Erdem ve Bilgelik Arıyorsan Nehirlerin Akıntısını Takip Et – 40

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

Oost West, thuis best.

(Doğu Batı, kendi evin en iyisi.)

Flaman atasözü

     Dün oldukça geç yatmamıza rağmen, sabah erken uyandık.

     Bugün önce akraba ziyareti, ardından da şehir gezisi yapacaktık. Günümüz yine dolu dolu geçecekti. Bir sürü şey görecek, bir sürü gülecektik Pısmam’la.

     Belçika’daki bu ilk sabahımızda, heyecanlıydık ikimiz de.

3 HAZİRAN

BELÇİKA

     Amcamoğlu Basri, nam-ı diğer Pısmam ile çocukluğumuzdan bu yana “ayrılmaz ikili” gibiyiz. Hatta çocukluk ve gençlik yıllarımızda akrabalarımız bizim ismimizi “Zeki – Metin” takmışlardı, Zeki Alasya – Metin Akpınar ikilisine benzeterek. Bu lakabı da bize, şu anda Hollanda’da yaşayan ve dün onlardan ayrılarak buraya geldiğim Tahire ablam takmıştı.

     Hikâyemiz “özel”dir ama çok “güzel”dir, bir de içinde asimilasyon da olduğu için ayrıca “tüzel”dir:

     Benle Basri henüz leylekler tarafından dünyaya getirilmemişken, râhmetli babam Hacı Resul ve amcam (Basri’nin babası) Hacı İzzettin, Kürdistan’da, Elazığ (Kürt. Mezire) ilinin Maden (Kürt. Madena Erğenê) ilçesindeki maden işletmesinde işçi olarak çalışıyorlardı. (Orda birlikte çalıştıkları iş arkadaşlarından biri de ses sanatçısı İzzet Altınmeşe idi. Altınmeşe henüz sanatçı olmamıştı, ünlü değildi. Râhmetli babam, orda çalışırken öğle paydoslarında İzzet Altınmeşe’nin iş arkadaşlarına türküler söylediğini, kendilerinin de keyifle dinlediklerini anlatırdı bize.)

     Sonraki yıllarda babamla amcamın yolları ayrıldı. Babam Almanya’ya işçi olarak gitti, pısmamı olan İzzettin amcam ise Maden’de kaldı.

     Her ne kadar benle Basri birbirimize “Pısmam” (Kürtçe’de “Amcaoğlu” demek) diyerek hitap ediyorsak da, öz değil bu. Babalarımız öz amcaçocuklarıdırlar. Yani Basri ile, babalarımız değil dedelerimiz kardeştir.

     Basri Maden’de doğdu. Ben ise kendi memleketimizde, Karakoçan (Kürt. Dep) ilçesine bağlı Okçular (Kürt. Oxçîyan) köyünün Gelincik (Kürt. Sêdiyan) mezrâsında. Kendisinden 8 ay büyüğüm. İşte sırf bu yüzden, yani birkaç ay daha büyük olduğum için, 40 senedir kendisine “İllâ bana ‘Abi’ diyerek hitap edeceksin” diye dayatırım, fakat Allah sizi inandırsın, daha bir kez bile olsun bana “Abi” demiş değil! İnat işte, n’olcak… “Doğrusu insan pek nankördür.” (Hacc sûresi, 66. âyet)

     Bizler 4 veya 5 yaşındayken, Basri’nin ailesi Maden’den Karakoçan’a taşındı. Hem de bizim mahalleye.

     Şimdi sıkı durun: Amcamlar Maden’den çıkıp memleketimize, Karakoçan’a geri dönüp yerleştiklerinde, 4 veya 5 yaşlarında bir çocuk olan Basri tek kelime Kürtçe bilmiyordu, sadece Türkçe biliyordu. Oysa Karakoçan’da, bizim mahallenin çocukları olan bizler ise, tam tersine, tek kelime Türkçe bilmiyorduk, sadece Kürtçe biliyorduk. Şimdi Basri, tek kelime Kürtçe bilmeyen ve sadece Türkçe bilen 4 – 5 yaşlarında bir çocuk olarak, tek kelime Türkçe bilmeyen ve sadece Kürtçe bilen çocukların yaşadığı bir yere gelip yerleşmişti.

