Saparmurat Türkmenbaşı, Saddam Hüseyn ve Malatya Çocuk Yuvası

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     Adı: Saparmurat Atayewiç Niyazow.

     Memleketi: Türkmenistan.

     Çocukluğu: 1940 yılının Şubat ayında, Türkmenistan’ın başkenti Aşkâbâd’da dünyaya geldi. II. Dünya Savaşı’nın içinde doğdu.

     Atamurat Niyazow ailesi Dünya Savaşı’na bir bebek hediye etti ama bir ferdini de bu savaşta yitirdi. Saparmurat’ın bir işçi olan babası 1942’de bu savaşta öldü. Saparmurat, henüz 2 yaşındayken babasız kaldı.

     Saparmurat öbür bebeklere oranla bir hayli kilolu, tombul ve bir o kadar da tatlı bir çocuktu. Her tombul çocuk gibi o da kabına sığmayan, yaramazlıkları ve afacanlığıyla büyüklerin sevip öpmek ve onunla oynamak isteyeceği bir çocuktu. Çok sevecendi.

     Saparmurat baba sevgisi görmedi. Babasını hiç tanıyamadı.

     Henüz iki yaşında bir bebekken babasını kaybeden Saparmurat’ın yegâne travması bu değildi; çok daha dramatik olanı 8 yaşında bir ilkokul öğrencisiyken, 1948’de başına geldi.

     Saparmurat’ın annesi Qurbansultan Niyazowa, halk içinde tanınan bir halıcıydı. Saparmurat 2 yaşındayken Dünya Savaşı’nda kocasını kaybedip dul kalan Qurbansultan, üç erkek çocuğunu tek başına büyütmeye çalışıyordu. Halıcılık yaparak çocuklarının geçimini sağlamaya çalışıyor, çocuklarına hem annelik, hem de babalık yapıyordu.

     1948 yılında Aşkâbâd’da korkunç bir deprem oldu. Saparmurat, bu depremde henüz 35 yaşında olan annesi Qurbansultan’ı ve iki kardeşini, Muhammedmurat ve Niyazmurat’ı kaybetti.

     Saparmurat’ın böylece bütün ailesi yok olmuştu. Henüz 8 yaşındayken yapayalnız kaldı.

     Yetim çocukları koruyup kollamayı, onlara kol – kanat germeyi Kitab’ın birçok yerinde defaatle emreden azîz İslam dîni, yetimleri, “Allah’ın topluma bir emaneti” olarak görür. Zira yetim çocuklar anne – babasız olduklarından, “herkesin çocukları” olarak görülmeli ve herkes o çocuklara sahip çıkmalıdır. Kendi çocuğu olarak görmeli, onların sevgi ve ilgi ile büyümelerini sağlamalıdır.

     Ancak Saparmurat, Müslüman bir toplum olan Türkmen halkının içinde olduğu halde bu ilgi ve sevgiyi göremedi. Kendisine kol – kanat geren çıkmadı.

     8 yaşında bütün ailesi yok olan Saparmurat, Aşkâbâd’da bir yetimhaneye bırakıldı, çocuk yuvasına verildi.

     Yetimhanede ne O’nun başını okşayacak bir babası, ne de O’nu sıcak yataklarda uyutup her akşam ninniler okuyan annesi vardı.

     Yetimhanede sadece müdürler, bakıcılar ve görevliler vardı. Saparmurat hep azarlandı, horlandı, şiddete maruz kaldı.

     Bir çocuktu O, yetim bir çocuk. Sevilmek istedi, ama hep dövüldü. Akşamları ninnilerle, masallarla değil, korkutularak, tehdit edilerek yatağına atıldı. Ağzını her açtığında dayak yiyordu, sesini çıkarmaya kalksa, değnekle, çubukla kafasına vuruluyordu.

     O, henüz 8 yaşındaydı. İslam’a göre henüz “reşîd” olmadığından “günâhsız” bir çocuktu. O yaşta ölmüş olsa, sorgusuz – sualsiz cennete gidecekti. Ama ölmedi ve insanlar O’na “cehennemi” yaşattılar. Müslüman bir toplumda yaşıyordu ama kaldığı çocuk yuvasında her türlü insanlıkdışı şiddete maruz kalıyordu. Toplum içinde O’na el uzatan da yoktu; zira yetim çocukların dramı kimsenin umurunda değildi. Herkes kendi çocuğuyla ilgileniyordu sadece.

     Ancak Saparmurat’ın çok şanslı olduğu bir özelliği vardı, o da, hakikaten çok zeki bir çocuk olmasıydı. Herkes için “zorunlu eğitim”in uygulandığı Sovyetler Birliği sisteminde, okuldaki başarısı ve yüksek notlarıyla ilgi çekiyordu.

     Yüksek öğrenimini Leningrad Teknik Üniversitesi’nde yaptı – ve sanki kader O’nu gerçekten de geleceğe hazırlıyormuşçasına – “enerji mühendisi” olarak mezun oldu. Çalışma hayatı ile birlikte Komünist Parti üyesi oldu ve 1985 yılında, yani 45 yaşındayken Türkmen Komünist Partisi’nin genel sekreteri oldu. Dolayısıyla 1985 yılından başlayarak Türkmenistan’ı yönetmeye başladı. 13 Ocak 1990’da SSCB’nin yüksek yargı organı olan Yüksek Sovyet Başkanlığı’na atandı. Nihayet 27 Ekim 1990 günü yapılan seçimlerde Türkmenistan’ın ilk cumhurbaşkanı seçildi. Türkmenistan’ın, Sovyetler’in çökmesi sonrası 1991’de bağımsızlığını kabul etmesiyle, ilk devlet başkanı oldu. 21 Haziran 1992 yılında yeni bir anayasanın kabulü için yapılan yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların yüzde 99, 9’unu aldı. Mustafa Kemal Atatürk hayranlığının etkisiyle kendisine “Atatürk” soyadını verdi, ancak Türkiye Cumhuriyeti itiraz edince vazgeçti ve “Türkmenbaşı” adını benimseyip 1999’da kendisini “ebedî devlet başkanı” ilân ettirdi.

     Sonrasını biliyorsunuz…

     Güçlü bir diktatörlük kuran Türkmenbaşı, Türkmenistan’ı yönettiği süre içinde halka her türlü şiddeti, zûlmü ve baskıyı yaptı. Ülkedeki en ufak bir muhalif oluşumu bile en ağır ve en sert yöntemlerle cezalandıran Türkmenbaşı, zûlüm ve zorbalıkta Fîravun ve Nemrûd’la bile yarışır duruma gelmişti.

     Güçsüz durumdayken, mustaz’âf iken, insanlardan bir kez bile olsun insanlık görmeyen Türkmenbaşı, gücü eline geçirince, O da insanlara acımadı. Çünkü insanlar O’na yetim bir çocukken bile acımamışlardı. Yetim bir çocukken insanlardan gördüğü baskı, şiddet, hakaret ve zûlümlere, güç eline geçince misliyle karşılık vermişti, Saparmurat.

     Saparmurat Türkmenbaşı, 2001’de yazdığı “Rûhname” adlı kitabını “kutsal kitap” seviyesine yükseltip kendisini “peygamber” konumuna yükseltti. Kitabın okullarda okutulmasını, üniversiteye giriş ve ehliyet alımında sınav konusu olmasını zorunlu kıldı. “Rûhname’yi üç kez okuyanın gönül zenginliği artar, ferâseti ve zekâsı keskinleşir, Allah’a yakın olur ve dosdoğru cennete gider” dedi.

     Ay ve gün isimlerini değiştirdi. Ocak ayına kendi adını, Nisan’a annesinin adı Qurbansultan’ı verdi. Eylül ise Rûhname adını aldı.

     “Türkmenbaşı” adı bir meteora, Ay’da bir kratere, ülkenin en yüksek tepesine, caddelere, çiftliklere, at sürülerine ve bir kente verildi. Her sokağa bir heykelini diktirdi, her binaya bir posterini astırdı. Aşkâbâd’a 95’lik altın heykel yaptırıp devamlı parlaması için güneşe doğru dönen mekanizma üstüne oturttu. Bütün paralara kendi resmini bastırdı. Hipokrat yeminini kaldırıp, doktorları kendisine yemin ettirdi.

     Daha onlarca ilginç icraatlar ortaya koyan Saparmurat Atayewiç Niyazow Türkmenbaşı, 21 Aralık 2006 günü hayata gözlerini yumdu.

     * * *

     Adı: Saddam Hüseyn.

     Memleketi: Irak.

     Çocukluğu: 28 Nisan 1937’de Tikrit kentine bağlı Uce köyünde fâkir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Saddam henüz doğmadan babası ölmüştü. Babasız doğdu. Annesi ve akrabaları tarafından büyütüldü.

     Her çocuk gibi mâsum, günâhsız ve insanlardan sadece “sevgi” isteyen Saddam’ın çocukluğu yoksulluk, şiddet ve horlanma içinde geçti. Babasız olduğu için henüz çocuk yaştayken şiddete maruz kaldı, dövüldü, aç bırakıldı. İnsanlardan hep kötülük gördü.

     Saddam’a henüz hamileyken dul kalan annesi, O’nu tek başına büyütmeye çalışıyordu. Derken, büyük bir travma yaşadı Saddam. Annesi de O’nu terketti. Henüz küçük bir çocukken annesi tarafından terkedildi Saddam.

     Annesi başka biriyle evlendi ve küçük Saddam, genç bir subay olan dayısına bırakıldı.

     Fakat çile ve acı Saddam’ın peşini bırakmıyordu. Dayısı, 1941 yılında (II. Dünya Savaşı yılları) Nazi yanlısı olmakla suçlanınca tutuklandı ve Saddam 4 yaşındayken mecburen annesine geri verildi.

     Saddam’ın asıl dramı bu andan itibaren başladı. 4 yaşındaki günâhsız ve mâsum Saddam, üvey babası tarafından sık sık şiddete maruz kaldı. Üvey babası O’nu her gün dövüyor, tekmeliyor, aç bırakıyor, hatta işkence ediyordu.

     Bu durum, 10 yaşına kadar böyle devam etti. 4 yaşından 10 yaşına kadar, tam 6 yıl boyunca üvey babası tarafından her türlü şiddet ve zûlme maruz kalan küçük Saddam’a toplumda kimse de el uzatmıyordu. Herkes “aman bize ne?” diyordu. Öyle ya, dövülen, tekmelenen, işkence edilen, aç bırakılan onların öz çocukları değildi ki! Öyleyse onlara ne? Mâdem ki Allah O’nu yetim bıraktı, öyleyse Allah sahip çıksındı!

     Dayısı 1947’de hapisten çıkıp Tikrit’te öğretmenliğe başlayınca, 4 yaşındayken elinden alınan ve 10 yaşına girmiş Saddam’ı tekrar yanına aldı. Yıllar sonra “savunma bakanı” olan dayısının 7 yaşındaki oğluyla birlikte 10 yaşındayken ilkokula başladı.

     Saddam, çocukluğu boyunca sadece dayısından insanlık gördü; sadece dayısı O’na sevgi ve merhamet gösterdi. Saddam, dayısı dışındaki tüm insanlardan sadece vâhşet ve zorbalık görmüştü. En ufak bir insanlık görmemişti. Buna öz annesi dahil.

     Saddam, tıpkı dayısı gibi subay olmak istiyordu. Ancak Bağdad Askerî Lise sınavını kazanamadı. Normal bir liseye başladı. Etrafında hır çıkaran ve çevresine dehşet saçan bir öğrenci olarak ün yaptı. Ve okuldan kovuldu.

     Saddam, daha 16 yaşındayken Tikrit’te dayısının bir düşmanını öldürdü. O’na göre dünyada sadece bir insan vardı ve o da dayısıydı; dayısını sevmeyen birinin canı cehennemeydi.

     Bu cinayetten sonra Baas Partisi’ne katıldı ve örgütün tetikçisi oldu. Bütün hayatı boyunca dışlanmış ve horlanmış bir yetim genç, siyasî ve ideolojik bir harekete katılırsa “tetikçi” olmaktan başka ne olabilirdi ki zaten?

     20 yaşındayken ikinci cinayetini işledi, bu kez Baas adına. Öldürülen kişi devlet memuru olunca, O ve dayısı tutuklandılar, ancak delil yetersizliğinden serbest bırakıldılar. “Tetikçiliğin” adının “gözüpeklik” sayıldığı sistemde Saddam hızla Baas’ın askerî kanadında yükselmeye başladı.

     22 yaşındayken (1959), Irak Cumhurbaşkanı General Abdulkerîm Qasım’a karşı girişilen başarısız bir suikastte tetikçi olarak yer aldı ve bu saldırıda yaralandı. İlk önce Suriye’ye kaçtı, ordan da Mısır’a gitti. 1963 yılındaki Baas darbesine kadar Mısır’da kaldı. Devletin verdiği bursla zar zor 23 yaşındayken liseyi bitirebildi.

     1963 darbesi, hayâllerini gerçekleştirmek için bulunmaz bir fırsattı. Bağdad’a döndü. Önce evlendi.

     Saddam, ilkokula birlikte başladığı kuzeni (dayısının oğlu) El- Bekr tarafından “güvenlik sorumlusu” olarak tayin edildi. Muhaliflerin tasfiyesinde görev aldı. “Qesr’el- Nihaye” diye adlandırılan meşhur sorgu ve işkence ekipleri oluşturdu. Kanlı rejimin devrilmesinden sonra diğer Baas yöneticileri ile birlikte tutuklandı. Ancak iki yıl sonra, Arap millîyetçileri ile barışmak isteyen General Arif’in çıkardığı özel bir af ile serbest bırakıldı.

     Saddam, o dönem Baas Genel Sekreteri olan kuzeni General El- Bekr’in yardımcısı olarak işe başladı. 1968 darbesinden sonra rejimin ikinci adamı oldu.

     Saddam Hüseyn, 1972 yılında iktidarının gücünü kullanarak Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. 1976’da ise, nasıl olduğu anlaşılmayan bir şekilde “Pekiyi” derecesiyle üniversiteyi bitirdiği açıklandı. Çünkü O, 1968’de darbeyle iktidara gelen Baas Partisi’nin kurduğu Devrim Komuta Konseyi’nin başkan yardımcısıydı. İktidarı tümden ele geçirmek, “tek isim” olmak ve Pan – Arabizm’i hayata geçirmek için Kürt ve İslamî muhalefeti tasfiye etmesi gerekiyordu. Bunun için ordu ve polis örgütlenmesine hız verdi.

     Saddam Hüseyn, 1979’da Irak’ın “tek adamı” oldu. Gücü eline aldı ve güçlü bir diktatörlük, zûlüm ve zorbalık üzerine oturan bir devlet kurdu.

     Sonrasını biliyorsunuz…

     Saddam Hüseyn, iktidarda olduğu süre boyunca Şiî, Kürt, tüm Irak halkına kan kusturdu. Halkına soykırım yaptı, kimyasal gaz kullandı. Binlerce keyfî cinayetlere, gözaltında kayıplara, işkencelere imza attı.

     İran İslam Cumhuriyeti’ne savaş açtı ve 8 yıl süren savaşta bir milyon İranlı’yı öldürdü.

     Halepçe’ye kimyasal gaz attı ve 5 bin (halkın verdiği rakamlara göre 22 bin) Kürt insanını katletti.

     Enfal Operasyonu adını verdiği katliâmda 192 bin Kürd’ü öldürdü.

     Şiîler’i katletti, komşusu Kuveyt’e saldırdı.

     Yetim bir çocukken sadece dayısından insanlık gören Saddam, gücü eline alınca, sadece en yakın akrabalarına insanlık gösterdi.

     30 Aralık 2006’da idam edildi.

     Böylece zamanımızın iki büyük diktatörü, Saparmurat Türkmenbaşı ve Saddam Hüseyn, 2006’nın son günlerinde, 9 gün arayla dünyayı terkettiler.

     Onların ölümü insanları sevince boğdu, insanlar sokaklarda dans ederek, halay çekerek bu iki diktatörün ölmesini kutladılar.

     Oysa bu diktatörlerin bizzat o kutlamaları yapanlar tarafından onlar daha küçücük yetim ve öksüz çocuklar iken yetiştirildiğini kimse düşünemiyordu. Sanki bunlar annelerinden “diktatör” ve “zalim” olarak doğmuşlardı.

     * * *

     Adı: Malatya Çocuk Yuvası

     Bulunduğu memleket: Türkiye

     2005 Sonbaharı’nda Malatya Çocuk Yuvası’ndan TV ekrânlarına yansıyan görüntüler, yüreğinde azıcık merhamet duygusu kalmış, birazcık olsun Allah’tan korkan, içinde küçük de olsa insanlık bulunan herkesin kanını dondurdu.

     Yuvada çocuklara akıl almaz işkenceler yapılıyor, dövülüyor, kafalarına değneklerle vuruluyor, kız – erkek karışık çırılçıplak soyulup banyoya sokuluyor, “uslansınlar diye” bazılarının üzerine buz gibi soğuk su dökülüyordu.

     Her akşam sıra dayağına çekilerek, kafalarına demir çubuklarla vurularak yataklarına atılıyordu bu çocuklar. Bütün olup bitenler gizli kamerayla çekilmiş ve tüm Türkiye izlemişti.

     Öyle ki, cezalı çocuklara zorla arkadaşlarının dışkısı yediriliyordu; bunu, kamera karşısında bizzat çocuklar anlatıyordu.

     Görüntülerin Türkiye’deki televizyonlardan yayınlanmasından sonra yabancı TV ve gazetelerin de gündemine girmişti. Dünyanın dört bir yanındaki televizyonlarda Türkiye’de bir çocuk yuvasında sergilenen bu vahşet gösteriliyordu.

     İşin ilginç yanı, böyle insanlıkdışı bir olayın, Türkiye’nin en gelişmiş ve kültür seviyesi yüksek, ayrıca İslamî hassasiyetlerinin de çok güçlü olduğu yerlerden biri olan Malatya gibi bir şehirde gerçekleşmiş olmasıydı.

     Malatya’da yetişen kayısılarıyla ve bu şehirden çıkan cumhurbaşkanlarıyla övünmeyi pek seven Malatyalılar, bu görüntüler TV ekrânlarında yayınlandıktan ancak iki gün sonra, ulusal TV kameraları şehre geldikten sonra sokaklara çıkıp gösteri yapmayı akledebildiler. Her gün önünden geçtikleri Malatya Çocuk Yuvası’ndaki yetim çocukların durumları, ancak televizyonda haber konusu olduktan sonra gündemlerine girebilmişti.

     Bir siyasî parti lideri şehre gelip miting yapsa, binlerce kişinin meydanlara akın edeceği Malatya’da, böyle insanlıkdışı bir vâhşeti protesto etmek için sokağa çıkanların sayısı 100’ü bulmuyordu. Oysa devlet bir karar alsa ve Malatya’nın elindeki “vilayet” sıfatını kaldırıp tekrar “ilçe” yapsa, ya da, Türkiye Futbol Federasyonu herhangi bir sebeple Malatyasporu’u cezalandırıp bir alt lige düşürse, değil binlerce, milyonlarca kişi sokaklara dökülürdü.

     Malatyalılar böyleydi de, bizler çok mu duyarlıydık?

     TV karşısında olanları izleyip “ah vah” etmekten başka ne yapmıştık? Hiçbir şey… Bazılarımız biraz da gözyaşı döktü, ama hepsi bu.

     Ancak o çocukların içinde bizim öz çocuğumuz da olmuş olsaydı, dünyanın neresinde olursak olalım, iki elimiz kanda da olsa aynı dakika içinde atlar giderdik oraya. Kendimizi parçalar, etrafı dağıtır, herşeyin altını üstüne getirirdik.

     Ama yapmadık. Çünkü onlar bizim çocuklarımız değildi. Bizler çocuklarımızın anne ve babaları olarak yaşıyorduk, hayattaydık ve onları sevgiyle büyütüyorduk. Sabahları kahvaltılarını veriyor, özenle çantalarını hazırlayıp okula gönderiyor, istedikleri oyuncakları alıyor, yaramazlık yaptıkları zaman bırakın kafalarına demir çubuklarla vurmayı, aksine yaramazlıklarına gülüp onları iyice şımartıyor, akşamları sıcak yataklarına koyuyor, geceyarıları kontrol ediyor ve üstleri açılmışsa tekrar örtüyor, mışıl mışıl uyutuyorduk.

     Türkiye’deki yetim çocuklar, bizim çocuklarımız kadar şanslı değildi. Onların anne ve babaları yoktu.

     Kiminin anne – babası belki trafik kazasında ölmüştü, kiminin depremde. Kimi de belki ğayr-i meşrû doğmuştu, işlenen bir günâhın günâhsız çocuklarıydı.

     Ancak Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bizler, Türkmenistan ve Irak halkıyla kıyaslandığında çok şanslı bir halkız. Zira bizde “tek adamlık” ve “diktatörlük” ihtimali olmadığından, Malatya Çocuk Yuvası’nda dövdüğümüz, tekmelediğimiz, kafasına demir çubukla vurduğumuz, üzerine buz gibi soğuk su döktüğümüz, hatta çocuk kakası yedirdiğimiz yetim çocukların günün birinde ülkedeki bütün gücü eline alıp istediğini yapabilme olasılığı yok.

     Rahat uyuyabiliriz…

     Daha önce bağrından cumhurbaşkanları ve başbakanlar çıkarmış olan Malatya vilayetimiz, aynı şeyi tekrar yapabilir, bağrından “devlet başkanı” bile çıkarabilir.

     Ama bu, çocuk yuvasında, yetimhanede büyüyen bir çocuk olmaz.

     Çünkü, ülkeyi soyup soğana çevirenlerin elini kolunu sallayıp dolaştığı ve üstelik toplumda saygı gördüğü bu ülkede, pastahaneden baklava çalan çocukları 22 yıl hapis cezasına mâhkum eden devletimiz ve ceza sistemimiz, böyle bir ihtimalin önünü tâ baştan kapatıyor zaten.

     Rahat uyuyabiliriz…

sediyani@gmail.com

     HAKSÖZ

     12 OCAK 2007

saparmurat türkmenbaşı

saddam hüseyin

malatya çocuk yuvası

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir