Erdem ve Bağnazlık Kıskacında Dîn ve İdeoloji Şekillenmesi

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     Dünyada şu anda 2700 dîn ve 4300 ideoloji var.

     Bu, şu demek:

     Dünya üzerinde halihazırda 2700 tane “hak yol” ve 4300 tane “doğru yol” bulunuyor.

     Yalnızca bu bilgi bile ağzımızın hayretler içinde açıkta kalması için yeterli, ancak bundan daha da ilginç olan şu: Hepsi de haklıdır, hepsi de doğruyu söylüyorlar.

     Çünkü dünya üzerindeki hiçbir dîn ve ideoloji, insanlara kötülüğü öğütlemez. Hepsi de güzel şeyler nasihat ederler. İnsanların kötü âmellerden sakınmalarını ve iyilik yapmalarını, hayırlı çabalar içinde bulunmalarını tavsiye ederler.

     Dînlerin ve ideolojilerin evrensel değerlerle bağdaşmayan kimi olumsuz yönleri ve kötülüğe kapı aralayan öğretileri olsa da, genel çerçeveden bakıldığında insanlara iyiliği, doğruluğu öğütledikleri, en azından iddiâlarının bu olduğu görülür.

     Burada sorulması gereken iki soru var:

     Birinci soru şudur: O halde dünyadaki bunca kötülük nasıl oluyor? Bütün dînler ve ideolojiler insanlara iyiliği, doğruluğu, kardeşliği, paylaşmayı ve birarada yaşamayı öğütlüyorsa, bunca zûlüm, baskı, haksızlık, adaletsizlik, savaş ve kıyımlar nasıl gerçekleşiyor?

     İkinci soru çok daha önemli ve şudur: Aynı dîn veya ideoloji, nasıl olur da inananlarının veya bağlılarının bir kısmını iyiliğe bir kısmını kötülüğe sevkediyor? Aynı dîne inanan insanlar arasından, bir kısmı niçin o dîne imân edip emirlerini yerine getirdikleri için “iyi insanlar” olurken ve iyilik yaparken, bir kısmı da niçin o aynı dîne imân edip emirlerini yerine getirdikleri için “kötü insanlar” oluyorlar ve kötülük yapıyorlar? Aynı kutsal kitaplardan, akideden, fikir veya ideolojiden beslenen insanlar arasında nasıl olur da birbirlerine tamamen zıt karakterler ve davranışlar peyda olabiliyor?

     “Erdemli olmak” konulu sohbetler dizimizin bugünkü sohbetinde bunu konuşacağız siz sevgili gönüldaşlarımızla…

     Fakat bunu yaparken, yukarıdaki iki temel sorunun yanıtlarını bulmaya çalışmayacağız. Sohbetimiz bu minvalde olmayacaktır. Biz bu sohbetimizde ortaya bir fikir atacak ve çeşitli örneklerle tezimizi ispata çalışacağız. Ancak bunu yaptığımızda, yukarıdaki iki soru da kendiliğinden cevaplanmış olacaktır.

     Her şeyin en doğrusunu bilen, Allah’tır. Gerçek bilgi ve hakikat, ancak O’nun katındadır.

     * * *

     Yaşadığımız toplumda, şaşırtmalı ve “bilmece” niyetine sorulan, çok sevdiğim bir soru vardır: “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar?”

     Sorulurken sanki ikisinden biri doğruymuş gibi sorulan bu sorunun aslında doğru cevabı şöyle: “Her ikisi de.”

     Başka toplumlarda da muhakkak “bilmece” niyetine soruluyordur ama özellikle bizim toplumda, Anadolu’da çok sevilen bir sorudur bu. Siz sevgili okurlarımızın da sevdiğini tahmin ediyorum.

     İranlı ünlü düşünür Dr. Ali Şeriatî (1933 – 77), dünya çapında yankı uyandıran 2 ciltlik “Medeniyet Tarihi” adlı kitabında, tıpkı yukarıdaki “tavuk – yumurta” sorusuna benzeyen ama daha ilmî ve düşünsel olan bir soru sorar: “İhtiyaç mı icadı doğurur, yoksa icat mı ihtiyacı doğurur?”

     Sorulurken sanki ikisinden biri doğruymuş gibi sorulan ve ilk başta herkese de sanki öyleymiş gibi gelen bu sorunun da aslında doğru cevabı aynı şekildedir: “Her ikisi de.”

     İnsanlar ilk başta bu soruya “ihtiyaç icadı doğurur” şeklinde cevap verirler ama, gerçek şu ki, “icat da ihtiyacı doğurur.”

     Örneğin çamaşır makinâsı ve bulaşık makinâsı, bir ihtiyaçtan dolayı icat edilmişlerdir. İnsanlar çamaşırlarını ve yemek yedikten sonra bulaşıkları daha rahat ve pratik bir biçimde yıkamak, bu işe fazla zamanlarını harcamamak için, bu makinâları icat etmişlerdir. Bunlar icad edilince, çamaşır makinâsı ve bulaşık makinâsı tozu ve suyunun icadına ihtiyaç duyulmuştur. Eğer bu makinâlar icat edilmemiş olsaydı, tursil vb. şeylere de ihtiyaç duyulmayacaktı.

