Sayın Başkan, değerli arkadaşlar;
Geçmiş 32 toplantının neredeyse tamamında biz rutin uluslararası anlaşmaları tartıştık, hatta siyasi tartışmalar yapacağımız zaman toplantı gündemi bittikten sonra o siyasi tartışmaları yaptık. Dolayısıyla, belli bir nezaket içinde bu süreç yürüdü. Bundan sonra da bizim söyleyeceklerimizde bir artma ya da azalma olmayacak basın mensupları burada olduğu için, biz yine sözümüzü söyleyeceğimiz yani şu anda söylediğimiz gibi bundan sonra söylemeye devam edeceğiz.
Bence bu anlaşma konusunda biraz mesai yapalım Başkanım. Şimdi değerli arkadaşlar, bu anlaşma niye önemli, niye basın bu kadar ilgi gösterdi, bizler bu kadar meseleye ilgi gösteriyoruz? Metnin içeriğinde ne yazdığından bağımsız olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yürüttüğü bir dış politika var. Bu dış politika, biliyorsunuz, önce “Herkesle dost olalım, kardeş olalım, ticaretimizi artıralım” dediğimiz, “Komşularla sıfır sorun” diye başladı. Hiç problem yoktu, biz bunu destekledik. Hükûmet de bir süre bu politikayı yürüttü. Sonra, ne idüğü belirsiz, ne anlama geldiği uluslararası literatürde bile espri konusu olan “değerli yalnızlık” noktasına geldik. Biz bunu eleştirdik, yani Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz bunu eleştirdik çünkü çatışma riski taşıyordu, çünkü ekonomimize zarar vermeye başlamıştı, uluslararası çıkarlarımıza zarar vermeye başlamıştı vesaire.
Şimdi, gelmiş olduğumuz noktada, Sayın Başbakan’ın ağzından çıkan “Dostlarımızı artıracağız, düşmanlarımızı azaltacağız” politikası eğer gerçekleştirilirse bizim destek vereceğimiz bir şey. Yani şu konuda netleşelim, ben Cumhuriyet Halk Partisi’ninkini söyleyeyim ama diğer muhalefet partilerinin de bu konuda benzer bir yaklaşımda olduğunu kendi sözcüleri ya da Parlamento’daki milletvekilleri açıkladılar: “Biz İsrail’le normalleşmeyi eleştiriyor değiliz.” Bakın, şu anda kendisi yok, onun için söz hakkı yok ama Sayın İhsanoğlu konuşmasına böyle başladı. HDP’den Hişyar Bey de bunu onayladığını söyledi, biz de bunu onaylıyoruz arkadaşlar. Bu konuyla ilgili bir sıkıntı yok. Biz Rusya’yla yapılan girişimi ve ilişkilerin iyileştirilmesi çabasını da destekliyoruz. Problem şurada: Türkiye’yi dış politika konusunda onurlarımızı ayak altına alan bir şekilde politika değişikliği yapıyor olmanızdan dolayı eleştiriyoruz. Yani şudur o da: Rus uçağı düşürüldüğünde, Türkiye “Rusya bizden özür talebinde bulundu, bazı gerekçeler ortaya koydu.” Ve bize Hükûmet tarafından yapılan açıklama, bu uçağın, yanlış hatırlamıyorsam, on yedi saniye boyunca Türkiye hava sahasını ihlal ettiğiydi ve biz “Neden düşürdünüz?” diye açıklama yapmadık. Dikkat edin, açıklama yapan Sayın Başbakan’dı, “Talimatı bizzat ben verdim” dedi, on dakika sonra Sayın Cumhurbaşkanı popülaritesinin azaldığını düşündü herhâlde, rahatsız oldu “Hayır, ben verdim talimatı” dedi, bugün “FETÖ’cüler vurdu” diyoruz. Arkadaşlar, bu siyaset değil, kusura bakmayın, bu dış politika hiç değil, bu bildiğiniz ortaoyunu.
Gelelim İsrail meselesine. Burada da böyle bir sıkıntı var, onun için eleştiriyoruz. Şimdi, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ağzından, 3 Temmuz 2011, Dünya Gazetesi. Birazdan Akşam ve Sabah’ı da göstereceğim sizlere, yani sizlere, sık okuduğunuz, size oy veren kitlenin onaylayarak okuduğu bir şey. Şimdi bu işin iki boyutu var. Biz bürokrat arkadaşlara soru soruyoruz, sağolsunlar her zaman olduğu gibi cevap vermiyorlar ama bu işin bir de siyasi boyutu var. Şimdi siyasi boyutuna siz cevap vereceksiniz, o arkadaşlarımızın buna cevap vermesi mümkün değil. Yani, bunların, bu yapılan işlerin yüzde 90’ı siyasidir. Ben farkındayım, Allah bürokrat arkadaşlarımıza da, sizlere de kolaylık versin. O kadar büyük bir yanlışlığı savunmak zorundasınız ki, bu kadar büyük bir vebalin altından nasıl kalkacaksınız? Allah size kolaylık versin gerçekten. Yani onun farkındayım. Ama bu ülkenin çıkarları sözkonusu olduğunda biz bunu söylemek zorundayız arkadaşlar. Bunu söylemezsek, kendi bulunduğumuz siyaseti ve içinde bulunduğumuz yaklaşıma, yani muhalefet olma durumuna ihanet etmiş oluruz.
Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki 2011 yılı 3 Temmuz: “Özür, tazminat ve ambargonun kalkması bizim için vazgeçilmezdir.” 100 kere söyledi bunu, 100 ortamda söyledi. Yani bunu da uluslararası bir heyetle, Amerikalı bir heyetle yapmış olduğu görüşmeden sonra söylüyor. Şimdi ben size soruyorum: Şu anlaşmanın 6 maddelik Türkçe – İngilizce maddelerinde “ambargo” lafı geçiyor mu arkadaşlar, “abluka” lafı geçiyor mu arkadaşlar, “Gazze” lafı geçiyor mu arkadaşlar, “Filistin” geçiyor mu arkadaşlar? Elinizi vicdanınıza koyun. Yani şart şu: “Ambargonun kalkması vazgeçilmezdir” diyor. Bir yerde ambargo yok. Bir yerde ne olmuş? “Yaptırım” olmuş arkadaşlar. Yani “ambargo” ya da “abluka” olmuş “yaptırım”. Bunlar üç farklı terim, bunlar aynı şeyler değil ki, birbirinden çok farklı şeyler.
İkinci bir şey, yani bu gerekçeyi yazan arkadaşları ben tebrik ediyorum yani kendi içinde bu kadar çok çelişkisi olan bir gerekçe yazmışlar. Hoş, gerekçe anlaşmanın içeriğini değiştiren birşey değil, anlaşmanın içeriği yine sabit, biz anlaşmanın içeriğini de eleştiriyoruz ama gerekçe de kendi içinde çelişiyor. Yani gerekçede örneğin, “Türkiye’nin talepleri neler?” diye anlattığı ikinci paragrafta, (c)’de Gazze halkına yönelik sürdürülen yaptırımların hafifletilerek insani koşulların iyileştirilmesinden bahsediyor. Ambargodan filan bahsetmiyor ki, siyasi irade bunun ambargo olduğunu söylüyordu. Ondan sonra, dönüyor deniliyor ki, telefonda arandı, özür dilendi – o tartışmaya tekrardan girmeyeyim – “Diğer iki şartın da yerine getirileceğine dair bir niyet beyanı alınmıştır.”
Az önce Öztürk Bey gündeme getirdi, yani bu metnin dışında bir metin daha var. Şu anda yapılan, “Ey milletvekilleri, ey Parlamento, ey Dışişleri Komisyonu; siz bu kadarını bilseniz size yeter” mantığıdır. Kusura bakmayın, bu böyle olmaz. Eğer bunun bir mutabakat zaptı varsa – ki var – basına açıklama yaptı arkadaşlar, Başbakan Roma’da mutabakattan sonra aynı anda Binyamin Netanyahu’yla beraber açıklama yaptı. Orada diyor ki: “Biz 200 yataklı hastane yapıyoruz. Su problemini çözüyoruz, enerji problemini çözüyoruz, bir sürü yardım gönderiliyor, işte 11 bin ton yardım gönderildi vesaire.”