     Basri’nin annesi, babası, ablaları ve abisi Kürtçe biliyorlardı elbette, sonuçta Kürt bir aile ve bizim ailemizdirler; ama Maden’de doğup büyüdükleri için ve orda da devletin asimilasyon politikaları başarılı olup çocuklar Türkçe konuştuğu için, Basri ve küçük ikiz kardeşleri (biri kız biri erkek) Kürtçe bilmiyorlardı, Türkçe konuşarak büyümüşlerdi. Biz ise Karakoçan’da doğup büyüdüğümüz için, Kürtçe büyümüştük.

     Uzatmayayım: Tek kelime Kürtçe bilmeyen ve sadece Türkçe bilen 4 – 5 yaşlarında bir çocuk olarak Basri, yeni geldikleri yerde, tek kelime Türkçe bilmeyen ve sadece Kürtçe bilen çocukların yaşadığı mahallede ızdırap dolu günler yaşadı.

     Basri Kürtçe bilmediği için, mahallenin çocukları olarak onu aramıza almıyor, dışlıyorduk. Hatta kendisine düşmanlık yapıyorduk. Ben onun bizim akrabamız olduğunu bilmiyordum tabiî.

     Düşünüyorum da, ne gaddar çocuklarmışız hakikaten: Mahallemize yeni taşınan bir çocuk var ve o çocuk sırf Kürtçe bilmediği için aramıza almıyor, kendisiyle alay edip dalga geçiyor, ona lakaplar takıyor, hatta mahallede yalnız başına yakaladığımızda kovalayıp dövüyorduk. Kendim bile birkaç defa dövmek için Basri’yi mahallede kovaladığımı hatırlıyorum. Bütün çocuklar yapıyorduk bunu. Basri düşmandı, Basri yabancıydı, Basri lanetliydi, Basri bizden değildi. Sebep? Kürtçe bilmiyor.

     Çocuk bize hiçbir kötülük yapmamış, bize hiçbir yanlışı da olmamış. Hatta bizimle oynamak, arkadaşımız olmak için can atıyor. Ama biz ona düşmanlık ediyor, elimizden gelen her türlü kötülüğü ve hatta zûlmü yapıyorduk kendisine. Aramıza almıyor, mahallede yalnız yakaladığımızda dövüyorduk. Onun bütün bu kötülüklerimizi ve zûlümlerimizi hakkedecek tek bir suçu (!) vardı sadece: Kürtçe bilmiyordu.

     Zavallı Basri, yeni taşındıkları yerde, eve hapsolup gitmişti. Dışarı çıksa kimse onunla oynamıyor, hatta dövüyorlardı. Daha kötüsü (sanki kaderi daha da acı çekmesini ister gibi) oturdukları evin pencereleri, tam da biz çocukların bütün gün oyun oynadığı, top oynadığı çayıra bakıyordu. Basri bütün gün o pencereden bize bakıp seyrederdi. Seyrederken boynu hep büküktü, çünkü üzülüyordu. Onun canı da bize katılıp, bizimle beraber oynamak istiyordu. Biz de – dedim ya, hakikaten gaddar çocuklarmışız – onun o haline bakıp acıyacağımıza, kendisini aramıza çağıracağımıza, üstelik bir de alay ediyor, onun haliyle dalga geçiyorduk. Hatta biz bütün gün oynarken o pencereden bizi seyrettiği için, mahallede onun ismini “Basri Pencere” koymuştuk. Mahallede ne zaman uzaktan görsek, “Basri Pencereee!.. Basri Pencereee!..” diye seslenirdik, kızdırmak için.

     Günlerden bir gün, yine bütün gün dışarıda arkadaşlarımla oynadıktan sonra akşama doğru eve geldiğimde, evimizde büyük bir sürprizle karşılaşmıştım: Basri’nin ailesi, evimize misafir gelmişti. Misafirlerimizdiler. Basri, kardeşleri, anne babası, hepsi bizdeydi.

     Şok olmuştum: “Düşmanlarımız”ın bizim evde ne işi vardı? Dışarıda görsem saldırıp dövmeye kalkacağım bu çocuk, bizim evde ne arıyordu?..

     Anneme sormuştum:

     – Basri ew çıma hatıne mala me? (Basri onlar niye bizim evimize gelmiş?)

     – Qay ew meriyê mene ha. Basri pısmamê teye. (Onlar bizim akrabalarımızdırlar ha. Basri senin amcanoğludur.)

     Öğrendiğim bu bilgi sayesinde beynim dumura uğramıştı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Bunca kötülüğü ve düşmanlığı yaptığımız çocuk, meğerse benim yakın akrabammış, amcamın oğluymuş.

     Ondan sonra çok utanmıştım ona karşı. Bizim evde beraber oynamaya başlamıştık.

     Birbirimizle konuşamıyorduk ama, zorlanıyorduk. Ben Türkçe bilmiyordum, o da Kürtçe bilmiyordu.

     Ferdası gün, yine aynı yaşta olduğumuz teyzemoğlu Rahim’e, kendisine düşmanlık ettiğimiz ve aramıza almadığımız Basri’nin bizim yakın akrabamız olduğunu söyledim. Amcamın oğlu olduğunu, akşam ailece bizim evde olduklarını söyledim. O da şaşırdı.

     Bundan sonraki ilk oyun oynamaya gittiğimizde, teyzemoğlu Rahim ve ben, amcamoğlu Basri’yi de yanımıza alarak gitmiştik. Yanımızda Basri’nin olduğunu görünce, mahallenin çocukları başta şaşırmış ve olayı anlamaya çalışıyorlardı.

     Top oynadığımız çayırda toplanınca, Rahim ve ben, Basri’nin yakın akrabamız olduğunu, bunu şimdiye kadar bilmediğimizi ama artık öğrendiğimizi söyleyip, “Bundan sonra ona kötülük yapan, karşısında bizi bulur” diyerek bütün mahalleyi tehdit etmiştik, uyarmıştık.

     Hoş gerçi benden pek kimse korkmazdı ama, teyzemoğlu Rahim’den mahallenin bütün çocukları korkardı. Çok güçlü bir çocuktu. Kavgada onu yenebilecek kimse yoktu. Tek başına on kişiyi dövebilirdi. Onun kardeşleri ve babası (teyzemin kocası) da öyle; ailece güçlü, kuvvetliler. Kaba kuvvette üstlerine yoktur.

      Basri böylece aramıza katılmıştı. O da artık bizimle beraber çayırda top oynuyor, sabahtan akşama kadar mahallede çocuklarla vakit geçiriyordu. Bütün gün pencereden bakıp bizi seyretmekten kurtulmuştu.

     Çok zeki ve hemen her konuda yetenekli bir çocuk, Basri. Zamanla Kürtçe de öğrenmeye başlamıştı. Sadece Kürtçe bilen ve tüm gün Kürtçe konuşan, top oynarken birbirlerine Kürtçe seslenen, birbirlerine Kürtçe küfreden çocukların arasında, Basri, kısa sürede öğrenmeye başlamıştı Kürtçe’yi.

     Devletin asimile ettiği bu çocuk, mahallenin sadece Kürtçe konuşan çocuklarıyla oynaya oynaya, “Kürtlük”ünü geri kazanmıştı.

     7 yaşında ilkokula başladık. Teyzemoğlu Rahim (annelerimiz kardeş), amcamoğlu Basri (dedelerimiz kardeş), amcamkızı Adalet (babalarımız kardeş; öz amcamkızı) ve ben, birlikte başladık okula.

     Pısmamım Basri ve dotmamım Adalet, Türkçe biliyorlardı. Adalet hem Kürtçe’yi hem Türkçe’yi biliyordu. Pısxaltim Rahim ile ben, sadece Kürtçe biliyorduk, okula başlarken Türkçe bilmiyorduk.

     Kavgacı bir çocuk olan teyzemoğlu Rahim’in derslerle arası pek iyi değildi. Okul, ona göre bir yer değildi. Zayıf notlar getirirdi. Zaten Ortaokul 2’den terk etti okulu. Babasının inşaatında çalışmaya başladı.

     Adalet’le ben, iyiydik okulda. Dil sorunu yaşıyorduk ama, derslere kafamız çalışıyordu.

     Fakat Basri, okulda tek kelimeyle süperdi. Derslerde zehir gibiydi. Karnedeki her notu “Yıldızlı Pekiyi” olurdu.

     Basri zekâsıyla, akıllılığıyla, kısa sürede okul yönetiminin dikkatini çekmişti. Şöhreti önce tüm okula, sonra tüm ilçeye yayılmıştı.

     Hatta İlkokul 1’i bitirdiğimizde, okul idaresi, 2’yi hiç okumadan Basri’yi direk 3. sınıfa atlatmak istemiş, ama Basri’nin kendisi bunu istememişti. Sebep mi? “Ben Rahim’den, İbrahim’den ve Adalet’ten ayrılmak istemiyorum” demişti. “Çocuk masumiyeti” işte; çıkar bilmez, menfaat bilmez…

     Sınıf öğretmeni tarafından hemen “sınıf başkanı” yapılmıştı, Basri. İlkokul birinci sınıftan tutun, lise son sınıfa kadar, bütüüüün ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilik hayatını “sınıf başkanı” olarak okudu, Basri. Onun yüzünden az dayak yemedik öğretmenlerden. Öğretmenin sınıfta olmadığı saatlerde “kuduranlar”ın isimlerini tahtaya yazdığı için ve biz de en haylaz öğrenciler olduğumuz için, sınıf başkanı Basri isimlerimizi tahtaya yazar, öğretmen de sınıfa girdikten sonra derse başlamadan önce bizi bir güzel döverdi. Birşey de diyemiyorduk çocuğa, çünkü “işini” yapıyordu ve bizim isimlerimizi yazmakla haksız değildi, zirâ hakikaten barut gibiydik!..

     Ortaokul ve lise dönemimizde, Basri tıbba meraklıydı, bense edebiyâta. O’nun en büyük hayâli doktor olmaktı, benimse en büyük hayâlim yazar olmak. Basri büyüdüğünde “uzman doktor” olacak, memleketin en ünlü ve başarılı doktoru olarak parmakla gösterilecek, hastanede en zor ameliyatları yapacaktı. Bunların hayâlini kuruyordu, Basri. Ben ise büyüdüğümde “ünlü yazar, büyük üstâd” olacaktım, ülkenin en ünlü yazarlarından biri olarak kitaplarım elden ele dolaşacak, sonra şöhretim tüm dünyaya yayılacak, edebiyât tarihine geçecektim. Bunların hayâlini kuruyordum ben de.

     Genelde birbirimizin evinde yatardık. Bir gün Basri bizde kalırdı, bir gün ben onlarda. Bütün gün beraber olmamız yetmiyordu, akşam da beraber olmalıydık. Dedim ya, Tahire ablam, ismimizi “Zeki – Metin” takmıştı.

     Ortaokul ve lise öğrencisi olduğumuz yıllarda, hiç unutmam, bir gün hastalanmıştım ve Basri illâ da “Senin iğneni ben vuracağım” diye tutturmuştu. Yaw Basri etme eyleme, sen ne anlarsın iğne vurmaktan? Yok, inat etmişti, tutturdu illâ bana iğne yapacak. “Doktorculuk” oynayacak ya, beni “deney” olarak kullanmak istiyor. Ben kabul etmeyince, beni küsmekle tehdit etti. Eğer kabul etmezsem, bana küseceğini ve bir daha benimle konuşmayacağını söyledi. Vicdanî baskı yapınca, mecbur kaldım kabul etmeye. Kıramadım. İğneyi yapmasıyla benim var gücümle bağırmam bir olmuştu. Acısı bir ay geçmedi. Koltuğun üzerine bile oturamıyordum, hatta yürümekte dahi zorluk çekiyordum.

     Ben de yazdığım şiirler, öyküler ve kompozisyonlarla O’nun kafasını şişirirdim. Yeni bir şiir veya öykü yazmışsam, gece Basri’yi uyutmaz, sabaha kadar okurdum ona. Zavallı Basri, “Yaw Pısmam yeter daa, uykumuz var gözlerimi açamıyorum. Geri kalanını yarın okursun” diye yalvarırdı ama, gene de bırakmazdım, “Dur az kaldı… Yarına bırakırsam tadı olmaz, öyküyü bölmemek lazım” derdim. Tabiî ben de aynı şekilde, küsmekle tehdit ederdim. Eğer yazdığım şiirleri ve öyküleri okumazsa veya dinlemezse, kendisine küseceğimi ve bir daha konuşmayacağımı söylerdim. Vicdanî baskı yaptığım için, mecbur kalırdı dinlemeye. Feqiro Basri, zorakî de olsa bütün şiirlerimi ezberlemişti.

     Sonra ben Almanya’ya yerleştim, O da Belçika’ya yerleşti. Ben gazeteci ve yazar oldum, O da tıbbî laborant. Ben kitaplar yazmakla, gazetelerde çalışmakla meşgulüm, O da tıp merkezlerinde çalışmakla.

     İkimiz de evlendik, çocuklarımız oldu, sonra boşandık. Bekârlık hayatına geri döndük. “Hayatımızın akışı” da paralel gidiyor yani, anlayacağınız.

     Basri’nin şu anda 4 çocuğu var; en büyüğü erkek, diğer üçü kız: Furkan 18, Hêlin 17, Asya 15, Havin 12 yaşında. Çocukken asimile edilip Kürtçe bilmemesinin, büyüdüğünde de Afyon – Emirdağlı bir Türk kadınla evlenmek zorunda kalmasının tüm hıncını ve intikamını, bütün çocuklarına Kürtçe isimler koyarak çıkartmış, Pısmam Basri. Çocuklarının isimleri hep Kürtçe.

     İşin garip yönü (artık “tesadüf” mü dersiniz “tevafuk” mu dersiniz, yoksa “kaderin cilvesi” mi dersiniz), ben nasıl ki Basri’den 8 ay büyüksem, oğlum Malcolm da oğlu Furkan’dan 8 ay büyük.

     Basri şu anda Anvers’te bir tıp merkezinde “tıbbî laborant” olarak çalışıyor. Aynı zamanda, bazı arkadaşlarıyla ortaklaşa bir “fırın” açmışlar, onu çalıştırıyorlar. Fırın, Basri’nin oturduğu evin hemen karşısında.

     Basri, Allah kendisinden razı olsun, geçtiğimiz yıl İzmir’de kurduğumuz, 31 Ekim 2016 tarihinde resmî olarak kuruluşunu ilan ettiğimiz ve kısa adı USEBAD olan Uluslararası Senegal ve Batı Afrika Kültür, Sanat ve Dayanışma Derneği (Frsz. L’International Sénégal et Afrique de l’Ouest Culture, Arts et Solidarité Association; İng. International Senegal and West Africa Culture, Art and Solidarity Association)’nin de “kurucu üyeleri” arasında yer alıyor.

     Derneğimizin başkanlığını Senegal Eski Başbakanı Aminata Tóure’nin kardeşiyle evli olan işkadını ve uluslararası danışman Yasemin Fidan Tóure yaparken, başkan yardımcılığını ise Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği (İng. International Activist Artists Association) Başkanı Şair ve Yazar Ümit Yaşar Işıkhan ile bu fâkir kardeşiniz yapıyor.

     Dernek henüz yeni kurulmuş olmasına rağmen, kurucuları arasında 7 farklı ülkeden üyeler bulunuyor: Senegal, Türkiye, Almanya, Belçika, Litvanya, Yunanistan ve ABD.