     Yazı ve alfabe, bir ihtiyaçtan dolayı icat edilmiştir. İnsanlar herşeyi akılda tutamayacağından, sözlerinin ve konuşmalarının, kendi aralarındaki iletişim ve mesajların unutulmaması, kalıcı olarak bir yerde durması için yazıyı icat etmişlerdir. Alfabe ve yazı icat edildiği için, çok daha sonra kalem, kâğıt vb. aletlerin icadına ihtiyaç duyulmuştur. Eğer yazı icat edilmemiş olsaydı, kalem icat edilir miydi? Hayır, böyle bir alete ihtiyaç duyulmazdı. Demek ki yalnızca ihtiyaç icadı doğurmuyor, icat da ihtiyacı doğuruyor. Kalem, kâğıt ve kitap icat edildiği için, matbaanın icadına ihtiyaç duyulmuştur. Bu icatlar, ihtiyacı doğurmuştur.

     İcat, ihtiyacı doğurmaktadır. Fotoğraf makinâsı icat edilmiş olduğu için, kameraya ihtiyaç duyulmuştur. Kamera icat edildikten sonra, televizyonun icadına ihtiyaç duyulmuştur. Daktilo icat edilmiş olduğu için, bilgisayar icat edilmiştir. Bilgisayar icat edildikten sonra, internet icat edilmiştir. Şayet bilgisayar icat edilmemiş olsaydı, internet icat edilebilir miydi? Elbette ki hayır.

     Görüldüğü gibi, yukarıdaki her iki soruda da doğru cevap, “Her ikisi de” olmalıdır. Çünkü hem ihtiyaç icadı doğurmaktadır, hem de icat ihtiyacı doğurmaktadır. Hem tavuk yumurtadan çıkmaktadır, hem de yumurta tavuktan çıkmaktadır.

     Şimdi, bu iki soruya, “tavuk – yumurta” ve “icat – ihtiyaç” sorularına benzer bir soruyu da ben soracağım: “Dîn ve ideoloji mi kişiliğimizi şekillendirir, yoksa kişiliğimiz mi dîni ve ideolojiyi şekillendirir?”

     Soruyu pekçok kişinin tuhaf karşılayacağından eminim. Hatta belki de böyle bir soru sorduğum için bana kızacak olanlar da çıkacaktır.

     Sorunun neyi sorduğu gayet net:

     “Dînimiz ve ideolojimiz mi kişiliğimizi şekillendirir, yoksa kişiliğimiz mi dînimizi ve ideolojimizi şekillendirir?”

     İnsanlar genelde inandığımız dîn veya ideolojinin kişiliğimizi şekillendirdiğini düşünürler. Ki doğrudur da. Bir insan hangi dîne veya ideolojiye mensupsa, kişiliği ve davranışları da ona göre biçimlenir.

     Bir insan İslam’a inanıyorsa, ona göre yaşar. Hristiyanlık’a inanıyorsa, ona göre yaşar. Ateist ise, ona göre yaşar. Sosyalist ise, ona göre yaşar. Türk millîyetçisi ise, ona göre yaşar. Kürt millîyetçisi ise, ona göre yaşar. Bu gayet açık. Liberal ise, ona göre yaşar. Demokrat ise, ona göre yaşar.

     Peki ama, hepsi de aynı şeye aynı şekilde mi inanır? Bu soruya kolay kolay kimse “Evet” diyemez, öyle değil mi?

     Bir insan İslam’a inanıyorsa, ona göre yaşar. Bu gayet net. Peki ama, Müslüman veya İslamcı olan herkes aynı İslam’a mı inanır? İslam olan bireylerin ve toplulukların sergilediği “Müslüman davranışlarına” bakılırsa, aynı değil. Bunu Hristiyanlık, Ateizm, Sosyalizm, Türk millîyetçiliği veya Kürt millîyetçiliği için de söylemek mümkün.

     Yaygın olan kanaate göre, bu durum, o dîn veya ideolojiyi bireylerin ve toplulukların farklı farklı anlamalarından kaynaklanmaktadır. Yaygın olarak buna inanıldığı için, “Gerçek İslam bu değil”, “Gerçek Sosyalizm bu değil”, “Gerçek millîyetçilik bu değil” gibi söylemleri sıkça işitiriz.

     Oysa ben bunun boş bir kabulleniş olduğunu düşünüyorum. Mensubu olduğunu söylediği dîn veya ideolojiyi okuyup araştıran biri ile hiç okumayıp araştırmadan inanmış birinin o dîn veya ideolojiyi farklı anlamış olduklarını kabul edebilirim. Sonuçta biri kitaptan, kaynağından okuyarak onu kendi yaşamına aktarmakta, diğeri ise sadece kulaktan duyma bilgilerle hareket etmektedir.

     Ancak biz burada okuyan ile okumayan arasındaki kişilik ve davranış farklılıklarından bahsetmiyoruz. Bir dînin veya ideolojinin hepsi de kaynağından okuyan ve araştıran bireyleri ve kesimleri arasındaki birbirlerine taban tabana zıt kişilik, ahlâk ve davranışlarından bahsediyoruz.

     Bir dînin kutsal kitabını devamlı okuyan, meal ve tefsirlerine kadar okuyan, bir peygamberin hayatını, yaptıklarını ve sözlerini hayatı boyunca okuyup konuşan ve bunları neredeyse ezberlemiş kişilerin ve camiâların, birbirlerine bu kadar zıt ve ters kişilik, davranış hatta inanç taşımaları normal midir? Bizzat içinde “Bu Kitap herkesin anlayabileceği açık bir kitaptır” yazan ve okuyan herkesin rahatlıkla anlayabileceği söylenen bir Kutsal Kitab’ın bu kadar farklı anlaşılması mümkün müdür? Değildir.

     Örneğin Türkiye’de ve Ortadoğu’da onlarca İslamî camiâ, cemaat, parti, hareket, örgüt ve bireyler vardır. Bunlar bütün gün ve hayatları boyunca aynı Qur’ân’ı okumakta, meal ve tefsirlerine kadar okumakta, birçok sûre ve âyeti anlamlarıyla birlikte ezbere bilmekte, aynı Peygamber’in hayatını, yaptıklarını ve sözlerini okuyup sohbetlerinde konuşmakta, aynı İslamî kitaplardan ve kaynaklardan beslenmektedirler. Peki nasıl olur da aralarındaki farklılıklar, iki ayri dînin mensuplarından bile daha fazladır?

     Örneğin IŞİD’in inandığı Kutsal Kitap ve Peygamber, beslendikleri İslamî kitaplar ile Türkiye’de “Adnan Hoca ve Kedicikleri” diye anılan grubun inandığı Kutsal Kitap ve Peygamber, beslendikleri İslamî kitaplar aynıdır. Bu her iki cenah da aynı Kutsal Kitab’ı okumakta, hem de her gün sabahtan akşama kadar ve anlayarak okumakta, tefsirine ve açıklamasına kadar okumakta, evlerinde ve kütüphanelerinde aynı İslamî kitapları bulundurmakta, aynı kaynaklardan beslenmektedirler. Peki IŞİD ile Adnan Oktar Grubu arasında, bırakın farklılığı, bir tane bile bir benzerlik var mıdır? Her iki cenahın yaşantılarına bakıldığında, bunların aynı dîne imân ettiklerini söylemek dahi güçtür, öyle değil mi?

     El Kaide ile Cübbeli Ahmet Grubu da aynı kitaplardan ve kaynaklardan beslenmektedir. Her iki cenah da sabahtan akşama kadar Buhari ve Müslim okumakta ve hatta bunların haricinde hiçbir şeyi de okumamaktadırlar. Peki aynı mıdırlar?

     Taliban ile Fethullah Gülen Cemaati’nin inandığı dîn ve kitap da aynıdır. Aynı dîne mensup olduklarını söylemek sahiden mümkün müdür?

     AK Parti ve yandaşlarının imân ettiği İslam ile Antikapitalist Müslümanlar Grubu’nun imân ettiği İslam aynı İslam mıdır? Bırakın aynı veya benzer olmasını, bu iki İslam birbirlerine düşman olan iki ayrı İslam değil midir?

     Sözün burasında küçük bir parantez açmak zorundayım: Bizler Müslüman olduğumuz için ve konunun da daha rahat anlaşılabilmesi için, örnekleri İslam üzerinden veriyoruz. Bunun yalnızca İslam’a özgü bir durum olduğu düşünülmemeli. Böyle düşünülürse, meramımız anlaşılmamış demektir. Bu söylediklerimiz, dünyadaki bütün dînler ve bütün ideolojiler için geçerli.

     İran da İslam Cumhuriyeti’dir, Pakistan da, Moritanya da, Komorlar da. Peki bu dört devletin rejimi ve yönetimi arasında herhangi bir benzerlik var mı? Yok.

     Çin de Sosyalist’tir, Kuzey Kore de, Küba da, Venezuela da. Birbirlerine benziyorlar mı? Bilakis, sanki tamamen farklı ideolojilerle yönetiliyorlar, öyle değil mi?

     Yönettikleri devletleri aynı ideoloji ile yönettikleri halde Vladimir İlıiç Ulıyanow Lenin (1870 – 1924) ile Mao Tse-tung (1893 – 1976), aynı Sosyalizm’i mi uygulamıştır? Hayır, alakaları yok! Enver Halil Hoxha (1908 – 85) ile Yosip Broz Tito (1892 – 1980) birbirilerine düşman idiler. Hatta Enver Hoxha, “revizyonist” ve “hain” diyordu Tito için.

     CHP de Sol’dur, PKK da, HAKPAR da. Ama üçü de birbirine düşman.

     Demek ki sadece dînimiz ve ideolojimiz kişiliğimizi şekillendirmiyor, aynı zamanda kişiliğimiz de dînimizi ve ideolojimizi şekillendiriyor.

     Bir insanın kişiliği nasılsa, inandığı dîn veya ideoloji de öyledir.

     Dolayısıyla, sıklıkla işittiğimiz “Gerçek İslam bu değil”, “Gerçek Sosyalizm bu değil”, “Gerçek millîyetçilik bu değil” gibi söylemler tamamen absürddür. Zirâ hepsi de “İslam’dır”, hepsi de “Sosyalizm’dir”, hepsi de “Millîyetçilik’tir”.

     Gerçek şu ki, dünyada ne kadar Müslüman varsa o kadar İslam vardır. Dünyada ne kadar Solcu varsa o kadar Sosyalizm vardır.

