Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, bizden delisi hiç yokmuş. Çok söylemesi günâhmış.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken, horozlar imam iken, babam kaşıkta annem beşikte iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… İp koptu beşik devrildi; anam düştü beşikten, alnını yardı eşikten… Babam kaptı maşayı, anam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi… Dar attım kendimi dışarı; kaç kaçmaz mısın?.. Vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye… Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye… Tozu dumana kattım, Edirne’ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar delidir diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye… Bereket inandılar, tutup beni saldılar… Orada buldum iki çifte bir kayık. Çek kayıkçı Eyüb’e… Eyüb’ün kızları haşarı. Bir tokat vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı… Orada gördüm bir kız; adı Emine, gittim yanına… Bir tarafı tozluk dumanlık, bir tarafı çayırlık çimenlik, bir tarafı sazlık samanlık… Bir tarafta boyacılar boya boyuyor renk ile; bir tarafta demirciler demir dövüyor denk ile; bir tarafta Osmanoğlu cenk ediyor şevk ile… Anan yahşi, baban yahşi, kurtuldum ellerinden, vardım masal iline…
Masal masal maniki, yolda saydım oniki, onikinin yarısı, tilki çakal karısı. Masal masal martladı, iki fare atladı, kurbağa kanatlandı, tos vurdu bardağa, çocuk çıktı çardağa. Masal masal maniki, kuyruğu var oniki, kuyruğunda beni var, kulağında çanı var. Masal masal matadar; dil okur, damak tadar.
Bu sözün önü var, arkası yok; gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur, suyu var tası yok. De gel sabreyle sabreyle… İyi ama susuzla sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar, ya dolaşır çarşı pazar; ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara, Mevlâm uğratmasın iftiraya nazara… Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan. Kendisi akça pakça, eti kemiğinden pekçe, ne kazan kaldı ne kepçe, kırk gündür kaynatırım kaynamaz… Hay dedim, huy dedim; bu ne pişmez şey dedim. Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk; anan soylu, baban boylu derken kırk olduk; kırkımız kırk ateş yaktık, kırk gündür kaynatırız kaynamaz… Baktık ki olacak gibi, sofraya konacak gibi değil, eğil dağlar eğil dedik; onumuz hu çekti, onumuz su çekti; onumuz un, onumuz odun çekti; haydan geleni huya sattık, unu bulguru suya kattık, suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık; vay ne kaynattık ne kaynattık… De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı? Derken efendim, bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı?.. Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana, kanadını kaldırıp uçan uçana… Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği? Çıkardım ahırdan boz eşeği, vurdum sırtına palanı, çektim yedi yerden kolanı; bindirdim üstüne doksanlık anamı… Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama, koynuna koydum bir sabırtaşı. Sabırtaşı, sabırcıktaşı deyip geçmeyin öyle… Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı. İtler işin başı, tandırın başı, masalın başı, bu sabırtaşı… Verilecek kuluna vermiş, bize de versin… Yaradan; haydi dedikoduyu kaldırıp aradan, dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi?
Vay ne köşe bu köşe!.. Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe… Bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi diye iki tekerleyip üç yuvarlarken, aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası… Hemen bir sarıya bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı; gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı; bir fiske vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı… Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim… Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma, ya da alsa beni kanadına kaşına demeye kalmadı, bir de gördüm ki ne göreyim? Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, zümrüd-ü anka dedikleri değil mi?.. Kafdağı’nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele; yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal…
Azdan çoktan, hoppala hoptan; sana bir mintan yaptırayım çerden çöpten. İlikleri karpuz kabuğundan, düğmeleri turptan… Zaman o zaman idi. Bit bineğim, pire yedeğim idi. Darı topuzum, çavdar kalkanım idi. Bir tüfeğim var idi. Ayran ile doldurur, şerbet ile ateşlerdim… Çıkardım dağlar başına, broy broy der gezerdim. Yetmiş karga ayağa kalkardı, ağa geliyor diye… Bre ağalar, bre beyler! Elif’ten be’ye çıktım, seyirttim köye çıktım. Çobandan kaymak yedim, ağadan değnek yedim. Değneği kuşa verdim. Kuş bana kanat verdi. Çaldım kanadı yere, uçup gittim göklere… Baktım bir has bahçe, içinde sular akar. Oturmuş çeşme başına, iki güzel bana bakar. Büyüğüne selam verdim, küçüğüne tutuldum. Sofrasında mum olayım, bahçesinde gül olayım…
Bir hayladık, bir huyladık; cümle âlemi topladık… Allah’ın kışı tandırın başı olur da kim gelmez? Haylanan da geldi, huylanan da geldi, ahlanan da geldi, ohlanan da geldi. Hele büyük baş, büyük kara kadı, kuru dadı geldi… Kadıyı dadıyı duyunca; yabanın ördeği, kazı geldi… Ördeği kazı görünce, bir de çulsuz tazı geldi. Tazının peşinden de görmemişin oğlu, Kör Memiş’in kızı geldi… Ne etti ne etti, arkası sökün etti. Kambur Ese, Sarı Köse geldi; biri saltanata, biri süse geldi… Bunları duyar da durur mu ya! Hımhımınan burunsuz, birbirinden uğursuz geldi… Bu iki uğursuzun ardından da ekmediğin yerde biten bir arsız, yüzsüz geldi… Daha daha, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa geldi, geldi dertlere deva, gönüllere sefa geldi… Derken efendim, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok; kimi aç, kimi tok; geldi, toplandı… Toplandı ya, hepsi de başını kaldırıp kaşını yaktı, derken her kafadan bir ses çıktı; başladı her biri bir maval okumaya… Kimi ince eğirip sık dokudu; kimi yukarıdan atıp aşağıdan tuttu… Kimi tavşana kaç, tazıya tut dedi; kimi ağzını yum, dilini yut dedi… Kimi kâh nalına, kâh çivisine vurdu; kimi süt dökmüş kedi gibi oturdu… Kimi kâhya karı gibi her işe karıştı; kimi gemi azıya alıp birbiriyle yarıştı… Kimi akıntıya kürek çekti; kiminin kırdığı ceviz kırkı geçti… Kimi ellisinden sonra kaval çaldı; kimi de benim gibi kırkından sonra masala daldı… Bir var ki, hangisine ne denir? Allah her kuluna bir çene, her çeneye bir gene vermiş, oynatıp duruyor. Lafla peynir gemisi yürümez ama, sadece dinlemekle de olmaz; laf ebeleri adamı aptal yerine korlar sonra… Bari ben de birini çekip çekiştireyim dedim ya, ne haddime! Yetmişiki millet burada, sade bir Keloğlan yok ortada… Yüz yüzden utanır, ötekileri dilime dolayacak değilim ya, ben de tuttum Keloğlan’ın yakasından…
Harda hurda, eşeği yedirdik kurda. Altmış tarla buğda. Yedim karnım doymadı… Denizi çorba ettim, gemiyi kepçe ettim. Yedim içtim, yüzüm gülmedi. Yediler yemiş, parayla biter her iş… Karadeniz’in martısı, Akdeniz’in haritası, zeytinyağının tortusu, hoştur pilavın yoğurtlusu… Akdeniz yağ olsa, Karadeniz bal olsa, karnımızın bir tarafını doldurmaz. Ya bir kaz dolması, ya bir ördek kızartması olsa, belki doyarız… Evimizin önünde bir ağaç vardı, kırk kişi tuttum yondurdum, kırk kişi tuttum oydurdum, kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum. Oturdum yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı… Karşıya baktım, dere gibi hoşaflar, tepe gibi pilavlar, kolum gibi dolmalar, budum gibi sarmalar. Ye yemez misin, hani de görmez misin?.. Karnım davula döndü, ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı. Birazını da eşeğe yükledim, size getiriyordum… Dereden geçerken kurbağalar vırak vırak deyince anladım ki bırak bırak diyorlar… Neyse, orada yattım… Sabah oldu, baktım çizmeler yok. Oradan bunları aramaya gittim… İğneyi diktim, bezi diktim, üstüne çıktım baktım: Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar… Vardım, sineğin derisini attım, büyük bir meydan belirdi. Çifti elime aldım, sürdüm ektim. Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda, dursam topuğumda, ama adam yutuyor… Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz derken, öteden bir çakal geldi. Orağı bu çakala bir attım. Orağın sapı çakalın karnına girdi, ağzı kaldı dışarıda. Çakal kaçtı, orak biçti, çakal kaçtı, orak biçti… Ekinin hepsi biçildi. Bunu neyle toplarız, neyle toplarız derken, öteden bir kasırga koptu. Ekini topladı, harman etti. Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum. Altmış okka bir yanına, yetmiş okka bir yanına vurdum, ben de çil horozun üstüne bindim, sürdüm değirmene… Değirmene yaklaşınca susadım. Oradaki pınara indim. Pınardan ağzım ile içtim gözüm istedi, gözüm ile içtim kulağım istedi… Kafamı kestim, pınarın içine attım. Oradan değirmene vardım. Değirmenci hani kafan dedi. Pınara attım dedim. Değirmenci, ama onu şimdi çakal yer dedi. Oradan kalktım geldim, baktım ki, çakal kulağımın ucundan tutmuş… Çakala bir yumruk attım, yumruğum çakalın karnına girdi. İçini karıştırdım, kusur kusur ediyor. Çektim çıkardım: Bir kâğıt. Okudum; bir yanı yalan, bir yanı dolan… Aşağıdan birden, tutun be, vurun be diye patırtı koptu. Eyvah, beni tutmaya geliyorlar dedim. İki kalktım, bir hopladım, seksen ayak merdiveni birden atladım… Baktım, beşyüz atlı asker. Nereye gidiyorsunuz dedim. Silbasanoğlu Hasan’ı aramaya dediler. Ben bundan birşey anlamadım, bir daha sordum. Gene Silbasanoğlu Hasan’ı dediler. Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne’ye. Silbasanoğlu Hasan’ı tuttuk. Meğer o da, bir pireymiş… Bindim pireye, vardım Tire’ye… Gel gelmez misin, yol bilmez misin? Bu işlere sen gülmez misin?.. Tuttum pirenin irisini, çadır yaptım derisini. Altmış adam altında sığınmadık mı?.. Tuttum pirenin eşini, neler getirdi başıma: Onsekizbin mandaya çektirdim leşini… Tuttum pirenin ağını, çektim çıkardım yağını. Doksan okka tartmadık mı?.. Tuttum pirenin beyini, sırtına kurduk düğünü. Altmış batman bağırsak yağını, gidip pazarda satmadık mı?.. Pireye vurdum palanı, altından çektim kolanı. Sen de beğendin mi benim uydurduğum yalanı?..
Anam kaptı yarmayı, ben kavradım sarmayı. Anam dedi bırak sarmayı. Ben ana dedim, sen de bırak yarmayı. Anam bıraktı yarmayı. Fırladım kaçtım anahtar deliğinden… Gittim, gittim… Tam altı ay yürüdüm. Arkama bir baktım ki ne göreyim? Bir karış yol gitmişim. Neyse tekrar başladım yürümeye. Bu kez, bir altı ay daha gittim… Bir kulak verdim ki, tellallar bağırıyor: Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu kim yiyecek diye… Hemen eve gittim. Bir kavak ağacı vardı, kırk kişi tuttum yontturdum, kırk kişi tuttum oydurdum. Bir kepçe yaptırdım, omuzladım kaldırdım, dizlerimi daldırdım. Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu, o kepçeye aldırdım. Öyle bir yuttum ki, dudaklarımın bile haberi olmadı… Neyse ayrıldım oradan. Gittim gittim, bir memlekete vardım… Bir kahveye girdim. Baktım hepsinin gözleri parlıyor. Gözleriniz neden parlıyor öyle dedim. Evlendik de ondan dediler. Beni de evlendirin dedim, olur dediler… Aldılar bana bir kız… Boyuna baktım minare kadar, gözleri lokma tavası, memeleri un çuvalı kadar. Sümükleri sarkar, görenler korkar, Allah’ım dedim beni kurtar… Kaç bakalım kaçmaz mısın?.. İndim bir sarayın bahçesine. Baktım ki çiçekçiler çiçek, gülcüler gül aşılıyor. Susun! Masalcı masala başlıyor…
Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, bizden delisi hiç yokmuş. Çok söylemesi günâhmış. Memleketin mektebi de merkebi de çokmuş; çocuklar aynı lafları okur okur dururmuş; kalemin kitabın fiyatı yirmibeş kuruşmuş… Handadır handa, bir kara manda; üçyüz yaşındaydım evvel zamanda. Mavi çadır gerilmiş, duydum pazar kurulmuş. Vurdum karıncaya palanı, kırk yerinden bağladım kolanı, sardım sırtına seksensekiz çuval soğanı, vardım pazara… Vay ne pazar ne pazar, güzeller durmaz gezer… Kırlangıçlar terzi, köpekler kalaycı, tilkiler tüccar… Buldum bir köşe, başladım işe… Soğan sarmısak satarken, terazimin kolu kırıldı bir güzele bakarken… Kurbağa kanatlandı gitti gelin getirmeye, gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa… Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken, horozlar imam iken, babam kaşıkta annem beşikte iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…
Daugava Nehri’nin kıyısında yaşayan, uzun boylu, dağ gibi güçlü bir adam vardı. Adı Kristaps idi bu adamın, yani Batı dillerindeki Christopher. O’na “Lielais Kristaps” yani “Büyük Christopher” derlerdi.
O zamanlar nehrin kıyısında yerleşim yoktu, kimse yaşamıyordu. Sadece Büyük Kristaps burada, akarsuyun kenarında, şu anda Riga şehrinin bulunduğu yerde, kendisine bir kulübe yapmış, o kulübenin içinde yaşıyordu.
Garipti, kendi halinde bir adamdı. Kimseye bir zararı yoktu.
İnsan yüzü görmezdi. Burada toplumdan uzak, yalnız bir hayat yaşıyordu. Kendi kendine balık tutarak beslenir, diğer vakitlerinde sandalla nehir üzerinde dolaşır, akşam da kulübesine gelip yatardı.
Niye böyle yaşardı? Bilinmez. Bir derdi mi vardı? Bu hiç bilinmez…
Günlerden bir gün, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Gecenin karanlığında Büyük Kristaps kulübesinde uzanmış, gökyüzündeki yıldızlara bakıp düşünüyordu. Nedense gözüne uyku girmiyordu. Özel bir derdi de yoktu, nedense uykusu gelmiyordu. