Bismillahirrahmanırrahim.
Ey xelqê Diyarbekir û mevanên delal, hûn tev bi xêr hatin.
Cümleten hoşgeldiniz.
Ev sahibi Mazlum – Der’in Diyarbekir şubesine bu ortama vesile oldukları için bilhassa teşekkür ederim.
Bu sohbetimize imkân veren arkadaşlara bir konu başlığı verirken iki hususu dikkate almıştım.
1. Kürtler’in haklar mücadelesi elbette yeni değil. Ama ilk kez münhasıran sivil bir döneme giriyoruz. Ve belki aniden giriyoruz.
2. İkinci olarak bu konuya dair bazı iptidaî, tabir caizse başlangıçsal birkaç noktaya temas imkânı vereceğini düşünerek böyle bir başlık seçmiştim: “Kürtler’in Sivil Haklar Mücadelesine Giriş”. İnşallah, böyle bir başlık ve dâvetiye, üstüme kaldıramacayacağım bir yük yüklememiştir.
Bugün konuşmamın dört ana vurgusu olacak. Bu dört husus şunlardır:
1. Kürt ve Kürdistan sorunu İslamî’leşmiştir. Bu ne anlama geliyor?
2. Komplo teorisi nedir ve bahçenizde yeşermemesi için ne yapabilirsiniz?
3. Kürdistan’ın yeni mücadelesinde silah ne olmalıdır? Sivil yani medenî silah, sembolik şiddettir. Peki “sembolik şiddet” nedir?
4. “Millet olup, millîyetçi olmamak” mümkün müdür? Evet, bunun için ihtiyaç duyulacak ilke, müsbet hareket ilkesidir.
Bunları sırasıyla ele alacağım inşallah.
1) KÜRDİSTAN SORUNUNUN İSLAMÎ’LEŞMESİ
Şimdiki süreç başlamadan bir süre önce bir gazeteye verdiğim röportajda şunu ifade etmiştim:
“Kürtler’in haysiyet ve eşitlik mücadelesi yepyeni bir safhaya girecek. O zaman Kürtler’in eşitlik mücadelesi üzerindeki PKK vesayeti veya gölgesi kalkmış olacak. PKK – sonrası dönem Kürt hakları mücadelesinin popülerleşmesine, yaygınlaşmasını şahîd olacak. Kürtler’in eşitlik ve egemenlik mücadelesi sivilleşerek demokratikleşecek, karşısında durulamaz bir meşruiyet edinecek.
Yani yeni dönem bir Kürt baharına gebedir. Bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. PKK’nin sahneden çekilmesi ve şiddetin ortadan kalkması ile birlikte Türkiye’de (AK Parti sessiz devrimine benzer) ikinci bir sessiz devrim vukû bulacak diye düşünüyorum. Şiddetten dolayı pekçok Kürt bugüne kadar sesini çıkartamadı ve kendi hukukunu müdafaa yoluna gidemedi. Yakın gelecekte Kürt kimlik ve eşitlik şuuru yaygınlaşacak ve medenî hakların temini için daha çok insanın hukuklarına aktif sahiplenişi sözkonusu olacak.
PKK’nin Kürtler’in söz hakkı üzerindeki tekeli, yerini demokratik bir Kürt uyanışına bırakacak. Böyle bir meşrûiyyet ve teyakkuz patlaması karşısında Türkiye’nin direnme imkânları çok sınırlı olacaktır. Bu konuda Allah da kader de haklı olanın, Kürtler’in tarafındadır.
PKK’nin seküler – millîyetçi dili iki sebepten dolayı yerini daha sahih ve yerli bir Kürt sesine bırakacaktır: Birincisi, Kürtler’in mücadelesi hem demokratikleşiyor hem de yaygınlaşıyor. Çünkü her çevreden Kürt, hukukunu müdafaa etmeye başlayacak. İkincisi ise masanın öbür tarafındaki Türk / devlet tarafı artık laik Kemalist diktatörlük yerine demokrat dîndarların elinde olacak. Her iki faktör de Kürtler’in eşitlik mücadelelerini büyük ölçüde belirleyecek kanaatindeyim.
Yeni dönemde Kürtler’in hukuk mücadelesi İslamî bir renk kazanacak.”
Evet, bugün şahîd oluyoruz ki herşey aslına rücu ediyor.
Abdullah Öcalan’ın Newroz’daki sürpriz deklerasyonu ile birlikte gelişi zaten hissedilen yeni bir düzlem resmîleşti: Kürt sorunu İslam’ın bir iç sorunu haline geldi.
Öcalan’ın mektubundaki “Misak-ı Millî” vurgusu mücadelenin politik çerçevesini, “İslam kardeşliği” vurgusu ise söylemsel düzlemini belirledi. Bundan sonra Kürtler’in hak mücadelesi İslamî bir söylemin içinden gerçekleşmek zorundaydı ve Öcalan, onyılların seküler Sol dilini bırakarak bu gerçeğe teslim oldu.