     İnsanlar hiçbir zaman bir dîne veya ideolojiye yalın haliyle inanmaz ve onu olduğu gibi kişilik ve yaşamında özümsetmez. Bilakis insanlar (dünyadaki her insan), inandığı dîni veya ideolojiyi kendi kişiliği ve karakteri ile harmanlayarak somutlaştırır. Seçtiği dîne veya ideolojiye kendi karakterini elbise gibi giydirerek, kendi kişiliğini etiket gibi yapıştırarak somutlaştırır ve o dîni / ideolojiyi o şekilde yaşar, özümser.

     Benim inandığım İslam ile başka bir Müslüman’ın inandığı İslam asla aynı İslam değildir. Herkesin İslam’ı tıpkı kendisine benzer. Dünyada 1, 5 milyar Müslüman var olduğuna göre dünyada 1, 5 milyar tane İslam var demektir.

     Bunu şöyle bir örnekle anlatmak mümkün: Süt meselâ, sütü hepiniz bilirsiniz. Büyükbaş hayvanlardan elde ettiğimiz sıvı bir nimet. Sütün dîn veya ideoloji olduğunu düşünün. Süt her zaman bir tek süttür ama, örneğin kahveye kattığımız süt ile hamura kattığımız süt aynı işlevi mi görür? Hayır, artık onlar tamamen farklı şeylerdir. İşte dîn ve ideoloji de böyledir. Dînler ve ideolojiler esasında yalın halleriyle yalnızca soyut şeylerdirler. Ancak bir insan onu yaşamına aktardığında veya onun ilkeleri bir devletin rejimi olduğunda somut hale gelirler. Pratize edilmemiş bir dîn veya ideoloji, soyut olmaktan öteye geçmez.

     Nasıl ki aynı şey olan süt, kahveye girdiğinde farklı, hamura girdiğinde farklı, yaş pastaya girdiğinde farklı, dondurmaya girdiğinde farklı bir işleve sahiptir, artık onlar tamamen farklı sütlerdir, aynı biçimde, aynı şey olan İslam, İbrahim Sediyani’nin bedenine girdiğinde farklı, Mehmet Görmez’in bedenine girdiğinde farklı, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün bedenine girdiğinde farklı, Recep Tayyip Erdoğan’ın bedenine girdiğinde farklı, Selahattin Demirtaş’ın bedenine girdiğinde farklı, Recep İhsan Eliaçık’ın bedenine girdiğinde farklı, Cübbeli Ahmet’in bedenine girdiğinde farklı, Adnan Oktar’ın bedenine girdiğinde farklı, Caner Taslaman’ın bedenine girdiğinde farklı, Hüseyin Hatemi’nin bedenine girdiğinde farklı, Edip Yüksel’in bedenine girdiğinde farklı, Mustafa İslamoğlu’nun bedenine girdiğinde farklı, Hayrettin Karaman’ın bedenine girdiğinde farklı, Mehmet Pamak’ın bedenine girdiğinde farklı, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın bedenine girdiğinde farklı bir işleve sahiptir, artık onların her biri ayrı ayrı İslamlar’dırlar.

     Süt aynı süt olduğu halde, kahveye kattığımız süt ile hamura kattığımız süt aynı olmaz, artık aynı süt olmaktan çıkarlar, tamamen farklı şeyler haline gelirler. Hatta her hamurun bile karışımı farklıdır. Örneğin ekmek hamuruna süt girer ancak pizza hamuruna süt girmez, krem şanti (Almanca “schlagsahne”) girer. Pizza hamuruna pekçok şey girer; “schlagsahne”, maya, un, tuz, şeker, baharat, ayçiçeği yağı, yumurta sarısı. Lahmacun hamuruna ise sadece ve sadece un, su ve tuz girer, başka hiçbir şey girmez, maya bile girmez lahmacun hamuruna. Lahmacun ile dürüm, aynı hamurdan yapılır. Pizza ve pide de aynı hamurdan yapılır. Ekmek ise tamamen farklı bir hamurdan yapılır.

     Her insan, inandığı dînin güzelliklere ve yüceliklere önem ve kıymet verdiğini savunmak ister. Dolayısıyla kendisi neye önem ve kıymet veriyorsa, mensubu olduğu dînin o şeylere önem ve kıymet verdiğini iddiâ eder. Örneğin çevre ve ekolojiye önem veriyorsa, “Bizim dînimiz çevre ve ekolojiye büyük önem vermektedir” der; kadın haklarına önem veriyorsa, “Dînimiz kadını yüceltmiş ve kadın haklarına büyük önem vermiştir” der, yok tam tersine evde karısına söz geçiremeyen biriyse “Dînimiz kadınların kocalarının sözünden dışarı çıkmamasını tembihlemiştir” der, bilime önem veriyorsa, “Dînimiz bilime büyük önem vermektedir, kadın – erkek her mümîni ilim öğrenmeye teşvik eder” der, muhafazakâr bir insansa “Dînimiz toplum ahlâkına uymayı, anne babaya ve büyüklere saygıyı emreder” der, farklı inanç ve kimliklere saygısı olmayan ve başkalarından nefret eden biriyse, “Dînimiz sadece Müslümanlar’ın dost olduğunu bildirmektedir, Müslüman olmayanlarla dostluk kurmamızı yasaklamıştır, çünkü Peygamberimiz ‘kime benzerseniz siz de onlardansınız’ buyurmaktadır” der, etc.

     Dikkat ederseniz, kendisi nasıl bir insansa, dîn de tıpkı öyle bir dîndir. Kendisi en çok neye önem veriyorsa, İslam en çok o şeye önem vermiştir. Kendisi en çok neye karşıysa, İslam en çok o şeye karşıdır.

     Şimdi tezimizi bu kez daha cesur ve daha güçlü bir biçimde tekrarlayabiliriz: Demek ki sadece dînimiz kişiliğimizi şekillendirmiyor, aynı zamanda kişiliğimiz de dînimizi şekillendiriyor.

     Dünyada ne kadar Müslüman varsa o kadar İslam vardır. Dünyada ne kadar Hristiyan varsa o kadar Hristiyanlık vardır. Dünyada ne kadar Solcu varsa o kadar Sosyalizm vardır. Dünyada ne kadar Demokrat varsa o kadar Demokrasi vardır.

     Örneğin bana sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya bir Müslüman olarak benim vereceğim cevap şu şekilde olur: “İslam çevre ve ekolojiye çok büyük önem veren, doğanın ve bitki örtüsünün korunmasını emreden bir dîndir. Hatta yüce kitabımız Qur’ân-ı Kerîm’in % 70’i ekolojidir. Zaten insanlığa çevre bilincini aşılayan ilk dîn İslam’dır. Çevrecilik ilk kez İslam’la başlamıştır. İslam hayvanların ve bitkilerin, ağaçların da tıpkı insanlar gibi hukuklarının olduğunu bildirmiş, insanların hayvanlara ve bitkilere saygılı olmasını emretmiştir.”

     Peki ama gerçekten de öyle mi?

     Hayır, alakası yok. Çok açıktır ki, burada “İslam” diye tarif ettiğim şey, bizzat kendi kişiliğimdir. Yukarıda da bahsettiğim üzere, her insan, inandığı dînin güzelliklere ve yüceliklere önem ve kıymet verdiğini savunmak ister. Dolayısıyla kendisi neye önem ve kıymet veriyorsa, mensubu olduğu dînin o şeylere önem ve kıymet verdiğini iddiâ eder. Herkesin İslam’ı tıpkı kendisine benzer. Kendisi nasıl bir insansa, dîn de tıpkı öyle bir dîndir. Kendisi en çok neye önem veriyorsa, İslam en çok o şeye önem vermiştir. Kendisi en çok neye karşıysa, İslam en çok o şeye karşıdır.

    Örneğin Caner Taslaman’a sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya Caner Taslaman’ın vereceği cevap şu şekilde olur: “İslam bilime son derece önem veren, kadın – erkek herkese ilim ile iştigal etmeyi tembihleyen bir dîndir. Qur’ân-ı Kerîm’in içinde kuantumdan gezegenlere, bing bang’den atomlara ve moleküllere kadar herşey vardır, ama Allah açıkça belirtmemiş ki, biz bilimle uğraşalım ve bulalım. Şu NASA var ya, aslında o uzay istasyonunu biz Müslümanlar kurmalıydık. Aslında NASA astronotları gerçek cihadı yapıyorlar.”

     Peki ama gerçekten de öyle mi?

     Çok açıktır ki, burada Taslaman’ın “İslam” diye tarif ettiği şey, aslında kendisidir, kendi kişiliğidir. Kendisi nasıl bir insansa, en çok neye önem veriyorsa, mensubu olduğu dîn olan İslam’ın da öyle olmasını arzulamaktadır ve öyle olduğuna inanmaktadır.

    Örneğin Hidayet Şefkatli Tuksal’a sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya Hidayet Şefkatli Tuksal’ın vereceği cevap şu şekilde olur: “İslam kadına ve kadın haklarına çok büyük önem veren bir dîndir. Kadın hakları ilk kez İslam’la ortaya çıkmıştır. Aslında yüce kitabımız Qur’ân-ı Kerîm doğru bir şekilde, anlayarak okunsa, görülecektir ki İslam’ın amacı anaerkil bir devlet düzeni kurmaktır.”

     Peki ama gerçekten de öyle mi?

     Çok açıktır ki, burada Tuksal’ın “İslam” diye tarif ettiği şey, aslında kendisidir, kendi kişiliğidir. Kendisi nasıl bir insansa, en çok neye önem veriyorsa, mensubu olduğu dîn olan İslam’ın da öyle olmasını arzulamaktadır ve öyle olduğuna inanmaktadır.

    Örneğin R. İhsan Eliaçık’a sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya İhsan Eliaçık’ın vereceği cevap şu şekilde olur: “İslam sınıf farkını ortadan kaldıran ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla indirilen bir dîndir. Mal, mülk biriktirmek, zenginlik, Allah ve Resûlü tarafından lanetlenmiştir. Yüce kitabımız Qurân-ı Kerîm’de ‘Mülk Allah’ındır’ buyurulmaktadır. Dolayısıyla özel mülkiyet yoktur, maddî gelir eşit biçimde paylaşılmalıdır. Peygamber Efendimiz 23 yıl boyunca Kapitalizm’e karşı mücadele etmiştir.”

     Peki ama gerçekten de öyle mi?

     Çok açıktır ki, burada Eliaçık’ın “İslam” diye tarif ettiği şey, aslında kendisidir, kendi kişiliğidir. Kendisi nasıl bir insansa, en çok neye önem veriyorsa, mensubu olduğu dîn olan İslam’ın da öyle olmasını arzulamaktadır ve öyle olduğuna inanmaktadır.

