(Geçen sayıdan devam)
ŞEYH ALİ RIZA İRAN’DA
Şeyh Said Efendi, yakalanmadan önce Güney Kürdistan (Irak Kürdistanı)’na gitmek istiyordu. Ancak Suriye ve başkenti Dîmeşk (Şam), Fransız askerlerin işgali altında olduğu için İran’a geçmeye karar vermişti. Sonra yakalandığı (15 Nisan) için, O gidemedi.
Fakat geri kalan mücahîdler, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Diyaeddîn ve Şeyh Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza kuvvetlerine katılıp İran’a doğru ilerlerler. Bingöl (Çêwlîk), Solhan (Boğlan), Muş (Mıj), Tatvan (Tûx), Gevaş (Westan), Van (Tuşba), Özalp (Karkelê Ebex) hattını izleyerek İran Kürdistanı’nın Xoy kentinde bulunan ve etrafı surlarla çevrili bir askerî kışlaya gelirler.
İran’da o zaman Şâhlık rejimi vardır ve Ahmed Şâh Qacar dönemidir. Şâh hükûmeti tedbirini almış ve hazırlıklarını yapmıştır. “Hemen içinizden temsilci heyet gönderin, konuşalım” diye Şeyh Ali Rıza Efendi’ye haber verir. Şeyh Ali Rıza da yanına birkaç ağa alıp Şâh’ın temsilcisiyle görüşmeye gider. Diğerleri de ellerinde silâhları, aç ve sefil bir vaziyette kışlayı çeviren duvarın altında otururlar.
Şâh hükûmetinin temsilcilerinin gelen heyete söyledikleri ilk şart, bu yüzden şudur: “Hepiniz elinizdeki silâhları teslim edin, ondan sonra gelin oturup konuşalım.” Şeyh Ali Rıza buna cevaben, “Bunların hepsi bir milletin ileri gelen ve kendini bilen insanlarıdır; bir gaye uğruna çıkmış, buraya gelmiş siyasî mültecîlerdir; bunlara bunu demek mümkün değildir; ben bunu onlara öneremem” der.
Bu yanıttan rahatsız olan temsilci bağırarak elindeki silâhın dipçiğini Şeyh Ali Rıza’nın kafasına vurur. Şeyh Ali Rıza’nın kafasının her tarafı yara ve kanlar içinde kalır. Yanındakiler müdahale eder. Bunun üzerine Şeyh Ali Rıza, tekrardan bunlara der ki: “Ben onlara haber göndereyim, ama bunu hiçbiri kabul etmez. Önce silahımı teslîm edecek, daha sonra mı masaya oturacağım? Olacak iş mi bu? Ne diyeceksin? Bizi teslim mi edeceksin, öldürecek misin? Bu bilinmiyor ki!” Bunu söyledikten sonra dışarı haber yollar. Ancak Kürdistan İslam savaşçıları, Şâh’a şu anlamlı cevabı verirler: “Eğer biz silahlarımızı teslim etseydik, Türk devletine eder, buraya hiç gelmezdik. Biz silâhımızı vermemek ve özgür yaşayabilmek için, bu uğurda insanlarımızı fedâ ederek, şu anda buradayız!”
İşte tam bu sırada içeriye, “Şeyh Ali Rıza Efendi vuruldu!” şeklinde asılsız bir haber sızar. Kimden ve nasıl geldiği bilinmeyen bu asılsız haber, içerideki Kürt mücahîdleri galeyena getirir. Şeyh Ali Rıza’nın bu haberi duyan hizmetçilerinden biri çok hüzünlenip silâh patlatır. İçeriden atılan bu kurşun, İran askerlerinin başındaki komutan olan yüzbaşının kafasının üzerinden geçer. Şâh rejimi bu ihtimali nazara alıp her tarafa makinâlı tüfekler ve toplar yerleştirmişti. Kurşun patlayınca, Şâh’ın askerleri mitralyozlar ile Kürtler’in bulundukları binaya saldırırlar.
Kale içindeki bütün mücahîdler taranıyor, çoğu şehîd oluyor. Şehîd olanlardan biri de Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Diyaeddîn idi.
Şeyh Ali Rıza ve yanındakiler de esir alınır. Diğerleri kaçıyorlar, fakat Şâh’ın askerleri onları yakalıyorlar ve zindana atıyorlar. Ali Rıza Efendi müsaade isteyip, şehîdleri defnedip, dînî vecibelerini yerine getirdikten sonra O da zindana getirilir. 3 – 4 ay cezaevinde kalırlar. Şâhlık rejimi onların paralarını ve bütün eşyalarını ellerinden alıp onları serbest bırakırlar.
Zindandan çıktıktan sonra, Şeyh Ali Rıza yanındakilerle beraber Şikak aşireti reisi olan “Sımko” lakaplı İsmail Ağa Şikakî’nin yanına giderler. Bir süre Sımko’nun yanında misafir kalırlar. Şeyh Ali Rıza, aşiretin ileri gelenleri ile konuşup, “Biz burada karargâh kuralım, buradan Türk devletine karşı gerilla savaşı başlatalım, siz de bizi destekleyin” deyince, bu, Sımko’yu rahatsız etmiş, bulunduğu konuma zarar vereceği ihtimaliyle Şeyh Ali Rıza’yı vurmayı düşünmüş, ancak aşiret karşı çıkıp, “Sen nasıl Şeyh Said Efendi’nin oğlunu vurursun?” diye tepki gösterebilirler deyip vazgeçmiştir. Şeyh Ali Rıza Efendi bunu hissedince selameti gitmekte görüp, Sımko’dan bir katır alarak Urmîye (Rızaîye) üzerinden Irak’a geçer.
ŞEYH ALİ RIZA IRAK’TA
Şeyh Ali Rıza Efendi, Irak Kürdistanı’nda 4 yıl boyunca Ehl-i Sünnet’in Şafiî mezhebi üzerine dersler verir. O’nun kendisinden dokuz yaş küçük kardeşi Şeyh Selahaddîn de askerî bir okula kaydolur.
1932’de af çıkınca, Şeyh Ali Rıza ve beraberindekiler Türkiye Kürdistanı’na geri dönerler. Şeyh Ali Rıza Efendi, Erzurum’a yerleşir. Oradan çıkması da yasaklanır. Bu arada yine boş durmayan Şeyh Ali Rıza Efendi, yöredeki ağalar ve Xîlbaç aşireti ileri gelenleriyle “Partîya Şimalê Kurdistan” (Kuzey Kürdistan Partisi ) adında bir cemiyet kurar. Sonra, yapılan ihbarlar neticesinde Şeyh Ali Rıza Efendi yakalanıp idamına karar verilir. Şeyh Selahaddîn Efendi’nin yaşı küçük olduğu için ileri atılıp, “Hayır, cemiyeti ben kurdum” deyince, idamdan vazgeçip Şeyh Selahaddîn’e 12 yıl hapis verirler. Cemiyete mensup 11 kişi de tutuklanır. Şeyh Ali Rıza, Ankara’da hapse atılır ve 7 yıl cezaevinde kalır.
Şeyh Ali Rıza, Ankara’da hapiste iken başına gelen bir olayı şöyle anlatır:
“Ben Ankara’da hapiste Qûr’ân okuyordum. O esnada Mustafa Kemal mahpusları teftişe gelmiş. Ben Qûr’ân okumaya devam ederken, 2 gardiyan geldi ve bana dedi ki:
– Kalk, Mustafa Kemal geliyor. Belki sana merhâmet eder ve seni affeder.
Ben dedim ki:
– Ben ve babam bu Qûr’ân’ın yükselmesi için hayatımızı verdik. Başkasını, elimde Qûr’ân varken, ta’zimen nasıl kalkarım?
Mustafa Kemal içeri girince gardiyanlar korkudan titriyor, ben ise Qûr’ân okumaya devam edip önünden kalkmayınca, Mustafa Kemal gardiyanlara,
– Bu kim?, diye sordu. Onlar da:
– Palulu Şeyh Said’in oğludur, cevabını veriyorlar.
O zaman Mustafa Kemal onlara döndü ve dedi ki:
– Ehl-i âhiret ve dîyanet olmak isteyen Şeyh Said ve çocukları gibi, ehl-i dünya ve delâlet olmak istiyorsanız benim gibi olun! Eğer önümde kalkmış olsaydı, daha çok taciz ederdim.”
İDAM SORGULARI TÜM HIZIYLA SÜRÜYOR
26 Mayıs’ta Başkan Mazhar Müfit Kansu, Şeyh Said Efendi’nin sorgusunu yapıyordu:
– Ayağa kalkınız, nerede tahsil ettiniz?
– İslamî eğitim sistemine göre tedrisat yapan medresede tahsil ettim.
– Medreselerde neler okudunuz?
– Bediî, İstiâre, Tefsîr, Hadis, Usul-i Fıkıh, Sarf ve Nahiv okudum. İstiâre, Bediî ve Beyan’ın kısımlarındandır.
– Niçin ayaklandınız?
– Dîn hükümleri zayıflamıştı. Gereğini yapmak istiyordum. Yüce Şeriât’ın hükümlerini uygulamayan bir hükûmete karşı ayaklanmak vacîbdir. Bu, bizim fıkıh kitablarımızda yazar. Biz de bunu için kıyam ettik ve hükûmete biraz olsun, Şeriât mes’elesini anlatmak istedik. Şeriât’ı uygulamalarını teklif edecektik. Allâh’ın takdiri doğrultusunda bu iş gelişti. Şer’ân vacîb olduğu için bu kıyama katıldık.
– Kıyamınızın esbabı nedir, onu söyleyiniz.
– Şeriât mes’elesini, bir de Sebil’ur- Reşâd’ın yazdıkları hiddetimi arttırıyordu. Bizi teşvîk ediyordu. Ben bu fikri, yazı ile halletmek için gidip münâkaşa-i ilmîyye yapayım dedim ve bazı rüfeka bulmak istiyordum. Fakat Takdîr-i İlahî beni Piran’a sürükledi.
– Şeyh Efendi bunları bırak, kıyam sebeplerini söyle!
– Kıyamımızın sebebi, Piran köyünde bir olay oldu. Çatışma oldu. Taraflardan mecruhlar oldu. Bu da bana atfolundu.
– Piran’a gelmezden evvel de dîn mes’elesinden dolayı kıyamı düşünüyordun, değil mi?
– Kalbimde tasavvur ediyordum, lâkin muharebe sur’etiyle değil, risale yazıp Şeriât ahkâmını bildirmek için kanunları da Şer’â mutabık bir şekilde taleb etmek istedik. Meclis-i Mebusan’a göndermek istedim.
– Ne için yapmadınız, böyle bir risale yazmadınız?
– Allâh’ın kaderi bırakmadı. Piran olayı çıktı, önünü alamadık.
– Şeriât ahkâmı icrâ edilmiyor diye isyan ettiniz demek?
– “İmam, Şeriât ahkâmını icrâ etmezse” dedim, “Bu kıyamın cevazına delildir.” Wexta ki vuk’u buldu, işte Şeriât da “vâcibdir” diyor. “Hiç olmazsa günâhkâr olmayız” dedim.
– Şeyh Efendi, sen söylüyorsun ki, “Müslümanlar biribirinin kardeşidir.” Müslüman’ı Müslüman’ın üzerine kıt’ale sevketmek caiz midir?
– Evet, yêkdiğerinin kardeşidir. İmam’a kıyam etmek muharebeyi ihtac etmez mi? Kitab öyle diyor.
– İslamlar madem ki kardeştiler, nasıl oldu da siz Müslümanlar’ı biribiri üzerine kıt’ale sevkettiniz?
– Ya Hz. Ali? Muharebe ettikleri adamlar Müslüman değil miydi? Yine kardeş kalır ve bir de heyet-i vekile vardır.
– Bunlara, dînde gördüğünüz kayıtsızlığı bildirmeden Müslümanlar’ı ne için kıt’ale sevkettiniz?
– Kıt’ale ben sevketmek istemedim. Bu zevâta da yazamadım. Niyette kaldı. Kader bırakmadı. Kavgaya düştük, elimize geçti.
– Bu kıyamınızı vâcib görüyorsunuz. Küffâr, İslam beldelerini çiğnerken cihad nedir?
– O da cihaddır. Farzdır.
– Yunan ordusu bütün memleketi ve İslamiyet’in merkezini (İstanbul’u kastediyor – İ. S.) ayaklar altında çiğnerken, cihadın farzlarını neden yerine getirmediniz, neden Yunan üzerine yürümediniz?
– O zaman perişan ve muhacîrdik.
– Oğlunuz Ali Rıza İstanbul’a gitti mi?
– Gitti.
– Ne zaman gitti?
– İsyandan bir ay evvel.
– Oğlunuz Ali Rıza İstanbul’dan geldikten kaç gün sonra isyan oldu?
– Yaklaşık bir ay sonra.
– Oğlunuz İstanbul’da isyan olayını kimlerle konuştu ve size ne haberler getirdi?
– İsyan mes’elesini İstanbul’da işitmemiş. Hatta Halîd Bey’in tutuklandığını Erzurum’da oğlundan duymuş.
– Oğlunuz İstanbul’dan geldikten sonra, herhalde Şeriât şöyle böyle olmuş diye birşeyler söylemiştir.
– İstanbul’da Xînûs Kürtleri’nden birine misafir olmuş ve Seyyîd Abdulkadir Efendi’yi ziyaret etmiştir.
– İstanbul’da kimden fikir almıştır?
– Kimseden fikir almamıştır. Akraba-i taallukata misafir olmuştur. Seyyîd Abdulkadir’i ziyaret etmiştir.
– Ne maksatla İstanbul’a gitmiştir?
– Ticaret maksadıyla… Halep tüccarlarına mal satmıştı. Biz otuz seneden beridir hayvan ticareti yaparız.
– İstanbul’dan döndükten sonra oğlunuzla nerede görüştünüz?
– Şavşar’da görüştük. Dara Hênê vilayetinin bir köyüdür.
– “Rastlantı sonucunda ve olayları yarattığı yerde ayaklanma oldu, ben de karıştım” diyorsun. Oysa ayaklanma için üç ay önce yollara düşmüşsün. Ne için bu seyahât?
– Biz çıktık, lakin Divan-ı Harb, Bitlis’te şahîdlik için beni istediler. Şeyh Abdulbakî’ye yazdım. “Benim ifademi burda alsınlar, müsaade alırım” dedim. Müsaade edildiğine dair haber geldi. Xînûs’ta mâhkemede ifademi aldılar. Memleketin kışı uzundur. Palo’ya gelip kalmak istedim.
– Hangi ayda çıkmıştınız?
– Aralık ayında çıktım.
– Yaşlı bir insan, kış günü böyle bir seyahâta çıkar mı? Neden ilk ve sonbaharda veya yazın çıkmadınız? Böyle bir zaman daha uygun değil mi?
– Günde üç saat gidiyordum. Fazla gidemiyorduk, yer elverişli değildi. Odun ve ateş yoktu. Yazın ticaret ve ziraat ile meşgulüz. Aralık ayı ise durgunluk ayıdır, iş yoktur.
– O zamandan ayaklanmaya kadar ne kadar süre geçti?
– İki aydan fazla geçti.
– Aradan çok geçmeden ayaklanma oluyor. Dediniz ki, Sebil’ur- Reşâd okuyorsunuz. Demek ondan ilhâm aldınız, düşündünüz ve ayaklandınız.
– O fikrimde vardı. Patlamak niyetimde yoktu, fakat patladı.
– Piran’daki hadise nasıl gelişti?
– Öğle vakti ismini bilmediğim bir mülâzım odaya geldi ve Mehmed oğlu Ahmed adında bir mâhkûmun evine on kadar başka mâhkûm sığındığını, bunların teslimi için tavassutta bulunmamı rica etti. Hemen mâhkûmlara haber göndererek teslim olmalarını nasihat ettim. Fakat mâhkûmlar “talaq-i selase” (üçlü boşama – İ. S.) üzere ahdettikleri için teslim olmayacaklarını bildirdiler. Sonradan duyduğuma göre, mâhkûmlardan sekizi serbest bırakılmış, geriye kalan ikisi ise teslim olmamışlar. Bunun üzerine ikisi içerden, sekizi de dışarıdan ateş açarak jandarmayı dağıtmışlar ve hepsi kaçmışlar.
– “İsyanın patlak vermesine jandarmanın karışması sebeb oldu” diyorsunuz. Jandarmalar gelmese, vurulmasa idi, isyan olacak mıydı?
– Hükûmetin gidişatının İslam’a muhalif olduğunu, “Devletin dîni İslam” olan maddenin işlerliğinin sağlanmasını mektubla, telgrafla sağlayacaktım. Gereğini yazılı olarak yapacaktım.
– O halde size ne oluyor da işe karıştınız?
– Katil oldu, nasihat ettim, rica gönderdim. Sekiz zanlı tahliye ettirdim. Ben köyden çıktım, gittim. Sonra işin içine köylüler karıştı, ayaklanma başladı. Bir daha içinden çıkamadık.
– Bunu neden tabiî görüyorsunuz?
– Vallâhî bilmem, Allâh bilir.
– İsyanın maksadı, jandarma gelmiş, adam yakalamış gibi şeylerden olmaz.
– Jandarma mes’elesi olmasaydı, gereğini yazı ile yapacaktım. Altı ay sonra, bir sene sonra… Allâh takdîr etti de oldu.
– İnsan iradesini inkâr mı ediyorsunuz?
– İnsan iradesi de vardır elbette…
– Siz her şeyi kaza ve kadere bağlıyorsunuz. İrade-i cüzîyenizi inkâr mı ediyorsunuz?
– Hayır, irade de var tabiî… Ben de boş değilim, benim de sorumluluklarım var tabiî, inkâr etmiyorum. Bu dünyada yaptığımdan veya yapmadığımdan yahut konuştuğumdan veya konuşmadığımdan hesaba çekileceğim.
– Bu işi niçin yaptınız?
– Şeriât hükümleri tatbik edilmezse, tüm Müslümanlar üzerine kıyam vacibdir.
– Amacınız neydi?
– Şeriât hükümlerinin hükûmet tarafından uygulanmasını sağlamak düşüncesi, benim başımda yaşayan bir fikir ve arzuydu. Bunu, gerektiğinde söylemekten de çekinmezdim.
– Neticelerini düşünmediniz mi?
– Şeriât uğrunda ölürsek, dînsiz gitmeyiz.
– Ayaklanmayı yalnız başınıza yaptığınıza inanmıyorum. Herhalde sizi kışkırtanlar, yüreklendirenler vardır.
– Ne içeride, ne de dışarıda kışkırtan vardır. Dışarıdan kasdım ecnebîlerdir. Qûr’ân’ın buyrukları doğrultusunda kıyam ettik. Biz bütün hatt-ı harekâtımızı Qûr’ân-ı Âzimuşşan’dan istihrac ediyoruz.
– Bu kıyamı yalnızca siz mi düşündünüz?
– Evet, yalnız benim fikrim vardı. Ulemâ, fukehâ ve ukelâyı göreyim dedim. “Dîn ahkâmı bırakıldı, onları isteyelim” dedim. Tekliflerimizin tamamı kabul edilmese de büyük bir kısmının kabul edileceğini ümid ediyordum.
– Ukelâ ve ulemâyla görüştünüz mü?
– Görüşmedim, görüşemedim, zaman kalmadı. Bu iş başladı.
– Türkiye Cumhuriyeti’nin eski hükûmette olduğu gibi şahısların böyle bir müracaat ve tekliflerini dinleyeceğine nasıl ihtimal veriyordunuz? Kimlerle müşavere ettiniz?
– Müşavere etmedim.
– Ayaklanmayı nasıl düşündünüz? Sizi kışkırtanlar var mıydı? Yoksa ilhâm mı vakî oldu?
– Hâşâ!.. İlhâm?… İlhâm vakî olmadı. Kitablarda gördük. İmam ne zaman Şeriât kurallarını uygulamazsa, üzerine kıyam vâcibdir. Hükûmete Şeriât kurallarını uygulama sorumluluğunu anlatmak istedik.
– Diyarbekir’e saldırırken kaç bin kişi vardı?
– Bilmem, Allâh bilir. Ben o gece Semahê’deydim. Dörtbin, dörtbinbeşyüz, belki beşbin asker olabilir. En güzelini Allâh bilir.
– Bu askeri siz Semahî’deyken kim yönetiyordu?
– Hênêli Salih Bey, Mustafa Bey, Şeyh İsmail, Abdullatif, Heci Selim var ise de kesin olarak bilmiyorum.
– Sizin askerlerden o gece kaç kişi Diyarbekir’e girmişti?
– Seksen ilâ yüzkırk arasında söyleniyor.
– Münhasıran Diyarbekir’i almakla ne kasdediyordunuz?
– Rızkımız, nasibimiz bu tarafa düşmüştü.
– Diyarbekir’i almakla ne olacaktı?
– Diyarbekir’i aldıktan sonra, İslam’ın hadlerini tatbik edecektik. Dünyayı, Peygamber’in zamanındaki kadar olmasa da biraz iyileştirecektik. Üstümüze bu kadar asker gönderileceğini tahmin etmiyorduk.
– “Fetih” tâbirini kullanıyorsunuz. Mektubunuzda, imzanızın üstünde “Emîr’el- Mûcahîdîn” yazıyorsunuz. Bununla maksadınız ne idi?
– Bu ünvandan sonradan istikrah ettim. Nedamet duydum. “Xadîm’ul- Mûcahîdîn” yazdım. “Xadîm” ünvanına döndüm.
– Diyarbekir’i böyle kolaylıkla ele geçireceğinize ne suretle kanî oldunuz?
– Ben Diyarbekir üzerine yürümek taraftarı değildim. Bazı ağalar…
– Kimlerdi?
– Hênêli Mustafa Bey, Têrkanlılar…
– Başka kimler vardı?
– Mustafa Bey vardı. Başkasını hatırlamıyorum. Salih Bey’i muhakkak biliyorum. Kâğıt yazdı. “Diyarbekir üzerine gitmezsek ahali dağılır” dedi. Diyarbekir’e hücûmu tavsiye ediyordu.
– Lice’den buraya mektub yazdırdınız mı?
– Ben Lıcê’de esir süvarî kaymakamı Cemil Bey’e, Mürsel Paşa’ya hitaben bir mektub yazdırdım ve bunda maksadımın Şeriât olduğunu, elbirliği ile dînin ihyâsına çalışmamız gerektiğini yazdım. Fakat, vardı – varmadı bilmiyorum.
– Başarıyı ne ile tahmin ediyordunuz?
– “Üzülmeyin, gevşemeyin! Eğer gerçekten imân etmişseniz, muhakkak ki üstün gelecek sizlersiniz” âyetinden anlıyoruz.
– Diyarbekir içinde size yardım edecek var mıydı?
– Vardı.
– Kimlerden yardım umuyordunuz?
– Ahaliden… Şehrin içi ile alışverişimiz yoktu, fakat Diyarbekir halkının büyük çoğunluğunun dîndar ve İslamiyet’e bağlı olduğunu herkes bilir.
– Özellikle kimlerden? Başka?
– Nakib’in dîndar bir Müslüman olduğunu, Cemilpaşazâdeler’in dîne bağlı olduklarını söylüyorlardı. Fakat kendilerini bilmiyordum, tanımıyordum.
– Bunu söyleyen kimlerdi?
– Salih Bey, Têrkan ağaları…
– Size böyle mühim bir haber verilirse, aslını sormaz mısınız?
– Bu gibi haberler çok olur. Biz cephedeyken bile bize bir sürü acayip haberler geliyordu. Muş, Bitlis işgal edilmiş diye haberler geliyordu. Sonra bunların yalan olduğu ortaya çıkıyordu. Biz sadece kulaktan dolma haberler alıyorduk ve sahih olup olmadıklarını teyid ettirme imkânımız yoktu. Ne postamız vardı ne de irtibatımız.
– “İslamiyet böyle oldu, şöyle oldu, ayaklanma vacibdi” diyorsunuz. Sonra ayaklanıyorsunuz. Bunca Müslüman kanı dökülmesine sebeb oluyorsunuz. Bu günâhı düşünmediniz mi? Bu günâh değil mi?
– Şeriât’ı inşaallâh tamir ederiz, bir miktar can kaybı olsa da yine Şeriât içindir, dedik.
– Herhalde bir tertibatınız vardır. Tertibatsız, şuursuz böyle beyhude yere Müslüman kanı akıtmak caiz mi? Bunu niye evvelden düşünmediniz?
– Şeriât’ı inşaallâh bozmam, dedim.
– Şeriât kuralları uygulanmıyor diye ayaklandınız öyleyse.
– Allâh, Qûr’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor: “Fitne ortadan kalkıp dîn yalnız Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfâl, 39). “İmam Şeriât ahkâmını icrâ etmezse” dedim, “bu ayaklanmanın meşruluğuna, geçerliliğine delildir.” Wexta ki vuk’u buldu, işte Şeriât “vâcibdir” diyor. “Hiç olmazsa günâhkâr olmayalım” dedim. Hepimizin bildiği gibi, Hz. Hûseyn, zalim olan Yezid’e karşı kıyam etmiştir.
– Diyarbekir’e girdiniz, maksadınız ne idi? Ne yapacaktınız?
– Diyarbekir’de âlîmlerle görüşüp, dîn mes’elelerini hükûmete resmen yazacaktım. İçki yasağı gibi İslam’ın hadlerini koydurtup, Diyarbekir ve Elâzîz gibi illerdeki kapatılan medreseleri açıp diğer medreselerin açılmasını isteyecektik.
– Hükûmet taleplerinizi kabul etseydi ne olurdu?
– Günâhtan kurtulurduk. Evimizde otururduk. Hükûmet isteklerimizi kabul etseydi, hicret isterdik. Hicret izni vermeseydi, günâh bizden giderdi. Otururduk.
– Diyarbekir’i aldıktan sonra müstakil bir Kürdistan Krallığı kurmak istiyor mu idiniz?
– Krallık bilmiyoruz. Benim yegâne maksadım, dîn hükümlerini tatbik ettirmekti. Ben zaten ne devlet başkanlığı yapabilirim, ne de elimden böyle birşey gelir. Devlet kursak bile başına ben geçmezdim. Ben kesinlikle Şeriât’ın yaşanmasını arzulamıştım, başka da bir derdim yoktu. Putperestlik dînini ihyâya ve âyan-ı mefkurelerini icrâya çalışan bu laik Türk hükûmetini, Cemîyet-i İslamîye tenbil ederek bir İslam hükûmeti vücûda getirmek amacında idim.
– Diyarbekir’e girmeyi başaramadınız. Ondan sonra ne gibi harekâtlarda bulundunuz?
– Çapakçur’a, Dara Hênê’ye geldik. Licêliler’in karşılamaya geldiklerini gördüm. Lıcê’ye gitmeye niyetim yoktu. Ondan sonra Kürtler’e izin verdim. Evlerine gönderdim. Eglê’ye gittim. Maden ve Erğanî’nin işgalini orada duydum.
– Siz yalnız Kürtler’le mi iş görmek istiyordunuz? Eğil taraflarında Türkler ve büyük adamlar da var, onlarla neden görüşüp işbirliği yapmıyordunuz?
– Eglê taraflarına, Erğenê’ye gittim. Türkler’i de çağırdım. Onlara “Dînimize çalışalım” diyordum.
– Onlar sizinle beraber ayaklandılar mı?
– Tutan tutuyor, tutmayan tutmuyordu sözümü…
– Erganî’den kimler vardı?
– Erğenê’den Şevkî Efendi vardı, Hamîd Ağa vardı, Hecî Hûsnî Efendi vardı. Bunların hepsi Türk’tüler. Meselâ onlar bizim İslamî kıyamımıza katıldılar.
– Bunlar Türk mü, Kürt mü?
– Türk’türler, onlar da bize katıldılar. Bizimle birlikte kıyam ettiler.
– Kürdistan Teâli Cemiyeti’nden haberiniz olmadığını söylediniz. Bitlisli Yusuf Ziya Bey geldiği zaman ne görüştünüz?
– Yusuf Ziya Bey’i tanırım. Bana gelmişti. Ramazan’da idi. Bitlisli Haydar Efendi, Yusuf Ziya Bey’in Muşlu Reşîd Bey’le ziyarete geldiğini söyledi. Kendisinden ders okumuştum. Birkaç saat kaldılar. Çay içip gittiler. Baharda Xînûs’a gelmişti. Benim köyüme geldi.
Sonra Mazhar Müfit Kansu, elindeki belgeyi sesli bir şekilde okuması için kâtibe emretti. Bunun üzerine kâtib, belgeyi okumaya başladı:
“Türk Cumhuriyeti’nin İslamîyet’e muğayîr ahvâl ve harekâtı ve bilhassa muhibb-i İslamîyyet olan Kürt eşraf ve hanedanına reva görmekte olduğu mezâlim ve hakaret ve kin ve nefret birkaç seneden beri gazete ve evrak-i remîyyelerinde okunuyor. Ve bunlar Ermenîler’e yaptığı muameleyi Kürt müteneffizânına da bir muamele yapmak fikrinde oldukları ve hatta geçen sene içtima eden Meclis-i Mebusan’da bu hususun müzakere kılındığı ve karar verildiği de mevsuk-i menabîden istihbar kılınmış ve buna dair de birçok alaim mesbuk ve mevcud olmuştur.
Salâbet-i İslamîye ve asabîyet-i Kürdîye’si ğaleyana gelen birçok zevat bir Cemîyet-i İslamîye teşkil ederek müstakil bir İslam hükûmeti vücûda getirmek fikrindedirler. Allâh muvaffakiyet versin. Âmin.
İşte İslamîyet’ten fersah fersah ırak olan, âded-i kadîm putperestlik dîni ihyâ ve âyin-i metrukelerini icrâya hatwe atan bu Türk Laik Hükûmeti’nin izmihlâline çalışanlara an semi’ul- kalb muavenet-i maddîye ve bedenîyede bulunacağımızı ve bu uğurda icab eden her türlü fedâkârlığı ifâda tereddüt ve rehavet göstermeyeceğimizi ve emin olduğumuz her ferdi, her zâtı bu hususa tahrik ve teşvik edeceğimizi taahhüd eylediğimizden iş bu taahhüdnamenin zi’rini bitaverrıza imza ve tehmir eyleriz.
Abdullâh Ağazâde, Mustafa ibn-i Zûlfî oğlu Mûhâmmed, Mûhâmmed Ağazâde Bahrî, Fahrî, Abdurrahîm, Zûlfî Perzîd Ağazâde, Molla İmranzâde, Büyük Hacı Ağazâde Hasan, Kürdîyanzâde, Sofu Ömerzade Dıranî, Molla Bekîr, Mustafa Zûlfî Ağazâde, Melamîyanzâde Ahmed, Hacı Ali Ağazâde, Hacı Bekîr Ağazâde Mûhâmmed.”
Sorgu devam eder:
– Burada bir beyanname var, demin okundu, dinlediniz mi?
– Dinledim velâkin kimin yazdığını bilmiyorum.
– “Millet Meclîsi’nde dîndar mebuslar, dînsiz mebuslar da var” diyorsunuz. Onlara neden dînsiz diyorsunuz?
– Açıkça görmesem “dînsiz” demem.
– İslam dîninin icraattan kaldırıldığını hangi mebusun beyanından çıkardınız?
– Ziya Hoca’nın meclisteki beyanından: “Bizim yenilgimiz işret, dans, plaj sefasından başka birşey değildir. Fuhuş gittikçe artıyor. Müslüman kadınlar edeblerini kaybetme yolundadırlar, sarhoşluk ve zina hükûmet tarafından himaye, hatta teşvik olunuyor. Dînî duygular rencide ediliyor. Yeni rejim, sadece ahlaksızlığı getirmiş. Bunlar ‘ilericilik’ adı altında yapılıyor. Bu rezil idare tarzı, memleketi uçurumun kenarına getirmiştir.”
– Bu beyandan memnun oldunuz mu?
– Elbette ki memnun olurum. Lakin anlatılanlar hiç de memnun olunacak şeyler değil. Keşke her mebus Ziya Hoca gibi kötülüğün karşısında İslam’ın müdafaasını yapabilse!…
– Yani her mebus hoca mı olsun?
– Müslüman olsun yeter!
Mâhkeme üyesi Ali Saip Ursavaş, Şeyh Said’in bu sözüne çok sinirlenerek sorguya müdahale etti ve bağırdı:
– Karşınızda Müslüman oğlu Müslüman Türk askeri vardı. Onlara nasıl kurşun attınız? Bu kadar kan döküldükten sonra pişman olmak, ‘Emîr’el-Mücahîdîn’ imzâsını atmak ne demektir?
Şeyh Said bu soruyu yanıtsız bıraktı. Öfkeyle kalkan Ali Saip, tekrar sessizce yerine oturdu. Mazhar Müfit sorguyu sürdürdü:
– Lice müftüsüne yazdığınız mektubda, intikam aşkından bahsediyorsunuz. Bu, isyanın evvelce hazırlanmış olduğunu ispatlamaz mı?
-Mektubu ben yazmadım. Hem, İslam’da intikam diye birşey yoktur.
– Altında imzanız var.
– Mümkün değil.
Sorguya Ali Saip Ursavaş devam etti:
– Dîn hükümlerinden kasdınız nedir?
– İçki yasağı kaldırıldı. Şeriât hükümleri lağvedildi.
– “İslam’a kılıç çeken İslam değildir” hadîsinden haberiniz var mı?
– Ama hükûmet dîn hükümlerini bırakmıştı.
– Hamdolsun hepimiz Müslüman’ız. Qûr’ân okuyoruz, zekât veriyoruz.
– İslam sadece Qûr’ân okumak ve zekât vermekten ibaret bir dîn değildir. İslâm, okunan Qûr’ân’ı hayatımıza ve devlet-i âliye hâkim kılmak demektir. Hem dîn cezalarından hangisi var?
Ali Saip sertleşti:
– İslamlar’da senden daha alîm yok mudur?
– Çoktur.
– O halde?
– Ben Qûr’ân’dan anladığım şekilde hareket ettim. Çünkü Tevhîd bize, Allâh’tan başka kanun koyan tüm tağutî sistemlere karşı kıyam etmemizi emrediyor. Ben de bundan dolayı kıyam ettim.
Mâhkemenin bitmesi üzerine Şeyh Said Efendi, etrafındakilerin duyabileceği bir şekilde şunları mırıldandı: “Artık ölümden korkmuyorum, şu anda gelse bile… Allâh bu dâvâyı ölüme terketmeyecektir. Sonucu Allâh’a bırakıyor ve O’nun vereceği cezaya razıyım.”
Şeyh Said ve diğer sanıkların sorgulamaları 20 Haziran Cumartesi gününe kadar sürmüş, sanıkların savunmalarını hazırlamaları için duruşma 27 Haziran Cumartesi gününe bırakılmıştı.
Ünlü yazar Bernard Lewis, “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı kitabının 246. sahifesinde, Şeyh Said Kıyamı’nın temel ereğini şöyle belirtir: “Şeyh Said ve mürîdleri, Allahsız cumhuriyeti devirmeyi ve hilafeti geri getirmeyi istemiştir.”
3 Haziran Çarşamba günü Diyarbekir İstiklâl Mâhkemesi Savcısı’ndan Ankara İstiklâl Mâhkemesi Başkanı’na şöyle bir telgraf gelir:
“Ankara İstiklâl Mâhkemesi Başkanlığı’na;
Kılıç Ali Bey’e mahsustur.
Saip’le benim, arasıra nöbetimiz gelir geçer. Fakat ne O’nun, ne de benim huysuzluğumuz uzun sürmez. Sizleri orada belki heyecan ve endişeye düşüren istihbarat olmuştur. Lâkin nabehemaldir. Müşterek ve pek mukaddes millî gaye uğruna ölmek lazım gelse, benle Saip yanyana görünürüz. Hürmet ve hasretle cümlenizin gözlerinizden öperiz. Saip arasıra size havadis verdiği için ben yazamıyorum. Zîra vaktim de yoktur. Tekrar gözlerinizden bütün arkadaşlar öperiz kardeşim.
3 Haziran 1341
Şark İstiklâl Mâhkemesi Savcısı Süreyya”
(Devam edecek)
HİRA DERGİSİ
SAYI 10
OCAK 1994