Bir Âlim, Bir Mücahîd, Bir Şehîd: Şeyh Said

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     Şeyh Said, köken olarak aslen Diyarbakır – Bismil ilçesinden Kırkdirek (Çılsıtun) köyündendir.

     Şeyh Said Efendi kardeşi (Hınıs Müftüsü) Şeyh Bahaddin’e (3 Ocak 1925, kıyamdan bir buçuk ay önce); “Bahaddin! Ben bu işe (laik rejimin İslam’a saldırılarını, ahlaksızlığın yaygınlaşmasını, halifeliğin kaldırılması, Şerî ahkâmın lağvedilmesi gibi hususları kastediyor – S. E.) elimdeki tek değnekle de olsa karşı çıkacağım” der. Şeyh Bahaddin’in itirazları üzerine Şeyh Said şöyle demiştir: “Bahaddin, Bahaddin! Sanma ki, sen sağ kalacaksın. Ben Diyarbekir’de asılacağım zaman, sen de evinde namaz kılarken öldürüleceksin.” (1) Ki öyle de olmuş ve ilmin derunîliğini, vukufiyetini serdetmiştir. Ve Şehîd Şeyh Said idam sehpasına giderken mesajını tüm âlemin şahîdliğine son kez haykıracaktır: “Değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Şüphesiz mücadelem Allah ve Dîn (İslam) içindir.” (2)

     Şeyh Said gibi kıyamda yer almış olan diğer şeyhler de (Şeyh Şerif, Şeyh Abdullah, Şeyh Şemseddîn…) Nakşibendî tarikatının mensuplarıdır. Bölgede tarikatlar halk tarafından çok önemsenir, sevilirdi. Tarikat bağlısı olmayan bir aile neredeyse yok gibiydi. Belki birçok hadisede merkezî yönetimin çözemediği birçok sorunu bölgenin şeyhleri, âlimleri çözebilmekteydi. Böylelikle önemli bir toplumsal barış ve huzur unsuru olmaktaydılar. Meselâ uzun yıllar süren bir kan dâvâsını hiç kimse durduramazken bölgenin tanınan saygın şeyhleri ya da âlimleri, kanaat önderleri çözebilmekteydi.

     Bölgenin en önemli dîn ve eğitim müesseseleri birçok yerde olduğu gibi tasavvuf  / tarikat müesseseleri ve medreselerdi. Tasavvufta da Nakşibendîlik bölgenin en etkili İslamî yapısı durumundaydı. Bu anlamda Şeyh Said Kıyamı’nı, aynı zamanda zikir ile cihadı ayrı tutmayan, dergâhlarda inziva hayatı yaşamayan, İslam’ı toplum içinde yaşayan ve yaşatma azminde olan bir aksiyon ve Sufilik hareketi olarak niteleyebiliriz. (3) Bu yönüyle Libya’da Şeyh Senusî, Cezayir’de Şeyh Abdulqadir, Çeçenistan – Dağıstan (Kafkasya)’da Şeyh Şamil (Şeyh Şamil de Şeyh Mevlânâ Halid’e tabiydi) kıyam hareketleriyle ortak paydaya sahiptir ve aynı ekolün mensuplarıdırlar. (4)

     Şeyh Mevlânâ Halid’in terbiyesinden, dergâhından geçenler toplumdan kopuk olmayan, siyasal gelişmelere ilgisiz kalmayan, halkla içiçe olan, insanların sorunlarına duyarlı ve toplumu İslami doğrultuda ihyâ eden bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte Şeyh Said’in hayat hikâyesi, İslamî duruşu ile Kafkas kartalı Şeyh Şamil’in Ruslar’a karşı mücadelesi buna birer örnektir.

     Geniş bir aile olan Şeyh Said ailesi, sahip olduğu tüccarlık ile geçimlerini temin çabası ve tarikat / tasavvuf, ilmi yayma, medreseler açma ve âlimler yetiştirme dâvâsı sebebiyle süreç içersinde bölgenin birçok yerine dağılacak ve tüm bölge halkı tarafından tanınacak ve bilineceklerdir. Şeyh Ali Septî, Şeyh Mevlânâ Halid’den Şam’da hilafet – icazet aldıktan sonra vazifesini icra etmeye başlar. Bu doğrultuda Lice’ye yerleşir ve burada medresesini kurar, imamlık yapmaya başlar. Ancak yörede imamlık işini kendi tekeline almış aşiretlerin baskıları sonucu orada duramaz, ayrılır ve Harput / Elazığ’a doğru yol alır. Birçok köyde vaazlar verir ve bu süreç sonunda Palu ilçesinde ikamet etmeye başlar. Dedesi şeyhlik, âlimlik, vaizlik görevlerini ifâ etmiş, daha sonra amcası Şeyh Hasan Palu müftülüğü yapmıştır. Şeyh Ali Septî’nin dört oğlu vardı. Bunlar; Hasan, Hüseyin, Muhammed ve Mahmud idi.

     Şeyh Said, Şeyh Mahmud’un oğludur. Şeyh Said (asıl adı Şeyh Muhammed Said) (5) de Palu’da 1864’te doğmuş, 29 Haziran 1925’te Diyarbekir’de siyasî nitelikli, mâhkeme üyelerinin mebus olduğu, temyiz hakkının olmadığı, adetâ cellat gibi çalışan İstiklâl Mâhkemesi’ndeki yargılama sonucunda 46 dâvâ arkadaşı ile birlikte idama mahkûm edilerek Dağkapı Meydanı’nda asılıp şehîd edilmiştir. Hâlâ mezarının nerede olduğu bilinmemektedir, devlet tarafından saklanmaktadır. [Şeyh Said’in kıyamı sonrası kendisinin şehadeti ardından Kemalist yönetim tarafından tüm aile ve binlerce insan sürgün edilir ve jandarma takibi altında kalırlar ve sürgün edildikleri / bulundukları yerlerden ayrılmalarına asla izin verilmez. Böylece Şeyh Said’in ailesi ve sevenleri birbirinden koparılmış olur. Tekkeleri, dergâhları, medreseleri yok edilir. Bölgede bir kırım ve yıkım yaşanılır. Bunun akabinde âlimlerin asılması, medreselerin, tekkelerin kapatılması, yaşanılan sürgünler, laik eğitim, etnik ayrımcılık sonucunda ileriki aşamalarda bölge halkının İslamî bilgi ve eğitimden mahrum kalmalarına ve etnik / politik dayatmalar sonucunda birçok etkenle beraber İslamî yaşam ve dâvâya sahip kadim coğrafyamız İslamî bilinç ve direnişe yabancı, üstelik İslam karşıtı (PKK gibi) yapıların meskeni haline gelmeye başlayacaktır.]  

     Palu’da kimi ağaların halka zûlmüne şahîd olur ve buna karşı durur. Dergâhlarında ve medreselerinde çok sayıda yetim, fakir talebe yatılı kalmaktaydı. Bunlardandır ki yöre halkı Şeyh Said’in ailesine büyük hürmet, bağlılık gösterir. Diyarbekir, Erzurum, Bingöl, Muş Elazığ, Palu, Hınıs, Malatya ve dolaylarındaki medreselerin çoğunluğu onlara bağlıydı. (6) Bölgede 400’e yakın medrese ile 500 civarı tekke, Şeyh Said’e bağlıydı. Daha sonra Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmud, Bingöl – Karlıova ilçesinden Şeyh Ahmed-i Çanî’nin kızı Amine Hanım’la evlenir ve kayınbiraderinin önerisiyle; medresesinin ve talebelerin iaşelerinin sağlanması, kimseden birşey istememesi ve geçiminin temini için Erzurum – Hınıs ilçesi Kolhisar köyünde araziler satın alınır, oraya yerleşir. Hem geçiminin temini için tüccarlık yapar, hem köyde imamlık yapar, hem de ilmî çalışmalarını açtığı medresede sürdürür.

     Şeyh Said ve ailesi Erzurum’dan Diyarbekir’e, Musul’dan Şam – Halep’e kadar geniş bir sahada hayvan ticareti yapmaktaydı. Dünyalık namına hiçbir sorunları yoktu ve Kemalist düzenin gayr-ı İslamî ve zûlme endeksli yapısına karşı olası bir kalkışma tüm varlıklarını yok edebilirdi ve öyle de olacaktır.