    Örneğin Adnan Oktar’a sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya Adnan Oktar’ın vereceği cevap şu şekilde olur: “İslam modern olmayı ve şık giyinmeyi emreden, Müslümanlar’ın mutlu ve eğlenceli bir hayat yaşamalarını isteyen, dolayısıyla dans, müzik ve eğlenceye teşvik eden bir dîndir. Cenab-ı Allah mümîn erkeklerin Enrique Iglesias gibi yakışıklı olmasını, mümîn hanımların Jennifer Lopez gibi güzel olmasını istemektedir. Müslüman toplumlar kadına baskı yaparak büyük yanlış yapmaktadırlar. Müslüman kadınlar şık ve modern giyinmeli ve fıstık gibi olmalıdırlar.”

     Peki ama gerçekten de öyle mi?

     Çok açıktır ki, burada Oktar’ın “İslam” diye tarif ettiği şey, aslında kendisidir, kendi kişiliğidir. Kendisi nasıl bir insansa, en çok neye önem veriyorsa, mensubu olduğu dîn olan İslam’ın da öyle olmasını arzulamaktadır ve öyle olduğuna inanmaktadır.

    Örneğin Selahattin Demirtaş’a sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya Selahattin Demirtaş’ın vereceği cevap şu şekilde olur: “İslam zûlme karşı direnişi, zalimlere baş kaldırmayı emreden bir dîndir. Cenab-ı Allah, firavunluk taslayan yöneticileri lanetlemiş ve tek adam rejimine karşı mücadele etmemizi emretmiştir. Peygamberlerin hepsi devrimcidir. Devrimci oldukları için mevcut yönetime karşı çıkmış, devrim yapmışlardır.”

     Peki ama gerçekten de öyle mi?

     Çok açıktır ki, burada Demirtaş’ın “İslam” diye tarif ettiği şey, aslında kendisidir, kendi kişiliğidir. Kendisi nasıl bir insansa, en çok neye önem veriyorsa, mensubu olduğu dîn olan İslam’ın da öyle olmasını arzulamaktadır ve öyle olduğuna inanmaktadır.

    Örneğin R. Tayyip Erdoğan’a sorsalar, deseler ki “İslam nasıl bir dîndir?”, bu soruya Tayyip Erdoğan’ın vereceği cevap sizce nasıl olur? Kendisi nasıl bir İslam’a inanmaktadır? Öyle sanıyorum ki Erdoğan’ın imân ettiği İslam, Sünnî dünyasının “sahih” kabul ettiği ama “uydurma” bir hadis olan ve Peygamber (saw)’in hayatıyla da bağdaşmayan “Yöneticiniz zalim de olsa ona itaat ediniz” diyen İslam’dır. Ne kadar güzel bir dîn, değil mi: “Yöneticiniz zalim de olsa ona itaat ediniz.” Öyle sanıyorum ki, böyle bir İslam’a, “Yöneticiniz zalim de olsa ona itaat ediniz” diyen bu İslam’a, Erdoğan herkesten önce inanacaktır; hatta Hz. Hatice ve Hz. Ali’den bile daha önce davranarak imân edecek ve “İslam’ı ilk kabul eden kişi” olarak tarihe geçecektir. Böyle bir İslam’a, “Yöneticiniz zalim de olsa ona itaat ediniz” diyen bu İslam’a, Hz. Muhammed daha Hira’dan inmeden, hani vahiy gelince titreme geçiriyor ve korkudan evine doğru koşuyor ya, işte eve doğru koşarken, daha evine varmadan Erdoğan Hz. Muhammed’in önünü kesecek ve Kelime-i Şahadet getirip “Sana indirilen dîne imân ediyorum Yâ Resulullâh” diyecektir.

     Görüldüğü gibi herkesin “İslam” diye bildiği ve yaşadığı şey, aslında kendi kişiliği ve yaşamıdır. Kendisi nasıl bir insansa, en çok neye önem veriyorsa, mensubu olduğu dîn olan İslam’ın da öyle olmasını arzulamaktadır ve öyle olduğuna inanmaktadır.

     Öyle olmasa, aynı dîn, İslam, farklı farklı insanlarda ve çevrelerde tamamen farklı hatta zıt ideolojik bedene sahip olabilir mi?

     Tıpkı süt örneğinde olduğu gibi. Süt aynı süttür ama kahveye katıldığında farklı, hamura katıldığında farklıdır. Kahveye giren süt ile hamura giren süt, artık tamamen farklı sütlerdir. Dînler ve ideolojiler de böyledir; hangi bedene girerse onun kişiliğine karışarak ona özgü bir şey olur. Böyle olduğu için, İslam, bu aynı İslam, İhsan Eliaçık’ın bedenine girdiğinde Sosyalizm, Tayyip Erdoğan’ın bedenine girdiğinde Kapitalizm, Devlet Bahçeli’nin bedenine girdiğinde Faşizm, Adnan Oktar’ın bedenine girdiğinde Modernizm, Cübbeli Ahmet’in bedenine girdiğinde Barbarizm, Hüseyin Hatemi’nin bedenine girdiğinde Hümanizm, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın bedenine girdiğinde Feminizm, Caner Taslaman’ın bedenine girdiğinde Astronomi, İbrahim Sediyani’nin bedenine girdiğinde Ekoloji’dir.

     Kişi nasılsa, dîni de öyledir.

     Demek ki sadece dînimiz kişiliğimizi şekillendirmiyor, aynı zamanda kişiliğimiz de dînimizi şekillendiriyor.

     Dolayısıyla kişinin hangi dîni veya ideolojiyi benimsediğinden ziyade, kişinin nasıl bir ahlâka ve kişiliğe sahip olduğu, önem kazanıyor.

     Önemli olan hangi inanç ve fikri savunduğun değil, senin nasıl bir ahlâka ve kişiliğe sahip olduğundur.

     * * *

     Dünya üzerinde sadece 2 millet yaşamaktadır: Erdemliler ve bağnazlar. Ve bunlar yeryüzündeki tüm dîn, mezhep, ideoloji, ırk, etnik köken ve sosyal sınıfa eşit biçimde dağılmış durumdadırlar.  

     Önemli olan erdemdir, erdemli olmaktır. Bağnazın ve yobazın imânından beşer âlemine bir fayda gelmez. Beşere faydası olmayan şeyin de Tanrı indinde bir kıymeti yoktur.

     Erdemli bir insanın imân ettiği ve savunduğu dîn de erdemli bir dîn olur. Bağnaz bir insanın imân ettiği ve savunduğu dîn ise bağnaz bir dîn olur. Kişi nasılsa, dîni de öyledir. Herşey insanın kendisinde bitmektedir, insanın kendi kişiliğinde, karakterinde ve ahlâkında bitmektedir.

     Sen eğer erdemli ve uygar bir insan isen; İslamcı olsan o İslam güzeldir, Sosyalist olsan o Sosyalizm güzeldir, Türk millîyetçisi olsan o Türkçülük güzeldir, Kürt millîyetçisi olsan o Kürtçülük güzeldir.

     Fakat sen eğer bağnaz ve fanatik bir insan isen; İslamcı olsan o İslam çirkindir, Sosyalist olsan o Sosyalizm çirkindir, Türk millîyetçisi olsan o Türkçülük çirkindir, Kürt millîyetçisi olsan o Kürtçülük çirkindir.

     Erdemli insanda her dîn ve her ideoloji güzel durur. Bağnaz insanda ise her dîn ve her ideoloji çirkin durur.

     Senin hangi dînin veya ideolojinin propagandasını yaptığının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, senin nasıl bir insan olduğundur, senin nasıl bir ahlâka ve karaktere sahip olduğundur.

     İnandığın dîn mükemmel bir dînmiş, savunduğun ideoloji gerçek kurtuluş yoluymuş; geç bunları kardeşim, geç bunları… Sen nasıl birisin, onu söyle! Sen nasıl bir insansın, nasıl bir ahlâka ve kişiliğe sahipsin, ondan haber ver bize…

     Sen eğer iyi bir insansan, erdemli ve uygar biriysen, inandığın dîn veya savunduğun ideoloji de muhakkak güzeldir. Şüphemiz yok ondan.

     Sözlerimizin başı da sonu da Allah-û Teâlâ’ya hamddır. Gerçek ilim, ancak O’nun katındadır.

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ HABER

     7 MAYIS 2017

     İBRAHİM SEDİYANİ’NİN “ERDEMLİ OLMAK” KONULU SOHBETLER DİZİSİNİN İLK 20 MAKALESİNİ BU LİNKLERDEN OKUYABİLİRSİNİZ

     Mârifet; Muhalif ya da Taraftar Olmak Değil, Erdemli Olmaktır

     http://www.sediyani.com/?p=7166

     Kazandıklarınızla, Kaybettiklerinizi Satın Alamayacaksınız!

     http://www.sediyani.com/?p=7634

     Zayıflar Farklılara, Güçlüler Benzerlere Düşmandır

     http://www.sediyani.com/?p=7617

     Zaman ve Zemin Aşımına Uğrayan Erdemli Tavırlar

     http://www.sediyani.com/?p=8209

     Hakikati Haksızın Değil, Haklının Yüzüne Çarpmak!

     http://www.sediyani.com/?p=8235

     Millet Olmanın Erdemi ve Asıl Büyük Felâket

     http://www.sediyani.com/?p=8261

     Millî Hareketlerin Erdemi ve İdeolojik Hareketlerin Aramadığı Erdem – 1

     http://www.sediyani.com/?p=8269

     Millî Hareketlerin Erdemi ve İdeolojik Hareketlerin Aramadığı Erdem – 2

     http://www.sediyani.com/?p=8275

     Millî Hareketlerin Erdemi ve İdeolojik Hareketlerin Aramadığı Erdem – 3

     http://www.sediyani.com/?p=8428

     Millî Hareketlerin Erdemi ve İdeolojik Hareketlerin Aramadığı Erdem – 4

     http://www.sediyani.com/?p=10145

     Aydın ile Entelektüel, Aynı Kişi Değildir

     http://www.sediyani.com/?p=11486

     Aydın, Değer Kazanan Değil, Değer Katan Kişidir

     http://www.sediyani.com/?p=11844

     Cahiliye Toplumunda Erdemli Kalabilmek

     http://www.sediyani.com/?p=11889

     Erdem, Faile Değil Fiile Bakarak Tavır Belirlemektir

     http://www.sediyani.com/?p=11958

     Aydın, Desteklediği Parti İktidarda Olursa Nasıl Davranmalıdır?

      http://www.sediyani.com/?p=12332

     Kurtuluş; Farklı Söylemlerin Değil, Aynı Söylemlerin Çatışmasında

     http://www.sediyani.com/?p=12369

     Siyasetçi, Dâvâ Adamı ve Aydın

     http://www.sediyani.com/?p=13725

     Dînlerin Erdemli Temsilcileri Daha Cesur Olmalı

     http://www.sediyani.com/?p=14959

     İnsanlar Âmele, Allah Niyete Göre Hüküm Verir

     http://www.sediyani.com/?p=16224

     Erdem ve Bağnazlık Kıskacında Dîn ve İdeoloji Şekillenmesi

     http://www.sediyani.com/?p=16337

 


Parveke / Paylaş / Share

8 Replies to “Erdem ve Bağnazlık Kıskacında Dîn ve İdeoloji Şekillenmesi”

  1. Seni okuyor ve mutlu oluyorum, sağol. Kendinden (olana) bihaber olmak hepimizdeki eksiklik.

    Dua ediyorum sizlere; bizim de içimizden Ali Şeriati’nin tarif ettiği gibi AYDIN’lar, İbrahim Sediyani’nin tarif ettiğin ERDEMLİ insanlar, Mücahit Bilici’nin tarif ettiği MİLLİYET bilincine sahip kişilerin çıkması için.

    Allah doğru yol üzere birliğimizi arttırsın.

  2. Arı su içer bal akıtır. Yılan su içer zehir döker… Mesele istidat ve karekter meselesi…

  3. Ahlak tamamen din ve ideolojik fikirlerden ayrı olarak insanın fıtratınin gereği olarak oluşurken, insanlar din veya ideoloji ile ona kılıf uydurur. Tabi bu kılıfın doğru veya yanlış oluşu ise tartışılır.

  4. Erdemli ve ahlaklı doğulmaz. Erdemli ve ahlaklı olunur.

    Kimi zaman bir hikmet ehlinden, kimi zaman da Jean Paul Sartre gibi bir tanrıtanımazdan öğrenilir erdem ve ahlak.

    İyilik ve güzel davranış neticesinde sevap, daha ahirinde cennet beklentisi; kötü fiillerden dolayı günah ve cehennem kaygısı taşımayan ateist Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk felsefe ve edebiyat akımını sistemleştiren ve yaygınlaştıran Fransız düşünür ve edebiyatçıdır.

    Sartre “İnsanın doğası yoktur, zira onu tasarlayan bir tanrı yoktur. Herhangi bir insanın hayatı bir projedir: Tasarımı o hayatı yaşayan kişi tarafından yapılmış bir proje. İnsan yalnızca kendisinden değil bütün insanlıktan sorumludur. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken, herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız.” dedikten sonra “Tanrının onun üzerinden elini çekmesi ile insan, varoluşunun bütün yük ve sorumkulugunu yüklenmiştir. İnsan hiç bir dayanağı ve yaratanı olmaksızın, her an insanı(yeniden) icad etmeye mahkumdur” sözü ile söylediklerini açıklamaya çalışır.

    Sartre’a göre insan seçim yapmada ve kendi özünü istediği şekilde kurmakta özgürdür. Bireyin bir faaliyet sahasındaki eylemi kendisini tanımlar.

  5. Birbirini karşılıklı etkileyen durumlardır.

    Devrimler, savaşlar, kişiler, amaçlar, tarihsel geçmişler vs. Domino etkisiyle değiştirir herşeyi.

    Ve son olarak yumurta tavuktan çıkar 🙂

  6. Burada et ve tırnak gibi misal ortaya çıkıyor ama burada dinin karakter üzerindeki etkisi karakterin din üzerindeki etkilerine göre daha fazladır, misal olarak düşünürsek mamoste, İslam milyarlara varan insanın karakteri üzerinde büyük etkili.

  7. İnsanın önünü açan ve onu kamilleştiren, hakikatin kendisinden ziyade hakikate duyulan susuzluk halidir; güzelliğin kendisinden ziyade güzelliğe karşı aşık olma halidir. Susuzluk yoksa su da bulunmaz, bulunsa bile bir faydası olmaz ve aynı sonuca çıkarız. Demek ki kimin ne kadar doğru veya ne kadar yanlış olmasından ziyade, doğruyu, hakikati ve güzelliği kabullenmeye, karşılamaya ne kadar açık ve amede oluşu önemlidir.

    Kişinin varoluş tarzı diğer alanlardaki tarzlarını da kaçınılmaz olarak etkiler, biçimlendirir. Mesela, eğer kendini belli bir formla, renkle ve belli bir düşünceyle özdeşleştirmişse bunun en önemli sonuçlarından biri, o kişinin gelişmeye kapalı statik bir karektere sahip olacağıdır. Diğer önemli bir yansıması, onun gözünde evren dinamik olmaktan ziyade daha çoka statik ve değişmez olarak görünecektir. Statik kişilik envreni de daha çok statik olarak algılayacaktır. Dinamik kişilik ise hayatının sonuna kadar öğrenmeye ve gelişmeye açık olduğu gibi evren tasavvuru da daha çok dinamik bir tasavvur olacaktır.

    Sayın Sediyani’nin tespitleri her kesin az çok kabul ettiği yalın gerçeklerdir. Fakat kabul etmek yetmiyor, ciddiye almak gerekiyor. Yalın gerçekleri ciddiye almamak insanlığın en ciddi sorunlarından biridir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir