Adil Medya’nın gazeteci – yazar İbrahim Sediyani ile yaptığı röportaj…
Bilindiği üzere, son zamanlarda gündemde en çok yer alan konulardan biri, Türkiye’nin nereye gittiği, geleceğinin ne olacağı sorusudur. Özellikle anayasa değişikliği ve 24 Haziran seçimlerinden sonra, halkın belli bir kitlesi, yönetimin artık tek adamın elinde toplandığını düşünmekte, bu düşüncenin etkisiyle özgürlüklerin kısıtlanacağından endişe duymaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin geleceğine ilişkin endişeler artmaktadır. En çok da “Türkiye; Azerbaycan, Türkmenistan, Libya, Irak, Suriye, Arap Emirlikleri ve İran gibi dînî baskıların, bölünmelerin, iç savaşların olduğu, otoriter tek adam ülkesi mi oldu / oluyor?” endişesidir.
Bu konuyla ilgili farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu nedenle Adil Medya olarak çok sayıda yazar, akademisyen, kanaat sahibi kişi ve yazarla “Yeni Türkiye Soruşturması” yaptık. Görüşlerini bizlerle paylaşan yazarlarımıza teşekkür ediyoruz.
Soruşturmada Levent Gültekin, İsmail Beşikçi, Emine K. Arslaner, Demir Küçükaydın ve Hercules Millas’tan sonra bugün de İbrahim Sediyani’nin görüşleri:
* * *
– Türkiye nereye gidiyor?
– Gitmiyor, yuvarlanıyor. Korkunç bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyor ve gün gelecek tam dibine düşecek.
Türkiye’nin gidişatını ben hiç iyi bulmuyorum. Hayırlı bir gidişat değil bu. Ancak bu söylediğimin, siyasî durum ile, siyasî partilerle ilgisi yok. Hangi partinin iktidarda olduğuyla bir alakası yok bunun.
Türkiye toplumu, “erdem”i kaybetti. “Erdem” denen hasleti yitirdi.
Bu haslet öyle bir haslettir ki, onu kaybeden toplumlar her şeylerini kaybederler. “Erdem”, insanlar ve toplumlar için “eşref-i mahlukat” olabilmesi için gerekli olan temel melekedir. Bu meleke, “erdem”, etnik kökenden, ırktan, mezhep ve meşrepten, ideolojiden ve hatta dînden tamamen bağımsız, direk olarak insanların ve toplumların fıtratlarıyla ilgili bir melekedir. Bu melekeyi kaybeden toplumlar, helak olurlar.
Sahip olması gereken ve olduğu en önemli umde olan “erdem” umdesini yitiren Türkiye toplumu, artık “kirli bir toplum”dur. Bunun İslam’la Laiklik’le, Sağcılık ve Solculuk’la, Türklük’le veya Kürtlük’le bir ilgisi yok. Kirli bir toplumuz, hepsi bu.
Film izlerken görmüşsünüzdür. Örneğin Yeşilçam Sineması’nın çektiği dînî filmlerde müşriklerin ve putperestlerin davranışları anlatılırken, özellikle de Kemal Sunal – Şener Şen filmlerinde köylü toplumunun cahil halleri ve sürü psikolojisiyle ortaya koydukları davranış biçimi resmedilirken, muhakkak izlemişsinizdir.
Örneğin köyde bir kadına iftira atılmış diyelim (bu genelde filmde Şaban’ın yani Kemal Sunal’ın sevdiği kız oluyor). O iftirayı bizzat hazırlayan ve atan kişi(ler), kalabalığa hitaben tahrik edici bir konuşma yapar, “Bu ahlaksızları köyden kovalım, öldürelim, bunlar yüzünden başımıza musibetler geliyor, yağmur yağmıyor, bunlar yüzünden ürünlerimiz mahsül vermiyor, onu öldürmezsek başımıza taş yağacak” minvalinde kışkırtıcı şeyler söyler. Kalabalık da toplu halde kollarını havaya kaldırıp hep bir ağızdan “Eveeeet, bunları öldüreliiiim, kovalıııım” diye slogan atarlar. Hepsi aynı şekilde kollarını kaldırır, aynı anda ve aynı cümleleri sarfeder, gözlerini aynı biçimde açar, kaşlarını aynı biçimde çatarlar.
Benzer sahneleri Türk Sineması’nın çektiği dînî filmlerde, bir peygamberin veya herhangi bir evliyânın hayatının anlatıldığı filmlerde, müşrik ve putperest toplumun davranışlarında da görmek mümkün. Çok kolay tahrik edilir, gösterilen hedefe hemen yönlendirilebilir, duydukları sahih midir, söylenenler doğru mudur asla sorgulamazlar.
Kendi taraftakiler ne yaparlarsa yapsınlar savunurlar, karşı taraftakiler ne yaparlarsa yapsınlar karşı çıkarlar. Hiçbir zaman ne bir fiili savunur ne de bir fiile karşı çıkarlar. Savundukları tek şey kendi cenahları, muhalefet ettikleri tek şey de öbür cenahtır.
Bizler televizyon başında filmi izlerken, o insanların ne kadar cahil ve bağnaz olduklarını hemen anlarız değil mi? Öyle ki, acırız o cahil hallerine. İçimizden, “Vah vah, ne kadar cahil insanlar varmış bu dünyada? Bu nasıl bağnaz bir gürûh böyle?” diye söyleniriz.
Televizyon ekrânından seyrederken cehalet ve bağnazlık olduğunu hemen anladığımız ve idrak ettiğimiz bu kitle psikolojisini, yaşadığımız gerçek hayatta karşımıza çıktığında anlamak ve idrak etmek neden bu kadar zordur?
Oysa şimdiki Türkiye toplumu, tam anlamıyla böyle bir toplumdur. AK Parti seçmeninden CHP seçmenine, MHP seçmeninden HDP seçmenine, İslamcı’sıyla Laik’iyle, Sağcı’sıyla Solcu’suyla, Alevî’siyle Sünnî’siyle, Türk’üyle ve Kürd’üyle, tıpatıp o filmlerdeki cahil gürûh gibi bir toplum olduğumuzu, davranışlarımızın tıpkı o insanların davranışları gibi olduğunu neden göremiyor, farkına varamıyor, anlamıyoruz?
Bilhassa iktidar yanlısı cenah, yani AK Parti tarafındaki (“cephesindeki” demek daha doğru sanırım) gürûhun, yazarlarının, gazetecilerinin, STK ve derneklerinin ortaya koydukları davranış biçimi, tıpkı yukarıda canlandırdığımız, Kemal Sunal – Şener Şen filmlerindeki cahil köylü kalabalığının davranış biçimidir. Aralarında en ufak bir fark dahi yoktur.
İktidar “Barış Süreci” başlatır, barışın ve kardeşliğin ne kadar önemli olduğunu anlatır, “Artık tek bir ferd dahi toprağa düşmemelidir” der, iktidar yanlısı gazeteciler, yazarlar, STK’lar tıpkı o Kemal Sunal – Şener Şen filmlerindeki gürûh gibi hep bir ağızdan, “Eveeet… Barış çok güzel birşeydiiiir… Artık tek bir ferd toprağa düşmemelidiiiir” diye bağırır, trol ve troliçeler sosyal medyada “barış âyetleri” paylaşır. O hallerine bakınca, ister istemez imrenir, gıpta edersiniz; “Nasıl da âşıklar barışa, kardeşliğe! Bir tek insanın dahi burnunun kanamasını istemiyorlar. Ne kadar güzel, altın kalpli insanlar bunlar” diye düşünürsünüz. Fakat İktidar bu sefer “savaş tamtamları” çalar, “Ne müzakeresi, ne masası!?.. Bunlarla barış marış olmaz!.. Son ferd kalmayıncaya kadar hepsini temizleyeceğiz, kökünü kurutmalıyız” diye gürler, o aynı gazeteciler, yazarlar ve STK’lar aynı anda, aynı dakika içinde, tıpkı o filmdeki cahil gürûh gibi hep bir ağızdan “Eveeet… Ne müzakeresi? Bunlarla barış marış olmaaaaaz… Zaten onları muhatap almak baştan sürecin en büyük hatasıydııı… Hepsini temizlemeliyiiiiiz, kökünü kurutmalıyııııız” diye yazarlar, çizerler, gürlerler. Tıpkı o filmlerdeki kalabalık gibi: Hepsi aynı şekilde kollarını kaldırıp, aynı anda ve aynı cümleleri sarfedip, gözlerini aynı biçimde açıp, kaşlarını aynı biçimde çatarak…
İktidar Esad ailesiyle “ailece tatil” yapar, Suriye ile vizeler kaldırılır, dostluk ve kardeşlik köprüleri kurulur, iktidar yanlısı gazeteciler, yazarlar, STK’lar tıpkı o Kemal Sunal – Şener Şen filmlerindeki gürûh gibi hep bir ağızdan bunu destekler, kuruldukları köşelerden dostluk ve kardeşlik hikâyeleri okur, “Komşularla sıfır soruuuun” diye bağırırlar. İktidar Esad ile düşman olur, ne kadar it kopuk varsa hepsini Suriye’ye musallat eder, iki devlet düşman olur, o aynı gazeteciler, yazarlar ve STK’lar aynı anda, aynı dakika içinde, artık “fotoğraf makinâsının flaşını patlatan gazeteci” değil, “Suriye’de kendini patlatmaya hazır canlı bomba”dırlar artık…
İktidar Suriye’de ABD ve AB devletleriyle birlikte hareket eder, iktidar yanlısı gazeteciler, yazarlar, STK’lar “Dünya ile birlikte hareket etmeliyiz” diye yazarlar. İktidar Mısır’da ABD ve AB devletlerini karşısına alır, o aynı gazeteciler, yazarlar, STK’lar “Şerefli yalnızlık” diye bir kavramı literatürümüze kazandırırlar. İçlerinden bir tanesi de çıkıp, “Mısır’daki askerî darbeyi yaptıranlar, bizim Suriye’deki ortaklarımız değil mi?” diye sormaz, soramaz. Bunu sorabilmesi için düşünebilmesi, düşünebilmesi için de “akıl” denen bir melekeye sahip olması lazım. Fakat o yok ki! Zirâ dediğimiz gibi, bu gürûhun Kemal Sunal – Şener Şen filmlerindeki cahil köylü gürûhundan hiçbir farkı yoktur. Tıpatıp Peygamber (saw) dönemindeki Mekke müşriklerine benzerler.
İktidar İsrail’e “Van minüt” çeker, Gazze’ye doğru gemiler yola çıkar, İktidar yanlısı gazeteciler, yazarlar, STK’ların hepsi “anti – siyonist”tir, ellerinden gelse İsrail’i bir kaşık suda boğarlar. İsrail’e o derece karşıdırlar ki, bu hususta HaMaS’a iki, İslamî Cihad’a üç, İran’a da biri penaltıdan olmak üzere beş çekerler. Ortadoğu’da hiçbir dostu kalmadığını fark eden İktidar bu sefer İsrail ile ilişkileri düzeltir, tekrar dost olurlar, o aynı gazetecilerin, yazarların ve STK’ların hepsi de aynı anda ve hep bir ağızdan başlarlar güzellemeler dizmeye. Mavi Marmara’ya destanlar yazmayı bırakıp, Marmara’nın mavi sularına bakarak “Türkiye – İsrail ilişkilerinin Ortadoğu için önemi” üzerine oldukça derinlikli ve çukurluklu analizler yaparlar.
Sayın Mesud Barzanî, Kürdistan pêşmergelerini Türkiye üzerinden Kobanî’ye yardıma gönderir, onlar da “Kobanî’ye selam” gönderirler. Pêşmergelerden önce onların selamı gider Kobanî’ye. İktidar PYD’yi “terör örgütü” listesine alır, onlar da “Kuzey Suriye’de asla bir oldu – bittiye izin vermeyeceklerini” 5 bin tirajlı gazetelerindeki köşelerinden ilan edip, 50 milyonluk Kürtler’in, 150 milyonluk Rusya’nın ve 350 milyonluk ABD’nin ödünü kopartırlar!..
Burada şu önemli vurguyu yapmadan geçemeyeceğim: Örnekleri AK Parti (veya İktidar) üzerinden vermem, bu davranış biçiminin yalnızca bu partiye ve bu partinin seçmenlerine özgü olduğunu aklınıza getirmesin sakın. Yukarıda da dediğim gibi, bu davranış, Türkiye toplumunun genelinin davranış biçimidir. AK Parti seçmeninden CHP seçmenine, MHP seçmeninden HDP seçmenine, İslamcı’sıyla Laik’iyle, Sağcı’sıyla Solcu’suyla, Alevî’siyle Sünnî’siyle, Türk’üyle ve Kürd’üyle, ne yazık ki tüm toplum böyledir. Çünkü, bunu söylemek hiç de keyifli değil ancak gerçek bu maalesef, bu toplum bir cahiliye toplumudur.
Kutsal Kitaplar, bu tür toplumları “cahiliye toplumu” olarak niteler. Tevrât, İncil, Kur’ân; üçüne göre de şu anki Türkiye toplumu bir “cahiliye toplumu”dur.
Bunu asla ve asla hakaret amaçlı olarak söylemiyorum. Ben ki başka toplumlara bile hakaret etmeyen bir insanım; kendi toplumuma niye hakaret edeyim? Sonuçta ben de bu toplumun bir ferdiyim.
Acınacak haldeyiz; bunu görmemiz lazım. Görmemiz yetmez, kabullenmek de zorundayız. Kabullenebilmeliyiz ki, buradan bir şekilde çıkış yolu bulabilelim.
Türkiye’de siyasî partiler öteden beri böyle iken ve fakat toplum daha farklı bir ahlâka ve erdeme sahip iken, şimdi toplumun da bu şekilde bağnazlaşmasının ve toplumun da tıpkı siyasî partilere benzemesinin en başta gelen sebebi, kanımca şudur: Toplum – özellikle son yıllarda – aşırı bir biçimde politize edilmiş, bu yüksek dozajdaki politize edilme hali de keskin bir kutuplaşmaya sebebiyet vermiştir.
Sanat, mârifet, edebiyat, kültür, erdem, yüksek insanî ahlâk, bilinç, bilgi, hakikat, bunların tamamen devredışı kaldığı bir ülke var. Toplumun ve toplum bireylerinin tüm davranışlarına, hareketlerine, gösterdikleri tepki ve reaksiyonlara siyasî partiler ve siyasetçiler yön veriyor.
Ülkenin ve toplumun bu hale gelmesine (daha doğrusu düşmesine) ise fazla şaşırmamak gerek kanaatindeyim. Gelişmiş ülkelerde siyasetçiler ülkeyi yönetir, aydınlar ise topluma yön verir. Aydını olmayan ülkede, her ikisini de siyasetçi yapar.
Türkiye’de halihazırda yaşanan “kutuplaşma”ya baktığımızda, dînî öğretilerin, kutsal metinlerin, maddî ve manevî değerlerin, örf ve âdetlerin, gelenek ve göreneklerin “ahlâk”, “dürüstlük”, “namusluluk”, “edep”, “hâyâ”, “fazilet” ve “erdem” adına öğrettiği ne varsa hepsinin ayaklar altında çiğnendiğini müşahade etmekteyiz, mâlesef.
Bunun tek ve yegâne sebebi, “cahiliye toplumu” durumuna düşmüş olan toplumun ve toplum bireylerinin, ülkede ve dünyada yaşanan her türlü olayda, yaşanan her tür gelişmede, duyduğu her sözde ve şahîd olduğu her hadisede, fiile değil faile bakarak tavır belirlemesidir.
Yani toplumun ve ülke insanının bütün erdem ve ahlâk özelliklerini yitirmesi, birer “cahiliye toplumu” olmasının ana sebebi, her tür olayda ve yaşanan her gelişmede, duyduğu ve gördüğü her şeyde, fiile değil faile bakarak tavır belirlemesidir. Bu davranış, artık bu toplumun temel karakteristiği haline gelmiştir.
Hiçbir fiilin, âmelin, insanoğluna/kızına özgü hiçbir davranışın artık “iyi” veya “kötü” olarak kategorize edilme durumu kalmamıştır. Neyin “iyi” neyin “kötü” olduğu, sadece ve sadece “kimin yaptığına bakılarak” belirlenmektedir. Neyin “doğru” neyin “yanlış” olduğuna, sadece ve sadece “kimin yaptığına” bakarak karar verilmektedir.
Bir davranışın “doğru” mu yoksa “yanlış” mı, bir eylemin “iyi” mi yoksa “kötü” mü olduğu, yalnızca bir tek kritere göre belirlenmektedir: Kimin yaptığına bakılarak.
“Doğru” ile “yanlış”ın, “hak” ile “bâtıl”ın hiçbir kriteri yok. Bu değerler tamamen taraflara göre değişiyor.
Tek kıstas şu: “Biz yaparsak iyi, onlar yaparsa kötü”…
“Allâh’ın âyetleriyle dalga geçmek”, “halkı aşağılamak”, “cinayet işlemek”, “hırsızlık yapmak”, “rüşvet yemek”, “birine iftira atmak”, “yalan haberler yazmak”; hatta “tecavüz”, hatta hatta (söylemeye bile utanıyorum) “küçük çocuklara, bebeklere bile tecavüz etmek”, “kadınlara küfür etmek”, “bir siyasetçinin kadınlara veya kadın siyasetçilere sözlü olarak cinsel tacizde bulunması, edepdışı laflar söylemesi”, bunların hiçbirinin kendi başına “iyi mi kötü mü” diye bir kıstası yok. “İyi” mi yoksa “kötü” mü oldukları, yapana göre değişiyor. Eğer bütün bu sıraladığımız şeyleri “karşı taraftakiler” yaparsa, o zaman “kötü, çok çirkin, ahlâksızlık”, yok eğer “bizimkiler” yaparsa, o zaman “o kadar da büyütülecek şeyler değil, üstünü örtmemiz lazım”!
Bu sadece bir taraf için değil, tüm taraflar için böyle. AK Parti seçmeninden CHP seçmenine, MHP seçmeninden HDP seçmenine, İslamcı’sıyla Laik’iyle, Sağcı’sıyla Solcu’suyla, Alevî’siyle Sünnî’siyle, Türk’üyle ve Kürd’üyle, herkes böyle davranıyor. Ülkedeki bir kesimin bağnaz olduğunu, aramızda sapıkların bulunduğunu söyleyenler, yanlış teşhis koyuyorlar, resmi eksik görüyorlar. Türkiye toplumu tümden bu duruma düşmüş haldedir. Bu toplum bir “cahiliye toplumu”dur. Bunu görmemiz lazım. Görmezsek, görür de görmezden gelirsek veya cesurca ifade etmekten çekinirsek, düzelme şansımız da olmaz.
Siz gidin ve bir yazara, akademisyene, bir STK’nın başındaki adama, herhangi bir dernek başkanına, bir kanaat önderine dostlar, bir kanaat önderine, “Ankara’da bir terör saldırısı oldu az önce, 15 vatandaşımız ölmüş. Bu olayla ilgili ne düşünüyorsunuz?” diye sorun, size ilk söyleyeceği söz şu olacaktır: “Kim yaptı?”
Neden mi? Çünkü onun o hadisenin kötü mü iyi mi olduğuna karar vermesi için, lânetlemesi gerektiğine mi yoksa savunması gerektiğine mi karar verebilmesi için, eylemi hangi örgütün yaptığını bilmesi gerekir. Zirâ IŞİD yapmışsa başka türlü, PKK yapmışsa başka türlü tavır takınacaktır. 15 mâsum insanı öldürmek, 15 sivil yurttaşın canına kastetmek, bu iyi birşey midir yoksa kötü birşey mi, katillerin kim olduğunu öğrenmeden bilemez bu toplumun insanları. 15 kişinin vahşice katledildiği bir cinayetin iyi mi kötü mü olduğu, ancak katilin kim olduğu bilinirse söylenebilir. Çünkü bu toplum “cahiliye toplumu”dur ve fiile bakarak değil, faile bakarak tavır belirler.
Eğer katliâmı IŞİD yapmışsa çıkıp en sert biçimde kınayacak, eylemi gerçekleştirenler için “Barbarlar, insanlık düşmanları… Bu saldırı yalnızca Ankara’ya değil, tüm insanlığa karşı, hepimize karşı yapılmıştır” diyecek, yok eğer katliâmı PKK yapmışsa, bu sefer de mırın kırın edecek, o vahşeti savunmaya kalkışacak, “Bir halkı tümden yok etmeye kalkarsanız o halk da çeşitli şekillerde tepkisini koyar” türünden, en asil sözleri ve duruşu en soysuz bir gaye için sarfedecek, her iki cümleden birinde “gerçeklik” kelimesi geçen şeyler söyleyecek, içinde bol bol TDK (Türk Dil Kurumu) patentli “ulusal”, “yurtsever”, “önderlik”, “gerçekliklik”, “derinleştirmek” kelimeleri geçen, bir zamanlar Yalçın Küçük – Doğu Perinçek ikilisinden öğrendikleri ve bugün Türk medyasında sadece Cumhuriyet gazetesinin kullandığı Turanî – Moğolca terminolojilerini konuşturacaklardır.
Aynı şekilde, gidin ve bir yazara, akademisyene, bir STK’nın başındaki adama, herhangi bir dernek başkanına, bir kanaat önderine, “Bir partinin İstanbul il teşkilâtında inanılmaz bir olay ortaya çıktı. İl başkanı, orada görev yapan iki genç kıza cinsel tacizde bulunmuş. Üstelik adam evli, dört çocuğu var. Bu olay hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorun, size ilk söyleyeceği söz şu olacaktır: “Hangi parti?”
Nedenini anlamak gayet basit: Çünkü onun o hadisenin kötü mü iyi mi olduğuna karar vermesi için, lânetlemesi gerektiğine mi yoksa savunması gerektiğine mi karar verebilmesi için, olayın hangi partide gerçekleştiğini bilmesi gerekir. Zirâ AK Parti il binasında olmuşsa başka türlü, CHP il binasında olmuşsa başka türlü tavır takınacaktır. Evli ve dört çocuk babası bir adamın, kendi emri altında çalışan iki genç kıza cinsel tacizde bulunması, bu iyi birşey midir yoksa kötü birşey mi, yapanın hangi partiden olduğunu öğrenmeden bilemez bu toplumun insanları. İki genç kızın bir partinin İstanbul il teşkilâtında ve üstelik bizzat il başkanı tarafından cinsel tacize uğraması hadisesinin iyi mi kötü mü olduğu, ancak olay mahalinin hangi partinin binası olduğu bilinirse söylenebilir. Çünkü bu toplum “cahiliye toplumu”dur ve fiile bakarak değil, faile bakarak tavır belirler.
Aynı şekilde, gidin ve herhangi bir dernek başkanına, bir kanaat önderine, bir camiânın başında bulunan kişiye, “Bir partinin lideri düzenlediği son basın toplantısında Türkiye – İsrail ilişkileriyle ilgili önemli bir açıklama yaptı. İsrail’le ilişkilerin düzeltilmesi gerektiğini söyledi, Türkiye’nin Ortadoğu’daki tek dostunun İsrail olduğunu söyledi ve bu dostluğun bozulmaması gerektiğini tembihledi” deyin, size ilk söyleyeceği söz şu olacaktır: “Hangi lider?”
Çünkü o sözlerin doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna karar vermesi için, destek mi vermesi gerektiğine yoksa karşı mı çıkması gerektiğine karar verebilmesi için, o sözleri hangi liderin sarfettiğini bilmesi gerekir. Eğer kendi partisinin lideri demişse, çıkıp “Elbette önemli bir noktaya temas etmiştir kanaatindeyim. Bizler Türkiye olarak barışçıl bir dış politika izlemek zorundayız. Karşılıklı diyalog, barışçıl bir diplomasi, hem ülkemiz hem de Ortadoğu için, dünya barışı için hayatî derecede önemlidir” diyecek, yok eğer bu sözleri rakip partinin lideri demişse, o zaman da çıkıp en sert tepkiyi gösterecek, Filistin dâvâsı güdecek, hatta hızını alamayıp, o sözleri sarfeden parti liderine “İsrail uşağı”, “Siyonizm yandaşı” diyecektir.
Bunları söylerken, hiç kimseye iftira etmiyorum. “Zan” üzerine hüküm de vermiyorum. Anlattıklarım bu ülkenin ve toplumunun apaçık ortada olan gerçeğidir. Bunların canlı örnekleri, tüm çıplaklığıyla gözümüzün önünde yaşanıyor.
Neyin desteklenip neye karşı çıkılması gerektiği, yalnızca “kimin yaptığına” bakılarak belirleniyor. Davranışları belirleyen tek kıstas şu: “Biz yaparsak iyi, onlar yaparsa kötü”…
“Cahiliye toplumu” olmanın tüm belirtileri ortada mâlesef ve Türkiye toplumu gitgide İslam öncesi Mekke müşriklerine benziyor.
Allah-û Teâlâ’nın peygamber göndermek zorunda kaldığı cahiliye toplumlarının hiçbiri laik değildi, seküler değildi, hele hele dînsiz hiç değildi. Son Resulullah (saw)’ın gönderildiği Mekke müşrikleri dahil, bütün peygamberlerin gönderildiği tüm putperest toplumlar, tüm cahiliye toplumları, dîndar idiler, muhafazakâr idiler, Allâh’a ve âhiret gününe imân ediyorlardı ve ibadetlerini de yerine getiriyorlardı.
Ama onlar “Hanif” olma vasfını yitirmişlerdi. “Erdemli olmak” özelliğini kaybetmişlerdi. Tıpkı günümüz Türkiye toplumu gibi.
Bugünkü Türkiye toplumu, tam anlamıyla bir cahiliye toplumudur. Kendi taraftakiler ne yaparlarsa yapsınlar savunurlar, karşı taraftakiler ne yaparlarsa yapsınlar karşı çıkarlar. Hiçbir zaman ne bir fiili savunur ne de bir fiile karşı çıkarlar. Savundukları tek şey kendi cenahları, muhalefet ettikleri tek şey de öbür cenahtır.
Emin olun kardeşlerim, Allah-û Teâlâ’nın peygamber göndermek zorunda kaldığı cahiliye toplumları bile seviyeyi bu kadar aşağı düşürmemişlerdi.
En taze örnek:
Geçtiğimiz gün, Hakkari (Çolamerg) ilinin Yüksekova (Gever) ilçesinde, PKK örgütünün saldırısında 11 aylık bir bebek ve annesi öldü. İktidar yanlısı ne kadar kalem, insan varsa, hepsi de bu saldırıyı kınadı. “Bebek katilleri” deyip PKK örgütüne lanet yağdırdı, “Ona nasıl kıydınız? O daha bir bebek, bebek!” diye feryâd ettiler.
Oysa bu aynı kalemler, aynı insanlar, bu olaydan sadece 2 gün önce Ege Denizi’nde boğulan iki bebek için “Oh olsun” demişlerdi, biliyor musunuz? Türkiye’den kaçmaya çalışan ailenin kucağında, Ege sularında korkunç bir biçimde boğulan o kundaklık bebeler için “FETÖ’cü” demişlerdi. Cenaze aracı bile vermedi, PKK’nın öldürdüğü bebeklere ağıt yakan belediyeler. 6 aylık bebeğe “Terörist” demişlerdi. Tıpkı geçen yıl Cizre’de bizzat kendilerinin katlettiği 6 aylık Miray bebeğe de “Terörist” dedikleri gibi.
“Çocuklar ölmesin” dediği için hapse giren kadın öğretmenler var bu ülkede. “Çocuklar ölmesin” diyenleri hapse atan bir devletin yandaşları, çocukları öldüren PKK’yı kınıyordu. Tıpkı devlet çocukları öldürdüğünde ortalığı velveleye verenlerin, PKK çocuk öldürdüğünde çıtlarını çıkarmadıkları gibi.
– Irak, Suriye gibi Türkiye’de de bir bölünme yaşanabilir mi?
– “Bölünme”den neyi kastettiğinize bağlı.
Şayet “bölünme”den kastınız, toplumun çok keskin bir biçimde farklı iki kutba ayrılması ise, bu gerçekleşmiş zaten. İlk sorunuzu yanıtlarken örnekleriyle anlattım.
Eğer bu kavramdan kastınız, siyasî parti seçmenlerinin coğrafyaya göre konumlanması ise, her genel ve yerel seçim sonrasında ortaya çıkan Türkiye haritasından bunun da gerçekleşmiş olduğunu anlamak mümkün.
Ancak “bölünme” derken kastınız, bu kavram zikredildiğinde Türkiye gibi ülkelerde ilk akla gelen şey olan “toprak bölünmesi”, ülkenin bir bölümündeki toprak parçasında ayrı bir devlet kurulması ise, bunu şu anda pek olası görmüyorum. Ne kadar ırkçı ve inkârcı bir rejimle yönetiliyor olursak olalım, anayasal olarak herkesin “Türk” olarak görüldüğü ve ülkedeki Kürt, Laz, Çerkes gibi unsurların millî kimlikleri hiç kabul dahi edilmiyor olursa olsun, ben “Türkiye’nin bölüneceği” korkusunun yersiz bir endişe olduğunu düşünüyorum.
Türkiye kolay kolay bölünmez. Kimse de öyle kolay kolay bölemez. Çünkü o hususta ülkenin sağlam bir yapısı var. Ancak bu kastettiğim “sağlam yapı”, devletten veya devletin resmî ideolojisinden kaynaklı bir sağlam yapı değil (bilakis o bizatihi bölünmeye hizmet ediyor), hatta dîn ve mezhepten kaynaklı da değil, daha farklı sosyolojik nedenleri vardır. Bunlar başka bir sohbetin güzel bir konusu olabilirdi, ancak ayrıntıya inip sözlerimi uzatmak istemiyorum.
Türkiye’de artık “gönüller” bölünmüş durumda, “itikad” bölünmüş durumda, “sevinç ve kederler” bölünmüş durumda. Asıl felâket budur! Eskiden “kader birliği” diye bir ifade kullanıyorduk ya, hani kullanırken hem mutlu oluyor hem de kendimizi daha güçlü hissediyorduk ya, o bile bölünmüş durumda. Çünkü “öbürünün” zenginleşmesi, otomatikmen “benim” daha da fakirleşmem demek. Herkes, yêkdiğerinin felâketi ve yenilgisi üzerine kuruyor kendi mutluluğunu, saadetini.
Bu bölünme, toprak bölünmesinden daha büyük bir faciâdır, bir toplum için.
Toplumun bir kesimini sevindiren bir hadise, diğer kesimi üzüyor. Bir kesimin ağıt yaktığı, üzüntüden karalar bağladığı bir hadise karşısında toplumun diğer kesimi nerdeyse zil takıp oynuyor, bayram ediyor.
Biliyor musunuz, buna tabiî âfetler dahil!.. Deprem, sel gibi doğal felâketler dahil!..
Bir toplum için bundan daha korkunç bir “bölünme” olabilir mi? Toprağın bölünmesi, şu dikkat çektiğim bölünmeden daha mı büyük bir felâket?
– Bir zamanların başörtüsü mağdurlarının mağduriyeti giderildi, fakat aynı kaygıyı şimdi başörtüsü takmayan vatandaşlar mı taşıyor? Türkiye’de başörtüsü zorunluluğu gelir mi? Siyaset, kadın bedeni üzerinden mi devam edecek?
– Bir zamanlar Türkiye, Tunus, Azerbaycan ve Özbekistan gibi ülkelerde uygulanan “başörtü yasağı”, yaşadığımız çağda tanık olduğumuz en ilkel ve despot yasaklardı.
Düşünün ki bunlar Müslüman ülkeler ve bu her bir ülkedeki başörtülü kadın sayısı, toplam kadın nüfûsunun % 70 – % 80’ini oluşturuyor. Ülkedeki her 4 kadından 3’ü başörtülü olduğu halde, başörtünün kamusal alana girmesi yasak, hatta başörtüyle okul okumak dahi yasak!..
Dünyada bundan daha büyük bir ilkellik, bundan daha korkunç bir zûlüm olabilir mi?
Sadece Türkiye’de, yüzlerce binlerce değil yüzbinlerce genç kızın eğitim – öğretim hakkı elinden alındı. Niçin? Başörtü taktığı için. İmkânı olanlar okumak için yurtdışına hicret etmek zorunda kaldı ancak geniş bir kesimin böyle bir imkânı yoktu. Binlerce kız öğrenci psikolojik travma geçirdi, hayata küstü.
Hiç kuşku yok ki, 28 Şubat süreci, modern Türkiye tarihinin en ilkel ve çağdışı sayfasıydı.
Bu dört Müslüman ülkede bunlar yaşanırken, diğer iki Müslüman ülke olan İran ve Afganistan’da bunun tam tersi yaşanıyordu. Oralarda da “başörtü takma mecburiyeti” vardı ve bu durum hâlâ devam ediyor.
“Başörtü yasağı” ne kadar ilkel ve despot bir uygulama ise, “başörtü zorunluluğu” da aynı biçimde ilkel ve despot bir uygulamadır.
Daha doğrusu benim ilkellik bulduğum şey şudur: Bir ülkede kadınların ne giyeceğine, nasıl giyineceğine devlet erk(ek)inin karar vermesi.
Bir devlet, hangi hakla, kadınların ne giyeceğine, nasıl giyineceğine karar verebilir? Doğrusu aklım havsalam almıyor.
Ben, bırakın devlet adamlarını, dîn adamlarının dahi, kadınlara nasıl giyinmeleri gerektiğini dikte ettirmesini tek kelimeyle terbiyesizlik olarak görüyorum. Dîn adına yapılsa dahi, bir erkeğin ve erkeklerin, eşi veya kızı olmayan yabancı kadınlara “Şu şekilde giyinin, toplum içinde şöyle davranın” demesini büyük bir ahlâksızlık, büyük bir terbiyesizlik olarak görüyorum. Bunu hatta sapıklık olarak görüyorum. Bunlar dîn adına, Tanrı adına yapılsa dahi böyle görüyorum.
Erkekler, kadınların peygamberleri değildirler!.. Erkekler, Tanrı ile kadınlar arasında aracı da değildirler. Tanrı, erkekleri, kadınları eğitip hizaya soksunlar diye yaratmamıştır. Tanrı indinde erkek de kadın da aynı statüye, eşit haklara ve eşit sorumluluklara sahiptir. Üstünlük ancak takvâ ile, kimin topluma ve insanlığa daha faydalı bir birey olduğu iledir.
İslam Ümmeti’nin dünyadaki toplam nüfûsu 1, 5 milyar ise, bunun yarısı kadındır. Yani 750 milyon Müslüman kadın var. Şayet İslam’da kadının özel bir giyim şekli ve kadının toplumda uyması gereken davranış kalıpları var ise ve toplumdaki bazı kadınlar Müslüman oldukları halde bunu bilmiyor veya umursamıyorlar ise, bu durumda onlara uygun biçimde “hatırlatma” yapılması gerekiyor ise, bunu yapacak olanlar da yine kadınlardır, dînî bilgisi olan kadınlardır. Ama erkekler değil! “Dîn adamı” da olsa, “cami hocası” de olsa, erkeğin haddine değildir bu! İster dîn adamı olsun ister cami hocası, hiçbir erkek, kalkıp da toplumdaki kadınlara “böyle giyinin, yolda şöyle yürüyün” diyemez! Bu, edepsizliktir, görgüsüzlük ve ahlâksızlıktır.
Hiçbir erkek, başkalarının karısına kızına, “Şöyle giyin, toplum içinde böyle davran” diyemez. Normal bir toplumda bunu diyene cevap verilmez, haddi bildirilir. Birine gidip “Karın şöyle giyinsin, kızın şöyle davransın” desen dayak yersin. Fakat dîn öyle bir afyon ki, bu kılık altında rahatça yapabiliyorsun.
Sorunuza dönecek olursak: “Başörtü yasağı”nı nasıl ilkel ve despotça buldumsa, “başörtü zorunluluğu”nu da aynı şekilde ilkel ve despotça buluyorum.
Artı, çok önemli, şunu da söylemeliyim: Başörtü mecburiyeti, başörtü yasağından daha tehlikeli bir dayatmadır.
Neden mi daha tehlikelidir? Şunun için: Çünkü toplumsal desteği olan bir dayatmadır.
Başörtü yasağının toplumsal bir desteği yoktu. Bu baskıyı sadece devlet veya iktidar yapıyordu. Ama halkta bir karşılığı yoktu. Toplumsal desteği olmadığı için, verilen onurlu bir mücadele sonucunda bu yasak kalktı.
Fakat başörtü mecburiyeti ve dayatması olursa, bu çok tehlikeli bir noktaya gider. Bunun varacağı nihaî nokta, Faşizm’dir. Neden? Çünkü toplumsal desteği vardır. Zirâ burası Müslüman bir ülke, halkın ezici çoğunluğu muhafazakâr ve yanlarında devlet desteğini gördüklerinde, böyle bir gücün kendi yanlarında olduğunu hissettiklerinde, neler olacağını kimse kestiremez.
Toplumsal desteği olan baskı ve dayatmalar, en tehlikeli olanlarıdır. Öyle kolay kolay da bertaraf edilemezler. Arada yıllar değil nesiller hebâ olur.
Eskiden, başörtü yasağı varken, 28 Şubat’ın en şedid dönemlerinde dahi, başörtülü kadınlar sokağa başörtüleriyle çıkmaya korkmuyorlardı. Sadece devlet kurumlarına, resmî dairelere başörtülü girmeye çekiniyorlardı. Neden? Çünkü başörtü yasağının, o baskı ve dayatmanın toplumsal desteği yoktu.
Fakat başörtü mecburiyeti olursa, sizi temin ederim, başörtü takmayan hanımlar değil resmî dairelere, sokağa bile çıkmaya cesaret edemezler. Sokağa çıktıklarında karşılaşacakları şey, linç veya benzer saldırılar olur. Dedim ya, toplumsal desteği olan baskı ve yasaklar çok tehlikelidirler.
Bunun varacağı nokta, Faşizm olacaktır.
Bizim entelektüellerimiz “Faşizm” kavramını sıkça kullanırlar ama anlamını ve içeriğini aslında bilmezler. Faşizm’i, azınlığın çoğunluğa tahakkümü olarak biliyorlar.
Oysa yanlıştır. Faşizm, azınlığın çoğunluğa baskı ve tahakkümü değil, bilakis tam tersi, çoğunluğun azınlığa baskı ve tahakkümüdür.
– Cumhurbaşkanlığından sonra sırada halifelik mi var?
– Bunun olacağına pek ihtimal vermiyorum. Hayâl alemlerinde böyle şeyler barındırıyor olabilirler, ama gerçekleşmesi için diğer İslam ülkelerinin, İslam Teşkilâtı mı Örgütü mü ne zıkkımsa onun onayı gerekiyor. Hatta Birleşmiş Milletler (BM) denen ucubenin dahi onayı gerekebilir.
Hangi Müslüman ülke kabul eder ki Türkiye’nin halifeliğini? İnanın KKTC bile kabul etmez bunu.
İktidar yanlısı medyanın yalanlarına, “insanî yardım kuruluşu” adı altında faaliyet gösteren kuruluşların onların kulağına fısıldadığı şeylere inanıp kendilerini dev aynasında görmeye başladılar. Oysa ki Türkiye’ye “abi” gözüyle bakan hiçbir Müslüman ülke yok.
Ben de en az onlar kadar gezdim İslam dünyasını, hiç olmazsa daha rasyonel gözlemledim. Kimsenin Türkiye’ye “abi” ya da “İslam dünyasının lideri” gözüyle baktığı falan yok.
Hacc farizamı yerine getirirken, Mekke-i Mükerreme’de Suudîler bana sordular, “Heci, memleket?”, ben de “Turkiye” diye cevapladım. Hemen güldüler ve şunu söylediler: “Ooo maşallah maşallah, Turkiye ehsen, Turkiye maşallah Hulya Avşar, Ahu Tuğba…”
“Türkiye” denince Araplar’ın ilk aklına gelenler bunlar: Hülya Avşar, Ahu Tuğba…
Yahu akıl var, mantık var. Ben sana sorayım: Sen, Türkiye olarak, dünyadaki herhangi bir ülkeyi kendi “abin” veya “liderin” olarak görüyor musun?
Öyleyse başka ülkeler seni niye “abisi” veya “lideri” olarak görsün?
Hasta mısın yoksa tipin mi öyle gösteriyor?
Söyleşi: Ayşe Yıldız
ADİL MEDYA
8 AĞUSTOS 2018