     Şeyh Said’in 6 kardeşi vardır. Bunlar; Bahaddîn, Necmeddîn, Tahir, Mehdi, Abdurrahim, Diyaeddîn idi. Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmut Efendi ilmî çalışmalarını bölgede yaygınlaştırmaya çalışır, dolaşır vaazlar verir, Diyarbekir – Piran’a gelir, burada kendisi de inşaatında çalışarak bir cami inşa eder, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim de Piran (Dicle, o dönem köy idi) ilçesine yerleşir. Şeyh Said babasıyla Hınıs’ta kalır. Şeyh Said Efendi, Hınıs’ta evlenir. Şeyh Said’in ise on çocuğu vardı ve bunların beşi kız, beşi de erkek idi. (7) Ayrıca Şeyh Said’in ailesi ve Müslüman Kürt ahali 93 Harbi denilen Osmanlı – Rus Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin saflarında direnişte bulunmuş, alınan yenilgi sonrası Rus mezaliminden tüm bölge etkilendiği gibi kendileri de etkilenmiştir. Yaşanan ekonomik darboğazda elindeki malı, buğdayı yöre halkıyla paylaşmıştır.

     93 Harbi sonrası ciddi bir göç dalgası yaşanmıştır. Şeyh Said’in eşi Âmine Hanım Piran’a göç esnasında vefat eder, daha sonra Şeyh Said, Cibranlı Halid Bey’in kızkardeşi Fatma Hanım’la evlenmiştir. Kardeşleri arasında Şeyh Said ilim tahsilinde, muhakeme kabiliyetinde dikkat çekmekteydi.

     Şehîd Şeyh Said, bölgede tanınan büyük bir âlim, şeyh, mutasavvıf, kanaat önderiydi. Halk arasında yaşanan birçok sorunun çözümünde etkili olan, bir bakıma “hakem” pozisyonundaydı. Getirdiği çözümler kabul görür, itiraza uğramazdı. (8)

     Şeyh Said, “Fıkıh”, “Tefsir”, “Hadis”, “Sarf”, “Nahiv”, “Akaid”, “Maani”, “Mantık”, “Kelam”, “İslam Felsefesi”, “Eski Yunan Felsefesi” okumuş, “Matematik” ilmini almış (9), Arapça (gayet iyi derecede konuşur ve yazardı), Türkçe, Kurmanc Kürtçesi, Zaza Kürtçesi ve konuşacak derecede Farsça bilmekteydi. Birçok kaynağı ezbere bildiği belirtilmektedir. Özel kütüphanesinde binlerce kitabın bulunduğu ancak bunların kıyam sonrası laik rejim tarafından yakıldığı belirtilmektedir. (10)

     Şeyh Said, müderris, mutasavvıf, müfessir, muhaddis (Hicaz’da iken hadis icazesini alır) ve etkileyici bir hatib idi. Hacc farizasını “Ümmet’in buluşması” olarak gören Şeyh Said, birkaç kez Hacc ibadetinde bulunmuştur. Yaşamlarını İslamî / Qur’anî ilkeler belirliyordu. Kıyam hareketinin ana omurgasını, direncini, aslında Şeyh Said’in şahsiyeti – kişiliği oluşturmuştur denilse abartılmış olmaz.

     Ülkenin gündeminden uzak değildir. O günün koşulları içersinde basını takip etmektedir, birçok dergi ile gazeteyi okumakta, özellikle M. Akif Ersoy’un da yazılar yazdığı Sebil’ür Reşad Gazetesi’ne aboneydi, düzenli okumaktaydı. (Bu duruma mahkemede de işaret etmiştir.)

     Buhara’ya seyahat ederek Şah-ı Nakşibendî’nin türbesini, Hindistan’a giderek Şeyh Abdullah Dehlevî’nin kabrini ziyaret etmiştir.

     Şeyh Said’in asıl adı, Şeyh Muhammed Said’dir. Palu’da doğduğu için kendisine Şeyh Said-i Palevî, kıyamı Piran’da başladığı için Şeyh Said-i Piranî, Nakşibendî tarikatı lideri olduğundan Şeyh Said-i Nakşibendî şeklinde isimlendirmeler olmuştur. Şeyh Said’in ailesinin yaşayan temsilcisi torunu Abdulillah Fırat’tır.

     Şeyh Said doğunca dedesi Şeyh Ali Septî’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Torunum Said, Ümmetin Said’i olacaktır.” (11)

     Şeyh Said, bugünkü Elazığ iline bağlı Palu ilçesinde doğmuş olduğundan ve yöre halkı Kürtçe’nin Zazaca lehçesini konuştuğundan kendisini Zaza olarak kabul edenler de vardır. Zazalar daha çok Diyarbakır, Siverek, Dersim (Tunceli), Elazığ, Palu, Maden, Karakoçan, Çermik,  Çüngüş, Eğil, Dicle (Piran), Hani, Kulp (Pasur), Lice, Bingöl (Çewlîk), Solhan, Kiğı, Genç (Dara Hênê), Ergani, Adıyaman, Ömeran, Varto, Hınıs, Mutki, Bitlis bölgelerinde yaşamaktadırlar. Şeyh Said’in kıyam hareketinin de Zaza Kürtleri’nin yaşadığı bölgelerde başlamış ve yoğunluk kazanmış olması dikkat çekicidir. Zaza Kürtleri, çoğunluğu Şafiî mezhebine tabi, ekseriyetle Nakşibendî tarikatına bağlıydılar.

     Ancak şunu hatırlatmakta yarar vardır: Şeyh Said ne mezhebî bir tutuculuk ne de etnik bir dayatmacılık içindedir. İslam’ın emri de bu şekilde olması şeklindedir. Lakin Şeyh Said sahip olduğu İslamî inanç ve haktan yana, zülme karşı olma düsturuyla Kemalist düzenin zalimane uygulamalarına itiraz edecektir. Bu durumu Şeyh Said’in sözlerinde, yayımladığı bildirilerde, İstiklâl Mâhkemesi savunmalarında görebilmek mümkündür.

     Şeyh Said, İslam tarihinde çok örneği görülen münevver, fedakâr kimseler gibi devrimci yapısı, zülme rıza göstermeme, İslam’a hücumları kabullenmeme ve İslamî hassasiyetleriyle davranan ve bu uğurda candan, canandan, maldan vazgeçmiş (büyük bir servete sahip iken, büyük bir tüccarlık birikim ve ticareti ellerindeyken, yaşlanmış olmasına rağmen imanı elde tutmak ateşten bir kor gibi çetin bırakmak kaybetmek gibi zorlu bir durumda tüm dünyalıklardan vazgeçen) bir serdengeçti olarak karşımıza çıkmaktadır.

     Rivayet edilir ki Şeyh Said hânımına; “En büyük namus, namus-u ekberdir. Namus-u ekber (İslam) çiğnenmektedir. Ben yaşlı halime rağmen namus-u ekber’i müdafaa için çalışacağım. Ben, Hz. Hüseyin’den daha değerli değilim. Yarın Allah’a nasıl hesap veririm?” demiştir.

     Şeyh Said Kıyamı’nda Kürdistan Azadî Cemiyetinin tertibinden söz edenler bulunmaktadır. Bazıları Şeyh Said’i bu örgütün başkanı / lideri göstermektedir. Ancak Şeyh Said hiçbir yerde, hiçbir konuşmasında böylesi bir yapıdan söz etmemiştir. Mâhkemede bu cemiyete dair bir sual sormamış / sorgulama yapmamıştır. İddiâda bulunanların ortaya koyduğu bu örgütün üyeleri listesinde Şeyh Said’in ismi bile geçmemektedir ki bu durumun izahını yapmakta zorlanırlar, yorumda bulunurlar. Yine idam edilen Müslümanlar’dan kimse bu örgütün üye listesinde yer almadığı gibi bu örgütle ilişkili kişiler mâhkemece serbest bırakılırken Şeyh Said, şehid edilmiştir. Sözkonusu örgüte dair bilgiler net değildir ve geniş malumat bulunmamaktadır. Bu örgütün üzerinden Şeyh Said’in kıyamını – dâvâsını ele alanlar meseleye “Kürtlük, Kürtçülük, Müstakil Kürdistan” teziyle yaklaşıp bu anlayışı tarihsel bir hadiseyle temellendirmek niyetindedirler (Kürtçü yazarlardan Ahmet Kahraman, “Kürt İsyanları” kitabında, sayfa 76’da Şeyh Said’in Azadî’nin üyesi ve yönetiminde olmadığını ortaya koyar.). Bu örgütün varlığına dair kısmî bilgilerden hareketle bu yapının dahi gayr-i İslamî bir oluşum olmadığı ortadadır. Lakin günümüzde bu Azadi örgütü üzerinde okuma yapmakta olanların maksadı “Müstakil Kürdistan” savını destekleme maksadıyladır.

