Doğu ile Batı Arasında Sınırlar Kalkınca – 4

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     – Gezi yazımızın bu okuyacağınız 4. bölümünü “SELAHADDİN EŞ ÖZEL YAZISI” olacak şekilde kaleme aldım. Bu makaleyi, benim gönlümde müstesna bir yere sahip olan Selahaddin abiye ithaf ediyorum. 20 yıllık bir okuyucusu olarak, bana öğrettikleri ve kazandırdıkları önünde saygıyla eğilerek –

     Çek Cumhuriyeti topraklarında yaptığımız bu “EŞ’siz” gezimize hiç “Vakit” kaybetmeden devam ediyorduk. Zira bendeniz, “Kâbe’sini ve fotoğraf makinâsını kalbinde taşıyan” bir seyyâh olarak “bir yol ki, güzel ve keyifli olduğuna inanırım”, o yolda arabamla böyle deli dana gibi gezmekten asla usanmam. “Lâ Şarqiyye – Lâ Ğarbiyye” mektebinde yetişen bir insan olduğum için, ne tam Batılı, ne de tam Doğulu sayılırım; orta yolu takip ederim. Batı penceresinin aralığından Doğu’ya, Doğu penceresinin aralığından da Batı’ya bakarım; böyle iki aralığın arasında, “2 Aralık”ta “dururum”.

     Bir de, daha önce birkaç kez vurguladığım bir nokta var ki, o da, bu “Seyâhatname”mizde öyle rastgele gezmediğimizdir. Gezdiğim yerleri “Haksöz aracılığıyla, ilgi duyacak olan okuyuculara” okutmak üzere kaleme alacağımdan dolayı, gezerken özellikle “SEÇ”ici davranıyorum.

     Gezmek ve yeni coğrafyalar görmek her ne kadar eğlenceli bir işse de, onu kaleme almak aynı derecede konforlu olmayabilir. İçinizde biriken ama seslendiremediğiniz duygularınızı dile getirmek ihtiyacını hissedersiniz ve bunları “Yanlış olduğuna inandıklarımı, kendimize de söyleyebilecek miyim?” diye düşünerek kaleme alırken mecburen hiciv san’atına başvurursunuz. Ancak hiciv, öyle kolay bir san’at değildir. Zira sizi üzen bazı tutumları “Kimseyi rencide etmeden ve edilmeyi de kabullenmeden” dolaylı yollardan anlatmaya çalışmak hakikaten çok güçtür.

     Mariánské Lázně (Marienbad) kentini güzel duygular içinde gezdik. Şehrin bir ucundan bir ucuna uzanan uzun, uzuuun, upuzun Hlavni Caddesi’ni, Tyršova’yı, Boženy Němcové’yi, Dvořákova’yı, Chebská Yolu’nu…

     Şehirdeki gezintimizi bitirdikten sonra Almanya’ya geri dönmek üzere arabamıza bindik. Dönüş yolunda karanlığa düşmüştük. İki yerleşim birimi arasında bir hayli mesafenin olduğu ve ormanlık bölgelerin içinden geçilen bu yollarda gece yolculuk yaparken arabanın penceresinden dışarı bakıldığında pek birşey görülmediğinden, o ülkedeki seyahat, psikolojik olarak daha arabanın içindeyken bitmişti. Hepimizde tatlı bir yorgunluk, içimizde “çocuksu” ama “kocaman” bir sevinç vardı. Aslında üçümüz de kendimizi zor tutuyorduk ama ilk davranan Mehmet abi oldu; “Cheb’den sonra Almanya’ya dönseydik, Mariánské Lázně’yi görmeseydik bütün bir ülkeyi bataklık sanacaktık” diyerek bu sessizliği bozdu. Bunun üzerine araya giren Tahsin Hoca, öğüt ve nasihat verircesine yaptığı konuşmada, “Ya, muhterem Müslümanlar, demek ki neymiş? İslam âlimleri hep söylerler: Hiçbir zaman ‘parça’ya bakıp ‘bütün’ hakkında bir değerlendirme yapmayacaksın. Bir şeyin sadece bir yönünü ele alıp o şeyin bütünü hakkında genel bir yargıya varmayacaksın. Hani bir örnek vardır, üç köre elini file dokundurup filin nasıl bir hayvan olduğunu tarif etmelerini istemişler. İşte onun gibi” dedi.

     Ben hocalarımızın bu yönüne bayılıyorum işte. Çevresindeki insanlarla konuştukları zaman bunu ille de “vaaz” havasında yapmaya çalışırlar. Öğretici (didaktik) ve öğüt verici konuşmaya özellikle dikkat ederler ki orada bir ağırlıkları olsun, “ruhanî kimlikleri” insanların dikkatlerinden kaçmasın. Onların bu huyları toplumumuzdaki pekçok kişiye belki itici geliyordur, ancak aksine ben, bu görüntüyü oldukça sempatik buluyorum; öyle davrandıkları zaman hocalar gözüme daha bir şeker görünüyorlar.

     Edirneli Tahsin Hoca’nın bu ilmî açıklaması üzerine kendimi tutamadım. “Fırsat bu fırsat” deyip araya girdim: “Hocam, yerden göğe kadar haklısınız! İslam ülkelerinden Müslüman kardeşlerimiz Türkiye’ye gelip gezseler, ama sadece Trakya bölgesini gezip dönseler ve Trakya’ya bakıp bütün 70 milyonluk halkımızı yargılasalar, bu bizim zorumuza gitmez mi? Elbette gider. İşte bu da onun gibi bir şey.”

     Bunu söylememle, arka koltuktaki Afyonlu Mehmet abinin adeta bağırırcasına kahkaha patlatması bir olmuştu. Öyle yüksek bir sesle gülüyordu ki, nerdeyse araba sallanacaktı. Hani “koptu” derler ya, öyle. Ben de direksiyon başında gülüyordum, “hınzırca”. İşin güzel yönü, latifeden anlayan, hoş karşılayan ve esasında kendisi de oldukça şakacı bir insan olan Tahsin Hoca da bizimle birlikte gülüyordu. Daha önce mescîdin içinde fotoğraf çekerken “Edirneli Hoca” espirisiyle bunun startını vermiş ve 1 – 0 öne geçmiştim. Ancak sonra, Cheb (Eger) şehrinde “Pazar eşkiyalarının” elinden kaçarken “Yazarlar kafalarını kitapların içine soktuklarından dünyadan haberleri olmazmış” sözüyle hocamız skorda eşitliği yakalamış, durumu 1 – 1 yapmıştı. Şimdi tekrar 2 – 1 öne geçmiştim ve bunun keyfini yaşıyordum.

     Almanya’ya vardığımızda karanlık tamamen çökmüştü. Schirnding Ayasofya Camiî (Enver Paşa olmasaydı adı “Schirnding Hagia Sophia Kilisesi” olacaktı) önüne geldiğimizde kalabalık bir grubun camide bizi beklediklerine şahîd olduk. “Doğru’ların beğeniler ve eleştirilere göre değil, beğeni ve eleştirilerin doğrulara göre şekillenmesinin asıl olduğu” bizim “Ruzname-i Hindiye”nin bölge temsilcileri, benim bu topraklara geldiklerimi duymuş olduklarından, geceyi geçireceğim cemiyete adeta akın etmişlerdi. .

     Önce topluca namazlarımızı edâ ettik; akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldık. Ardından akşam yemeği yiyecektik. Afyonlu Mehmet abimiz meğerse bizden gizli olarak evine haber salmış, hânımına yemek yaptırmaya kalkışmış; bizi buyur etti. Ancak biz bunu kabul etmedik. Dışarıda bir yere gidecek, hep birlikte orada yemeklerimizi edâ ede.. (pardon), yiyecektik.

     Küçük bir köy olan Schirnding’de döner dükkânı olmadığı için İtalyan pizzacısına gittik. Kalabalık bir grup halinde gittiğimiz Pizzeria’da karnımızı doyurduktan sonra camiye döndük. Bir saat kadar süren sohbetten sonra Mehmet abimiz dahil olmak üzere herkes benimle helâlleşip vedâlaştı. Tahsin Hoca’yla ben kaldık mescîdde.

     Tahsin Hoca yönetim bürosunu bana tahsis etti; oraya küçük bir döşek serdi. Biraz çalışmam gerektiğini, yazı yazacağımı ve bunun için bilgisayar ve internete gereksinim duyduğumu söylediğim için, bilgisayar bulunan tek oda olan büroyu yatmam için düzenlemişti, Tahsin Hoca. Çalışırken keyif verir diye düşündüğünden de odaya su kaynatma makinâsı, kahve ve şeker getirdi. Bol bol su kaynatacak, kendime kahve yapıp içecektim çalışırken. Bu ince düşüncelerinden dolayı kendilerini tebrik ettim, “Diyanet Twelve Point” dedim, 12 puan verdim.

     Tahsin Hoca rahat etmem için herşeyi mükemmel bir şekilde ayarlamıştı. “Allah rahatlık versin” deyip ayrılmadan önce, “Umarım rahat edersin” dedi. Ben ise, “O nasıl söz, Hocam! Krallara has bir oda hazırladın bana” diye cevap verdim. Bunun üzerine Tahsin Hoca, “Aslında, keşke 1991 tarihinden önce gelip kalsaydın burada. Bir Doğu Anadolulu olarak o zaman daha rahat ederdin, kendini Elâzığ’da gibi hissederdin” dedi. Ben ise işin içinde bir “iş” olduğunu hissetmiş ama anlamını kavrayamamıştım. Sebebini sordum. Şöyle yanıtladı: “Biliyorsun İbrahim, biz burayı 1991’de satın alıp camiye çevirmeden önce burası köyün ahırı ve samanlığıydı.”

     Dakika 90, Gol Tahsin Hoca… Maçın sonucu: 2 – 2.

     Hocamız son dakikada attığı bu golle maçın berabere bitmesini sağlamıştı. Dakikalarca güldük odada. Harika bir goldü gerçekten.

     Hocamız bana “Hayırlı geceler ve iyi çalışmalar” diledikten sonra lojmanına gitmek üzere ayrıldı. Hocanın kaldığı lojman, hemen bir üst kattaydı; orada ailece kalıyorlardı.

     Şimdi yalnız kalmıştım, kendi yalnızlığımla başbaşaydım. Bir yandan kendime kahve yaparken, bir yandan da bilgisayarı açtım. Sütsüz ama şekerli içtiğim kahveyi masama koyup daldım sanal âleme. Bütün gün hiç internete girmemiştim; takip ettiğim bütün sitelerde gezinti yaptım.

     İnternet olanağına kavuşmanın benim açımdan en öncelikli anlamı, Selahaddin Eş Çakırgil’in o günkü makalesini okumaktır. O’nun gündeme ilişkin bir yazısını kaçırdığım zaman, kendimde bir eksiklik hissederim.

     Selahaddin abimiz, bu gezimizden 7 ay kadar sonra, 2 Aralık 2008 günü yazdığı bir yazıyla, günlük gazetedeki yazılarına ne yazık ki son verdiğini açıkladı. Bu durum hepimizi üzdü tabiî ki.

     Selahaddin abinin bu açıklamayı yaptığı günün gecesi kendisini telefondan aradım. O’na o gece gelen telefon, “zuhulen değil, yazısı tarafımdan okunarak” edilmişti. Gerçi ben o telefonu açarken, biraz da tedirgindim. Daha doğrusu kendisine karşı bir mahcubiyet içindeydim. Daha önceleri “haftanın 6 günü” kendisine telefon açıp hal ve hatırını sorarken, iş yoğunluğumdan dolayı artık “haftada 3 gün” telefon açıyordum; bu yüzden biraz da mahcuptum.

     Kendisiyle biraz konuştum ve bundan sonrası için neler yapmayı düşündüğünü sordum. Verilmiş hiçbir kararının olmadığını, ilk etapta biraz dinlenmek istediğini belirtti. Bunun üzerine ben, “İyi de abi, ‘Okuyucularla Hasbihâl’ işi ne olacak? Gelen mektuplara ve sorulan sorulara nasıl yanıt verilecek?” diye sordum. Buna karşılık Selahaddin abi, “Bu konuda seni vekil tayin ediyorum. Ben tekrar yazmaya başlayana kadar bu işi vekâleten sen yapacaksın” demez mi? Dondum kaldım, pizza çarpsın ki.

     Anlayacağınız, sevgili okuyucular, bundan sonra “Hasbihâl” görevini ben üstleneceğim. Selahaddin abi tekrar dönene kadar bu işi vekâleten ben yapacağım. Bu yüzden dolayı, güncel, siyasî, ilmî, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, jeolojik, morfolojik ve jeomorfolojik konularda sorusu olan, merak ettiği hususlarda aydınlanmak isteyen kardeşlerimizin sorularını Selahaddin abiye değil, benim adresime göndermeleri gerekmektedir. Garip ama Türkiye!

     Gazeteci, araştırmacı, yazar, şair, fotoğrafçı, dönerci, aşçı, pizza ve lahmacun ustası, işçi, işsiz, fabrika işçisi, depo çalışanı, temizlik elemanı, inşaat amelesi, garson, bulaşıkçı, sigortacı, kamyon şoförü, seyyar satıcı, tabelacı, çöpçü, mütercim, edebiyatçı, dilbilimci, coğrafya uzmanı, seyyâh ve mamoste olmanın dışında bir de sosyolog olan bendeniz “Okuyucularla Hasbihâl” yapacak olursam, alacağım “Okuyucu Mektupları”, büyük bir ihtimalle şöyle olurlar:

     “Gül Gibi Cumhurbaşkanı” Abdullah Gül, Türkiye – İran – Irak üçgenindeki Hakkari’den yazıyor: “Sayın Sediyani, yazdıklarınızı takip ediyor ve bütün söylediklerinize katılıyorum. Elbette söylemek isteyip de söyleyemediğiniz şeylerin olduğunun da farkındayım. Ben sizin söyleyemediklerinizi de biliyorum ve onlara da katılıyorum.” / … / “Durmak bilmeden yola devam eden” Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Medeniyetler İttifakı’ndan, Anadolululuk İttifakı’ndan, Mevlana – Yunus ittifakından ve her bi şeyin ittifakından yazıyor: “Beriki de kalkmış, ‘Kürtçe dünyanın en zengin dilidir’ diyor. Şov yapma arkadaş, şov yapma! Anadilini al da git burdan!.. Sonra bir de ne yapıyor, biliyor musunuz? Kalkıp Kürtçe dil derslerinin sonunda kamuoyuna sözümona mesaj vermeye çalışıyor, Türk – Kürt kardeşliğinden söz ediyor, vatana ve millete hizmet etmekten bahsediyor. Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış misali. Kusura bakma ama, biz senin cemaziyelevvelini de biliriz. İster misin, senin 15 yıl önce Yeryüzü dergisinde, Hira dergisinde yazdıklarını ortaya çıkarayım. İşte sana bir hafta süre veriyorum, bunları kendin açıkladın açıkladın, açıklamazsan ben açıklayacağım. Aha sana bir hafta süre!” / … / Altı Ok’tan irtida edip İmân’ın Altı Şartı’na hicret eden Deniz Baykal, Cuma Namazı çıkışında yazıyor: “Seyahatname müdavimleri CHP’ye üye olmak isterlerse kapımız onlara açıktır. Tek parti zihniyeti geride kaldı. 1940’ların kafasıyla hareket etmek doğru değildir.” / … / “Ben sizin bacınızım” ayaklarına yatıp milletin “eniştesi” olan Tansu Çiller, Jet – Ski’nin üstünde yazıyor: “Kürtçe dil derslerini ilgiyle takip ediyorum. Bir sorum olacak: Kürtçe’de “elinizi vicdanınıza sokun’ nasıl söyleniyor?” / … / Manken Aysun Kayacı, podyumlardan yazıyor: “Kürtçe’nin zenginliğine inanmıyorum. Benim konuştuğum dil ile dağdaki çobanın konuştuğu dil bir olamaz.” / … / “Gazetecilerin bıyığına sulanan” Sinyor Fatih Terim, millî takım kampından yazıyor: “Kürtçe dil dersleri verdiğiniz yazınızı okumadım. Bu konuda ısrar etmeyin, okumayacağım da. Çünkü ben ders almam, ders veririm.” / … / Kripton gezegeninin eşref-i mahlukâtı Mustafa Topaloğlu, Bülent Ersoy’la birlikte katıldığı canlı yayından yazıyor: “Kürtçe hakikaten çok zengin bir dilmiş. Şayet ‘önünü kesmeseydiler’, dünyada çok iyi yerlere gelebilirdi.” / … / Gineli “uşağum” İbrahim Yattara, Karadeniz yayla şenliklerinden yazıyor: “Kurtçe ile ilculi yazunuzda Turkçe’den birkaç urnek vermuştunuz. Lakin Turkçe’deki fiul çekumleruni yanluş yapmiştunuz. Doğrusi şole olacak: ‘Ben cideyrum, sen cideysun, o cideyur, biz cideyruz, siz cideysunuz, onlar cideyurlar’.” / … / Yalnızlık çektiği için canı sıkılan ve “yalnızlık” filmi çeken ama başını derde sokan Can Dündar, Yeşilçam “Ada”sından yazıyor: “İbrahim Bey, yazılarınızı takip ediyor ve sizinle yakından tanışmak istiyorum. Önce kendimi tanıtayım: My Name is TAFA, MUUS – TAFA!” / … / Urfalı Abraham Sweetvoice, İboşov’dan yazıyor: “Devleta me û askeriya me hekkındaki olmsuz görüşlerden dolayı siye teessüf edirem. Atatürk olmasaydı senin adın Abraham Silkpencil olurdu.” / … / Önce Medine Vesikası’nı, sonra devletsiz bir sivil toplum yapısını, sonra Hılf’ul- Fudul’u, sonra HADEP’i, sonra AK Parti’yi, sonra Barzanî’yi ve en nihayetinde devletin şefkatli kollarını keşfeden Mehmet Metiner, Botan – Behdinan – Adıyaman üçgeninden yazıyor: “Devlet aslında çok iyiniyetlidir. Başörtü sorununu çözmeye hazırdır. Fakat bunun için ilk önce başörtülü kızların başlarındaki örtüyü çıkarmaları gerekir. Onlar örtülerini terketsinler ki devlet de onlarla masaya otursun. Ne yani, ilk adımı devlet mi atsın?” / … / “Adam gibi adam” Ertuğrul Sağlam, memleketi Samsun’dan yazıyor: “Bu ülkede bulunduğu mevkiye adam gibi gelip icap ettiğinde adam gibi çekilmesini de bilen iki kişi var: Biri Selahaddin Eş Çakırgil, biri de ben. Niye? Çünkü ikimiz de Samsun’luyuz. Bizim memleket, yiğidin harman olduğu yerdir. Biz Samsun’luyuz oğlum! Üç kuruşluk menfaat için kimsenin önünde eğilmeyiz.” / … / Basının “ağırbaşlı” kalemi Fehmi Koru, dostluk duygularından yazıyor: “Sayın Sediyani, yazdığınız yazılarda Obama gibi, sağa sola yazdığınız yorumlarda ise Bush gibisiniz. Ben sizi dostça uyarmak istedim. Dost acı söyler. Kızmak, gücenmek yok. Yazılarınızda Obama gibi, yorumlarınızda Bush gibisiniz. Uyarmış olayım.” / … / Cumhuriyet gazetesi elebaşyazarı İlhan Selçuk, Ergenekon G tipi cezaevinden yazıyor: “W#→☻♂אש$@g®ض؟>&¥¾¥♫☺↑Ω۩۞πΣΦλ±לע€⅞╒♣ﻻﻒ◄♀♪☼ДЮЯљф٭4Ky£¿Æ÷ñœƒﻮﺝΨΩάμקּצּЛҹў♥♠٣∞☻” / … / Mutsuz bir evlilik yapmasının mükâfatını “filozof” olmakla alan Sokrates, Olympos mağaralarından yazıyor: “Sediyani Efendi, yazılarını okudum. Senin hakkındaki fikrim şudur: Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğin.” / … / Basının en “Radikal” kalemi olan Perihan Mağden, noktalama işaretlerinin arasından yazıyor: “Büyük 1 Geyifle okuduğum GeziYazılarınızı Ç-O-K beğeniyor.UM. Hicif SaNaTını güzel İş.LiyorsunuZ. Bence her cÜMLe 2 ayrı anLama geliyor.DUR.” / … / Kabadayılar kralı Ali Desidero, Derby Kıraathanesi’nden yazıyor: “Hatun kişi görününce köşeden, Yusuf Can başlıyor aynen kasetten. Matmazel Yusuf Can’ı duyar duymaz bir an kendinden geçiyor. Kız diyor ‘Felsefeyi sever misiniz?’ Sediyani diyor ‘biz hep devrimciyiz’. ‘Luther’ diyor kız, ‘Makyavelli’? ‘Laik rejim yıkılacak’ diyor Sediyani, ‘yazdığımız yazılardan belli’.”  / … / Filistin halkının uzaklardaki kardeşi Hugo Chavez, Venezuela’dan yazıyor: “Sediyani yoldaşın gezilerini çok seviyorum. Bu Seyahatname’yi bizim Eşşek Bush’a da okutmak istiyorum ama gider o ülkeleri de işgal eder diye vazgeçtim. Bizim Eşşek Bush mâlum, hem eşek hem alkolik.” / … / Kod adı “Silkpencil” olan kippalı MİT ajanı Tuncay Güney, hahambaşı olduğu sinagogdan yazıyor: “Sayın Abraham Silkpencil, gezilerinizi ilgiyle takip ediyorum. Kanada’ya da gelecek misiniz?” / … / Roma İmparatoru Sezar, gladyatör meydanından yazıyor: “Veni Vidi Vici – İtalya geziniz çok Cici.” / … / Japonya’nın halk sanatçısı Barış Mançoloji, 7’den 77’ye herkes için yazıyor: “Bizim köyden bir deli oğlan, gurbete gitti, İbrahiiim / Bir de duyduk ki Avrupa’da ‘modern seyyâh’ olmuş, İbrahiiim” / … / ABD’nin tıp ve politika tarihinde “düşük yapan” ilk “tüp bebeği” olan Cem Boyner, küresel krizinin içinden yazıyor: “Gezi yazılarınızda yaptığınız mizâh yüzünden millet gülme krizine tutuldu. O kadar güçlü espiriler ki, gülme krizi yüzünden millet s… yapamıyor.” / … / Kalıptan kalıba giren ama bir türlü kalıbının adamı olamayan Ahmet Hakan Coşkun, Doğan Medya’daki köşesinden yazıyor: “Yeni başlayanlar için Sediyani Seyahatnamesi: 1. Hiciv edebiyâtı kullanılarak kaleme alınmıştır. Her cümlenin aslında iki anlamı vardır. 2. Biribirinden farklı ve zıt duyguları aynı makalede art arda yaşarsınız. Hem güldürür, hem ağlatır, hem duygulandırır, hem gezdirir, hem düşündürür, hem öğretir, hem eğlendirir. 3. Her gezi mutlaka birkaç bölümden oluşmakta, her bölüm de oldukça uzun bir yer tutmaktadır. Ama okuması eğlenceli olduğundan okuyucu sıkmamaktadır. 4. Her geziden sonra yazar ‘sosyolojik anekdotlar’ yazmakta, ondan sonra da o ülkeyle ilgili bir düşünce yazısı kaleme almaktadır. 5. Gezilen ülkeyle ilgili bütün yazılar sona erdikten sonra sitede yazara ait bir şiir yayınlanmakta, okuyucular bu konunun artık kapandığını ordan anlamaktadır.” / … / 12 Eylül’ün paşası, resim san’atının maşası ve Ergenekon soruşturmasının “hâşâ”sı Kenan Evren, Marmaris’ten yazıyor: “Çek Cumhuriyeti’nde ağacın üstüne çıkarak çektiğiniz resim çok etkileyiciydi. O resminizi yağlı boya olarak çalıştım. Size göndereyim mi? Fiyatta anlaşırız.” / … / 63 yaşındaki Hüseyin Üzmez ve 28 yaşındaki karısı, mutlu mesut yaşadıkları evlerinden yazıyor: “İbrahimciğim, resimlerde çok genç görünüyorsun. Merak ettik, kaç yaşındasın? Hiç olmazsa ‘kemik yaşı’nı söyle.” / … / “Sezen Aksu ve İbrahim Tatlıses’i ben ünlü yaptım” diyerek dikkatleri üzerine çeken Selçuk Ural, Türkçe’deki Büyük Ünlü Uyumu’na dikkat ederek yazıyor: “İbrahim’i ben ünlü yaptım, ben getirip seyyah yaptım. Pizzeria’da çalışıyordu, hamur ustasıydı. Elinin hamuruyla sabahtan akşama kadar merdane çeviriyordu. Pizza yemeğe gitmiştim çalıştığı yere. Yemeğimi yedikten sonra hesabı getirmesini istedim. Baktım, hesabı kâğıda çok güzel yazmıştı, hiçbir imlâ hatası yoktu. Çok akıcı bir dille kazıklamıştı bizi. O zaman anladım ki bu çocuğun eli kalem tutuyor. Büyüklük ettim, elinden tutup Türkiye Gazetesi’ne getirdim. Benim sayemde meşhur oldu.” / … / – Devam Edecek –

     Sabah namazına kadar yatmadım. Mektupları okudum. Tahsin Hoca’yla birlikte mescîdde namazımızı kıldıktan sonra kafamı yastığa koydum.

     Yarın tekrar Çek Cumhuriyeti’ne gidecektim.

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 2

FOTOĞRAFLAR:

DSC_5820

Mariánské Lázně (ÇEK CUMHURİYETİ)

DSC_5821

Mariánské Lázně (ÇEK CUMHURİYETİ)

DSC_5822

Mariánské Lázně (ÇEK CUMHURİYETİ)

DSC_5823

Mariánské Lázně (ÇEK CUMHURİYETİ)

DSC_5824

Mariánské Lázně (ÇEK CUMHURİYETİ)


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir