde “yaşam ile ölüm arasındaki çizgi” olarak kabul edilmiştir.
Demek ki Eski Mısırlılar ölümü bir “yok oluş” değil, “yeni bir hayata başlangıç” olarak görmüş olacaklar ki, ölülerini, cesetleri bozulmasın diye mumyalamışlardır. Eski Mısırlılar, insanların “iki ayrı hayat” yaşayacaklarına inanmış, bu yüzden bütün yerleşim birimlerini, köy ve kentlerini Nil’in doğu yakasında inşâ etmiş ve “birinci hayatlarını” – güneş doğudan doğup batıda battığı için – bu ırmağın doğu tarafında yaşamışlar, “ikinci hayatlarını” ise Nil’in batısında yaşamayı uygun gördüklerinden, bütün mezarlarını ve piramitleri, bu ırmağın batı tarafında yapmışlardır.
Böylece Nil Nehri, “birinci hayat” ile “ikinci hayat” arasındaki “çizgi” olarak kabul edilmiştir.
HER HAYAT BİR ÜLKEDİR
Ben oldum olası, insanların yaşadıkları hayatı, ülke ve coğrafyalara benzetmişimdir. Binlerce yıl önce yaşamış olan fîravunlar dönemindeki Eski Mısırlılar’ın da benim bu düşünce yapıma benzer bir felsefeye sahip olduklarının Mısır’da farkına vardığımda oldukça şaşırmıştım.
Meselâ, hayatında çok iniş – çıkışlar yaşayan, çok yükselip alçalan insanların hayatlarını dağlık ülkelere benzetirim. (Örneğin İsviçre ve yüksek dağlar ile alçak göllerin içiçe olduğu Alpler bölgesi… Sahi sizler, Avrupa kıt’âsının en yüksek noktası ile en alçak noktası arasında sadece 90 km mesafe olduğunu biliyor muydunuz?)
Bununla birlikte ömürleri boyunca tekdüze, monoton bir hayat yaşamış insanların hayatlarını, içinden ırmak akmayan düz ve çöl ülkelere benzetirim. (Örneğin Suudî Arabistan… Sahi, koskoca Suudî Arabistan ülkesinde bir tane bile nehir akmadığını biliyor muydunuz peki? Ya da Hollanda’da bir tane bile dağ olmadığını?)
Aynı şekilde, yüksek tahsil yapmış, çok gezen, dünyayı karış karış dolaşan ama bütün bunların kendisinde hiçbir değişim ve gelişmeye yol açmadığı, önüne gelen imkânlara rağmen, Qûr’ân’ın deyimiyle “kitap yüklü eşek” gibi yaşamaya devam eden insanların hayatlarını ise, harita üzerinde çok büyük görünen ama topraklarının büyük bir kısmında yerleşim ve hayat olmadığı için, sınırlarının büyüklüğüne rağmen nüfûsu oldukça az olan cansız ve ıssız ülkelere benzetirim. (Örneğin Kanada ve Grönland gibi… Yine soracağım; dünyanın ikinci büyük ülkesi olmasına rağmen “Kanada” isminin Eskimo dilinde bir sözcük olduğunu ve “köy” anlamına geldiğini biliyor muydunuz? Bilmiyordunuz, ama altıda beşi buzlarla kaplı olmasına rağmen “Grönland” adasının isminin Danca’da “yeşil ülke” demek olduğunu biliyordunuz.)
Bunun gibi, çocuk yaşta ölenlerin yaşadıkları kısacık hayatı da küçük ülkelere benzetirim. Mezarlıklardaki küçücük çocuk mezarlarını gördüğüm zaman, mezarlığı gezegenimize, bu çocuk mezarlarını da yeryüzündeki küçük ülkelere benzetirim. (Liechtenstein veya Andorra gibi… Zaten gezegenimizin tamamı kocaman bir mezarlık değil midir?)
HER “DÖNÜŞÜM” BİR “IRMAKTIR” YAŞANILAN HAYATIN “KIRILMA NOKTASI” OLAN
Hayatımızda öyle olaylar vardır ki, yaşamımızın “kırılma noktası” olurlar. O olayı bir “dönüm noktası” olarak kabul eder, kendi hayatımızı “o olaydan önce – o olaydan sonra” diye ikiye ayırırız. İşte hayatımızı Mısır ülkesine benzetirsek, dönüm noktası olan o olay, bu ülkeyi (hayatımızı) ikiye bölen Nil Nehri’dir.
Meselâ, evlilik… Bizler çoğu insan gibi hayatımızı “bekârlık hayatım” ve “evlilik hayatım” diye ikiye ayırmıyor muyuz? Demek ki evlenirken yaptığımız “nikâh” veya “düğün” hayatımızdaki Nil Irmağı’dır; bu ırmağın doğu yakasında bekârlık hayatımız, evlenmeden önceki hayatımız, batı yakasında ise evlilik hayatımız, evlendikten sonraki hayatımız var.
(Aslında bütün bu anlattıklarımı okurken, elinize bir Atlas alıp Mısır haritasına bakarak içselleştirmeye çalışırsanız, söylemek istediklerimi çok daha kolay takip edebilirsiniz.)
İlk insanlar olan Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva (sa)’nın hayatlarına bakalım: Hz. Âdem babamızın ve Hz. Havva annemizin yaşadıkları hayatı, “cennetteki hayat” ve “dünyadaki hayat” diye ikiye ayırıyoruz. Bu durumda, şeytana kanıp cennetten kovulmaları, iki hayat arasındaki Nil Nehri oluyor.
Hz. Nûh (as) için Nil Nehri, yaşadığı tufandır. Bu nehrin bir yakasında, Nûh’un tufandan önce kavmine yaptığı teblîğ ve Allâh’a dâvet, bir yakasında ise tufandan sonra dünyayı yeniden kurması var.
Hz. Hacer (sa) annemiz için Nil Nehri, bir bebek olan oğlu İsmail ile birlikte Mekke’ye terkedilip bırakılması ve Safa ile Merve arasında perişan halde yedi defa gidip gelerek İsmail için su aramasıdır.
Hz. Mûhâmmed (saw) – ve aslında genel olarak tüm İslam tarihi – için Nil Nehri, Hicret olayıdır; Resûl-i Ekrem’in (anam, babam ve çocuklarım O’na fedâ olsun) Mekke’den Medîne’ye hicret etmesidir. Peygamber Efendimiz’in mübârek hayatını “Mekke Dönemi” ve “Medîne Dönemi” diye ikiye ayıran bizzat biz değil miyiz? İşte “Mekke Dönemi” ve “Medîne Dönemi” diye nitelendirdiğimiz şey, “Nil’in iki yakasıdır.” Hicret (622) ise, aradaki Nil Nehri’dir.
NİL ÜZERİNDE İNŞÂ ETTİĞİMİZ ÜÇ YANLIŞ KÖPRÜ
Yaşadığı hayatı değiştirmek, insanın kendi elindedir. Bizler bunu geçmişte bir defa başardık. Eskiden belki de kimimiz cahilî bir hayat sürdük; kimimiz sağcıydık kimimiz solcu; hatta belki de bazılarımız eskiden ateist idiler. Ancak bizler hayatımızda bir “Tevbe” (Nil Nehri) edip, cahilî yaşantımızı ve bâtıl ideolojilerimizi bu ırmağın doğu yakasında bırakıp, Nil’in batısında “ikinci bir hayata” başladık.
Ancak bizler hayatımızda böylesine “büyük bir devrim” yaparken, üç noktada hataya düştük:
Birincisi, bizler bu “Tevbe” olayını, İslamî kimliğe büründükten sonraki yaşantımız içinde bir kez daha hiç tekrarlamadık, ikinci defa tevbe etmeyi hiç akletmedik. Bizler İslam’daki tevbe fiilinin hayatta sadece “bir defalığına” yapılacağına inandık neredeyse.
Bu yüzden olacak ki, Qûr’ân-ı Kerîm’deki “Yâ eyyuhe’l- lezîne âmenu! Âmînu!” (Ey imân edenler! İmân edin!) âyetinde Allâh-u Teâlâ’nın bizden ne istediğini halen dahi anlayabilmiş değiliz.
Böyle olduğu için, geçmişteki hastalıklarımızı ve tutarsızlıklarımızı bu kez “Müslüman” kimliği altında sürdürmeye çalıştık. Yani Nil’in doğu yakasından batı yakasına geçerken, bütün eşyalarımızı da beraberinde götürdük ve bu eşyalarla birlikte mumyalandık.
Oysa bizlerin, 631 yılındaki Tebuk Seferi’ne – İslam tarihinde buna “Zorluk Seferi” de denir – katılmaya üşendikleri için pişman olan ve Allâh kendilerini affetsin diye 50 gün boyunca durmaksızın gözyaşı döken Kâ’b bin Malik, Mürare bin Rabiâ ve Hilâl bin Ümeyye gibi tevbe etmemiz gerekiyordu.
Bizim “tevbe” edip hayatımızda bir Nil Nehri çizerek “Müslüman” kimliğini kazanıp “ikinci bir hayata” başlarken yaptığımız ikinci büyük hata ise şuydu : Bizler İslamî bilinci kazanıp “yeni bir hayata” adım atarken, devrimci bir duruş sergileyip etrafımızı ve dünyadaki toplumsal yapıları “değiştirmeyi” hedefledik ; dünyayı, Ortadoğu’yu, Türkiye’yi, yaşadığımız şehri, mahalleyi, okulumuzu, işyerimizi ve aile – akraba çevremizi. Bu, yanlış bir davranış değildi elbette. Tabiî ki bir Müslüman, etrafını ve ayak bastığı her yeri Qûr’ân’a ve İslam’a göre değiştirip yeniden tanzim etmeliydi. Müslüman olmak demek, elbette ki Allâh’ın halifesi ve peygamberlerin varisi olmak demekti.
Ancak bizler etrafımızdaki herşeyi, dünyayı, ülkemizi, bölgemizi, ailemizi, çevremizi değiştirmek için çaba harcarken, bir şeyi değiştirmeyi hiç akletmedik: Kendimizi…
Dışımızdaki şeytanları yenmek ve putları kırmak için her türlü cihada hazırdık ama içimizdeki şeytanlar ile putlara karşı cihad etmeyi pek de öncelikli olarak görmüyorduk. Halbuki en büyük cihadın, insanın kendi kendisiyle, kendi nefsiyle yaptığı cihad olduğunu ve nefsle mücadeleye azîz İslam dîninde “cihad-ı ekber” (en büyük cihad) dendiğini gör(mek ist)emiyorduk bir türlü.
Üçüncü ve son hatamız ise şuydu: Bizler bu devrimci “değiştirme” çabamız içinde “tümevarım” (aşağıdan yukarıya, küçükten büyüğe, yakından uzağa) yolunu izlememiz gerekirken, tam tersi hareket edip, “tümdengelim” (yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe, uzaktan yakına) yolunu tâkib ettik.
GELİN, HAYAT ÜLKEMİZDE YENİ BİR NEHİR AKSIN
Kardeşlerim ve bacılarım! Gelin, Qûr’ân’ın “Ey imân edenler! İmân edin!” çağrısına uyalım ve “yeniden imân edelim.”
Gelin, kavmî ve mezhebî, sosyal ve ekonomik kimliklerimiz üzerinden dünyaya ve hayata bakmayı terkedelim; dünyaya ve hayata Qûr’ân’ın ve vahyin penceresinden bakmayı öğrenelim. Yeni kişiliğimizi, yeni kimliğimizi “Qûr’ân’ın gölgesinde” (Fizîlâl’il- Qûr’ân) inşâ edelim.
Gelin Türk, Kürt, Şiî, Sünnî, doğulu, batılı, Karadenizli, Akdenizli, zengin, fâkir, şu hareketin mensubu, şu fraksiyonun içinde gibi ikincil özelliklerimizi bayraklaştırmayı, dâvâ edinmeyi bir kenara bırakalım, terkedelim. Özellikle Türk – Kürt, Şiî – Sünnî gibi kimlikler üzerinden siyaset yapıp, “öteki” Müslümanlar’ı dışlayan tutumlar içinde bulunup, “kardeşlik hukukumuzu” çiğneyen davranışlarımıza lütfen ama lütfen son verelim.
Gelin her birimiz tek tek yeniden tevbe edip, yeni bir kişiliğe bürünelim, yeni bir hayata başlayalım. Bu yeni hayatımızda Türk, Kürt, Laz, Arap, Şiî, Sünnî, kadın, erkek, hepimiz “tek yürek, tek bilek” olalım.
Ancak dediğimiz gibi, bu yeni “değişimimizi” yaparken, önce kendimizden başlayalım. Dışımızdaki dünyayı değiştirmeden önce, içimizdeki dünyayı değiştirelim.
Bu değişimde “tümdengelim” değil, “tümevarım” yolunu izleyelim. Uzaktan yakına doğru değil, YAKINDAN UZAĞA, büyükten küçüğe doğru değil, KÜÇÜKTEN BÜYÜĞE, yukarıdan aşağıya doğru değil, AŞAĞIDAN YUKARIYA doğru bir değişim çizgisi takip edelim.
Hayat ülkemizdeki yeni Nil Nehri’nin sularını bu şekilde akıtalım.
Unutmayın: Nehirler aktıkça küçülmezler, aktıkça büyürler.
Unutmayın: Nil nehri, kuzeyden güneye doğru değil, güneyden kuzeye doğru akar.
Yani, “AŞAĞIDAN YUKARIYA”.
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 1