Benim için, sevgili Can Dündar’ın “Kırmızı Bisiklet” adlı kitabındaki o hoş ifadesiyle “babamın oğluydum eskiden, oğlumun babası oluverdim birden” tarihi olan 6 Nisan 1997 günü kaleme aldığım, 6 Nisan 1998’de Sebat dergisinde, 6 Nisan 1999’da Selam gazetesinde, 6 Nisan 2007’de ise Haksöz sitesinde okuduğunuz “’I’m Malcolm’” adlı makaleme şu sözü söyleyerek başlıyorum: “Mârifet, aynı gözle yüz değişik ülkeyi gezmek değil, aynı ülkeye yüz değişik gözle bakabilmektir.”
Hayatın iki defa yeniden başladığı coğrafyada mesken tutmuş, insanlık tarihinin ilk kez yerleşik hayata geçmiş, ilk şehrini kurmuş, ilk üniversitesini inşâ etmiş, ilk medeniyetinin temellerini atmış, Hatem’ul- Enbiya’nın (anam, babam ve çocuklarım O’na fedâ olsun) kutlu çağrısına da gönderildiği toplumdan sonra ilk “Lebbeyk” demiş bir kavmin henüz yerleşik hayata geçmemiş, hem göçmen hem de göçebe bir yaşam süren, evini bindiği taşıtın içinde, eşyalarını da üzerindeki kıyafetin ceplerinde taşıyan bir ferdi olarak, farklı olmak adına değil, ben etrafımdakilerle ilgili yazmaya başlamadan çok önceleri benimle ilgili yazılan yaz(g)ı değişik olduğu için, “gezi yazıları” kaleme alıyorum.
Gerçek birer dâvâ eri olan ve yolumuzu aydınlatan büyük yazarlar, “yazdıklarını yaşarlar”. Benim gibi sıradan ve basit yazarlar ise “yaşadıklarını yazarlar”. Yazdıklarını yaşamak zor, günâhkâr ve riyâkâr benden çok uzak; ancak yaşadıklarını yazmak da, ara başlıklara, koyu puntoyla yazılanlara göz gezdirip resimlere bakmayı “okumak” kabul edenlerin zannettiği gibi kolay değil. Hem, “kolay”, konuşurken, yazarken, muhataplarının akıllarına ve kalplerine hitab etmeyen, onların düşüncelerine ve duygularına seslenmeyen, konuşurken, yazarken, onların daima “gözlerinin içine” bakan bir “yolcu”nun seçtiği “yol” değil.
İmam Humeynî’nin “şerhettiği” 40 Hadis’ten biri olanda, birincisi olanda sözünü ettiği “rahmanî ordular” ve “şeytanî ordular” muharebesinden farklı olarak, aynen, Ahmet Arif’in “Düşün, uzay çağında bir ayağımız / Ham çarık kıl çorapta olsa da biri” diyen şiirinde veya Ahmet Kaya’nın “Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge / Yaprak döker bir yanımız / Bir yanımız bahar bahçe” diyen şarkısında anlattığı gibi, aynı anda hem mutluluğu hem mutsuzluğu yaşamak, iki ayrı duyguyu da kendisiyle birlikte sürüklemek, hem neşeli hem hüzünlü, hem sevinip hem ağlamak, hem çok şeyler peşinde koşup hem hiçbir beklentisi olmamak, anlatması “kolay” mıdır ki ben derdimi, içimdekini, içimi kemireni kâğıda döküp anlatabileyim? Aynı anda iki hayatı birden yaşamak, bir bedende iki can taşımak, iki farklı kişi, iki değişik kimse olmak, iki ayrı isim, iki ayrı kimlik taşımak, biribirine hiç benzemeyen bu iki insanı, iki ismi aynı anda mutlu etmeye çalışmak, beslemek, barındırmak, yükünü almaya çalışmak, sıkıntılarını ve beklentilerini yüklenmek “kolay” mıdır dostlar?
Allâh, önce Adem’i yarattı; sonra da Havva’yı. Allâh, Havva’yı Adem’e “hayat arkadaşı” kıldı, “yoldaş” kıldı. Havva’yı Adem’e “eş” kıldı. “Eş”, yani “biri olmadan öteki yarım kalan, biri ötekini tamamlayan, ikisi biraraya gelince bir olan, iki bedende bir kişi olan”. Ve insan, “dağların yüklenmek istemediğini bile yüklenen” insan, tek başına kalınca, “yalnız” kalınca “yarım” olurken, ancak “iki bedenin” yanyana gelmesiyle “bir kişi” meydana gelirken, “bir bedende iki kişi” taşımak, aynı anda iki ayrı insan olmak, en müşkülü de, biribirine hiç benzemeyen bu iki insanı, farklı bir çizgide yürüyen, farklı dünyalara hitab eden bu iki kişiyi, iki ismi aynı anda mutlu etmeye çalışmak, ikisini aynı anda beslemek, barındırmak, yükünü almaya çalışmak, dertlerini ve beklentilerini yüklenmek, daha kendine bile faydası olmayan, “babasının oğluyken, oğlunun babası oluveren birden” için, fazlaca “zor” değil mi, yarenler?
“Mârifet, aynı gözle yüz değişik ülkeyi gezmek değil, aynı ülkeye yüz değişik gözle bakabilmektir” sözünü seyyâha söyleten de bir çift gözdür, “iki göz.” Biri, Allâh’ın her tür râhmeti, bereketi karşısında duyarsız, kendisine sunulan nimetlere ve imkânlara şükretmeyen, hamdetmeyen, önüne serilen dünyanın içindeki küçük bir köyün bile kıymetini bilmeyen, câhil, tatminsiz, diğeri ise tam aksine, küçük bir köyün içinde gezegenler keşfeden, yürüdüğü dar bir sokakta dünyalar bulabilen, yorumsuz bakan çocukların gözlerinde denizler, okyanuslar, hedefsiz uçan kuşların kanatlarında dağlar, iklimler görebilen.
Hiçbir canlı türünün yaşamasına elverişli olmayan Van Gölü’nde yaşayan tek balık olan, bu gölün sularında vaktiyle yaşamak zorunda bırakılmış ve o sulara alıştığı için artık Van Gölü’nden başka hiçbir suda yaşamayı beceremeyecek olan inci kefalini bilir misiniz, dostlar? Hani inci kefalleri “yumurtlama” dönemlerinde Bendê Mahi’ye doğru yüzerler, bu derenin akıntısına karşı toplu halde ve var güçleriyle zıplarlar ya, bazen bir taşa denk gelirler, çaresiz çırpınır dururlar da, kendilerini oradan kaldırıp tekrar suyun içine atacak bir “insan eli” ararlar. İşte böyle “zor” zamanlarda o “el”i bulamamak, çok acı bir durumdur.
Hiç düşündünüz mü dostlar, şehrin içindeki Ebû Talib hep yalnızlık çekerken, yalnızlık ızdırabıyla yaşarken, çölde tek başına yaşayan Hamza neden hiç yalnız hissetmezdi kendini? Sürgüne gönderilen İbn-i Haldun yalnızlık nedir bilmezken, saraydaki Mewlânâ Celaleddîn neden yalnızlık acısıyla yanıp tutuşurdu?
Meğer ne çok şey bırakmışım geride, uçağa binip buraya gelirken, oy hawar hawar! Meğer ne çok şeyi terk etmişim, el sallarken topraklarıma! “Hazalım seni sevmek / Dünyanın neresine gidersen git / Yine de Üsküdar sahilini özlemektir / Seni sevmek, hazalım / Günahımdır rüzgâr gibi yüzüme çarpan / Ve sorumluluğumdur dev dalgalar gibi üzerime üzerime gelen / Hazalım seni sevmek / Görmediğini varmış gibi sevmek / Ve sevdiğine yokmuş gibi davranmaktır” dizelerini yazabildiğime göre, demek ne çok şey kaybetmişim ben yıllar önce, leylim leylim!
Şimdi ne çok özlüyorum terk ettiklerimi, ne çok özlüyorum beni terk edenleri, anlayan olsaydı da anlatsaydım. “Geleceğe yönelik hayâller kurmayı” hayatından çıkartan, “geçmişe dönük düşler kuran” bir sersem var şimdi. Kazandıklarımla, kaybettiklerimi satın alamıyorum.
Seyyâh, Avrupa’nın gökdelenli, ışıklı metropollerinde değil, Ali Şeriatî’nin “Kevir”inde yaşamak ister. Seyyâh, trafik işaretlerini, yol tabelalarını değil, Seyyid Qutb’un “Yoldaki İşaretleri”ni takip etmek ister. Seyyâh, her sokağında bir kilise bulunan kentlerdeki yaşamla ilgili sosyolojik anekdotları değil, Murteza Mutahharî gibi “Destan-ı Rastan” yazmak ister. Seyyâh, yeni coğrafyalar keşfedip oralara “yüz değişik gözle bakmak” değil, Muhammed Hûseynî Beheştî gibi “Bilmek” ister.
Okuduğum ne kadar makale, öykü, şiir, dinlediğim ne kadar ezgi, şarkı varsa, anladım ki duyduğum en güzel, en doğru, hakka ve hakikate en yakın söz, “Bütün dünya senin olsun / Bir dost bir post yeter bana” imiş, bunu anladım. Ne bir dost var yanımda, ne üzerimde bir post. Dışarısı zor dostlar; sokaklar, köşeler, sokağa atılmak, evsiz, yurtsuz, sıcak çorbasız,… zor!
95 öncesini özlüyorum dostlar, bu ülkeden öncesini. Kazandıklarımı, kazanmam gerekenleri değil, kaybettiklerimi, bıraktıklarımı özlüyorum. Tanıştıklarımı değil, terk ettiklerimi istiyorum yanımda. Benimle buluşmak isteyenleri değil, beni terk edenleri arıyor gözlerim.
Avrupa metropollerindeki özgürlük meydanlarında fotoğraf çeken gazeteci olmak değil, Beyazıt Meydanı’nda gazeteci döven gösterici olmak istiyorum yeniden.
Gazete sayfalarında, internet sitelerinde yazdığı köşe yazıları yüzünden küfür yiyen yazar olmak değil, köşe yazarlarına küfreden cahil delikanlı olmak istiyorum yeniden.
Günde birkaç defa mutlaka saate bakılan, her gece yatmadan önce saatimi kurmak zorunda olduğum, buluşmaların ve görüşmelerin önceden yer ve zamanının kalemle not defterine yazıldığı birlikteliklerden sıkıldım, bunaldım. Ben Pazartesi günleri patrona, Cuma günleri imama, Pazar günleri de hakeme küfredilen Türkiye’deki yaşamı özledim.
Uykum ağır olduğu için elimden “İllallâh” çeken öğrenci yurdundaki oda arkadaşlarımın her sabah namazı vaktinde üzerime soğuk su atarak beni yataktan kaldırdıkları günleri özledim. İki elim de cebimde, kitaplarım koltuğumun altında, dilimde Barış Manço’nun “Dudağımda son bir türkü Gülpembe / Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır Gülpembe / Gözlerimde son bir bulut Gülpembe / Hâlâ hep seni anar, seni bekler Gülpembe” şarkısını mırıldayarak okulun yolunu tuttuğum yılları özledim.
Siz bakmayın “beni yerimden kıpırdatmayı bile başaramayan döngüsünü ziyadesiyle kısır bulduğum yerküresinin namusu ve iffeti sayılabilecek bütün gizemlerine ulaşmak ve iki elimle yakalamak arzusunun” gibi boyundan büyük laflar ettiğine. Seyyâh yalnızdır dostlar, yalnızlık ikliminde gezmektedir.
Tevhid’li, Yeryüzü’lü, ASYAD’lı, Renk Düğün Salonu’lu, Şehîdler Günü’lü, Beyazıt Meydanı’lı, Cezayir Camiî’li, Pategonya’nın Sesi’li, Şu Bizim Dünya’lı, Merg ber Emrika’lı, 33 Kurşun’lu, Adiloş Bebenin Ninnisi’li, Mona Rosa’lı, Kalk Ey Bilâl’li, İstikbal İslamındır’lı, Dine Karşı Din’li günleri özlemektedir.
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 2