Sabah kalktığımızda, abimi ve iki ablamı alıp Ulm şehir merkezinde bulunan “Blaucenter” (Mavi Merkez) adlı büyük alışveriş merkezinin içinde bulunan güzel bir pastanede kahvaltı yapmaya götürdüm. Evinde kaldığım ablam sabah kahvaltı hazırlayıp diğer kardeşlerimizi davet etmeyi planlamıştı ama ben zahmet etmemesini söyleyip, kendilerini dışarıda yemeğe götürmek istediğimi söylemiştim. Buna hepsi de çok sevindi. Böylece dört kardeş – en küçüğü ben –, pastanede başbaşa hem güzel bir kahvaltı yaptık, hem de epey bir hoş sohbet ettik. Memleketten, anne babadan, geçmişteki olaylardan bahsedip hem nostalji yapıyor, hem de gülüşüyorduk.
Aynı yaşlarda olduğum kardeş ve akrabalarımla biraraya geldiğimde aile konularından bahsedilmesinden pek hoşlanmam ama yaşça benden epey büyük olan kardeş ve akrabalarımla birlikte olduğumda aile konularında sohbet edilmesi müthiş hoşuma gider ve ilgimi çeker. Hele geçmişte, köyde veya mahallemizde yaşanmış olayları ablalarımın öyle bir mizahî anlatış şekli vardır ki (bu konuda ablalarım benden daha beterdirler), onları dinlerken gülmekten yerlere yatıyor ve ciddi olarak karın ağrısı çekiyorduk. Biz masada gülmekten kırılırken etrafımızdaki masalarda oturan Almanlar’ın hepsi bize tuhaf tuhaf bakıyorlardı ama kimin umurunda?
Neşe içinde geçen kahvaltılı sohbetimiz bittikten sonra her birini arabayla sırasıyla evlerine bıraktım ve hatır istedim. Bana hayırlı yolculuklar ve hoşça vakit geçirmeler dilediler. Uğurlarken de şunu söylediler: “Avusturya ve İsviçre’ye bizden selam söyle.”
11 HAZİRAN: ALMANYA – AVUSTURYA – İSVİÇRE
Ulm kentinden ayrıldıktan sonra A 7 otobanına girdim ve 120 km uzağında bulunan Avusturya’ya gitmek üzere güneye doğru yolculuğa başladım. Senden, Illertissen, Memmingen, Leutkirch im Allgäu ve Wangen im Allgäu kentlerinden geçerek 1 saat 14 dakika içinde Avusturya sınırına vardım. Almanya’yı güney noktasından terkederek Avusturya’ya batı noktasından girmiştim. Terkettiğim Almanya toprakları Bavyera (Bayern) eyaleti iken, ayak bastığım Avusturya toprakları Vorarlberg eyaleti idi.
Avusturya’ya girince ilk karşıma çıkan yerleşim birimi, Vorarlberg eyaletinin başkenti Bregenz merkeze bağlı Hörbranz köyü oldu. Avusturya’ya 2 ay 1 gün sonra yeniden gelmiştim.
6 bin 379 nüfûslu Hörbranz, deniz seviyesinin 426 m yükseğinde kurulmuş olup 8, 73 km²’lik bir alanı kapsar. Bodensee (Konstanz Gölü) kıyısındaki bu köyün topraklarının % 23, 6’sı ormanlarla kaplıdır.
Avusturya’nın Vorarlberg eyaletine girince hedefim, bu eyaletin başkenti olan Bregenz şehrine gitmekti. Fazla uzakta değildi zaten; Bregenz, Almanya sınırına yalnızca 7, 2 km uzaktaydı ve Hörbranz – Bregenz arası yolculuğum sadece 11 dakika sürmüştü.
9 eyaletli Avusturya’nın en batı toprakları olan Vorarlberg eyaletinin Konstanz Gölü kıyısındaki 27 bin 319 nüfûslu başkenti Bregenz’e girince uygun bir park yeri aradım. Arabayı güzelce park ettikten sonra içinde not defterim ve fotoğraf makinâm bulunan siyâh çantamı alıp dışarı çıktım. Bugün ilk gezeceğim yer, burasıydı. Dün Konstanz Gölü’nün kuzey kıyılarını (Almanya) gezmiştim; şimdi ise, tavafa kaldığım yerden devam etmek üzere gölün doğu kıyılarına (Avusturya) gelmiştim.
(Bregenz kentiyle ilgili gerekli tüm bilgileri, “Bir Günde 4 Ülke ve Alpler’in Eteklerinde 4 Gün” adlı gezimizin 1. ve 2. bölümlerinde verdiğimiz için, bu sefer şehrin tanıtımını yapmayacağız.)
Bregenz’de şehir merkezini gezmeye başladım ve daha sonra kendimi göl kıyısına attım. Buradaki üç ay önceki gezimde Bregenz soğuktu; yazılarımı da üstümde kazak ve sırtımda mont olduğu halde yazmıştım. Fakat şimdi yaz sıcağında tişörtle geziyordum şehri.
16 tane eyaleti olan Almanya’nın bugüne dek 13 eyaletini, 9 tane eyaleti olan Avusturya’nın ise bugüne dek 4 eyaletini görmek nasib oldu bana. Bu benim Avusturya’ya 10., Vorarlberg eyaletine 5., Bregenz şehrine ise 3. gelişim. Avusturya’ya ilk kez 1982 yılında, Vorarlberg ve Bregenz’e ise ilk kez 2000 yılında gelmiştim.
Benim sizlerle beraber bugün gezmeye başladığım Avusturya ve İsviçre toprakları, gezimizle aynı zamanda, uluslararası çapta önemli bir spor organizasyonuna ev sahipliği yapıyor. Kısa adı UEFA olan Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (Union of European Football Associations) tarafından organize edilen 13. Avrupa Futbol Şampiyonası, 7 – 29 Haziran 2008 tarihleri arasında Avusturya ve İsviçre’de düzenleniyor ve bu seferki kupada, Türkiye de var. Yani biz, Avusturya ve İsviçre’de Avrupa Kupası maçları başladıktan dört gün sonra bu topraklara ayak basıyoruz ve bu gezimizi, seyahat heyecanına futbolun heyecanını da katarak yaşayacağız.
2008 Avrupa Kupası’nın açılış karşılaşması, dört gün önce, 7 Haziran günü İsviçre’nin Basel şehrinde, bizim grubumuzdaki ev sahibi İsviçre ile Çek Cumhuriyeti arasında oynandı. Final maçı ise 29 Haziran’da Avusturya’nın başkenti Viyana’da oynanacak.
Turnuva, 4 grupta mücadele eden 16 ülkenin katılımıyla gerçekleştiriliyor. A Grubu’nda İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Portekiz ve Türkiye, B Grubu’nda Avusturya, Almanya, Hırvatistan ve Polonya, C Grubu’nda Fransa, İtalya, Hollanda ve Romanya, D Grubu’nda ise İspanya, İsveç, Yunanistan ve Rusya bir üst tura çıkmak için mücadele edecekler. 4 takımlı gruplarda ilk iki sırayı alacak takımlar çeyrekfinale yükselecek. Böylece her turda takım sayısı yarıya inip nihayetinde finalde iki takım şampiyonluk için kozlarını paylaşacaklar.
A Grubu’nda mücadele eden Türkiye A Millî Futbol Takımı, şampiyonadaki ilk maçını 7 Haziran günü, İsviçre’nin Cenevre (Genève) şehrinde Portekiz’e karşı oynadı ve 2 – 0 kaybetti. (Ne ilginç bir tevafuktur ki, 8 yıl aradan sonra böyle bir organizasyona katılmaya hak kazanan Türkiye, son maçını da Hollanda ve Belçika’da düzenlenen 2000 Avrupa Kupası’nda Portekiz’e karşı oynamış ve bu çeyrekfinal maçını yine 2 – 0 kaybederek kupaya veda etmişti. Sekiz yıl önce Portekiz’le bıraktığı işe yine Portekiz’le, hem de aynı skorla başlıyordu. 24 Haziran 2000 tarihinde Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da oynanan o muhteşem Portekiz – Türkiye maçını da bendeniz, 51 bin kişilik ArenA Stadı’nda canlı olarak izlemiştim.)
Türkiye, gruptaki ikinci maçını bu akşam, evet bu akşam, Basel şehrinde ev sahibi İsviçre’ye karşı oynayacak. Maç, saat 20:45’te başlayacak. Şu anda daha öğle bile olmamış ve maç saati geldiğinde, ben hangi ülkede olacağımı bile bilmiyorum. İsviçre – Türkiye maçını Avusturya’da mı, İsviçre’de mi yoksa Almanya’da mı izleyeceğim, bilmiyorum. Düşünün, bir şehirde gezinti yapıyorsunuz; akşam millî maç var ve siz o maçı hangi ülkede izleyeceğinizi bile bilmiyorsunuz.
Kim ne derse desin ve bu yazının altına ne tür yorum yazarsa yazsın, futbol günümüzde evrensel bir vakıâ, günlük hayatımıza işlemiş ve hatta kimileyin dünya siyasetine bile yön veren bir realite durumunda. Elbette futbolla ilgili olarak, “her genç erkeğin başına gelen” ilginç olaylar vardır. Hânım okuyucularımız ve erkek “canımıza okuyucularımız” belki hoşlanmayacaklar ama bu haftaki sohbetimizin konusu, futbol. Bu konuda “toplumun yarısı” olan biz erkekleri anlayışla karşılasınlar (Moğolistan’da 6’da 1’mişiz; duyduk duymadık demeyin!). Nasıl ki biz erkekler, “Her genç kızın rüyâsı Zetina dikiş makinâsı” olmasını anlayışla karşılıyor ve sesimizi bile çıkarmıyorsak, hânım kardeşlerimiz de – ömürlerinde bir kerecik de olsa – bize karşı anlayışlı ve hoşgörülü davransınlar. (Fakat bu demek değil ki, kendilerini burdan kovuyoruz. Hâşâ, olur mu öyle şey? Hatta isteyen, ben yazımı yazarken, bir köşede oturup seyredebilir. Frankfurt’tan aleykum selam.)
Ömr ü hayatımda ilk kez tribünden canlı olarak maç seyretme zevkini, henüz ortaokul öğrencisiyken Elâzığ’da oynanan Elazığspor – Adana Demirspor maçında (2. Lig maçıydı ve 2 – 2 bitti) tatmış bir insan olarak, bugüne dek, gerek özel ve gerekse meslekî yaşamımda pekçok önemli futbol maçını çıplak gözle seyretme şansı buldum. Ancak bunlardan hiçbiri, 27 Temmuz 2007 tarihinde, Almanya’nın Baden – Württemberg eyaletinin başkenti Stuttgart’ta izlediğim Almanya – İtalya maçı kadar anlamlı değildir. Ve bu maç, sadece futbol açısından değil, genel olarak da hayatımda tanıklık ettiğim en ilginç olaylardan biridir, benim açımdan. (Stuttgart’taki 55 bin 896 kişilik o muazzam stadyumun ismi o zaman “Gottlieb Daimler Stadyumu” idi; fakat bizden bir yıl sonra, 2008’de ismi “Mercedes Benz Arena” olarak değiştirildi. Bu stad, Nazi döneminde, 1933 tarihinde “Adolf Hitler Mücadele Parkuru” adıyla inşâ edilmişti; ismi 1945’te “Century Stadium Mücadele Parkuru”, 1949’da “Neckar Stadyumu”, 1993’te “Gottlieb Daimler Stadyumu”, 2008’de “Mercedes Benz Arena” oldu. Stuttgart Belediyesi, stadın adını 2010 yılı içinde “Su: Akarsa Nehir Stadyumu” yapmayı düşünmektedir, basın tribünü çarpsın ki.)
Bu maçın benim için neden bu kadar ilginç ve anlamlı olduğunu anlatmadan önce, yazılarımı ilgiyle ve silgiyle takip eden siz sevgili kardeşlerime bir soru sormak istiyorum: Siz hiç “zaman tünelinden geçmek” diye birşey duydunuz mu? Hani eskiden televizyonda bir çizgi film vardı, benim – Allâhualem – ortaokul veya lise dönemlerime denk geliyordu; orda, çizgi film kahramanımızın elinde bir alet vardı ve o aleti kullanarak, filmin her bölümünde tarihteki eski bir döneme gidip o olayları canlı olarak yaşıyor, sonra yaşadığı döneme geri dönüyordu. Kâh gidip Marco Polo ile beraber dünyayı dolaşıyor, kâh gidip Christoph Colomb’un gemisiyle Yeni Dünya’ya ayak basıyor, kâh gidip Fransız İhtilâli’ndeki sokak direnişlerine katılıp slogan atıyor, kâh gidip Sediyani abinizle beraber Kürdistan ve Lazistan topraklarını ilçe ilçe gezerek “Adını Arayan Coğrafya” kitabını yazıyordu. Hatırladınız, değil mi?
İşte o maç da benim için aynı şeyi yaşamak anlamına geliyordu hakikaten. Ciddî olarak söylüyorum, ben de aynı şekilde “zaman tünelinden geçtim” bu olayla birlikte. Efendim, sebeb-i hikmetine gelince, anlatayım:
Her erkeğin futbolla tanıştığı ve maçları takip etmeye başladığı bir yaş vardır. Kimi 7 yaşında başlar, kimi 9, kimi de 12 yaşında. Benimkisi, İspanya’da düzenlenen 1982 Dünya Kupası’yla başladı; kupanın final maçıyla, şampiyonun belli olduğu son karşılaşmayla.
1982 Dünya Kupası maçları oynandığı zaman Almanya’da yaşıyorduk ve benim dünyamda futbol diye birşey yoktu. İlkokul öğrencisiydim; bugün bana İslamlık ve Kürtlük dersi vermeye kalkanlar ise henüz leylekler tarafından dünyaya getirilmemişlerdi bile.
Ancak kupanın final maçını, şampiyonluk maçı olduğu için ailece izlemiştik; annem, babam, abim, ablalarım ve ben. 11 Temmuz 1982 tarihinde, İspanya’nın başkenti Madrid’deki Barnabéu Stadı’ndaki final mücadelesi, İtalya – Almanya arasında oynanıyordu. Maçı İtalya 3 – 1 kazanarak “dünya şampiyonu” oldu. İtalya’nın gollerini Paolo Rossi (toplam 6 golle turnuvanın “gol kralı” oldu), Marco Tardelli ve Alessandro “Spillo” Altobelli kaydederken, Almanya’nın tek sayısı Paul Breitner’in ayağından geldi.
Bu maç, benim televizyon karşısında baştan sona izlediğim ilk maç oldu ve aynı zamanda, futbol sevgim de, bu maçla başladı. “İlk göz ağrım” olduğu için de, 1982’deki bu maç, benim için hep özel bir maç olarak kaldı.
Geliyorum, sabırlı olun: Aradan tabiî ki yıllar geçti. Ortaokul, lise, üniversite, Girişim, Tevhid, Dünya ve İslam, Yeryüzü, Hira, Sebat, Selam, Haksöz, Zaman, Sabah, Türkiye, Şeyh Said, Ali Şeriatî, Malcolm X, Qazî Muhammed, Mazlum – Der Kürt Forumu derken, aradan tam 25 sene geçti.
1982 yılında İspanya’nın başkenti Madrid’de oynanan Dünya Kupası finalinde, İtalya – Almanya maçında, Alman millî takımının formasıyla sahada top koşturan futbolculardan biri olan Hans – Peter Müller veya bilinen adıyla Hansi Müller, o tarihte 25 yaşında bir futbolcuydu ve 2007 yılında 50 yaşına giriyordu. Almanlar’da sosyal bir saplantı derecesinde “doğum günü” hassasiyeti vardır. Stuttgartlı olan ve bu kentte yaşayan Hansi Müller, 50. yaş gününü, “çok çok özel olacak bir şekilde” kutlamak istemişti ve bütün masrafları cebinden ödeyerek, kendi futbol yaşamındaki unutulmaz maçı olan o maçı tekrardan oynatmak istemişti.
Evet, yanlış duymadınız. Aynı maçı, 25 yıl aradan sonra yeniden oynatmak. Bir nevi “25 yıl sonra rövanşını” oynatmak. Ve üstelik, aynı kadroyla, aynı futbolcularla; her biri yaşlanmış ve dede olmuş olan aynı isimlerle. Tek farkı, Madrid’de değil, Müller’in memleketi olan Stuttgart’ta. Tuhaf, acayip, fantezi dolu ama muhteşem bir fikir, değil mi? (Sahi ya, biz de mi aynı şeyi yapsak acaba? Fena fikir değil gerçekten! Tamam o zaman, 2037 yılında bi daha “Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu” düzenleyelim.)
Binaenaleyh, aradan 25 yıl geçmiş; dile kolay, çeyrek asır. Elbette 1982’deki aynı takım kadrolarından fire de olacaktır, değil mi? Hepsi yaşıyor mu, yaşıyorsa sağlıklı mı, sağlıklıysa, gelebilir mi?
İsterseniz, gelin, 1982 Dünya Kupası’nın o unutulmaz finalindeki takım kadrolarını yeniden hatırlayalım:
ALMANYA: Harald Anton “Toni” Schumacher – Ulrich “Uli” Stielike, Manfred Kaltz, Karlheinz Helmut Förster, Bernhard “Bernd” Georg Josef Förster – Wolfgang Dremmler (62. Horst Hrubesch), Paul Breitner, Hans – Peter Briegel – Karl – Heinz “Kalle” Rummenigge (70. Hans – Peter “Hansi” Müller), Pierre Michael Littbarski, Klaus Fischer.
Teknik Direktör: Josef “Jupp” Derwall.
İTALYA: Dino Zoff – Gaetano “Gai” Scirea, Antonio Cabrini, Claudio Gentile, Giuseppe Bergomi – Gabriele Oriali, Fulvio Colllovati, Marco Tardelli – Bruno Conti, Paolo Rossi, Francesco “Ciccio” Graziani (8. Alessandro “Spillo” Altobelli, 89. Franco Causio).
Teknik Direktör: Vincenzo “Enzo” Bearzot.
(Yukarıdaki kadrolarda adı geçenler arasında, İtalya kalecisi Dino Zoff, o zaman 40 yaşındaydı ve “turnuvanın en yaşlı futbolcusu” sıfatıyla boy göstermiş, Paolo Rossi toplam 6 gol atarak “gol kralı” olmuştu. Claudio Gentile ise Libya doğumlu biriydi. Marco Tardelli de futbolculuk kariyerinden sonra 2004 yılında 7 aylık kısa bir süre zarfında teknik direktör olarak Mısır millî takımını çalıştırdı. Almanya cephesinde ise, her iki Förster, kardeştiler. Kaleci Toni Schumacher, 1988 – 91 arası üç sezon Fenerbahçe’nin kalesini korudu. Uli Stielike futbolculuk kariyerinden sonra 2006 – 08 arası Fildişi Sahili millî takımının teknik direktörlüğünü yaptı; 7 Ocak 2009’dan beri Katar’ın En- Nadi El- Arabî Er- Riyad takımını çalıştırmaktadır. Horst Hrubesch futbolculuk hayatından sonra 1997 yılında Samsunspor’un teknik direktörlüğünü yaptı. Hans – Peter Briegel aktif futbol hayatının ardından Mayıs – Eylül 1999 arası Beşiktaş’ta teknik direktör Karl – Heinz Feldkamp’ın yardımcısı olarak görevine başlarken Eylül 1999 – Haziran 2000 arası takımın başına getirildi; Kasım 2001 – Haziran 2002 arası bu kez Trabzonspor’un başına geçtikten sonra 2002 – 06 arası Arnavutluk millî takımını, 2006 – 07 arası da Bahreyn millî takımını çalıştırdı; sonra 2007 – 08 sezonunda MKE Ankaragücü’nün başına getirildi ancak 5 ay sonra kovuldu. 1982 Dünya Kupası’nda Almanya adına 5 gol kaydederek takımının en golcü oyuncusu olan Karl – Heinz Rummenigge, 2002 yılından beri FC Bayern Münih kulüp başkanıdır. Pierre Littbarski aktif futbolculuk yaşamından sonra 1999 – 2000 ve 2003 – 04 arası iki kez Japonya’nın Yokohama Efuşi, 2005 – 06 arası Avustralya’nın Sydney FC, 2006 – 08 arası Japonya’nın Avispa Fukuoka, 2008 yılında da İran’ın Sipah Tehran takımlarını çalıştırdı; Kasım 2008’den beri Liechtenstein’ın FC Vaduz takımını çalıştırmaktadır. Almanya teknik direktörü Jupp Derwall ise 1984 – 88 arası, yani Dünya Kupası’ndan hemen iki sene sonra başlayarak 4 sezon Galatasaray’ı çalıştırdı ki, “Derwall’in Türk futbolu için önemi, Alman futbolu için öneminden daha büyüktür” dersek, yanlış bir değerlendirme yapmamış oluruz. Derwall, o zamanlar dünya futbolunda sıradan bir konumda olan Türk futbolunu ilkel yapısından kurtaran ve Türk futbolunu dünya futbolunda söz sahibi haline getiren, çağ atlatan isimdir. Derwall, Türkiye’de yaşadığı dönemde yalnızca futbola değil, Türkiye – Almanya dostluğuna da büyük hizmetlerde bulunmuş ve adeta iki ülke arasında “dostluk elçisi” olmuştu. Ülkemizde ağırladığımız yabancılar arasında en değerli insanlardan biri olan sevgili Derwall, 26 Haziran 2007 tarihinde, yani bizim Stuttgart’taki nostaljik “25. yıl” maçına gitmemizden bir ay önce Saarland eyaletinin St. Ingbert kentindeki evinde öldü ve çok sevdiğim bu insanın kilisedeki cenaze törenine, bendeniz de katılmıştım. Franz Beckenbauer, Karl – Heinz Rummenigge, Joachim Löw, Christoph Daum, Özhan Canaydın, Fatih Terim ve Mustafa Denizli gibi isimlerle birlikte.)
Uzatmayayım; 25 yıl sonra rövanşı oynanan 1982 finalindeki kadrolardan 3 eksik vardı. Evet, 3 kişi eksikti. İtalya’dan iki, Almanya’dan ise bir isim yoktu. Almanya tarafında, o tarihte Japonya’da Avispa Fukuoka takımını çalıştıran Pierre Littbarski, davetli olduğu halde, mesafe çok uzak olduğu için gelmemişti. Littbarski’nin yerine kim top oynayacaktı, söyleyeyim mi? Sıkı durun: Dünyaca ünlü Formula – 1 sporcusu Michael Schumacher. İtalya tarafında ise, 1982’de 40, o tarihte ise 65 yaşında olan kaleci Dino Zoff yoktu; çok yaşlıydı, futbol oynayamazdı. Peki, İtalya bu eksiği kiminle kapatıyordu, onu da söyleyeyim mi? Yine sıkı durun: İtalyanlar’ın dünyaca ünlü yıldız şarkıcısı Eros Ramazzotti; ya da tam adıyla, Eros Luciano Walter Ramazzotti Molina. Ayrıca, 3 Eylül 1989’da Polonya’nın Skierniewice kentinde geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Gaetano Scirea’nın yerine 29 yaşındaki oğlu Ricardo forma giyecekti.
Böyle bir maçın oynanacağı haber ve ilanlarını Alman gazetelerinde okur okumaz, çalıştığım Türkiye Gazetesi’ni sıkıştırmaya başladım; illâ gitmek istiyordum. Genelde dışarıdaki haberlere birlikte çıktığımız 20’li yaşlardaki Rizeli iş arkadaşım Mertaç da (o fotoğrafları çeker, ben haber ve yazıları yazardım) şirketten izin alabilmem için dûâ ediyordu. Gerçi “tam teçhizatlı kameraman arkadaşım” Mertaç Toptan 1982 tarihindeki maçı hatırlayacak durumda değildi, genç bir kardeşimdi (kendisi, zamanın TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın yeğeniydi), ancak o işin “nostalji” boyutuyla ilgili değildi; tek derdi, yazıişlerindeki bürokratik havadan kurtulup kendini dışarı atmak, beraberce gezip tozmak ve eğlenmekti.
İzin almamız zor olmamıştı. Hemen büyük bir sevinçle Stuttgart’ı arayıp iki kişilik akreditasyon yaptırdık. 26 Temmuz 2007 günü akşama kadar yazıişlerinde çalıştıktan sonra, şirketin muhasebesinden yol masraflarımız ve harçlığımız için para, artı bir de araba aldık. Maç yarın akşamdı ama biz bir akşam önceden ayrılmak istiyorduk şirketten. Zira maç Stuttgart’ta oynanıyordu ve benim evim de o yolun üstündeydi. “Bu akşam eve git, yarın sabah tekrar gazeteye gel, sonra tekrar git” yapmamak için, Mertaç’la birlikte doğru bize gittik ve arkadaşım o gece bizde misafir oldu. 27 Temmuz sabahı bizde kahvaltı yaptıktan sonra da, “ver elini Stuttgart.”
Maç akşam 20:00’de başlıyordu ama biz kahvaltı yaptıktan sonra yollara düşmüştük. Zira sadece maçı izleyip dönecek değildik, tabiî ki. Maçtan önce, onların kaldıkları otele gidip kendileriyle sohbet etmek, röportajlar çıkarmak istiyorduk.
Kaldıkları otele gittik, Hilton Garden Hotel’e. Orda Eros Ramazzotti, Michael Schumacher, Paolo Rossi, Karl – Heinz Rummenigge ve Hansi Müller ile söyleşi yaptık; sohbet tadında söyleşiler. Rossi ve Ramazzotti ile sohbetlerimizde Almanya’da çalışan İtalyan gazeteciler bize tercümanlık yaptılar.
İtalyan sanatçı Eros Ramazzotti, anlamasam bile, şarkılarını yıllardır severek ve beğenerek dinlediğim bir sanatçı. O’nu dinlerken, tek kelime İtalyanca bilmeseniz bile, şarkılarındaki hisisiyatı alabiliyor ve inanın, sanki anadilinizde bir şarkıyı dinliyormuş gibi dinlersiniz. O’nun özellikle “Più Bella Cosa” ve “Fuoco nel Fuoco” adlı şarkıları gerçekten çok güzel. Hele hele ABD’li şarkıcı Tina Turner ile birlikte söylediği “Cosas de la Vida” şarkısı var ki gerçek bir sanat eseri. Bir kıtası İtalyanca, bir kıtası İngilizce; düet yapıyorlar ve Ramazzotti kendi dilinde, Turner de kendi dilinde söylüyor. Dinlemediyseniz, mutlaka dinleyin “Cosas de la Vida”yı.
Dünyaca ünlü sanatçı Eros Ramazzotti’ye Türkiye’den hangi sanatçıları beğendiğini sordum. Türkiye’nin sanat ve müziğini pek bilmediğini söyleyen Ramazzotti, Türkiye’den sadece Yusuf Can, Yaşar Burak, Murat Tekin ve Grup Yürüyüş’ü tanıdığını açıkladı. Grup Yürüyüş’ü son albümünden dolayı kutlamayı da ihmal etmeyen Ramazzotti, özellikle albümdeki “Lê Lê Çıma” adlı şarkıyı gece gündüz dinlediğini ifade etti. Bu güzel parça için içten teşekkür ve tebrik etti(m).
1982 Dünya Kupası Gol Kralı Paolo Rossi ile sohbetim, en uzun süren sohbet olmuştu. Kolay mı, Rossi bu! Henüz 10 yaşındayken, mavi bir tişörtüm vardı. O mavi tişörtümün arkasına beyaz yağlı boyayla”ROSSİ” yazdığımı, aradan 25 sene geçmiş olsa da, unutmuş değilim. Fakat bunu kendisine söylemedim, şımarmasın diye.
Paolo Rossi’yle oturunca O’na ilk ne sorarsınız? Karşınızda 1982 Dünya Kupası’nın gol kralı var, İtalyan. Sizin ülkenizin “gol kralı” Hakan Şükür ise İtalya’da futbol oynamış ve orada tutunamamıştı. Elbette ki Hakan’ı sorarsınız. Bir gol kralını en iyi bir gol kralı anlatır size. Sadece Hakan mı? Emre Belözoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala; İtalya’da oynayanların hepsini tek tek sorarsınız işte. Rossi, İtalya’da oynayan Türk futbolcular arasında Emre ve Okan’ı çok beğendiğini söyledi. Hakan Şükür içinse öyle şeyler söyledi ki, gülmekten kırıldım. Türkiye’deki spor gazetecilerinin rüyâlarında bile göremeyecekleri bir malzeme geçmişti elime; 1982 Dünya Kupası’nın gol kralı Paolo Rossi, bizim gol kralımız Hakan Şükür için öyle şeyler söyledi ki, bu sözler her gazetede manşet olur ve hatta yayınlandıktan sonra kamuoyunda günlerce konuşulur. İyi iş çıkarmıştım gerçekten.
Bakın Rossi, bizim Hakan için ne diyordu: “Hakan iki defa İtalya’ya transfer oldu ama ne Torino’da tutunabildi ne de İnter’de. Her gelişinde de, geldikten üç ay sonra ‘memleketimi özledim’ diye tutturdu. Bence ona pasaport falan vermeyin. Çok duygusal. Böyle duygusal futbolcu mu olur? Değil yurtdışında, Türkiye’de Galatasaray haricinde başka bir takımda da oynayamaz. Hatta, sakın ha onu evlendirmeye falan da kalkmayın. Evlendikten üç ay sonra ‘annemi özledim’ diye mızmızlanmaya başlar. Hiçbir kadın çekemez bunu.” (Umarım sevgili Hakan bu yazıyı okumaz)
Almanya’nın 1982’deki golcüsü ve şimdi de Bayern Münih’in kulüp başkanı olan Karl – Heinz Rummenigge’ye kimleri sorduğumu tahmin etmeniz sanıyorum ki zor değil. Bayern Münih’te oynayan Hamit Altıntop ve Franck Bilal Ribéry’yi sordum. İkisi de takıma yeni transfer olmuşlardı ve henüz ilk maçlarına çıkmamışlardı. Vaktiyle Galatasaray’da oynayan ama kıymetini bilemediğimiz için elimizden kaçırdığımız (burda hiciv yok; yanlış anlamayın) Fransız futbolcu Franck Ribéry sonra Müslüman oldu, biliyorsunuz; “Bilal” ismini aldı. Hatta takım arkadaşı Hamit Altıntop’la birlikte Umre’ye de gittiler daha sonra. Fakat bu Umre’yi hiçbir gazete “dizi yazısı” yapmadı. Bu iki transferin Bayern Münih’e faydalı olacaklarına inanıp inanmadığını sordum. Rummenigge, Ribéry’nin çok iyi bir transfer olduğunu ve takıma güç katacağını, ancak Hamit için konuşmanın henüz erken olduğunu söyledi. (Bavyeralı işte, n’olcak; illâ ki ırkçılık damarları kabaracak! Sanki kimsenin tanımadığı genç bir çocuktan bahsediyoruz, Hamit bu Hamit! Bekleyecekmiş, Bingöl Tur otobüsü mü lan bu? “Çok iyi transfer, gücümüze güç katacak” desen canın mı çıkar, kozmik?!)
Eh, bu kadar adamla konuşursun da, “doğum gününü kutlayan çocuğu” es mi geçersin? Olmaz tabiî ki. Stuttgartlı Hansi Müller’le de konuştum. O’na da Stuttgart’ta oynayan Serdar Taşçı’yı ve takıma yeni transfer olan Yıldıray Baştürk’ü sordum.
Stuttgart doğumlu ve yıllarca VfB Stuttgart forması giymiş olan Hansi Müller, kırmızı – beyazlı formayı giyen Yıldıray Baştürk ve Serdar Taşçı için çarpıcı açıklamalarda bulundu. Gazetemize özel demeç veren Müller, “Yıldıray Baştürk gibi bir yıldızı takıma kazandırdığı için Stuttgart kulübünü tebrik ediyorum” dedi. Serdar’ın da takıma çok faydalı bir oyuncu olduğunu belirten Müller, “VfB Stuttgart bu sezon şampiyon oldu. Sezon boyunca takımın en verimli ve en faydalı futbolcuları Serdar Taşçı ve Sami Xedira idi” şeklinde konuştu. Milli futbolcumuz Yıldıray Baştürk hakkında övgü dolu sözler sarfeden Hansi Müller, “Bu sezon transfer edilen Yıldıray Baştürk’ün kalitesi ise tartışılmaz. Kendisi çok beğendiğim bir futbolcu. Stuttgart Baştürk’ü almakla süper bir transfer yapmış oldu” değerlendirmesinde bulundu. Hansi Müller’e göre Yıldıray’ı transfer ettiği için VfB Stuttgart takımını tebrik etmek gerek. (Hah şöyle ya; efendilikten kim zarar görmüş ki siz göresiniz? Camiâ olarak seni sevdik Hansi kardeş, Türkiye’ye gel, Mazlum – Der Kürt Forumu’nda konuşma bile yaparsın, açılım çarpsın ki.)
Müller ayrıca, 50. doğum gününden dolayı gerçekleştirilen böyle bir organizasyonda bizleri de yanında görmekten büyük mutluluk duyduğunu ifade ederek (“popüler kültür” işte; fazla ciddiye almayın siz), “Sizi burada görünce inanılmaz bir sürpriz yaşadım. Gecede beni duygulandıran en önemli olaylardan biri de Türkiye Gazetesi’ni burada görmek oldu. Türkiye’den dostlarımı burada, bu mutlu ve özel günümde yanımda görmek, benim için çok anlamlı bir olay. Bu vefakârlığınızı hiç unutmayacağım” dedi.
Akşama doğru stada doğru hareketlendik. Stada 19:00 gibi girmiştik, yani maçın başlamasından bir saat önce. Mertaç fotoğrafçı olduğu için sahada olacaktı, saha kenarında resim çekecekti. Bu yüzden ona, üzerinde “Press” yazan sarı bir yelek giydirdiler. Ben ise basın tribünündeydim. Maçı seyredip notlar tutacak ve sonra bunları Türkiye Gazetesi’nin spor sayfası için kaleme alacaktım.
Maç saati yaklaştıkça şölen ve kutlamalar da start aldı. Stadyum tıklım tıklım doluydu. İnanın, gerçek bir Almanya – İtalya maçı olsa, bu kadar insan toplanmazdı stada. Binlerce insanın eminim ki hepsi, benimle aynı duygularla izliyordu maçı. “Zaman tünelinden geçmiştik”, 25 yıl önceki Dünya Kupası Final Maçı, yeniden oynanıyordu, hem de aynı isimlerle. Üstelik bu maç, benim “ilk göz ağrım” olan maç.
Ve heyhat, sahada “futbolcu” olmayan sadece iki kişi vardı ve her ikisi de sahaya “kaptan” olarak çıkmıştı; kollarına kaptanlık pazubantını takmışlardı. Çok şaşırdım gerçekten; İtalya’nın kaptanı sanatçı Eros Ramazzotti, Almanya’nın kaptanı da hız sporcusu Michael Schumacher’di. (Bu arada şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki, Schumacher sahada mükemmel bir oyun çıkardı. Demek yarışçı değil de futbolcu olsaydı, eminim aynı şöhreti yakalayacaktı.)
Tribünden bir yandan oyuncuların hareketlerini seyrederken, arada bir de Mertaç’ı arıyordu gözlerim. Canım ya; nasıl da asılmıştı makinâsına; güzel kareler yakalamak için nasıl da gözlerini dört açmıştı. Her aradığımda başka bir yerde buluyordum O’nu; bir sahanın ortasında, bir kale arkasında, arada bir de kafasını kaldırıp tribünlere bakıyordu. Garibim, sanırım O da beni arıyordu arada sırada. Fakat nasıl görecekti ki? Yukarıdan saha içindeki adamı seçmek kolaydı da, o nasıl seçsin İbrahim abisini onbinlerce insan arasından?
Maçtan önce, bir ay önce ölen ve yine Mertaç’la birlikte cenazesine gittiğimiz Jupp Derwall için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Hayat ne kadar ilginç, değil mi? 25 yıl önceki final maçında işte o Derwall, Alman takımının başındaki isimdi.
İspanya’da düzenlenen 1982 Dünya Kupası, 25 yıl sonra adeta zaman tünelinden geçti. Başkent Madrid’de oynanan İtalya – Almanya finalinin rövanşı, çeyrek asır sonra Stuttgart’ta oynandı. 11 Temmuz 1982’de Madrid’de oynanan ve İtalya’nın 3 – 1 kazanarak dünya şampiyonu olduğu final maçının rövanşında 25 yıl sonra aynı kadro sahaya çıkıp nostaljik bir maç yaptılar. 27 Temmuz 1957 tarihinde Stuttgart kentinde doğan ve Almanya ile İtalya arasında oynanan 1982 Dünya Kupası Finali’nde forma giyen Hansi Müller, 50. doğum gününü muhteşem bir organizasyonla kutladı. 1982 finalinde 70. dakikada Karl – Heinz Rummenigge’nin yerine oyuna giren Hansi Müller, çeyrek asır sonra aynı maçı tekrarlatarak futbolseverlere ömür boyu unutamayacakları bir heyecan yaşattırdı.
Stuttgart’taki Gottlieb Daimler Stadı’nda oynanan maçta futbolseverler Ulrich Stein, Wilfried Hannes, Manfred Kaltz, Ulrich Stielike, Karl – Heinz Förster, Bernd Förster, Wolfgang Dremmler, Hansi Müller, Felix Magath, Lothar Matthäus, Klaus Fischer, Paul Breitner, Karl – Heinz Rummenigge, Hans – Peter Briegel, Horst Hrubesch, Stefan Engels, Thomas Allofs, Ivano Bordon, Giovanni Galli, Riccardo Ferri, Giancarlo Antognoni, Guiseppe Dossena, Giampiero Marini, Alessandro Altobelli, Francesco Selvaggi, Salvatore Bagni, Paolo Rossi, Marco Tardelli, Claudio Gentile, Antonio Cabrini, Fulvio Collovati, Gabriele Oriali, Guiseppe Bergomi, Bruno Conti, Francesco Graziani gibi bir zamanlar dünya futbolunun yıldız futbolcularını yaşlanmış haliyle de olsa tekrar izleme şansı buldular.
30 bin kişinin doldurduğu stadyumda maçtan önce yaklaşık birbuçuk saat süren bir seramoni düzenlendi. Maçın aktörleri antika ve lüks arabalarla binlerce seyirci önünde resmî geçit yaptılar. 1982 finalinde düdük çalan ve şu anda 64 yaşında olup tekerlekli sandalyeyle gezen Brezilyalı hakem Arnaldo Cesar Coelho, seyircilerden büyük alkış aldı. Saat 19:15’te başlayan seramonide bir konuşma yapan İtalya millî takımının kaptanı dünyaca ünlü ses sanatçısı Eros Ramazzotti, “Dileğim, maçın berabere bitmesi” dedi. Her iki ülkenin millî marşları okundu. Millî marşlar okunurken ayağa kalktık.
Saat 20:30’da başlayan maçta futbolcular 1982 yılındaki aynı sırt numaralarıyla sahadaki yerlerini aldılar. Almanya’nın teknik direktörlüğünü Erich Ribbeck, İtalya’nın teknik direktörlüğünü ise Sergio Brighenti yaptı.
Dakika 8’de Gentile, Michael Schumacher’i ceza sahası içinde düşürdü: Penaltı. Penaltıyı kullanan Hansi Müller topu üstten auta gönderdi.
Dk. 9: GOL. Graziani çok güzel bir kafa vuruşuyla İtalya’yı 1 – 0 öne geçirdi.
Dk. 11: GOL. Formula – 1 sporcusu Michael Schumacher plase bir vuruşla skora denge getirdi: 1 – 1.
Dk. 16: Maçta ilk oyuncu değişikliğini İtalya yaptı. Conti’nin yerine 10 numaralı formasıyla Guiseppe Dossena oyuna girdi.
Dk. 26: Klaus Fischer’in yerine 9 numaralı formasıyla Horst Hrubesch oyunda.
Dk. 30: Breitner’in yerine 17 numarayla Stefan Engels sahada.
Dk. 36: Futbolculuk kariyerinde attığı rövaşata golleriyle futbolseverleri büyüleyen Rummenigge gençliğinden adeta bir esinti sundu, sağdan ceza sahasına yapılan ortaya mükemmel bir rövaşata yaptı. Top az farkla auta gitti.
Dk. 41: GOL. Hrubesch yerden pası uzattı, Rummenigge golü attı ve Almanya ilk yarıyı 2 – 1 önde kapadı.
Almanya devre arasında hiçbir oyuncu değişikliğine gitmedi. İtalya ise 5 farklı oyuncuyla ikinci devreye başladı. Kaleci Bordon’un yerine 22 numarayla kaleci Giovanni Gali, Antognoni’nin yerine trafik kazasında hayatını kaybeden Gaetano Scirea’nın 29 yaşındaki oğlu Riccardo babasının 7 numaralı formasıyla, Marini’nin yerine 8 numaralı formayla Salvatore Bagni, Graziani’nin yerine 14 numaralı formayla Marco Tardelli ve Rossi’nin yerine de 21 numaralı formayla Francesco Selvaggi oyuna başladı.
Dk. 59: İtalya penaltı kazandı. Eros Ramazotti’nin kullandığı penaltı üstten auta gitti. Böylece maçta kullanılan 3 penaltı da gole çevrilemedi.
Dk. 60: GOL. Hrubesch plase bir vuruşla Almanya’yı 3 – 1 öne geçirdi. Almanya’nın üçüncü golü Alman tribünlerini ayağa kaldırdı. Çünkü Almanya 1982 Dünya Kupası Final Maçı’nı işte bu skorla, 3 – 1 kaybetmişti.
Dk. 62: GOL. Bir dakika önce oyuna giren Antognoni nefis bir vuruşla İtalya’yı tekrar umutlandırdı: 3 – 2.
Dk. 71: GOL. Maçtaki ilk frikik atışını Almanya kazandı. Frikik organizasyonunu Hannes ile Hansi Müller ikilisi düzenledi. Hansi Müller nefis bir vuruşla topu filelere gönderdi ve tribünlerde alkışlar koptu. Almanya 4 – 2 öne geçti.
Dk. 73: GOL. Graziani ortaladı, 1982’deki finalde bir gol atan Altobelli 2007 final rövanşında da bu kez kafayla golünü attı: 4 – 3.
Dk. 76: GOL. Antognoni vurdu, top önce yan direğe vurup sonra içeri girdi ve İtalya beraberliği yakaladı: 4 – 4.
Dk. 77: Altobelli vurdu, kaleci Stein’i geçen top ağlara gitmek üzereyken Hansi Müller çizgiden çıkardı ve Almanya’yı adetâ ikinci final yenilgisinden kurtardı.
Bu nostaljik maç 4 – 4 berabere bitti. Maçın kendisi gibi skoru da “dört dörtlük” oldu.
Maçtan sonra Hansi Müller için bütün stadyum hep beraber “Happy Birthday” şarkısını söyledi.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 3
ÖNEMLİ BİR BİLGİLENDİRME:
12 – 15 Mart 2008 günlerinde gerçekleştirdiğimiz, içinde Vorarlberg eyaleti ile başkenti Bregenz’in de bulunduğu geziden sonra kaleme aldığımız ve 23 Nisan – 8 Haziran 2008 tarihleri arasında yayınlanan “Bir Günde 4 Ülke ve Alpler’in Eteklerinde 4 Gün” isimli 5 bölümlük yazımızdan dolayı, Avusturya’nın Vorarlberg eyaletinin başkenti Bregenz’den bir “Teşekkür Mektubu” aldık. Altında Vorarlberg Eyaleti Turizm Bakanlığı ile Feldkirch Eyalet Mahkemesi’nin imzası bulunan bu mektup, yazıdan dolayı teşekkür etmekte, sitede yayınlanan resimlerde havanın yağmurlu olduğunu görüp resimlerin üzerinde yağmur tanelerinin olmasından dolayı üzüldüklerini ifade etmekte, güneşli bir mevsimde Bregenz’i tekrar ziyaret etmemiz için bizi davet etmekte ve bu davete icabet edersek bizi kendilerinin gezdireceklerini bildirmekteydi.
FOTOĞRAFLAR:
Vorarlberg eyaletinin başkenti Bregenz’in önü mavi göl suları, arkası ise yeşil dağlarla çevrilidir (AVUSTURYA)
Bregenz, Avusturya’nın Konstanz Gölü’ne kıyısı olan tek şehridir (AVUSTURYA)
Gölün karşısı Almanya toprakları; Avusturya’dan bakıp Almanya’nın fotoğrafını böyle çektim (AVUSTURYA)
Bregenz’de dolaşmaya başlayınca, bu kentte yoğun bir Türkiyeli nüfûsun yaşadığını anlamanız uzun sürmüyor (AVUSTURYA)
Şehrin ortasına yön ve mesafe gösteren böyle bir yapı dikmişler. Yukarısı size yönleri gösteriyor, alttaki yazı ve işaretler ise hangi şehrin hangi tarafta ve Bregenz’e kaç km uzakta olduğunu. (AVUSTURYA)
İşte, hangi şehrin Bregenz’e kaç km mesafede olduğu burada yazıyor: Roma 657 km, Venedik 304 km, Ljubljana 395 km, Viyana 500 km, Dinyeper 703 km, Marsilya 871 km… (AVUSTURYA)
Bregenz’i çevreleyen dağlar arasına teleferik yapmışlar; şehrin üzerinde teleferikle dolaşıp kuşbakışı seyredebilirsiniz (AVUSTURYA)
Sokaklar tamamen futbolu konu alan resim, yazı ve karikatürlerle süslenmiş; 2008 Avrupa Kupası şu sıralar İsviçre ve Avusturya’da düzenlendiği için, her iki ülke de futbolla yatıp futbolla kalkıyor (ALMANYA)
Göl kenarındaki çimenlikleri bile futbol sahası şekline sokmuşlar (AVUSTURYA)
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülke bayrakları (AVUSTURYA)