Şimdi, bunlar sadece tazminatla alakalı –tazminat lafı da kullanılmadan – 6 maddelik bir anlaşmanın neresinde yazıyor, Allah aşkına ben merak ediyorum? Hiçbir yerinde yok. Tamamen karşılıklı iyi niyet, verilen sözler. Uluslararası ilişkilerde ne zamandan beri karşılıklı iyi niyetle verilen sözlerle iş yapmaya başladık biz arkadaşlar? Yani bu ciddi başka bir şey, ciddi başka bir problem.
Şimdi, bir iki şeyin üstünden hızlıca geçeceğim: 27 Eylül 2010 tarihinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komitesi 66 sayfalık bir rapor yayınladı ve bu Mavi Marmara meselesinden dolayı uluslararası hukukun çiğnendiğini net bir şekilde ifade etti. Yani biz uluslararası anlamda güçlüydük arkadaşlar. Saldırı uluslararası sularda yapıldı yani 72 milde saldırdılar ve İsrail daha önceden saldıracağını beyan etmişti, açıklamıştı, burada tanıklıklar var yani şu anda Mavi Marmara mağdurları emin olun, size beddûâ ediyor, okuyacağım birazdan, attıkları tweet’leri okuyacağım. Siz karar verin.
İkincisi, “İsrail askerlerinin gaddarca ve infaz yöntemleriyle yolcuları öldürdüğü sabit görülmüştür” diyor raporda, aynı raporda söylüyor. Yani uluslararası açıdan hiç olmadığı kadar güçlü bir pozisyondaydı Türkiye. Bu Mavi Marmara’nın gidişinde içine Türk olmayan, yabancı uyruklu Avrupalı sosyalistlerden tutun da Norveç’ten akademisyenlere kadar insanların bu Mavi Marmara’nın içine binmesi konusunda Hükûmet tam anlamıyla işbirliği yapmıştır. Sonra dönüp Sayın Cumhurbaşkanımız “Giderken siyasi iradeye danıştınız da mı gittiniz?” diye bu gidenlerin hepsini ortada bırakmıştır, hepsi ortada kalmıştır ve şu anda ihanet edildikleri düşüncesindeler. Bu arkadaşların büyük bir kısmı sizinle aynı dünya görüşünde arkadaşlar, kendi yol arkadaşlarınızı bu kadar da satmayın, bu kadar çabuk ortada bırakmayın. Sizin gibi düşünen ya da size yakın düşünen arkadaşlar bunlar. Bu arkadaşların arasında Cumhuriyet Halk Partili yok, Avrupalı birkaç sosyalist ya da aktivist arkadaş var, onların da canı kıymetlidir, sizin gibi düşünen yurttaşlarımızın da canı kıymetlidir yani hepsini beraber, birbirinden ayırmadan ifade etmek gerekiyor.
Değerli arkadaşlar, benim korkum şu: Bir süre sonra bu Mavi Marmara meselesi de FETÖ’cülerin bir tezgâhı olarak kamuoyuna yansıtılmaya başlanır, benim korkularımdan bir tanesi bu, onu size açık açık söyleyeyim.
Bir başka nokta: Az önce Eren Bey ifade etti, bunu Mavi Marmara’da mağdur olan aileler de söylüyor – tırnak içinde söylüyorum, affedersiniz – “Biz önce eşeğimizi kaybettik, şimdi, bulduk seviniyoruz” durumundayız. Yani Mavi Marmara baskınından önce İsrail’e pekâlâ hatta burada hatırlarsanız, Filistin’le yapılan anlaşmalarda ben ısrarla Aşdod Limanı’nın dışında bir ulaşım imkânı var mı ki biz bu anlaşmayı Filistin’le yapıyoruz? Zaten Aşdod üzerinden gidecek diye ısrarla sorduk. Yetkili arkadaşlarımız, Dışişleri Bakanlığı’ndan arkadaşlarımız da “Hayır, böyle bir imkân yok ama muhatabımız Filistin olduğu için biz Filistin’le bu anlaşmayı yapmak durumundayız” dediler. Biz de meseleyi üstlenemedik. Zaten Aşdod Limanı üzerinden her türlü insani yardım malzemesi Gazze’ye ulaştırılabiliyordu. “Biz bunu ortadan kaldırdık, altı sene sonra tekrardan oraya yardım malzemesi gönderdik” diye seviniyoruz. Bunun hiçbir izahı yok, hiçbir izahı yok. Yani neresinden tutarsanız tutun mesele ortada kalıyor.
Bakın, Mavi Marmara Özgürlük ve Dayanışma Derneği resmî Twitter hesabından sizinle ilgili üç saat önce ne denmiş, okuyayım. Diyorlar ki: “Kan sahiplerinin bu anlaşmada rızası yoktur.” Atılan tweet. “İsrail’le yapılan anlaşmayı onaylamıyor ve dâvâlarımızın arkasında olduğumuzu bir kez daha dile getiriyoruz.” Anlaşmanın 5’inci maddesi diyor ki: “Eğer dâvâlar ortadan kaldırılmaz devam ederse İsrail, Türk Hükûmeti’nden masraflarını, hasarlarını alır.” Borçlu çıkacağız bu işin sonucunda. 5’inci maddeyi dikkatle okuyun lütfen. Bu mağdurlar dâvâlarını geri çekmedikleri sürece ki bunlarla herhangi bir temasa girilmediği görülüyor, herhangi bir ikna sürecine girilmediği görülüyor yani devletin ali menfaatleri ya da Türkiye’nin o yalnızlık çabalarını aşma yönünde Dışişleri’nden ya da Hükûmet tarafından bir çaba gösterilmediği görülüyor. Bu dâvâlar açıldığı ve devam ettiği sürece, uluslararası boyuta çıktığı sürece Türkiye İsrail’e karşı ödeme yapacak. 5’inci madde çok açık. “Ex gratia”. Buna bir izah getirin arkadaşlar, bakın, ısrarla soruluyor ama bir açıklama getirilmiyor. Evet, “lütuf” anlamında ama Dışişleri’ndeki arkadaşlarımız bunun kelime anlamı… “Ex gratia”yı buraya koymanızdaki neden ne arkadaşlar? Yani Türkçe metinde kimse herhâlde merak etmez diye düşünüldü, İngilizce metinde yani İsrail bir lütuf sonucunda bu 20 milyon Dolar’ı veriyor, tazminat filan olmamasının kuvvetlendirici, pekiştirici ifadesidir bu. Nitekim Türkçe ve İngilizce metindeki farklılık da buradan kaynaklanıyor.
Bir başka şey: Tazminatı ölenlerin yakınlarına veriyorsunuz. Bakın, Sayın Binali Yıldırım dün güzel bir konuşma yaptı – şimdi, her söylediği olumsuz değil, hakkını verelim – diyor ki: “15 Temmuz darbe girişiminde sokağa çıkıp darbecilerle, hainlerle mücadele edip tırnağı kırılan bile gazidir.” Yaralılara hiçbir şey verilmiyor arkadaşlar. Yani 15 Temmuz’da sokağa çıkanlar makbul –aynı kanaatteyiz – Mavi Marmara’da ölenler makbul, yaralananlar; orayı pas geçiyoruz, orayla ilgili hiçbir düzenleme yok, anlaşma tamamen onu boş bırakmış. 20 milyon Dolar’ın neden dağıtımı konusunda bir denetleme mekanizması olmadığını bunun için gündeme getiriyoruz. Neye göre dağıtacaksınız? “Evet, ben bundan sonra dâvâ açmayacağım, Hükûmet’in dediği şeylere kabul” diyenlere çok, “Kabul etmiyorum” diyenlere az mı vereceksiniz? Bunun bir yolu yordamı, yöntemi olmalı.
Bir başka şey: Biliyorsunuz, burada gündeme gelmedi ama İsrail’in Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı bölgesinde iki tane büyük Tamar ve Leviathan isimli doğalgaz sahaları keşfedildi. Şimdi, bu meselenin görünen tarafında bu kadar açıklama problemi varken görünmeyen tarafına da bir dokunmak lazım. Daha geçen hafta İsrailli firmalar – bazıları da Zorlu Enerji’nin ortağıdır – diyorlar ki: “Biz gazla ilgili çok büyük mesafe katettik. Türkiye’ye bu gazı satacağız, hatta bir kısmını da Türkiye üzerinden Avrupa Birliği ülkelerine göndereceğiz.” Şimdi, biz buna itiraz etmeyiz ama eğer bu anlaşmada Türkiye bu taviz sonucunda yani doğalgaz anlaşması yapacağız diye Filistinliler’in haklarını gasbediyor ise, Filistin dâvâsını satışa çıkarıyorsa biz buna itiraz ederiz. Filistin dâvâsı doğalgazla ya da başka bir şeyle kıyaslanabilecek ya da ortadan kaldırılabilecek bir dâvâ değil arkadaşlar. 1940’lardan, 1950’lerden beri Türkiye’deki bugün var olan olmayan tüm siyasetlerin kabul ettiği bir siyasi dâvâ. Bir başka şey…
Toparlayacağım Sayın Başkan. Şöyle tabii, problem şundan kaynaklanıyor, eğer bazı soruların cevabını almış olsak tekrar etme ihtiyacı doğmayacak ama benden önce konuşan arkadaşların sorularına cevap alınmayınca ya da tatmin edici cevap alınmayınca ben tekrardan sorma ihtiyacı duyuyorum. Şunu da ifade edeyim: Bu sorulara cevap almadığımız sürece biz bugün mesai yaparız yani değerli arkadaşlarımız onun için bir an önce sorulara cevap verirlerse onlar da kurtulmuş olur, biz de rahat rahat Parlamento çalışmalarına devam etmiş oluruz.
Şimdi, bir tane de şey okuyayım size, ondan sonra son vereyim arkadaşlar. Şimdi, bir yandan diyoruz ki, bakın, Sabah Gazetesi “Gazze ablukasını Türkiye kaldırttı” diyor. Şimdi, anlıyor muyuz, neden televizyonlar buraya geliyor, bu kadar büyük alaka gösteriliyor. Bu mesele diğer birçok dış politika unsurunda olduğu gibi Türkiye’nin iç politika malzemesi hâline getirildi siyasi iktidar tarafından. “One minute” meselesi üzerinden oy istendiğini hatırlayın arkadaşlar. “İsrail’e posta koyan büyük lider”. Hatırlayın. Siz bunları gidip seçim bölgelerinizde göğsünüzü gere gere anlattınız, mahcubiyetiniz bugün bundan kaynaklanıyor, bu yalan çünkü. Yani, bu, size çok yakın olan gazetenin attığı manşet yalan.
Başka bir gazete birazcık daha şey davranıyor, bakın, şurada “İsrail tüm şartları kabul etti” diyor. Yani, görmezlikten gelmeye çalışmış ama mecbur kalmış görmeye.
Şimdi, arkadaşlar, bakın, şu son şeyi de söyleyeyim, belki bir daha söz alma imkânımız olur umarım. Değerli arkadaşlar, kimmiş bu arkadaşımız? İbrahim Seydani.
Sediyani… Seydani olarak geçmiş benim okuduğum metinde. Kendisi Mavi Marmara’dan sağ kurtulan gazeteci, yazar, şair, seyyah, doğa aktivisti, bir sürü kitabı var, kitapları Uygurca’ya dahi çevrilmiş. Şimdi, diyor ki: “Hükûmet bu anlaşmayı zafer olarak yutturuyor. Aşdod üzerinden Gazze’ye yardım gidecekmiş. Dünyanın en geri zekâlı insanı olsa buna inanmaz, zaten gidiyordu. İsrail bizi Gazze’ye yardım götürüyoruz diye engellemedi, biz yardımı Aşdod değil, doğrudan götürmeye çalıştığımız için saldırıya uğradık. Kaptan ve İHH organizatörleri Aşdod’u kabul etseydi yardımlar gidecekti, biz de burnumuz kanamadan dönecektik, inat ettiler. Şimdi, sen İsrail’in talebini yine İsrail’e kabul ettiriyorsun. Güvenlik Konseyi’nin 8 Ocak 2009 tarihli 1860 sayılı kararı ablukanın hukuksuz olduğunu söylerken bu anlaşmayla İsrail’in ablukasını ilk tanıyan, meşru gördüğünü resmen ilan eden Türkiye oldu”, bunu az önce başka konuşmacı arkadaşlar da söyledi. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne, İslamcılar’a, İslamcılık ideolojisine hakaretlerle de dolu bir röportaj vermiş kendisi. Öyle ağzından çıkanı da kulağı duyan bir arkadaş. Teşekkür ederim.
Sayın Başkanım, siz dışarıdayken Sayın Yıldız ismimi anarak birkaç salvo yaptı. Müsaadenizle ben cevap vereyim. Sayın Yıldız, “Mavi Marmara gemisinde çoğunlukla Adalet ve Kalkınma Partisi’nde siyaset yapan arkadaşlarımız gibi düşünen ya da daha çok Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy tercihi kullanan arkadaşlar vardı” dedim ben bir önceki konuşmamda. O buradan “CHP’liler yoktu, biz de bundan gurur duyarız” gibi böyle – hafif bir terim bulayım – zorlama bir anlam çıkardı.
Metinden okudum, diyor ki: “Avrupalı sosyalistler, hatta aralarında Hristiyanlar…” Arkadaşlar, “Çoğunlukla size yakın insanlar var” dedim. Tamam, CHP’li olup olmadığını biliyor değilim. Yani oraya gidenlerin… Şimdi, orada hangi görüşten, kimin olup olmaması değil mesele. Yani siz oradaki mücadeleyi savunuyorsunuz, kabul. Şair diyor ki: “Sen elmayı seviyorsun diye, elma da seni sevmek zorun da mı?” Ben de size diyorum ki sizin o savunmuş olduğunuz mücadeleyi yapanlardan bir tanesi bakın, sizin için ne diyor, cevap hakkını kullanırsanız daha ağır söyledikleri var, onu okuyacağım, söyleyeyim. Öncesinde birkaç şey söylüyor fakat şu var: “Hiç kimse o gemiye seçimden AK Parti’nin oyu artsın diye binmedi.”
Sen elmayı seviyorsun ya, elma seni sevmiyor. “Bu uluslararası bir dâvâydı. Bu dâvâya ihanet ederek getirip Türkiye’nin iç politika malzemesi yapanlar ve AKP’ye yamayanlar oldu.” İHH’yı da burada suçluyor.
İkinci bir şey daha okuyayım, kısa bu da, ondan sonra bitireceğim. Soru şu: “Türkiye’nin gelip sizi o baskın sırasında kurtaracağını düşündünüz mü?” Cevap: “Mavi Marmara yolcuları AKP tarafından aldatıldıklarını düşündüler. Baskın olduğunda müthiş öfke vardı Türk devletine. İçinde Türkiye’nin gelip kurtaracağı umudu olanlar da vardı. Benim yoktu açıkçası. Baskında kadınlar ölülerin başında ağlarken erkekler yumruklarını sıkıp – küfür var onun için okumayacağım, nokta nokta diye geçelim – bağırıyorlardı. ‘Bize sahip çıkmadın’ anlamında.” Soru: “Aralarında İslamcılar da var mıydı?”, “İsim söylemek istemiyorum ama Türk İslamcılar’dı böyle bağıranlar.” Nokta.
Benim beyanım değil. “Giderken Başbakan’a mı sordunuz?” açıklamasına ne diyeceksiniz?
Katılımcılar söylüyor, benim ifadem değil.
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ DIŞİŞLERİ KOMİSYONU TUTANAK DERGİSİ
17 AĞUSTOS 2016