     Derneğimizin amacı, Türkiye ile Senegal ve Batı Afrika ülkeleri arasında dostluk, kardeşlik, işbirliği ve dayanışma köprüsü kurmak.

     Senegal halkıyla dayanışmayı amaç ediniyor olup, eğitim, kültür ve sanatın kendi değerleri içinde özgürce hareket etmesi gayesine hizmet etmekteyiz ve politik yapılanmaların üstündeyiz. Hiçbir politik kuruluş veya illegal politik yapılanmalar ile ortak hareket etmiyoruz. Sanatın barış özdekli evrensel değerleriyle bütün canlılara karşı aynı sorumluluğu hisseder, yaşamsal niteliğin insandan yana ve doğayı geliştirmek bazında olması için mücadele ederiz. İnsanı ve hayatı ilgilendiren herşey sanatın özdeğidir. Bu düşünceden hareketle Senegal halkı ile Anadolu halkının kaynaşması için çaba göstermekte, ortak değerler üreterek iki halkın kardeşliği için sanatçıları buluşturmak, ortak etkinlikler düzenleyerek sağlanacak koordinasyonlarla karşılıklı tanıtımlar ve birliktelikler gerçekleştirmek için gayret etmekteyiz.

     Senegal halkının geleneksel ve modern kültür sanat değerlerinin ülkemizde tanıtılmasını sağlamak, aynı oranda Anadolu medeniyetlerinin bir sonucu ve sesi olan kültürel değerlerimizin Senegal’de tanıtılmasını ve yaygınlaştırılmasını sağlamak, derneğimizin temel amacı ve misyonu. Bütün bu girişimler sırasında ortak nokta, barışa ve insan sevgisine, insan haklarına dayalı ilişkileri güçlendirmeyi hedefliyoruz.

     Dediğim gibi, Basri ile ortak yönlerimiz çok. Fakat en en en en en en en önemli ortak yönümüz şu: İkimiz de fanatik Beşiktaş’lıyız.

     Eee, erkek adam renkli takım tutmaz. Yer SİYAH, gök BEYAZ.

     * * *

     Bu benim Belçika’ya 6. gelişim. Anvers (Antwerpen) şehrine ise 4. gelişim.

     Belçika’ya ilk gelişim, 1 Mart 1997 tarihinde, Basri’nin düğünü vesilesiyleydi. Pısmam’ın düğününe gelmiştim. Şu anda halen yaşadığı Anvers (Flm. Antwerpen) şehrinde olmuştu düğün. 1 Mart 1997 günü evlenen Basri’nin düğünü için Belçika’ya geldiğimde, bu benim Belçika denen ülkeyi ilk kez görüşümdü, aynı zamanda.

     Belçika’ya ikinci gelişim, 17 Haziran 2000 tarihinde, Belçika ve Hollanda’da ortaklaşa düzenlenen 2000 UEFA Avrupa Şampiyonası çerçevesinde Belçika’nın güneyindeki Charleroi şehrinde oynanan Almanya – İngiltere futbol maçını izlemek içindi. Almanya’daki Alman dostlarımla birlikte gelmiştim maça. Fakat yalnızca maçı izlemek değil, taraftarlarla birlikte maç coşkusunu da yaşamak için, erkenden gelmiştik Charleroi’ye, öğle vakti. Bütün gün bir yandan İngiliz taraftarlar şehirde İngiltere’ye destek gösterisi yapıyor, takımları lehine sloganlar atıyor, bir yandan da bizler şehirde Almanya’ya destek gösterisi yapıyor, takımımız lehine sloganlar atıyorduk. Bir ara İngiliz holiganlar Alman taraftarlara saldırmış, şehirde terör estirmişlerdi. Dayak yemiştik, İngiliz holiganlardan. İngiliz taraftarlardan dayak yediğimiz yetmiyormuş gibi, akşam da Charleroi Vatan Stadı (Frsz. Stade du Pays de Charleroi)’nda oynanan, dünyanın en ünlü hakemi olan İtalyan Pierluigi Collina’nın yönettiği maçı İngiltere’ye karşı 1 – 0 kaybetmiştik. 27 bin 700 seyircinin izlediği maçtaki tek golü Alan Shearer atmıştı. Gerçi o gruptan ne Almanya çıkabildi, ne de İngiltere. Grupta ilk iki sırayı alan Portekiz ve Romanya çıkmışlardı bir üst tura (çeyrekfinale). Hatta Portekiz çeyrekfinalde Türkiye ile eşleşmiş, tam bir hafta sonra Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da, Amsterdam ArenA’da oynanan maçı da Portekiz 2 – 0 kazanmıştı ve ben o maçı da izlemeye gitmiştim, aynı Alman dostlarımla.

     Belçika’ya üçüncü gelişim, Mart 2001 tarihinde ve ailecedir. Ehliyet aldıktan iki hafta sonra çocuklarıma iki haftalık bir Hollanda ve Belçika gezisi yaptırmıştım, arabayla. Birbuçuk hafta Hollanda’da, Tahire ablamın evinde misafir olmuştuk, bu süre içinde Hollanda’yı karış karış gezmiştik, 3 – 4 gün de Belçika’da, amcamoğlu Basri’lere misafir olmuştuk. O zamanlar Basri de evliydi, ben de. Onlara misafir olduğumuz süre boyunca Anvers’te kalmakla yetinmemiş, iki aile beraber bir gün başkent Brüksel (Flm. Brussel; Frsz. Bruxelles)’i, Brüksel’deki Atomium ve Mini – Europa’yı gezmiş, bir gün de Almanya ve Lüksemburg sınırları yakınlarındaki dağlık ve ormanlık Ardenler (Flm. Ardennen; Frsz. L’Ardenne) bölgesine gitmiş, burada Liège (Flm. Luik; Frsz. Liège; Alm. Lüttich) il topraklarındaki Trois – Ponts (= Üç Köprü) köyü yakınında bulunan Coo Şelâlesi (Flm. Watervallen van Coo; Frsz. Cascade de Coo)’ni gezmiş, bu güzel çağlayanı doyasıya yaşamıştık.

     Belçika’ya dördüncü gelişim, Nisan 2003 tarihindedir. Almanya’da aynı şehirde yaşadığımız ve Almanya’daki en yakın aile dostumuz olan Ispartalı bir aile ile beraber, Basri’lere birkaç gün misafir olmaya gelmiştik. İki aile birden gelmiştik. Isparta ilimizden bu Türk aile ile en yakın akrabadan daha yakındık. Beraber Türkiye’ye izne gitmişliğimiz, birlikte tatil yapmışlığımız bile vardır. Bir seferinde iki aile beraber Antalya’ya tatile gitmiş, bir hafta Alanya’da tatil yaptıktan sonra Isparta’ya gitmiş ve üç gün Isparta’da kalmıştık. Dostluğumuz hâlâ sürer.

     Belçika’ya beşinci gelişim, 21 Ekim 2006 tarihinde ama sadece transit geçiştir. 22 – 26 Ekim 2006 tarihleri arasında Fransa’nın başkenti Paris’te gerçekleştirilen ve kısa adı SIAL olan Uluslararası Gıda Fuarı (Frsz. Salon International de L’Alimentation)’nı gazeteci olarak takip etmek üzere, 21 Ekim günü, Almanya’nın Kuzey Ren Vestfalya (Alm. Nordrhein – Westfalen) eyaletinin Kolonya (Alm. Köln) şehrinden arabayla yola çıkmış ve Belçika topraklarından geçerek, Fransa’nın başkenti Paris’e ulaşmıştık. Üç gün Paris’teki Etap Hotel’de kaldım ve gıda fuarını takip ettim, haber ve yazılar kaleme aldım. Zaman Gazetesi’nde çalışıyordum o sıralar, Zaman adına gitmiştim. 4 kişilik bir ekip gitmiştik ve diğerleri Samanyolu TV’nin kameramanları ve reklâmcıları idiler.

     O günden sonra Belçika’ya hiç yolum düşmedi.

     Tam 10 yıldır gelmemiştim Belçika’ya. Pısmam’ın yaşadığı Anvers (Antwerpen) şehrine ise tam 13 yıldır gelmemiştim.

     Dün (2 Haziran 2016) Belçika topraklarına ayak basarken ve siz sevgili okurlarım için bu seyahatnameyi kaleme alırken, Belçika’ya 6. gelişim oluyordu bu. Ve fakat bu kez, aradan 10 yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra oluyordu bu.

     Bir de, ilk kez tek başıma geliyordum Belçika’ya. Daha önceki bütün gelişlerim kalabalık bir şekildeydi. Şimdi ise yalnız başıma gelmiştim.

     * * *

     Dün akşam geldiğim Belçika’da, Anvers (Flm. Antwerpen) şehrinde, ilk kahvaltımızı amcamoğlu Basri’nin ağabeyi Yüksel’in evinde yapacağız.

     Sabah erken kalkıyoruz. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra, arabaya atladığımız gibi bizi kahvaltıya davet etmiş olan Yüksel’in evinin yolunu tutuyoruz.

     Aynı semtte, Deurne’de oturdukları için, oraya varmamız uzun sürmüyor.

     Basri Belçika’da ve Anvers’te yalnız değil; bu şehirde üç kardeşi daha yaşıyor ve üçü de evli. Kendisinden büyük abisi Yüksel, kendisinden küçük erkek kardeşi Salim ve kendisinden küçük kız kardeşi Aynur. Aynur ile Salim, ikizdirler. İkizdirler ama, birbirine hiç benzemezler. Öylesine değişikler ki, sanki ırkları bile farklı. Aynur sarışındır, İsveçliler’e benzer. Salim ise kapkara birşey, sanki Nijerya’dan futbolcu transfer etmişiz.

     Eve giriyoruz…

     Bizi kapıda Yüksel ve hânımı Yasemin karşılıyor. Basri’nin yengesi (abisinin hânımı) Yasemin, Basri’yle benim ortaokul ve liseden sınıf arkadaşımız. Aynı zamanda yakın akrabamızdır.

     Yüksel – Yasemin çiftinin 4 çocuğu var; biri kız üçü erkek. Çocukları, büyükten küçüğe doğru, Bilal, Şehima, Aziz Melik ve Enes.

      Basri’nin kızkardeşi (ikizlerden biri) olan Aynur da burada. Aynur da, tıpkı abisi Basri’nin bir zamanlar yaptığı gibi, Afyon – Emirdağlı biriyle evlenmiş. Beyinin ismi Mustafa. Çiftin 3 çocuğu var; ilk ikisi erkek, küçüğü kız. Ömer Ali 12, Burak 5, ordayken yiyip bitirdiğim Merve ise 3 yaşında.

     Hep birlikte güzel bir kahvaltı yapıyoruz.

     Tabiî, kahvaltı esnasında sofradaki herkesi yine gülmekten kırıp geçirdiğimi belirtmeme gerek yok. Gâh Basri ile eski maceralarımızı ballandıra ballandıra anlatarak, gâh yaptığım espiri ve nüktelerle pısmam’larımı ve dotmam’larımı güldürmekten yerlere yatırmıştım. Zaten doğru dürüst yemeklerini de yiyemediler bu yüzden, sofradaki kahvaltıyı tek başıma silip süpürdüm.

     Kahvaltıdan sonra, Basri ile beraber Anvers (Antwerpen) şehir merkezine gidiyoruz.

     İkimiz başbaşa şehri gezeceğiz bugün. Tam şehir merkezine gidiyoruz ve arabayı uygun bir yere park edip dışarı çıkıyoruz.

     Yürüyerek ve sohbet ederek başlıyoruz Anvers’i gezmeye…

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 9

FOTOĞRAFLAR:

Belçika’daki ilk kahvaltımızı Basri’nin ağabeyi Yüksel’in evinde yapıyoruz

Anvers (Flm. Antwerpen) şehir merkezi

Anvers hatırâsı, 3 Haziran 2016

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir