Geçen haftaki yazımızda, ülkemizdeki ğayr-i İslamî güçler tarafından istismarı yapılan ve tahrif edilen öz be öz İslamî – Qur’ânî kavramlar olan “şehîd” ve “şehâdet” kavramlarını yine İslam ve Qur’ân’ın “fîzilalinde” irdelemiş ve görmüştük ki, Allah-û Teâlâ, sadece ve sadece Kendi’nin ve Resûlü’nün, İslam ve Qur’ân’ın yolunda canlarını fedâ edenlere “şehîd” diyor ve “şehâdet”, ancak ve ancak Allah ve Resûlü yolunda, İslam ve Qur’ân yolunda cihad etmekle kazanılıyor.
Qur’ân âyetleri ışığında etüd ettiğimiz konunun “ana düşüncesi” ise şöyle oluşmuştu: Şehîd olabilmek için canımızı Allah yolunda vermiş olmamız, canımızı Allah yolunda verebilmek için Allah yolunda savaşmış olmamız ve Allah yolunda savaşabilmek için de Allah’ın yolunda yürümemiz, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun bir yaşam sürmemiz gerekmektedir.
Hakikaten de ülkemizde, İslam’a karşı savaş açmış olan laik güçler “şehîd” kavramını istismar etmekte, ölülerine “şehîd” demekte ve bu nasyonalizm şehîdlerinin geride bıraktığı ailelerini de “şehîd aileleri” olarak lanse etmektedir.
Laik devletin televizyonu olan TRT – INT kanalını açtığımda, görüyorum ki “şehîd anaları” diye takdim olunan gözüyaşlı analar ellerinde, öldürülmüş oğullarının fotoğraflarıyla ağlayıp sızlamakta, intikam yemini etmekte ve “ben şehîd anasıyım, iki oğlum daha var, onları da vatana fedâ edeceğim” demektedir.
Yine laik örgütün televizyonu olan ROJ TV kanalını açtığımda da, görüyorum ki “şehîd anaları” diye takdim olunan gözüyaşlı analar göğüslerinde, öldürülmüş oğullarının fotoğraflarıyla stüdyoda heyecanlı heyecanlı konuşmakta, ağlayıp sızlamakta, başına bağladığı yeşil – kırmızı – sarı bantla intikam yemini etmekte ve “ben şehîd anasıyım, iki oğlum daha var, onları da vatana fedâ edeceğim” demektedir.
(Burada, herhangi bir yanlış anlamaya geçit vermemek için, Allah’ı şahîd tutarak bütün samimiyetimizle ifade edelim ki, oğulları dünyevî bir dâvâ yolunda ölmüş olsalar dahi, biz her iki annenin acısını da paylaşıyoruz ve bu iki anneden daha acıklı durumda olan, Ceylan isimli bir bayan sanatçının da yanık bir türküsünde söylediği gibi, “bir oğlu askerde, bir oğlu da dağda” olan annelerin dahi bu ülkede var olduğunu ve bunların acısının tabiatiyle diğerlerininkinden daha büyük olduğunu biliyoruz.)
Ancak her iki anne de, oğullarının “şehîd” olduğunu sanmakla büyük bir yanılgı içindedir. (Her iki annenin de başörtülü ve İslamî görünümlü olması, laik ve ırkçı güçlerin kendi çıkarları için kendi çocuklarını değil de, Müslüman ailelerin çocuklarını ateşe atmaları gerçeği bakımından apayrı bir yazı konusudur, muhakkak…)
Gerçekten “acılı” olan, “yoksul” olan, “mazlum” olan, hatta “Müslüman” olan ama kesinlikle ve kesinlikle “şehîd anası” olmayan bu anaların sesini duyuracak, feryâdını haykıracak, acılarını dile getirecek araçlar var. Onlar her zaman ve her yerde içindekilerini dökebiliyor, acısını haykırıyor ve seslerini duyurabiliyor. Devlet yolunda ölmüş askerin annesi Türk bayrağına sarılarak, örgüt yolunda ölmüş gerillanın annesi de Kürt bayrağına sarılarak seslerini televizyon ve gazeteler yoluyla, hem de en yüksek sesle duyurabiliyorlar.
Oysa ülkemizde öyle analar ve öyle aileler var ki, bunların sesini duyuracak, acılarına tercüman olacak ne bir gazete, ne de bir televizyon var. Onları kimse tanımıyor, bilmiyor. Bilseler dahi, sanki “hiç yoklarmış gibi” davranılıyor. Onlar en mazlum, en acılı ve en dertli olanlar. Onlar, hem kendileri diğer annelerden farklı, hem de oğulları diğerlerininkinden.
Onların oğulları hakikaten Qur’ân’da ifade edilen “şehîd” ve kendileri de öz be öz “şehîd anaları”…
Onların çocukları bütün hayatlarında Qur’ân’ın emir ve yasaklarına uygun yaşadılar, Allah’ın emrettiği ve istediği şekilde bir yaşam sürdüler, sadece Allah ve Resûlü’nün yolunda mücadele ettiler, İslam ve Qur’ân’ın hâkim kılınması için çalıştılar ve sadece “Müslüman” oldukları için katledildiler, işkence gördüler, kurşunlandılar, doğrandılar.
Onların anneleri sadece “Müslüman” oldukları için evlat acısı tattılar, onların eşleri sadece “Müslüman” oldukları için dul kaldılar ve onların çocukları da yine sadece “Müslüman” oldukları için yetim bırakıldılar.
Onları kendi gazete ve dergileri bile yazmadı; oğulları, babaları, kocaları hunharca katledilirken, eli kalem tutan ve onların en yakın arkadaşları, dâvâ arkadaşları olduğunu söyleyenler, onlarla beraber yüzlerce kez oturup çay içmiş, tatlı tatlı şehadet sohbetleri yapmış, onlara “kardeşim” diye hitab edenler bile onlardan tek satır söz etmediler, tek söz bile konuşmadılar.
Onlar, gerçek “şehîd aileleri”…
Gelin, bu ailelerin evlerine tek tek misafir olalım:
İşte, 74 yaşında, yaşlı mı yaşlı, dertli mi dertli, acılı mı acılı bir baba. İsmi, Tahsin Korkmaz bu yaşlı amcanın. Şehîd Orhan Korkmaz’ın babası. Yüreğindeki acı, memleketi kadar büyük bu kederli amcanın. “İlkokulu dördüncü sınıfa kadar okudum. Biraz İslamî ilimleri okumuşluğum vardır. Elhamdülillah ve dîni tanıdığım günden beri Rabbim’e teslim olmuşum” diyor. Ve ekliyor: “Eğer oğlum kötü bir fikir üzere gitseydi, ben Allah’ın yanında utanç duyardım. Allah’a hamdolsun ki dosdoğru yol üzere gitti.” Şehîd Orhan Korkmaz’a yapılan işkenceler, ancak Bilâl-i Habeşî’ye yapılan işkencelerle kıyas edilebilirdi. Vücûdu yakılmış, gözlerine kaynamış kurşun dökülmüş, gözkapaklarında sigara söndürülmüştü. Babası Tahsin amca ise, “Bazen ben kendim düşünüyorum, O’nun gördüğü işkenceler aklıma geldikçe üzülüyorum. Sonra kendi kendimi kınıyorum. Peygamberler, sahabeler, nice Allah dostları, zalimlerden bu kadar eziyet ve işkence gördüler. Hz. Zekeriya testereyle ikiye bölündü. Biz onlardan iyi miyiz, diyorum” diyordu.
Yanında ise Tahsin amcanın gelini, Şehîd Orhan Korkmaz’ın hânımı Ayşe Korkmaz diyor ki, “Allah’ın izniyle çocuklarımız da babaları gibi, hatta babalarından daha fazla İslam için çalışsınlar. Onlar da babaları gibi bu dâvâ için canlarını fedâ etsinler.” Çocuklarına bakıyoruz hemen. Üçü de biribirinden tatlı; Sidret, Rıdvan ve Cihad. Ellerinde babalarının resmi; küçücük yüreklerinde ise şehadet arzusu, bu yaşta.
Şehîd Molla İhsan Yeşilırmak’ın ailesi…. Şehîd, kanlar içerisinde hastaneye getirildiğinde, hânımı ve çocuklarının üzerinde en ufak bir hayret, şaşkınlık ve tedirginlik belirtisi yoktu. Hepsinin ağzından çıkan söz, “İnnâ lillah we innâ ileyhi râciun” (Hepimiz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz) âyetiydi. Taziyenin ilk günlerinde, Şehîd’in evine gelen Müslüman kadınların ağlaşmalarına karşılık, ev sahibesi olan Şehîd’in hânımı, onları sabır ve metanete çağırıyordu, teskin ediyordu. Onlar, Şehîd’in hânımına teselli vermeleri gerekirken, Şehîd’in yiğit eşi onlara teselli veriyordu. Ve bu yiğit kadının yiğit oğlu Hüseyin, yiğit arkadaşım, aynı odayı, aynı sofrayı paylaştık seninle. Aylarca “Selamun aleykum” dışında bir söz niye dökülmedi ağzından? Niçin hep sessiz dururdun?
Bir kadın düşünün ki, kocası insanlıkdışı bir şekilde doğranmış. Hayır hayır, kurşunlanmamış, bıçaklanmamış. Resmen doğranmış. Kafası, yüzü, gözü, elleri, kolları, bacakları, ayakları, bütün vücûdu vahşîce doğranmış, lime lime edilmiş. Değil bir Müslüman’a, değil bir kâfire, değil bir insana, vahşî bir hayvana bile reva görülemiyecek bir biçimde derisi yüzülmüş. Böyle bir kadın düşünün, Fatma Nergiz Hânım’ı düşünün. Şehîd Feridun Nergiz’in eşi. Siz bu acılı kadının yerinde olsanız, ne dersiniz? O’nun söylediklerinin aynısını söyleyebilir misiniz: “İnsan, bu kadar yıllık hayat arkadaşı, dâvâ arkadaşı, birçok özel şeyini paylaştığı arkadaşını kaybedince, doğal olarak ilk etapta zor geliyor. Ancak yine de şehadet mertebesiyle Allah’ın katına ulaştığı için şükrediyorum. Ölüm, zaten er geç bulacaktı O’nu. Bunun şehadetle gerçekleşmesi en güzeli.” Siz olsanız, o acıda bunları söyleyebilir misiniz?
Şehîd Feridun Nergiz’le aynı gün ve aynı şekilde katledilen Şehîd Molla Ahmed Işıklı’nın bir yakını diyor ki: “Bir hadis-i şerîfte de belirtildiği gibi, üç damla, Allah katında kutsaldır. Hakkıyla bu üç damla kimde olursa, o, Allah indinde kutsaldır. Bu üç damla dâvânın hangi fertlerinde bulunursa, o dâvâ kutsaldır. Aynı gün şehîd olan iki Müslüman’da da bu üç damla mevcud idi: Gözyaşı, alınteri ve kan.”
Başka bir şehîd ailesine uğruyoruz. Şehîd Şuayb Polat’ın ailesine. Aile fertlerini dinliyoruz; Şehîd’in annesini, babasını, ağabeyini ve ablalarını. Şehîd’in acılı annesini dinliyoruz; yaşlılıktan çökmüş, mazlum ve acılı. Dizlerinin üzerinde yere oturuyor, ellerini de namazdaymış gibi bağlıyor. O, tüm Kürdistan’ın annesi… “‘Ana’ diyordu, ‘dûâ et şehîd olayım’ diyordu sürekli. Ben de şöyle diyordum: ‘Yavrum, ben senin ölmen için nasıl dûâ edeyim?’ O da, ‘söyle ana’ dedi. Ben de O’nu kırmadım, ‘İnşallah, ömrün şehadete yeter ve şehîdlikle Allah’ın huzuruna gidersin’ diye dûâ ettim. İnşallah, şimdi O, Allah ve Resûlü’nün huzurunda oturuyor. Alnı açıktır.” Böyle diyor şehîd annesi, annemiz…
Şehîd’in babası Nureddin dayı da en az o kadar acılı: “Allah’a hamdolsun diyorum. Ben Allah’a şükrediyorum ki, O’nun uğruna öldüğü şey, dünya malı ve menfaati değildi. Dâvâsı, İslam’ın izhar olması, haklı ile haksızın ayırtedilmesiydi. Dâvâsı buydu. Bu dâvâ için şehîd olmak tatlı bir şerbettir ve diyorum ki, keşke ben de bu şerbetten içseydim” diyor. Ekliyor ardından: “Dîni ve imânı mükemmel ve alnı açık bir şekilde Rabbi’nin huzuruna çıkmak isteyenlerin yolu budur, dâvâsı budur ve bu dâvâdan geri durmamalıdırlar. Bu dâvâya inananlar, ne canından, ne malından ve ne de rahatının kaçmasından korkmalıdırlar. Tavsiyem budur.”
Şehîd’in ablasını dinliyoruz: “O’nun şehadetinden ötürü hüzünlü, bir o kadar da sevinçliyim. Layık idi ve Allah da verdi. O istiyordu. Her zaman Allah’tan şehîd olmayı diliyordu. Sürekli Allah için çalışıyordu.”
Büyük ağabeyi, “O’nun dâvâsı, sadece ve sadece Allah’ın hükümlerinin hâkim kılınması idi. Var gücüyle bunun için çalışıyordu. Tabiî, bu dînin hakimiyeti yolunda çalışırken önüne çıkan engeller oldu. Ki bu engellerden biri de O’nun şehadetine sebep oldu” diyor, başka bir ağabeyi de, “Şehîd, kirli siyasî emeller veya herhangi bir menfaat için bu yola devam etmemiştir. O, sadece ve sadece Allah’ın yolunu izlemek ve Qur’ân-ı Kerîm’i yeryüzünde hâkim kılmak için çalışıyordu” diyordu.
Şehîd Muhammed Konuk…. Şehîd’in dünya tatlısı, bir çiçeği andıran güzel mi güzel kızı Zehra… Ama beni tanımaz, hatırlamaz ki küçük Zehra! Nasıl hatırlasın ki? Evlerine ilk misafir olduğum gün, evlerinin avlusunda oturup kankırmızısı Diyarbekir karpuzu yerken, sırf yaramazlık için ve kendisini sevdirmek için – sanki ihtiyacı varmış gibi – bizi rahatsız edip elimizdeki çatala el uzatmaya çalıştığında, her hamlede yakalayarak kucağıma alıp da doyasıya sevdiğim, o gülpembe yanaklarından defalarca öptüğüm, küçücük göğsünü gıdıkladığım zaman, Zehra henüz 3 yaşındaydı. O yaramazlıklarıyla, babasıyla sohbetimizi engellemeye çalışıyordu. Bir yıl sonra babası şehîd oldu. Şehîd Mûhâmmed Konuk’un bu dünya tatlısı yavrusunu, cici kızı Zehra’yı görmeyeli on altı yıl oldu. Şimdi 19 yaşlarında olması lazım, kocaman bir kız olmuştur, Bingöl – Karlıovalı Zehra. Şimdi karşılaşsak, belki “yabancı” diye yanıma yaklaşmaz, bana elini vermez de. Ey dünya güzeli Zehra! Bu yazıyı okuyabilecek durumda olup olmadığını bilmiyorum ama, belki okursun diye söylüyorum, şayet Allah nasib eder ve yine karşılaşırsak, kocaman bir kız olduğun için yanıma yaklaşmazsan, o zaman sen de benim bir zamanlar seni sevip okşadığım gibi, sen de iki yaşındaki oğlum Malcolm’ı sev, e mi?
Peki ya Şehîd Sadreddin Ay?… Yarım dakika, evet, sadece otuz saniyelik bir zamandı benim yerime seni alan. Ben nerede, şehadet nerede? Ama sen layıktın. Bunun için beni değil, seni buldu şehadet, otuz saniyelik bir aceleyle. Ve senin akrabaların, yakınların, bak ne dediler senin ardından: “Şehîd Sadreddin, Müslüman, dînine sadık olan bir insandı. İsmine layık olan bir insandı. İsmi ‘dînin göğsü’ demekti. O da İslamî ilimleri göğsünde toplamak suretiyle ismine yakışır bir hayat sürdü.”… “O, İslamî vazifelerini yerine getirmek için, bütün alaka ve ilgisini İslamî ilkeler üzerinde yoğunlaştırmıştı. Özellikle küfrün cirit attığı çağımızda, özelde Müslümanlar’ın, genelde de tüm mustaz’afların dünya istikbarına karşı uyanmaları ve mücadele etmeleri için elinden geleni yapıyordu.”
Bir şehîd annesi daha. Adı, Bedriye Kar… Bu şehîd anası da, diğer şehîd anaları gibi mazlum, acılı ve Müslüman. Öbürleriyle arasında sadece bir fark var, küçük, küçücük bir fark. Diğer anneler Kürt kadınları idiler, bu Türk kadını. Ama bu küçücük farkı, fark bile etmiyorlar. Onlar bir çatı altında toplanmış, İslam çatısı altında. Hepimizin annesi bu kadın. Öyle bir evlat yetiştiriyor ki, evladı,Şehîd Abdurrahman Kar, bütün yaşamını Allah ve Resûlü yolunda harcaması yetmiyormuş gibi, bir de bu kutlu yolda başını, canını veriyordu. Azîz İslam yolunda akıtıyordu azîz kanını. Çilekeş anne, Bedriye Hânım, “Oğlumu en son yedi ay önce görmüştüm. Giderken O’na sarılıp ağladım. Bana dedi ki, ‘Anne, beni bu kadar sevmen beni korkutuyor. Hani şehîd olursam sana zor gelir.’ Ben o zaman, ‘Abdurrahman, senin gibi tertemiz birine kim kıyabilir?’ dedim. ‘Anne, eğer şehîd olursam ağlama, şehîd anaları ağlamaz’ dedi. Giderken de ‘hakkını helâl et’ dedi. Allah’a emanet edip gönderdim. O’nu Allah verdi ve yine O’nu Allah aldı” diyordu yiğidinin ardından.
Son olarak Şehîd Ahmed Ceylan’ın yaslı ailesine uğruyoruz. Bir yakını şöyle diyor: “Şehir merkezinde, sivil polislerce kimlik kontrolü süsüyle gözaltına alındığı imajı veriliyor. Emniyet, savcılık gibi makamlara başvuruldu. Sonuç alınamadı. Sonradan emniyet, kendilerince alıkonulduğunu kabul etti. Altı gün sonra, Diyarbakır – Elâzığ karayolu üzerinde, askerî bir karakola yakın, çuval içine bırakılmış bir halde, iki köylü vatandaş tarafından uzak mesafeden görülüyor. Köylüler, üstü başı düzgün şahıslar tarafından minibüsten indirilen torbaların yolun kenarına atılmasından sonra gidip bakıyorlar. Cesetleri gördükten sonra en yakın karakola haber veriyorlar. Askerler de cesetleri morga götürüyorlar. Bir gün sonra bizim haberimiz oldu. Otopsi raporunda zincirle boğuldukları, zincirin iki kez boyunlarına dolanarak öldürüldükleri yazılıydı. Bizim gördüğümüz kadarıyla da kollar omuzdan çıkmıştı (Filistin askısından ötürü), kalçadan diz kapaklarına kadar elektrik şoku izleri, vücûdunun birçok yerinde sigara yanıkları ve darbe izleri vardı.”
Evet!… Bunlar Qur’ân’a ve İslam’a göre bir yaşam sürmüş, Allah yolunda mücadele etmiş ve bu mübarek yolda canlarını vermiş yiğit şehîdlerin aileleri… Şehîd anneleri, babaları, eşleri, bacıları, kardeşleri, çocukları, akrabaları ve yakınları…
Bu aileleri kimse tanımıyor. Tanıyanlar da “hiç yoklarmış gibi” davranıyor.
Onların acısını, duygularını, seslerini duyuracak ne bir televizyon, ne de bir gazete var. Bırakın İslam düşmanlarına ait gazete ve dergileri, İslamî gazete ve dergiler bile onların acısını duyurmadı, seslerini duyurmadı. Hiçbir şey yazılmadı onlar hakkında, hiçbir şey söylenmedi.
Evlatlarının vahşîce şehîd edilmelerini, sırf “Müslüman” oldukları için katledilmelerini “haber” olarak bile duyurmayanlar, tek kelime bile yazmayanlar, geride bıraktıkları acılı ailelerinin acılarına ve duygularına mı ayna tutacaktı?
Bu yiğit insanlar göçüp gittiler aramızdan. Geri gelmeyecekler. Ahmet Arif’in bir şiirinde dediği gibi:
“Vay kurban! Bir daha hangi ana doğurur bizi?”
SELAM GAZETESİ
30 MAYIS 1999