Büyük bir hayâl kırıklığı yaşadığımız, canımızı bile zor kurtardığımız Cheb kentinden ayrıldıktan sonra Çek Cumhuriyeti içlerine doğru yolculuğumuza devam etmek üzere E 48 yoluna girip doğuya doğru seyrettik. Bir an önce Almanya’ya geri dönmek arzusunda oldukları halde onları dinlemeyip arabayı ülkenin daha da içlerine sürdüğümden dolayı diğer arkadaşlarım “Travma” geçirdikleri için arabanın içinde sessizlik hâkimdi, kimseden “çıt” çıkmıyordu. Ben ise bir Elazığlı olarak “Elazığ Okuyor” kampanyasına destek vermek dışında hiçbir çıkar ve gaye gözetmeksizin “Mutlaka Okuyun ve Okutun” paylaşımlarında bulunduğum dostlarımın ifadesiyle “fırsatları yeni dostluklara dönüştürmekte usta” olduğum için, bu sessizliği “büyük bir fırsat” olarak görüyor ve kafamda yeni projeler tasarlıyordum. Madem ki tâ kaçyüz kilometre ötelerden kalkıp buralara gelmişim, o kadar yolu göze alıp Çek topraklarına kadar teşrif buyurmuşum, kesinlikle “Çekoslovakyalılaştırılmadan” burayı terk etmeyecektim.
Bir yandan arabayı sürmeye devam ederken, bir yandan da hangi şehre gideceğimize karar vermeye çalışıyordum. Karlovy Vary mi yoksa Mariánské Lázně mi? İkisinden birini seçmeliydim ama seçimi nasıl yapacaktım ki!? Zira her iki şehri de tanımıyordum, özelliklerini ve aralarındaki farkı bilmiyordum. Tanımadığım, bilmediğim iki seçenek arasında kalmak öyle kolay mı? “Obama mı McCain mi?” gibi basit değil ki bu. Sonunda, her ikisinin de “ten rengi” aynı olduğu halde, sadece ismi daha güzel olduğu için Mariánské Lázně’ye gitmeye karar verdim. Bu gezileri yaparken, gideceğim kentlerin isimlerinin güzel olmasına, kulağa hoş gelmesine özellikle dikkat ediyorum. Efendim, isminin ne önemi mi var? Ya, hayret birşey, Seyahatname’de ismini yazacağız ya, fiyakalı olsun!
Otoban olan E 48 üzerinde devam etseydim Karlovy Vary’ye gidecektik ama “bizdeniz” Mariánské Lázně’ye gitmeye niyetli olduğumuzdan birkaç kilometre sabır göstererek yol aldıktan sonra – nerde inceyse orda kopsun – Güneydoğu’ya doğru rotayı değiştirip 21 nolu normal yola girdim.
Tercihi kendisinden yana kullanmadığımız Karlovy Vary, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün ziyaret ettiği kentlerden biridir. I. Dünya Savaşı sırasında, ağır bir böbrek hastalığı nedeniyle bozulan sağlığına kavuşmak için 1 Haziran – 28 Temmuz 1918 arası Avrupa’ya tedavi amaçlı giden Atatürk, Viyana’dan sonra Karlovy Vary’ye uğrar. Her iki şehir de o dönemde Avusturya – Macaristan İmparatorluğu sınırları içindedir. O zamanlar adı Almanca “Karlsbad” olan Karlovy Vary kentinde Mustafa Kemal, böbrek tedavisi için “Florencie” isimli senatoryumda kalır. Mütevazi bir otel olan Florencie, Avrupa’nın en eski ve lüks otellerinden biri olan Hotel Pupp’un hemen yanıbaşındadır.
Tıpkı günümüzdeki seyyâhlar gibi “yaşadıklarını yazmaya” meraklı olan Atatürk (NOT: Çevresinde pekçok dostu olduğu halde yine de “yalnızlık” çekiyordu), “Karlsbad Hatırâları”nı 30 Haziran – 28 Temmuz arası bu şehirde yazmıştır. Atatürk’ün kendi el yazısıyla Osmanlıca ve Fransızca yazdığı “Karlsbad Hatıraları”, 6 defter oluşumunda ve 156 sayfa olup günlük anılar ve düşüncelerden, duygular ve göndermelerden, özlemler, şakalar, küçük ölçekli ironiler, şaşırtıcı ayrıntılar, gezi notları, dostluk enstantaneleri, uyarılar ve iç monologlardan oluşuyor. Büyük bir özenle kaleme aldığı bu yazılar okuyucusunu hem “gezdiriyor”, hem “bilgilendiriyor”, hem “güldürüyor”, hem “düşündürüyor”, hem “eğlendiriyor”, hem de yer yer “hüzünlendiriyor”.
Atatürk, bu gezi yazılarının sonlarında, “Mektubât-ı Seyyâh mine’l-Sılâ” mâhiyetinde şunları söylemektedir: “Karlsbad’da geçen günlerimin hatırâtını tümüyle ve olduğu gibi bu defterlere yazamadım. Bunun iki nedeni var: Birincisi, gereği kadar yazı yazmak için kâfi olan vaktim (rızkımı temin ettiğim çalışmalarımın haricinde diğer yerler için yazdığım yazılara ayıracak zamanım – BEN) olmadı. İkincisi, her düşündüğümü, her yaptığımı, yani bütün esrar-ı fikriyemi (gizli düşüncelerimi ve kurduğum mânidar cümlelerin ikinci anlamlarını – BEN) ve hayatımı bu defterlere nasıl emanet edebilirdim? Hatta bu yazdıklarımı bile bir gün, ihtimal pek yakın bir günde mahvetmeyecek miyim? Şimdiye kadar hep böyle olduğu içindir ki mazbût (yazılmış – BEN) toplu bir hatırâ-yı mecmuâm (gezi kitabım – BEN) mevcut değildir.” (Okuduğunuz bu satırlardan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi, Mustafa Kemal, bütün hayatı boyunca fikir ve yazıyla meşgul olduğu halde kendi imzasını taşıyan bir kitabın olmayışından dert yanmakta ve büyük bir aşkla kaleme aldığı gezi yazılarını biraraya toplayıp kitaplaştıramamaktan yakınmaktadır – BEN)
Atatürk’ün “Karlsbad Hatırâları”nı yazdığı defterleri tarihçi – edebiyatçı Prof. Dr. Afet İnan, 1930 yılında Atatürk’le birlikte yaptıkları bilimsel çalışmalar sırasında, O’nun Çankaya’daki eski Cumhurbaşkanlığı Konutu’nun kütüphanesinde bulur, okur ve defterleri Atatürk’e gösterir. Kendi yazdıklarının “KAYNAK” gösterilmesine oldukça sevinen Atatürk, duygulanır. Atatürk’e hep destek vermiş olan Afet İnan, O’nun yazdıklarını “bir yürek yazısıydı” şeklinde niteler, “akıllı bir yürek”. Ve şöyle der: “Çok iyi geldi bana. Hikâye tadındaydı ama kurgudan uzaktı.”
Ancak gelecekte yayımlanmak üzere, hatırâlar üstünde düzeltmeler yaparak, saklaması için Afet İnan’a geri verir. İş bu önemli belgeler, içinde gezilen coğrafyalarla ilgili “sosyolojik anekdotlar” bulunan bu makaleler, Atatürk’ün kendi isteğiyle yok olmaktan kurtulur.
Atatürk, işte bu Çek gezisi esnasında, Karlsbad’da, daha önceden tanıştığı ünlü gazeteci Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’e rastlar. Birden, başından geçen bir olayı, bir anısını hatırlar ve defterine yazar: 24 Temmuz 1908’de “hürriyet”in ilanından sonra bir Yunan gazetesinde Osmanlı ordusunu çok ağır biçimde aşağılayan bir yazı yayımlanmıştır. Devlet, hükûmet ve o zamanki Türk basını, bu çirkin aşağılamalara hiçbir tepki göstermemiş ve basın mensupları “gazetecilik mesleğini bazı imkânlara dönüştürmek gibi bir çaba içinde” olmamıştır. Yalnız Hüseyin Cahit Bey bu karalama kampanyasına bir yazısıyla karşılık vermiştir. Bu nedenden ötürü 3. Ordu’ya bağlı Osmanlı subayları Selanik Orduevi’nde Hüseyin Cahit Bey’e bir “Altın kalem” (Goldpencil) armağan etmek için bir tören düzenlerler. İş bu tarihte Yunanlar henüz Türk lokumunu çalıp “Elliniki lokumi” adıyla patentini alabilecek donanımda olmadıklarından, Avrupa’da bulunan, dış cephelerde mücadele eden hiçbir Osmanlı paşası, kaleme aldığı hatırâtında lokumu çok sevdiğini belirtmek ihtiyacı hissetmemektedir.
Bu töreni düzenleyenlerin başında Atatürk’ün Harbiye’den “mekteb arkadaşı” olan, emekli yüzbaşı Tahsin Bey vardır. O zamanki adı “Milletler Cemiyeti” olan BM teşkilâtını ve Yeni Dünya’daki mazlum kavimlerin ve yerli halkların istiklâl mücadelerini bile ciddiye almayıp ve fakat Yunan sanatkârların kılık kıyafetleriyle meşgul olduğu için ünlü takma adı “Silahçı Tahsin” olan Tahsin Bey, Anadolu topraklarının dışında, Selanik’te “Silah” adında bir gazete yayımlamaktadır. O sırada kıdemli yüzbaşı olan Atatürk, Yunan yazarın yazısını okumamıştır.
Görkemli törende Silahçı Tahsin Bey, alay edici ve küçümseyici bir konuşma yapar. Atatürk, Tahsin Bey’in konuşmasını beğenmez ve törende bulunan 3. Ordu Komutanı Bahadır Bey’den izin alarak bir konuşma yapar. Konuşmanın bir bölümü şöyledir: “Tahsin Bey, eğer bir Yunan gazetesinde Osmanlı ordusunu aşağılayan bir yazı yayımlanmışsa, bu ağır aşağılamayı Hüseyin Cahit Bey’in bu yazıya karşılık bir yazı yazması kapatamaz. Sorunu ciddî olarak çözümlemek gereklidir. Devletimizin bu konuda resmî bir karşılık vermesi zorunludur. Bu girişimin dışında Osmanlı ordusunun üzüntüsünü ve tepkisini göstermek için, Hüseyin Cahit Bey’in yazısının hiçbir önemi yoktur. Olağanüstülük şöyle olur: Örneğin, sizin gibi kahraman bir ordu üyesi kalkıp Atina’ya gider. Bu gidişi hem kişisel olarak yaparsınız, hem Osmanlı ordusunun aşağılanmayı kabul etmeyen bir üyesi olarak yaparsınız. Atina’da Osmanlı ordusunu aşağılayan yazıyı yazan yazarı ve bu yazıyı yayımlayan gazetenin sorumlu yazıişleri (herkes ayrı yazıyor ama Atatürk bitişik yazardı – BEN) müdürünü bulursunuz. Bu kişileri ‘düelloya’ davet edersiniz. Yazar ve sorumlu yazıişleri (ikinci defa kullanılsa bile bitişik – BEN) müdürü düello davetinizi kabul etmezlerse, onları orada, Atina’da öldürürsünüz. Sonra gider polise teslim olursunuz. Böylece hem Osmanlı ordusunun şeref ve onurunu kurtarırsınız, hem de bu yolda her çeşit sonuca katlanırsınız.”
Böylece, Hilafet’in henüz var olduğu o dönemde, İstanbul’daki Hilafet merkeziyle aralarındaki kardeşlik hukukuna riâyet etmeye özel bir dikkat gösteren Mustafa Kemal Atatürk, Yunan tarafına o güne dek defalarca dostluk eli uzatmasına, kardeşçe telgraflar çekmesine rağmen, hayırlı çalışmalarında ve mutlu günlerinde tebrik mesajları göndermesine rağmen, bunun hiçbir işe yaramadığını anlamış, Qûr’ân’dan âyetler okuyarak, cemiyet-i mahsusâ ve efkâr-ı umumiyenin ıslahatıyla iştiğal eden efrâdın işe evvelin kendi ıslah-ı nefs-i emmaresiyle başlamalarının lüzum geldiğini salık vermiş, bir Osmanlı yüzbaşısının her fırsatta taciz edilmesine artık sabrının kalmadığını dile getirerek bu konuda İstanbul Hükûmeti’nden yardım istemiş, böyle devam ederse “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilke-i azâmiyesinden bile ferağat eyleyeceğini usûl-i hal ile beyan etmiştir. (KAYNAK GÖSTERİYORUM: Sevgili okuyucularımıza aktardığımız bu tarihî anekdotun tarafımızdan “yapım eki” konmamış “yalın hali”ni merak edenler, http://www.girgin.org/ansiklopedi/KarlovyVary.htm linkini tıklayabilirler)
İstanbul Hükûmeti’ne bağlı bir Osmanlı yüzbaşısı olduğu halde Cumhuriyet fikrine mensup entellektüellerle de yakın ilişki içine girmekten çekinmeyen Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bu çok önemli hatırâyı bize sevgili Metin Erksan nakletmektedir. Çok yönlü çalışmaları bulunan Erksan araştırmacı, yazar, tarihçi, senarist ve sosyolog olmanın dışında bir de sinema yönetmenidir. Makalesini buraya alıntıladığımız Metin Erksan’ın aynı zamanda Hülya Koçyiğit’in başrolde olduğu “Susuz Yaz” filminin senaristi ve yönetmeni olması sadece çok ilginç bir tesadüf / tevafuk (okurken ikisini birden değil; ikisinden birini kullanın) sonucu oluşan bir durumdur ve bunun konuştuğumuz mevzû ile bir alakası yoktur.
21 nolu yol üzerinde sadece birkaç dakika gittikten sonra, karşımıza çok güzel bir göl çıktı. Cheb kentine varmadan gördüğümüz Skalka Gölü’nden iki kat daha büyük bir göldü bu. Bu ülkeye ayak bastığımız daha ilk günde iki tane göl görmek, güzel bir şanstı bizim için.
İsmi Odrava Gölü olan bu güzel gölün kenarında arabayı park ettik. Bulunduğumuz yer, Jesenice köyüydü. Burada birkaç fotoğraf çektikten ve çektirdikten sonra yolumuza devam ettik.
Yol boyunca dikkatimizi çeken en önemli olay, bulunduğumuz coğrafyanın baştan başa zengin ormanlarla kaplı olmasıydı. Yollar ve yerleşimler hariç, nerdeyse ağaç dikili olmayan tek karış toprak yok! Müthiş bir zenginlik çarpıyor gözümüze; yeşil bir zenginlik. İlkokul sıralarından başlayarak “Tohumlar fidana / Fidanlar ağaca / Ağaçlar ormana / Dönmeli yurdumda” ülküsüyle yetişen Çek halkında bu bilinç oldukça gelişmiş. Bu, bence hakikaten takdir edilmesi gereken bir durum. Ağaçsız, yeşilsiz bir yaşam olur mu? Çünkü sonuçta “Yuvadır kuşlara / Örtüdür toprağa / Can verir doğaya / Ormanlar yurdumda”, değil mi?
Çek Cumhuriyeti’ndeki bu güzel manzarayı, zengin ormanları görünce, ormanları yakılıp yıkılan ve dağlarında top tüfek sesleri eksik olmayan bir coğrafyanın ferdi olarak gıpta ettim doğrusu. Kıskandım bu ormanları. Keşke benim ülkemde de kimse ormanları yakmasa, kimse kimseyle kavga etmese ve “Bir tek dal kırmadan / Ormansız kalmadan / Her insan bir fidan / Dikmeli yurdumda” olsa! Zira az önce de belirttiğimiz gibi, “Yuvadır kuşlara / Örtüdür toprağa / Can verir doğaya / Ormanlar yurdumda”.
Her ne kadar iki yıl önce “dünyada en çok ormanlık alana sahip 50 ülke” arasında yapılan bir araştırmada, “National Academy of Sciences of USA” (ABD Ulusal Bilimler Akademisi)’ya ait dergide yayınlanan ve New York Times gazetesinde de duyurulan bir raporda, bu 50 ülkeden biri olan Türkiye, “Son 15 yılda ormanlık alanlarını daha da arttıran 22 ülke arasında” gösterildiyse de – ki doğrudur –, beri yandan “çölleşme ve çevre bilinçsizliği sorunlarıyla boğuştuğumuz için” bunun yine de yeterli olduğunu söyleyemeyiz.
Finlandiya’nın başkentindeki Helsinki Üniversitesi Öğretim Üyesi Pekka Kauppi tarafından kaleme alınan bu raporda adı geçen 22 ülkenin adları ve sıralaması şu şekilde: Avusturya, Belarus, Şili, Çin, Çek Cumhuriyeti, Finlandiya, Fransa, Hindistan, İtalya, Fildişi Sahili, Japonya, Malezya, Nepal, Norveç, Polonya, Rusya, İspanya, İsveç, Türkiye, Ukrayna, ABD ve Vietnam. (Sizlerle beraber gezdiğimiz ülkelerden, Avusturya dünya liderliğine otururken, şu anda bulunduğumuz Çek Cumhuriyeti 5., sizlerle birlikte “aşk sembolü” olan domates yediğimiz Fransa 7., İtalyanlar gibi biribirimizle kavga ettiğimiz İtalya 9. sıradadır. Türkiye ise 19. sırada yer alıyor.)
Çek Cumhuriyeti, iki ayrı coğrafyadan müteşekkil bir ülkedir. Doğusu “Morava” (Moravya), batısı ise “Čechy” (Bohemya) topraklarıdır. Bizim gezdiğimiz topraklar Bohemya coğrafyası olup, ülkenin başkenti olan Praha (Prag) da bu coğrafyanın bir şehridir.
Çek Cumhuriyeti, topraklarının % 30’u ormanlarla kaplı olan bir ülkedir. Çek’in Bohemya’sı ile Alman’ın Bavyera’sı, iş bu “Hêşin” yönlerinden dolayı biribirlerine oldukça benzemektedirler. Bohemya, farklı ve güzel dağ, ova, mağara, kanyon, geniş tarlalar ve göllerle çevrilidir.
Özellikle Bohemya Dağları ve Karpatlar’ın yüksek bölgelerinde iğne yapraklı ağaçlardan meydana gelen ormanlık bölgeler, yüksekliği fazla olmayan yerlerde kayın, meşe ve gürgen ormanları halini alırlar. Maalesef kuzeye doğru – Polonya sınırına – gidildikçe korkunç bir hava kirliliği yaşanır. Toprağı işlemek amacıyla yüzyıllarca devam eden kesime rağmen ormanlar hâlâ Çek Cumhuriyeti’nin üçte birini kaplar durumdadır. El değmemiş ormanlar, tarım yapılamayacak dağlık bölgelerdedir.1400 m’nin üstünde az da olsa fundalık ve likenler vardır. Ormanlık bölgelerde yaban domuzları, yaban kedileri, vaşaklar, ağaç sansarları, marmotlar, vizonlar, ayılar ve dağ keçileri gibi yabanî hayvanlar yaşar. Sülünler, keklikler, ördekler ve diğer kuşlar ormanlarda yaygındır ve genelde avlanır. Kartallar, akbabalar, balık kartalları ve leylekler ise daha seyrektir.
Çek halkı her ne kadar bizim kadar “zengin” değilse de, Türkiye’nin dünyadaki 16. büyük ekonomik güç olması, 2009’da 15. büyük ekonomi, 2010’da 12. büyük, 2015’te 9. büyük ekonomi olması, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, 2023’te kişi başına düşen millî gelirin 10 000 (yazıyla on tane bin) Dolar olmasıyla yarış haline bile girişemez ise de, yine de çevre bilinçleri ve yabanî hayvanlara karşı duyarlılıkları bizden daha fazladır.
Türkiye’nin bir köyünde ayı görülmesi üzerine köylülerin elbirliğiyle o ayıyı nasıl işkence ederek, en katı insanın bile kalbinin dayanamayacağı vahşî bir şekilde nasıl öldürdüklerini sanırım hepiniz televizyon ekranlarından izlediniz. Elhamdülillâh Müslüman olan aziz ve necib milletimiz ile bu gâvur milletin “merhamet” duyguları arasında ne tür farklılıklar olduğunu anlayabilmeniz için, Çek Cumhuriyeti’nin bir köyünde yaşanan bir hadiseyi sizlerle paylaşalım:
Kuzey Moravya bölgesinde, Ostrava yakınlarında yeni inşâ edilen D 47 numaralı otobanın ormanlık bölgeden geçen kısmına bölgede yaşayan ayıların karşıya geçmelerine olanak sağlayan bir üstgeçit yapıldı. Çevre koruma kurumlarının önerisi ve lobi çalışmalarıyla otoban projesine dahil edilen “ayılar için üstgeçit” projesi ülkede tartışmalara da neden oldu. Tartışmanın nedeni ise bölgede son canlı ayının 1908’de, yani yüz yıl önce görülmüş olması. Kayıtlara göre bu bölgede 1893’ten sonra bir daha ayı avı yapılmamış. Bunun nedeni de çevrede avlayacak kadar çok ayı kalmaması. Burada yaşayan köylüler, bölgede görülen son ayının da, büyük bir ihtimalle ormanların daha el değmemiş olduğu Slovakya’ya gittiğini düşünüyor. Çek çevreciler, buna rağmen ayılar için üst geçitte ısrar ettiler. Israrlarının nedeni ise “bugün ayı olmamasının, yarın da olmayacağı” anlamına gelmediği (Tıpkı Mardin’in Kızıltepe ilçesinde polisler tarafından öldürülen 13 yaşındaki Uğur’un dâvâsına bakan mâhkemenin “bugün terörist değilse bile yarın olmayacağı anlamına gelmediği” kararını vermesine benzer şekilde). Olmayan ayılar için yapılan bu üstgeçit ve yan yolların toplamı 27 milyon Dolar’a mal edildi. Üstgeçidi öneren ve ciddî bir kampanyayla kabul ettirmeyi de başaran çevrecilere göre otoban, ormanı ikiye bölüyor ve ormanın bir yakasında kalan ayıların, ormanın diğer yakasına geçebilme şansı böylece ortadan kalkıyor.
Bu coğrafyadaki ormanlar, Almanya’nın odun ihtiyacının büyük bölümünü karşıladığı topraklar durumunda. Bu ormanlarda kesilen ağaçların büyük bir bölümü, Almanlar için kesiliyor.
Şimdi aklınıza şöyle bir soru gelecektir (okuyorsanız tabiî ki): Almanya’nın kendisi zengin ormanlara sahip olduğu halde, Bavyera (Bayern), Baden – Württemberg ve Renanya – Palatina (Rheinland – Pfalz) toprakları baştan başa orman ağaçlarıyla kaplı olduğu halde, Almanya, neden odun ihtiyacını Çek Cumhuriyeti’nden karşılamaktadır? Sahip olduğu ormanlar kendisine yeter de artar olduğu halde, neden gidip başkalarına para ödemekte, satın almaktadır? Evet, böyle güzel bir soru sorduğunuz, sizlerle paylaştığımız coğrafyalarla ilgili sizler de aklınıza takılan daha başka noktaları bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Efendim, izah edeyim: Almanya zengin, Çekistan ise fâkirdir. Almanya, “Niye güzelim ağaçlarımı keseyim ki? Ne diye ormanlarıma balta girsin ki? Nasıl olsa param var, gider ücreti neyse öder, başkalarının ormanlarında ihtiyacım kadar ağaç kestirir, odun gereksinimimi karşılarım” diye düşünüyor. Çek Cumhuriyeti’nin ise eli mâhkum, bir şekilde karnını doyurması gerekiyor. Adamlar aç, paraya ihtiyaçları var.
Ne güzel bir komşuluk ilişkisi, değil mi? Kendi bahçesinde ağaç olan zengin komşu, parasını ödeyip fâkir komşusunun bahçesindeki ağacı kestiriyor. Almanya gibi güzel bir komşu öyle her ülkeye nasip olmaz. Keşke bizim de böyle “süper güç” bir komşumuz olsaydı. Fâkir mutfağımızda pişer, zengin komşumuza da düşerdi.
Zengin ormanların arasından geçerek yolculuğumuza devam ediyorduk. Okrouhlá, Dolni Žandov, Stara Vodá, Sekerské Chalupy, Valy, Klimentov ve Velká Hled’sebe köylerini geçtikten sonra 21 nolu yoldan ayrıldık ve Mariánské Lázně’ye girmek üzere sola (doğuya) doğru direksiyonu kırdık.
21 nolu yoldan başlayıp şehir merkezine kadar giden Pohranični Caddesi (Pohranični Stráže) isimli caddeye girdiğimizde, Almanca eski adı “Marienbad” olan Mariánské Lázně şehri bütün güzelliğiyle görünüyordu.
Birkaç dakika sonra kent merkezine girdik. Girer girmez çarpıldık zaten. Hayretler içinde kalmış, ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Karşımızda muhteşem bir şehir vardı. Statüsü “köy”dü, “köy” olarak geçiyordu ama büyüktü; bir kent kadar büyüktü ama en önemlisi, “şehir” sözcüğünün kulağa hoş gelen zarif yapısına yakışacak denli güzeldi.
Karlovarskı kraj (merkezi Karlovy Vary) ilinin Cheb ilçesine bağlı olan Mariánské Lázně köyü, Cheb ilçe merkezine 31 km, Karlovy Vary il merkezine 50 km, başkent Prag’a ise 171 km mesafede kurulmuş güzel bir termal kentidir. Kent, 5 bin 181 hektarlık bir alan üzerinde kuruludur ve deniz seviyesinin 578 m üstünde yer alır. Bu güzel yerleşim biriminde 14 bin 83 kişi yaşar.
12. yy’da Adlige Hroznata adlı hayırsever bir kardeşimiz tarafından kurulan bu yerleşim biriminin Almanca adı “Marienbad” olup, ismindeki “bad” (hamam) sözcüğünden de anlayacağınız üzere hamamlarıyla ünlüdür. “Anteb’in hamamları” kadar meşhur olan bu hamamlar, 1528 tarihinde Kral I. Ferdinand tarafından satın alınır ve “Ferdinand Hamamları” olarak isimlendirilir. Daha sonra da bu hamamlarda “tuz” bulunur (sırayla gidiyorum, farkındaysanız). 17. yy’dan başlayarak bu mıntıkaya hamamlardan dolayı yoğun akınlar gerçekleşir. Hamamların ünü kısa sürede çevre bölgelere yayılır ve binbir çeşit hastalığa karşı şifa olan bu hamamlara girmek için insanlar buraya adetâ akın ederler. Bölge sakinleri, TRT ekrânlarında yayınlanırken büyük bir keyifle izlediğim ama şimdi kimbilir hangi cehenneme giden “Ayrılsak da Beraberiz” dizisindeki Feridun Bitir gibi “yırttık abi, yırttık!” diye sevinirler. Bu hamamların yanında oteller, klinikler, hastaneler, tedavi merkezleri kurulmaya başlanır. Dr. Johann Jofes Nehr adında bir “uyanık” doktor, burada ilk tedavi merkezini açar, hipnotizma yöntemiyle hastaları tedavi etmeye başlar (1807 ve 1808). 1824 yılına gelindiğinde Mariánské Lázně (Marienbad) köyünde sadece 40 hane vardı ama bir o kadar da otel ve klinik bulunuyordu.
Kentte 1872 yılında demiryolu inşâ edilir ve böylece Viyana ve Prag ile bağlantısı sağlanır. Karlovy Vary ile arasındaki demiryolu bağlantısı ise 1898’de. Marienbad’daki hamamları okuyucularımızdan 111 yıl önce duyan Britanya Kralı VII. Edward (bizim Kemalistler sadece VIII.’sini tanırlar) buradaki hamamlara “tedavi” amaçlı gelir. Bu tedaviden sonra Britanya Kralı’nın akıl ve rûh sağlığının normalleştiğini gören Avusturya Kralı I. Joseph de tedavi olmak için bu yoldan gider ve 1904 yılında buraya gelir. Avusturya Kralı’nın gelmesi başlıbaşına bir olaydır, elbette ki. O dönemde bu mıntıkalarda Britanya’yı falan takan yoktur ama Avusturya’nın bir saygınlığı, bir prestiji vardır. Avusturya Kralı’nın bu hamamları ziyaret etmesi müthiş bir etki gösterir ve o yıl, kent, 20 bin kadar ziyaretçinin akınına uğrar ki bu sayı, o tarihe dek bir rekordur. Ne I. Dünya Savaşı, ne de bu savaşın ertesinde Çekoslovakya devletinin kurulması, hiç ama hiçbir şey, bu hamamlara olan ilgiyi azaltamaz. 1929’da hamamları ziyaret edenlerin sayısı, 41 bin. Birkaç yıl sonra II. Dünya Savaşı patlak verir ama, ilginçtir ve dahi tuhaftır, 6 yıl gibi uzun bir zaman süren bu savaş esnasında Mariánské Lázně kenti hiç rahatsız edilmez; hiçbir ordu buraya saldırmaz ve üzerine bomba yağdırmaz. Savaştaki devletlerin başında bulunanların bu kenti ziyaret etmiş ve sevmiş olmasından mıdır, yoksa başka sebepler mi vardı, bilmiyoruz ama, bu kente zarar vermeye kimse kıyamaz. Hatta öyle ki, burası sanki bir “güvenli kent” (medine’tül- emîn) gibi görülür ve savaş sırasında 1000 (bin) kadar Yahudî buraya sığınır.
Kentin nüfûsu, yapılan sayımlarda, 1 Aralık 1930’da 7 bin 202, 17 Mayıs 1939’da 7 bin 706, 22 Mayıs 1947’de ise 6 bin 27 olarak tesbit edilir. Sizin sormayacağınızı bildiğimden, kendim açıklayayım: Kentin nüfûsu II. Dünya Savaşı’na kadar sürekli olarak artış gösterdiği halde, bu savaştan sonra bu kadar aşağıya inmesinin sebebi, bu savaştan önce burada yaşayan ve tamamı Alman olan sakinlerin tamamıyla sürülmesi ve yerlerine Çek olan yeni sakinlerin yerleştirilmiş olmasıdır. Çek kavminden olan bu yeni sakinlerin istisnasız hepsinin de Komünist olduğunu belirtelim, yazımız renklensin diye.
1946 yılında Çekoslovakya komünist devleti, Mariánské Lázně kentini resmî olarak “Sosyalist İşçiler İçin Hamam Kenti” olarak belirler. İş bu ve “ne iş bu?” karardan sonra kente proleter bir kimlik kazandırılır. 1952 yılında ise kentte su ve tedavi alanlarıyla ilgili bilimsel bir araştırma merkezi kurulur.
Kent, hamamlar ve şifalı sular yönünden müthiş zengindir. Sadece kent merkezinde 40 tane, kent çevresinde ise 100 tane hamam vardır. Bu sular, karbonik asit ve mineral tuzlar bakımından oldukça zengindir. Nefes hastalıkları, anabolizma hastalıkları, böbrek hastalıkları, kas ve hareket sorunları için birebirdir. Bu sularda bolca demir (Fe) elementi bulunur; hava oksijeni (O2), oksidasyon demiri (Fe2+) ve demirhidroksit (FeOOH) üretir.
Şehre girer girmez, inanın, adetâ büyüleniyoruz. Müthiş güzel bir şehir bu. Her tarafında sular fışkırıyor, her bir köşesi, sokağı biribirinden güzel.
Kentin merkezindeki ana cadde olan uzuuun Hlavni Caddesi kenarında park ediyoruz arabayı. Büyük bir sevinçle fotoğraf makinâsını yanımıza alıp çıkıyoruz araçtan, kendimizi dışarı atıyoruz.
Sevinçten uçuyoruz adetâ. Hepimiz de “İyi ki dönmemişiz Almanya’ya, iyi ki buraya gelmişiz” diyoruz. Sokaklar, caddeler tertemiz. İnsanlar oldukça medenî; yolda karşılaştığınız herkes size dostça tebessüm ediyor ve selam veriyor. Ne fuhuş, ne uyuşturucu, ne de başka bir çirkinlik. Sadece güzellikler var burada.
Kentteki – hiç abartmıyorum – her 10 binadan 9’u otel. Yerde bir tane bile çöp bulamazsınız; sokaklar tertemiz. İnsanlar oldukça güleryüzlü; yabancı olduğunuzu ve buraya ilk defa geldiğinizi anladıkları zaman size daha bir sıcak, daha bir arkadaşça davranıyorlar. Üstelik arabadan çok, at arabaları ve faytonlar var burada. Sanki Büyükada’da, Heybeliada’dasınız. Cheb’de gündüz vakti erkek erkeğe bile dolaşamazken, Mariánské Lázně’de gece karanlığında ailece, çocuklarınızla birlikte gezebilirsiniz. İnanılmaz bir olay bu. 30 km’lik bir mesafe arasında bu kadar mı farklı dünyalar olur? Bunlar da Sosyalizm’den, Komünizm’den gelmiş, o süreci yaşamış insanlar. İyi de, bu insanlar niye böyle peki?
Büyük bir sevinçle Mariánské Lázně’yi gezmeye başlıyoruz.
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 2
FOTOĞRAFLAR:
Odrava Gölü (ÇEK CUMHURİYETİ)
Jesenice köyü, Odrava kıyısında kurulmuş bir yerleşim birimidir (ÇEK CUMHURİYETİ)
Hamamlar kenti Mariánské Lázně (ÇEK CUMHURİYETİ)
Mariánské Lázně’nin merkezi olan ve şehrin bir ucundan öbür ucuna uzanan Hlavni Caddesi (ÇEK CUMHURİYETİ)
Turistik bir yer olan Mariánské Lázně’de arabadan çok faytonlar var (ÇEK CUMHURİYETİ)
Çek topraklarından Anadolu’ya selamlar (ÇEK CUMHURİYETİ)
Kentin her bir köşesinden sular fışkırıyor (ÇEK CUMHURİYETİ)
Mariánské Lázně’nin en ünlü otellerinden biri olan Büyük Pasifik Oteli (ÇEK CUMHURİYETİ)
Çek coğrafyası ağaçların bolluğuyla dikkat çekiyor (ÇEK CUMHURİYETİ)