Bu dönüşümün iki somut ifadesini aktarmak istiyorum:
Birincisi, Öcalan’ın Fethullah Gülen Hocaefendi’ye zeytin dalı uzatması ve BDP’lilerin yakın zamanda Gülen’i ziyaret etmek istemeleri.
İkincisi ise, Öcalan’ı eleştirmesine ve seküler bir çizgiden Kürtler’e sahip çıkmasına rağmen, İsmail Beşikçi’nin zamanın rûhunu yakalarcasına yeni kuşak dîndar Kürt yazarlardan meselâ İbrahim Sediyani’yi kendisini dinleyenlere tavsiye etmesidir.
Öyle görünüyor ki bugüne kadar, Kürtler’in Müslümanlık’larının rağmına olarak laik bir söylemin içinden konuşan / vuruşan Kürt millîyetçi hareketi, İslam’ı bu ülkede hak ve adalet mücadelesinin aslî çerçevesi olarak kabul etmiştir. (Bu tek başına muazzam bir gelişmedir; bir ihsan-ı ilahîdir). Türk ve Kürd’ün Müslüman kardeşler olarak yüzleşecekleri bu aile içi sorunun, Şeriât’ın kadılığında ne tür bir hukukî düzenleme ile neticeleneceğini ise zaman gösterecek.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: Artık hem Kürdistan’da hem de Anadolu’da Kemalizm bitmiştir.
Kürtler’in mücadelesi demokratikleştiği için İslamî’leşiyor. Ve İslamî’leştikçe güçlenecektir.
2) KOMPLO TEORİSİ NEDİR? NİYE ZARARLI BİR BİTKİDİR? KİME YARAR?
Önce bir tavsiye: Türkiye’de bugün stratejik derinliğin sığ sularında dolaşan çok insan var. Özellikle de medyada. “Stratejik derinlik” derken Ahmet Davutoğlu’ndan bahsetmiyorum. Bir bulaşıcı hastalıktan bahsediyorum. Komplo teorileri kendilerine inananlara zarardır. Onları yayanlara ise kârdır.
Komplo teorileri bir çeşit bitki gibidir. Peki nerede biter? Dünyanın her yerinde iradenin kadere nüfûz edemediği yerlerde biter. Komplo zayıfın silahıdır. Komplo nedir? Komplo, ilim ve bilmenin zaptemediği şeyin hesabını, nefsin hesabına gelecek şekilde, kapatmaktır.
İnsanın bilmediği şeye düşmanlığa meyletmesi ve ulaşamadığı üzümü ekşi sayması hep birer teoridir. Birer komplo teorisidir.
İnsan, hayata saldığı irade ipi yetmeyince veya kopunca kaderin kollarına düşer. Kader sahibi kim ise insan herşeyi ondan bilir. Eğer birileri herşeyin arkasında Amerika var, İsrail var diye düşünüyorsa orada sorun var demektir. Amerika’nın dünyadaki rolü öyle bir abartılıyor ki insan hayret ediyor. Meselâ cemaat – hükûmet arasındaki sürtüşmede iki taraf da birbirini neredeyse aynı şeylerle suçladılar. Komplo teorileri niye böyle yaygın kullanılıyor? Çünkü iş görüyor, elverişlidir. Fakat bu doğru olduğu anlamına gelmez.
Herşeyin arkasında Amerika, İsrail, Yahudî lobisi veya Gülen cemaati vesaire vesaire yok. Bu dünyada hiç kimsenin öyle büyük şekillendirici rolü yoktur. İslamcı geçinenler bile “kaderin üstünde bir kader vardır” mısrâını unutuyorlar. Hatta o mısrânın yazarı Sezai Karakoç ile yine derinliğinden insan aklının nüfûz edemediği derunî komplolarla dinleyicilierini mest eden şair İsmet Özel de aynı hastalıktan muzdaripler, ama bundan lezzet alıyorlar. “Kader deme, kaderin üstünde bir Batı vardır” demiş oluyorlar. Biz ise diyoruz ki: Amerika, şu bu deme, tüm stratejilerin üstünde bir kader vardır!
Hem bedbin Solcular, hem de stratejizm hastalığına yakalanan İslamcılar, milletin kafasına kader yerine ABD’yi yerleştirmeyi başardılar. Hesaplarında Allah’ı unutanlar, dûâlarında Allah’ın yerine koyduklarına dilenci olurlar. Esirler, herşeyden önce kendi korkularının esiridirler. Bu korkuyu görenler, esareti kendi hesaplarına çevirirler, o kadar. Korku gitse esaret bitecek. Bu alemde her aktör oyun oynar. Maç hiçbir aktörün oyunu değildir. Fakat avam bir açıklama arar. Laf ebeleri de halkın ellerine temelsiz stratejik analiz tutuştururlar. Akla uyar. Çünkü akıl orda muhayyer kalmış, duvarda kapatılması gereken bir delik kalmıştır. Onu çöp ile bile kapatabilirsin. Zaten çoğu zihni deliklerimizi böyle çöplerle kapatıyoruz. Arınmak lazım. Hayatlarımıza sızması ve Allah’a dönmemizi teşvik etmesi için dünyalarımızda kadere (kadere inanmıyorsak şansa) yer açmalıyız.
Kürtler de kendilerini uzmanlara teslim etmemeli. Ve sıhhati, hakikati tahkik edilemez zararlı zanlarla insanları ümitsizliğe düşüren bu tarz stratejizm hastalıklarından uzak durmalılar. Komplo teorileri zararlı ilimdir. Vesvesenin siyaset alemindeki adıdır komplo. Politik vesveseden sakınmak lazım.
Allah’a inanan ve inandığı, yaptığı şeyin hak olduğundan emin olan insanın dünyada başka fazla birşeyler bilmesine, hele hele bilemeyeceği köşebucakların spekülasyonuyla kendini derbeder etmesine hiç ihtiyaç yoktur. Sen kendi doğrundan emin ol. Sadece inandığına emin olmayanlar, yalancılar, hırsızlar etrafı çok kolaçan ederler. Evet, kimseye malını çaldırma ama etrafa bir hırsız dilenciliği ile bakıp yorulup kendini heder etme. Hakka sıdk ile sarıl, o seni koruyacaktır. “En büyük hile, hilesizlik” oldugu gibi komploya karşı en büyük komplo, ona inanmamaktır.
Komplo teorisi nasihatım burada nihayet buldu. Şimdi bir sonraki mevzuya geçmeden şimdiye kadarki iki maddeyi cem edelim. Kürdistan mücadelesi İslamî’leşmiştir. Komplolara değil kadere itimad etmek lazım. Yani Kürtler’in hakikî değerlerine sadakat ve hak bildiğin şeye itimad.
Benim size sunacağım analiz derin stratejik analizlerden biri değil. Aksine Kürtler’in haklılığından hareketle ve haklı olanın kazanacağına olan inançla şekillenmiş bir değerlendirme olacaktır. Dediğim özetle şudur:
* * *
Öyle görünüyor ki İslam Birliği (İttihad-ı İslam) Kürdistan’a bağlıdır. Kürdistan’ın birliği de İslam’a bağlıdır. Yani Kürtler’in ayağa kalkabilmeleri ve bölündükleri dört parçayı yekvücûd, hür hale getirebilmeleri, her tarafta hükmü geçecek bir güç ile mümkündür: Bu güç İslam’dır. Kürtler kalben hep içinde bulundukları İslam’dan siyaseten uzağa düştüklerinde onların en yakın kardeşleri bile rehavete kapılıp dîni kendi menfaatlerine alet edebiliyorlar. Kürdistan, Selahaddin-i Eyyubî ve Bediuzzaman Said-i Kürdî’nin mirasıyla ayağa kalkacak, ne Türk’e, ne Arab’a, ne Fars’a tabi ve tebeî olmayacak, onların hepsinin tabi olmak zorunda olduğu İslam’a direkt bağlanacak.
Ankara’dan veya Şam’dan veya Tahran’dan torpilli olacağına, yukarıdan, olabilecek en yüksek yerden torpilli ol. Herkesin önünde başını egeceği, tüm vicdanların senin safında yeralabileceği bir pozisyon edin. Bu Kürtler için İslam’dır. Kürtler’in kendi hukuklarını temin etmede müracaat edecekleri en güçlü argüman, en tesirli silah, en güvenilir vesile İslam’dır.
Kürtler diğer Müslüman kardeşlerinin yaptığı hatayı tekrar etmeden onların tedavisine yardımcı olmalılar. Yani millet olmalı Kürtler. Ama millîyetçi olmamalılar. Millîyetçi olan belki kendi canını kurtarıyor. Ama sonra o hızla başka canlar acıtıyor. Kâfirden kaçan bazı Müslümanlar bu ülkeye Türkçülük’ü bela ettiler. Kürtler’i mazlum, bir kısım Türk’ü ve Türk devletini ise zalim ettiler. Kürtler’e asıllarını unutturmak isteyen millîyetsiz adamlar başarısız oldular. Kaderden büyük bir tokat yediler.
Türk Kemalizmi artık sadece ahlakî olarak değil, maddî olarak da yerlerde sürünmektedir. Muzaffer olmak isteyen hakka güvenmeli ve gayret etmeli. Silahın da iktidarın da bir sonu var. Ama hakk, kaderin garantisi altındadır.
Kürtler artık mağdur psikolojisinden sıyrılıp haklılıktan gelen ahlakî üstünlüklerini hatırlamalılar. Mazlum edilen haklı olduğu için üstündür. Zalimler, güçlüler sizi savaşta, dövüşte yenebilirler. Ama sizin izzetinizi, haysiyetinizi yenemezler. Buna izzeti ile ölen veya yaşayan nice kahramanlar şahîddir. Buna izzetini koruyup her tür baskıya baş eğmeyen ama kendi de zûlmetmeden mücadelesine devam eden, sonra hem de nasıl kazanan Bediuzzaman gibi medar-i iftiharlarımız şahîddir. Onun için Kürtler’in dâvâlarındaki en büyük güçleri moral üstünlikleridir. Yani ahlakî olarak üstün ve haklılar. Kendisine haksızlık yapanla aynı seviyeye düşmek bu üstünlüğü kaybettirecektir. Haklı kal, bir gün kader gelip senin elinden tutacaktır. La taqnatu min rahmetillah!
Kürtler, Türk millîyetçiliğinin işgali altında bulunan Kürdistan’ı o illetten kurtarmalı ve millîyetçiliğe bulaşmamış bir insaniyetin ve İslamiyet’in dersini Anadolu’daki kardeşlerine örnekleyerek göstermeliler.
Yani Kürtler hem Kürdistan’ı hem de Anadolu’yu kazanabilirler. Bunun için Türkiye’de ya Kürtlük’ün resmîleşmesini ve tanınmasını sağlayacaklar ya da Türklük’ün resmîlikten ve devlet katından düşürülmesi için gayret edecekler. “Ne Mutlu Türküm Diyene” saçmalığının “Yurtta sulh cihanda sulh” zararsızlığı ile değiştirilmeye çalışılıyor olması bu yöndeki gidişatın bir yansımasıdır.
3) SİVİL BİR SİLAH: SEMBOLİK ŞİDDET NEDİR?
Kürtler’in sivil haklar mücadelesi, şu an oluşmuş kimlik ve hak bilincinin kollektif bir surette kullanılmasına baglidir. Yani farklı Kürdistanî grupların hayırda yarışır gibi birbirlerine destek vermesi gerekir. Kürtler’in kendi iç helâlleşmeleri çok önemlidir. Medenî haklar mücadelesi için vicdanların ittifakına, sağlam ortak paydalara ihtiyaç var. Silahın bırakılması, Kürdistan’a karşı olanların ellerindeki en büyük kozu ellerinden alacaktır. Medenîlere galebe ikna iledir. Söz iledir. Medeniyette söz silahtir. Hakem vicdanlardır. Demokraside iktidar hakta ve halktadır. Sözün gücü hakk oluşundan geliyor. Hakkı ve halkı olanlar medeniyette kazanacaktır.
Fakat kendi kendini yönetmen için kendi kendini de üretmen gerekir. Kürtler Kürtlük’lerini üretme mesuliyeti ile karşı karşıyalar. Kürtler’in Kürdistan’a bilhassa ama yaşadıkları heryerde Kürtlük’lerini somutlaştırmaları ve seair gibi farklı yollarla mekânlara ve zihinlere kazımaları, kazandırmaları gerekir.
“Sembolik şiddet” kavramını anlamak için, anadil örnegini hatırlamak kafidir. Bediuzzaman, “İnsanda kaderin sıkkesi lisandır… Lisan-ı maderzad (anadil) ise tabiî olduğundan, elfaz davet etmeksizin zihne geliyor” demiştir. Sosyal bilimcilerin kullandığı “sembolik şiddet” kavramının niyet ettiği anlamı ifade eden İslamî bir kavram, “seair”dir. Dolaysız bir etkiyle bizlere ulaşan fizikî veya sembolik çevre bize sanki kaderden geliyormuş gibi gelir ve olduğu gibi kabul ediliyor. Seair bilinçaltımıza inmiş, yerleşmiş sembolik hakikat nakışlarına karşılık geliyor. “Seair” ile “şiir” aynı kökten kelimeler. “Şiir” taze, yırtıcı söze deniyor. “Söz” veya “kelime” ise bir çizilmeyi, bir yarılmayı ifade ediyor.
“Kelam” veya “kelime”; Arapça kökeni “kelm” yani kesik, darbe vs mânâsında “cerh” ile ifade ediliyor. Konuşmak aslında bir cerrahî operasyondur. İz bırakır. Söz bir eylemdir. Görünmez bir şiddeti vardır. Sembolik şiddete örnektir. Meselâ çocuğuna verdiğin isim. Kürt olmaktan dolayı mahçup olmanı bekleyenlere karşı izzetle Kürt olmak hep birer sembolik şiddettir. Hayırlı bir şiddettir, gafletten uyandırır. Zayıflara bir nokta-i istinad haline gelir.
Seairler (yani dînî semboller) için Said Nursî, “zeminin yüzünde çakılmış mısmarlar (çiviler) hümkünde” diyor (Biz “bismar” diyoruz çiviye). Bir toplumun değerlerini, ortak sembollerini ifade eden seairler vicdan-ı umumîyi muhafazâ ederler. Yani amme vicdanı dediğimiz havuzun duvarlarıdır. İslam’ın seairleri olduğu gibi, bir milletin müsbet seairi de vardır. Bunlar da İslam’a dahildir. Meselâ Kürtçe lisanı hem Kürtlük’ün bir işareti hem İslam’ın bir zenginliğidir. Kürtler’in inkâr edilmiş fıtrî ve meşrû sembollerini meleke haline gelecek şekilde toplumsal hayatta istimal ve isbat etmeleri gerekir. Öyle olduğunda Kürdistan kimseye kendisine itiraz etmeye vakit bırakmadan onlarin aleminde yükselir, kabul edilir.
Meselâ her bir cami mimarîsiyle, minaresiyle, ezanıyla “bir muallim olmuş tab’ıyla tabayie ders verir.” Seairler hal dili ile telkin ederler. “Herbir seair bir hoca-i dânâdır”, muhafazâ etmek istediğin değerleri nazarlara sürekli ders veriyor.
Demek ki Kürtler’in Kürdistan gerçeğini, Kürtlük hakikatini hayata nakşetmeleri gerekiyor. Bunun yolu da müsbet hareket etmek ve en değerli sermayeyi yani insan malzemesini doğru kullanmaktır.
Çünkü herbir insan bir canlı bombadır (isterseniz buna özne, halife diyebilirsiniz). Hayat, ölüm denilen bombanın ağır çekimdeki patlamasıdır. Bu patlama olumsuz anlamda değil bir irade ve faaliyet sarfı, bir enerjinin ortaya çıkması anlamında anlaşılmalıdır. İnsan nihaî noktadır. Ve dünya oraya doğru gidiyor. İzleyici’den kullanıcı’ya geçiş yaşanıyor. Medya’dan sosyal medya’ya, yönetim’den özyönetim’e gidiş var. İnsan hem üretici hem tüketici olarak bir güç kaynağıdır. Nüfûs artık bir ordudur. Milletlerin sermayesi hüşyar insanlardır. İnsanı kazanan devleti kazanır. Ama devlet kazananların insan garantisi yoktur.
4) MÜSBET HAREKET NEDİR? NEDEN GEREKLİDİR?
Şimdi gelelim müsbet hareket ile ilgili olan, konuşmamın bu son bölümüne:
Silah, tecavüzü ve şerri def için kullanılsa bile, hayri celb edemez. Onun için silah nefyin nefyinde istimal edildikten sonra terkedilmelidir. Malcolm X de lazım, Martin Luther King de. Ama makamları doğru okumak lazım.
İnkârı kırma dönemi bitti. Artık isbatı inşâ dönemi başladı. Yani inkârın reddi Kürtler’i varlık sahasına çıkardı. Bundan sonra Kürtler’in sabitliğinin inşâsı ve somutlaşması, kaderleşmesi süreci var. Kürtler varolursa Kürdistan da inşâ olabilir.
“Fikr-i millîyet hürriyetin pederidir.” Yani dayanışma, ittihad şarttır. İnsanın özgürlüğü, medenî bir varlık olduğu için, toplum üzerinden gerçekleşir. Fikrî millîyet Bediuzzaman’da “dayanışma”ya karşılık gelir. Özgürlük ancak toplum olarak sağlanabilir. Yoksa tek başına özgürlük, vahşetteki yarım özgürlüktür.
Bu zamanda, cemaat olmayan kaybeder. Çünkü, şahs-ı manevîler çağındayız. Tarih yapanlar korkmayanlardır. Haksızlığa itirazdan korkmamak, Hak’tan ümidi kesmemek şarttır. “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa eğer, cem ve zammı büyütmez.” (Yani bir cemaatte hakiki birlik yoksa sayının artması o cemaatin gücünü artırmaz. Kuru kalabalık, hamiyetli bir ferd kadar bir kıymet sahibi değildir. Hatta içlerinden biri öyle olsa, onun önünü düzensizlikleri ile tıkarlar, gayretini yavaşlatırlar.)
Kürtler, Türkiyeliler, İslam âlemi ve insanlık cemaat olmaya muhtaçtır. Fertleri cemaat yapan bu bağa “müsbet millîyet” diyoruz. Demek ki Kürtler’e iki şey lazımdır: Müsbet Millîyet ve Müsbet Hareket.
Kürtler meşrû dairede kalarak ama organize, örgütlü davranarak yepyeni bir tarih yazabilirler. Bunun için müsbet millîyet fikri Kürtler’e lazımdır. Türkler’e düşman olmadan Kürtlük’ün izzetini vikaye mümkündür. Millîyetçi olmadan millet olmak mümkündür, gereklidir.
Öcalan’ın mektubundaki İslamî mesaj, Kürtler’in Kürt olarak da hayrınadır. Buna Türk devletçilerinin sevinmesi Kürtler’i bundan soğutmasın. Türkler birşey kaybetmedik diye seviniyor olabilir. Haklı da olabilirler. Ama Kürtler çok şey kazanmıştır.
Devletin PKK şiddetini bahane ederek Kürtler’i terörize etme dönemi bitiyor. Artık Kürtler Kürdistan’da Kürdistan’ı ayağa kaldırarak, anti – demokratik devlete haddini bildirebilirler. Türkiye bir “Anadolu ve Kürdistan Federasyonu” olarak hayatına devam edeceğe benziyor. Kürdistan’a mani hiçbirşey yoktur. Kürtler varsa Kürdistan vardır. Peki ama Kürtler var mıdır? İşte soru budur.
Yanlışı yıkmaktan daha büyük bir yol, doğruyu inşâ etmektir. Buna “müsbet hareket” diyoruz. Strateji ile taktik arasında çok sık yapılan bir ayrım vardır. Meselâ büyük güçler strateji yaparlar, küçükler taktik. Mekân stratejidir, zaman taktiktir denilir. Çünkü taktik stratejinin açtığı yolun etrafında manevra yapar, kıvrımlarında hayatiyetini sürdürür, mücadelesini yapar. Fakat taktik, stratejinin gündemine esirdir. Menfî hareket, nefyettiği şeyin gündemine mâhkum kalır. Müsbet hareket ise özgürleştirir. Müsbet hareket ümit verir. Menfî hareket ise kolaylıkla ye’se düşürür.
Bu sebeple, en iyi taktik kendisi strateji olan taktiktir. Yani isbat eden olmak, üreten olmak; eleştiren ve nefyeden olmamak.
Şimdi bu Kürdistan meselesinde zor bir yol ama mümkün: Türkçülük’ü eleştirmenin en güçlü yolu Kürdistan’ı üretmektir. Yani husule getirmektir. Size birşey söyleyeyim: Söylenen hiçbir söz, yazılan hiçbir yazı, dikilen hiçbir direk boşa gitmiyor. İşte bu sırdan dolayıdır ki propaganda yapanlar etkili olabiliyor. İnsan zihni mevcut ve vaki olana yarı teslim olmuş durumdadır. Zaten olmuş olan, insana kader gibi görünür. Ama konuşulup tartışılan şeyler iradenin önünde zayıf ihtimallerden biri olarak kalır. Onun için Kürdistan’ın hukukunu düşünenler, Kürtler’in özgürlük ve egemenliğini önemseyenlerin fiilî ve fizikî olarak “durum”lar husule getirmesi gerekiyor.
Meselâ barış öncesi dönemde başlatılan “Sivil Cuma” eylemleri bence çok isabetli idi. O zaman savaş hali devam ettiği için bazıları saldırmış olabilir. Ama Sivil Cuma, devletin dîni resmî tehdit ve hatta dîni Kürt kimliğine karşı bir nevi silah gibi kullanma temayülünü açığa düşüren gayet güzel bir sivil haklar eylemiydi. Zannediyorum bunda yeni kuşak Kürt düşünürlerden İbrahim Halil Baran’ın da katkısı olmuş. Böyle fikirler keşke çok önceden kabul görseydi.
Diyarbakır’da her haftasonu beşyüzbin insan düzenli olarak toplansa dünyayı yerinden oynatır. Kürtler silahı bırakarak mutlak masumiyete geri çekilip haklılık ve müspet hareket ile manevî bir taarruza geçerlerse onların önünde kimse duramaz. Şiddet kırar, sivil mücadele işe eritir. Ama bunun için uyanmış, bilinçli bir cemaate, topluma ihtiyaç vardır.
Veya her haftanın Çarşamba’sı diyelim, herkes sarı, kırmızı ve yeşil renklerinden birini giyerse, üç adam yanyana gelse size kesk û sor û zer renkleri çıkar. Kürdistan renk cümbüşü olur. Kameralar, turistler, devlet, gözler bu renklere biat ederler, teslim olurlar. Çünkü zaten vaki olmuş olur.
Diyarbekir’de 200 – 300 bin tirajlı bir “Kürdistan Postası” gazetesi niçin olmasın? “Kürdistan Postası” İstanbul ve Ankara ilaveleri versin. Sivil olarak Kürdistan kendini Ankara’dan Diyarbekir’e taşıyabilir. Pekçok dînî cemaat zaten Ankara veya İstanbul’daki politbürolardan özerkliklerini, muhtariyetlerini kazanmış bulunuyor. Diyarbakır’ın kendi ayakları üstünde durması, İstanbul’un da Ankara’nın da hayrınadır. Kimse yerel olmadan evrensel olamaz. İyi bir Kürt olmadan Türk’e de iyi bir kardeş olamazsın.
Aşağılık kompleksini içselleştirip Avrupalı gibi olmaya çalışan Kemalistler, Avrupa’dan hiçbir zaman saygı görmediler. Ne zaman ki Müslüman ve bu coğrafyanın insanı olduk, o zaman dünyanın her yerinde saygı gördük. Kürtler kendilerine dönmeliler ve talihsiz ve sömürgeci inkâr döneminin pas ve gubarını üzerlerinden atmalılar. “Üstünüm” diye değil, “kendim olmak için Kürd’üm” demeliler.
Bir demokraside Kürtler’in ayrılma hakları bakidir. Kürtler’in Türkler’den ayrılmasına taraftar değilim. Ama muhtar olma ve ayrılma hakkı kutsaldır, fıtrîdir, İslamî’dır ve insanîdir. Bu hakkı tanımayanlar hem İslamiyet’e hem de insaniyete aykırı hareket ediyorlar.
Kürtler’in mücadelesi iki şey içinde geçecek ve sonra bunların bir olduğu anlaşılacak: İslam ve Demokrasi.
1) Kürtler kendi başlarına kaldıklarında namuslarını koruyabilecek bir millet olmalılar.
2) Sonra Türk kardeşleri ile İslam bayrağı altında tek bir millet olmalılar. Bütün İslam âlemi, millîyeti İslamiyet olan bir millettir. Türkler’in Müslüman olduğu ve olmadığı heryerde Kürtler Müslüman olmalılar. Ne zaman Türkler Müslümanlık yerine Türklük’le gelseler o zaman Kürtler Kürt olmalılar. Türklük Kürtlük’ü iptal etmek isteyebilir ama İslam asla Kürtlük’ü söndürmez. Bilakis muhafazâ eder.
3) Üçüncü olarak bütün bir insanlık âlemi ile insaniyet noktasında bir millet olabilmeliyiz.
Adavet ve düşmanlığı içinde tutan kişi ve milletler, küçük kalmaya ve kaybeden olmaya mâhkumdur. Kürdistan halkı affetmesini bilmeli ama aynı zamanda millet olarak izzetini heryerde muhafazâ etmeli. Kürtler’in uyanması, Türkler’in vesayetinden çıkması, politik büluğ çağına ermeleri kaçınılmazdır. Türkler’in de yararınadır. Ama bu kaderi gidişata itiraz edenler kaybedecektir.
Türk kardeşlerimiz yaralıdır. Millîyetçilikten arınmaları zaman alacak, sabır ile onlara yardımcı olmalıyız. Ama devlete karşı hukukuna sahip çıkmayanlar, ehl-i hamiyeti bile pişman ederler. Kürtler kendi haklarına sahip çıkmazsa başkalarının onların haklarına sahip çıkması için bir sebep olmayabilir. Allah sana her türlü cihazı vermiş ama sen aceze gibi davranırsan, yükselebileceğin en yüksek makam dilenciliktir.
Kürdistan’ın medar-ı iftiharları Selahaddin-i Eyyubî ve Bediuzzaman Said Nursî’dir. İkisi da dağ gibi imânları ile tarih yapmışlar. İslam’ın sesi olmuşlar. Ama onların Kürtlük’ünden rahatsız olanlara Kürtlük’lerini izzet ile savunup medeniyet dersi vermişler.
Kürtler’in birlik ve dayanışması, İttihad-ı İslam’a liderlik tutkusu içindeki Türk kardeşlerimize de bir yardımdır. İslam birliği, Kürtler’in bir millet olarak ayağa kalkmasını gerektiriyor.
Kemalist baskıdan kurtulmak yarım hürriyettir. Kürtler’in hürriyetinin diğer yarısı birlikte yaşadıkları Türkler’in onların eşitliğini kabul etmesidir. Bu sebeple tanınma şarttır.
Kürtler devlet sahibi olmalıdır. Gönül bu devletin Türkiye olmasını ister. Kendisine ait olmayan bir devletin altında yaşayan insan hür değildir.
Üstünde Allah’tan başka kimse olmayan insana “hür insan” diyoruz. “Lâ ilahe” diyebilen insan “illallah” diyebilir. Allah’a imân, insanın insana kölelikten kurtulmasıdır.
Devlet, şeffaf bir alet olmadığı her yerde kırılacak.
Devlet vatandaşın elinin kiridir. Vatandaşlık mikro devlettir. Vatandaşı yansıtmayan devlet emanete hıyanet etmiştir. Bütün dünyada hakimiyet sisteminin sonuna yaklaşıyoruz. Dünyanın her yerinde hakimiyet sistemleri yıkılacak. Çünkü egemenlik artık gaspçıların elinden çıkıp insanlara inmek zorunda. Devlet, zapturapt altında tutulması gereken, sürekli vatandaş teyakkuzu ile sırat-ı müstakim üzerinde kalmak üzere dizginlenmesi gereken bir makinâdır. Devlet faydalı ama aynı zamanda tehlikeli bir alettir. Devlet denen aletin amacı şudur: İnsanın kendini gerçekleştirmesi. Alemdeki bütün aletlerin amacı kullanıcısının elinde görünmezleşmek, kullanıcısının elini uzatmak, görme duyusuna muavenet etmektir. Devlet bir çatal veya bir gözlük gibidir. Eğer tuttuğun çatal dönüp eline batıyorsa, gözlük sana perde oluyorsa yapman gereken şey o aletleri alıp hurdacıda yeniden dönüşüm kutusuna atmaktır. Vatandaş efendi, devlet ise köledir. Buna nezaketen hizmetkâr denilir. Devlet şahıs olmadığı için köle olması caizdir. Daha da doğrusu farzdır. Aletler kullanıcılarının köleleridir. Şimdi soru şudur: Halen adı “Türk” olan bu devlet Kürtler’in kölesi midir? Yoksa edepsizce Kürtler’e emir mi vermektedir? Türklük’ün önünde elpençe divan duran devlet, acaba neden Kürd’ün en fazla başını okşuyor ve Hüseyin Gülerce gibi naif efendilere “işte özlediğimiz tablo” dedirtiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, Kürt efendisinden kaçmış bir köledir. Efendisinden kaçmış her kölenin Hz. Yunus’un münacaatıyla tövbe etmesi ve teslim olması gerekir. Devlet Türklük’e taparak, Türkçülük’e devam ederek Kürtler’e hizmetkâr olamaz. Ya Kürtlük devlet katına çıkacak, ya da Türklük devlet katından aşağıya, sivil alana inecek. Bu da Türkiye’nin aynı zamanda Kürdistan olması demektir. Bunun için Kürdistan Kürdistan olmaya şimdiden başlamalıdır.
Gülerce geçenlerde, “Kürtçe’ye izin veririz ama öyle statü mtatü gibi şeyler isteyip damarımıza basmayın, yoksa döveriz” mealinde birşeyler yazıyor. Yani “Kürt vatandaş olabilir ama egemen olamaz” demeye getiriyor.
Her Türk’ün hem ferdiyeti hem de cemaati var. Kürd’ün ise evet ferdiyeti var ama cemaati yok. Kürd’ün cemaati Türklük ve Türkiye’dir. Yani Kürt egemen değildir. Türkiye bir Kürdistan’a dönüşürse Kürd’ün hem ferdiyeti hem de cemaati tecelli etmiş olur. Yoksa Kürt fertler ayrı su damlaları olarak Türklük toprağına düşerler. Türkiye eğer kendini Türklük’ten arındırıp münhasır bir Müslüman devleti yaparsa, yani Türklük de devletten çekilip sivil topluma inerse Kürt ve Türk eşitlenmiş olur. Hakikî kardeşlik budur.
KÜRTLER EGEMEN OLMALI MI? NEDİR EGEMENLİK?
Hakların devlet suretinde toplu kullanımına “egemenlik” diyoruz. Yani kayıtsız şartsız halka ait olan egemenlik ile kayıtsız şartsız ferde ait olan temel haklar aynı şeydir. Egemenliği kırarsan her ferde düşen kırıntıya (ki bu ene’dir; hilafetin, insan egemenliğinin temelidir) “vatandaşlık” (yani haklar bütünü) diyoruz. Ferd suretindeki devlete vatandaş, vatandaşların içtimaından hasıl olan şahs-i manevîye de “devlet” diyoruz. Eğer biri ötekine tahvil olmuyorsa orda sorun var demektir. İnsanın tek tek kâinata halife olması ile insanların cemaatini temsilen onlar üzerinde tasarrufta bulunan idarecinin de halife sayılması, bir tesadüf değildir.
Şu halde: Kürtler’in devlet sahibi olması şarttır. Bu devletin Türkiye olması en güzelidir. Devletin Kürt vatandaşlarına biat edip geçmiş haydutluklarından dolayı özür dilemesi gerekiyor.
Hepinize sabrınızdan dolayı teşekkür ederim.
MAZLUM – DER DİYARBEKİR ŞUBESİ
6 NİSAN 2013