     Kanaatimce o günkü Azadi Cemiyeti’ni de öz’ünden savurma ameliyesi sözkonusudur. Burada vurgulamak istediğim Kürt gerçeğinin inkârı değildir. Böylesi bir niyet dahi sözkonusu değildir. Yalnız Şeyh Said’in dâvâsının, amacının, şehadetinin esasının etnik temelli bir kavga değil, kendi lisanıyla Allah ve dîni için oluşunun ortaya konulmasıdır. Uğur Mumcu’nun “Kürt – İslam Ayaklanması” kitabında işaret ettiği üzere Şeyh Said’in mücadelesi / dâvâsı Türk – Kürt çelişkisinden değil, laik devlet ile İslamî direnişin / muhalefetin / Nakşibendî tarikatının arasındaydı.

     Hollandalı Martin van Burinessen de, bu duruma şöyle değinmektedir: “Şeyh Said’in kendisi çok dindar bir adamdı ve Türkiye’deki laiklik reformlarına içten bir kızgınlık duyuyordu. Hareket ‘cihad’ olarak adlandırıldı. Şeyh Said, ‘Emir’el- Mücahidin’ ünvanını aldı.” (12)

     Şeyh Said tek kişilik örgüt gibi çalışıyor, dînî inanç ve mezhep, aşiret, katman farkı gözetmeden mücadelesini veriyordu. Şeyh Said, bölge halkı arasında ve genelde ülkedeki tüm Müslümanlar arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmanın gayreti içindeydi. Bundandır ki İslam ve İslamî kurumların hedef alındığından hareketle tüm Müslümanlar’ın mezhebî, aşiretsel, etnik farklılıklarını bahane ederek verilmesi gereken mücadeleden uzak kalmamalarını vaaz ediyordu. Dolayısıyla Şeyh Said Kıyamı’nın ana nedeni İslamî değerleri tasfiye etmeye çalışan bu Türk ulus dayatmasına ve Batılılaşma ideolojisine boyun eğilmemesiydi.

     Şeyh Said’i yargılayan Diyarbekir İstiklâl Mâhkemesi heyeti üyelerinden Kamal Atatürk’ün has adamlarından Mazhar Müfit Kansu ve İstiklâl Mâhkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren (13), Şeyh Said’in mâhkeme boyunca ısrarla “Kürtlük” dâvâsı gütmediğini, bu kelimeyi kullanmadığını, ısrarla bundan sakındığını belirtmesi; idam esnasında Şeyh Said’in mâhkeme üyelerinden Ali Saip ve Diyarbekir Valisi Mürsel Paşa’ya “Mahşerde hesaplaşacağız” demesi ve Arapça;  “We la ubali bi sulbi fi cuz’u-ir rada. İn kane mesre’l fi-Allah’i we fi’d-din” yani “Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve Dîn içindir” diye haykırması, Şehîd Şeyh Said’in nihaî kimliğini, dâvâsını ortaya koyması bakımından mühimdir.

     Prof. Neşet Çağatay, “Türkiye’de Gerici Akımlar” adlı kitabında; “1923 tarihi, Türk milletinin kaderi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte Monarşik idare bırakılıp Cumhuriyet rejimine geçilmiş… Bin yıldır kader ve kültür birliği yapılan İslam dairesinden ayrılıp (Bin yıllık kader ve kültür birliği yapılan İslam dairesinden ayrılmanın bedeli hâlâ ödenmektedir, ülkenin içine düştüğü birçok sorunun kaynağı bu İslamî birliktelikten, tarihsel bağlardan kopmak ve etnik temelli laik sistemin zorla Müslüman halka dayatılmasıdır) Batı kültür ve medeniyet dairesine girilmiştir…” şeklinde yeni Kemalist yönetimin, Tek Adam’ın yönetimini rengini kapsamını ortaya koyarken Şeyh Said’in bu anlayışa olan tepkisini de bu bağlamda okumak ve anlamak mümkündür.

     Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularından, İstiklâl Harbi komutanlarından Cafer Tayyar Paşa’nın laik Kemalist rejimin koparttığı fırtınaya bakalım ve bunun Şeyh Said’in İslamî karakterine nasıl zıt olduğu değerlendirmesine göz atalım; “Biz iktidar hırsı düşünen insanlar değildik. Biz denge unsuru olmak istiyorduk… Ve onun için bu partiyi kurduk… Bu parti birden bire büyük rağbet gördü. Bunu hiç söylemiyorlar. Ve seçimleri kazanma ihtimali büyük çapta belirdi. Bunun üzerine doğuda bütün İstiklâl Harbi sırasında hiçbir isyan çıkmamışken nasıl olduysa oldu, Doğu’da isyana yönelik kıpırtılar başladı. Bunu Dâhiliye Vekâleti bildiği halde gerektiğinde tedbirler almamak suretiyle isyana dönüştü. Bunun üzerine Halk Partisi de Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkardı. Gayet sert bir kanun ve o kanun çıktığı gün Meclis’i de tatile soktu. O tarihte başvekil olan Fethi Bey, Halk Partisi’nin yaptığı ceberutluğun aleyhinde idi. Ve istifa etti. İsmet Paşa başvekilliğe gelir gelmez ilk iş olarak Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkardı. Ve Meclis’teki bütün gayretlere rağmen Meclis’i o gün tatil etti. Takrir-i Sükûn kararlarına dayanarak da bu partiyi feshettiler. Bu adamlar iktidarı ele geçirmişler ve diledikleri gibi herşeyi yapma sevdasında olan insanlardı… Sonunda tabi bu güçlü grup (CHP) Laiklik namı altında dîn düşmanlığına ve diktatörlüğe yürüdü. İsmi Cumhuriyet’ti ama yönetimi tam şekliyle Diktatörlük’tü. Tam Diktatörlük’tü. Bilindiği gibi sonra da herşeyi yaptılar.” (14)

     M. Zekeriya Sertel ise 1924 yılı inkılâpları için şunları söylemektedir:“Bir hafta zarfında memleket müthiş bir inkılâba şahîd olmuş bulunuyordu. Dîn namına ne kadar müessese varsa hepsi bir haftalık zamanda yıkılmıştı. Ne Şeriat işlerinden sorumlu Şeriye Vekâleti ve ne de Evkaf Vekâleti kalıyor. Şeriat Mâhkemeleri, dînî eğitim veren yuvalar ve medreseler ve en önemlisi Hilafet yani dîn adına ne varsa hepsi bu kısa zamanda yıkılmış bulunuyordu. Bu itibarla 1924 senesi yıkım ve yıkmak senesi olmuştu.” (15)

     Mete Tunçay da şunları aktarmaktadır:  “Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek…” (16)

     Tüm bunlar ve daha fazlası bize Şeyh Said’in derin ilminin, ülke gündemine dair bilgidar oluşunu, İslamî endişeyle duruş sergilediğini, yaşanan gelişmeleri derin hüzün ve kaygıyla takip ettiğini göstermekte, Şeyh Said’in ve duruma rıza göstermediğine delalet etmektedir. İşte bu ahval Şehîd Şeyh Said’in nasıl bir Müslüman âlim – muvahhid olduğunu ortaya komaktadır. Şeyh Said, Müslüman ülkenin ve halkın yozlaşmasına, toplumun İslamî kimliğinden koparılmasına zor şartlar altında kısıtlı imkânlar içinde tepkisini ortaya koymaya çabalamıştır.

     DİPNOTLAR

     (1) İbrahim Sediyani, Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı, cilt 1, s. 61, Şura Yayınları, İstanbul 2014

     (2) Abdülkadir Turan, Fetihler, Hareketler, Şahsiyetler Açısından Kürtler, s. 291, Dua Yayınları s.291Sidar Ergül, Şehid ve Said, Dua yay. s. 215

     (3) Sidar Egrül, Şehid ve Said, s. 106 – 107, Dua Yayınları

     (4) Sidar Egrül, age, s.215

     (5) Prof. Dr. Adnan Demircan, Kürtler, cilt 1, s. 445, Nida Yayınları

     (6) Sait Özbey, Kürtler ve İslamî Kurtuluş, s. 116, Dua Yayınları

     (7) Sidar Egrül, age, s.105 – 106

     (8) Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları, s. 72, Evrensel Basım Yayın

     (9) Prof. Dr. Adnan Demircan, age, s. 446

     (10) İbrahim Sediyani, age, cilt 1, s. 214

     (11) İbrahim Sediyani, age, cilt 1, s. 212

     (12) Martin van Burinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, s. 370, Öz – Ge Yayınları

     (13) Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Said İsyanı, Özge Yayınları, s. 247 – 250, 1992

     (14) Mustafa İslamoğlu, İslamî Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, s. 669 – 670

     (15) Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, s. 119, İstanbul 2003

     (16) 2 Mart 2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanan, Neşe Düzel tarafından tarihçi Mete Tunçay ile yapılan röportaj

     VUSLAT DERGİSİ

     SAYI: 186

     ARALIK 2016


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir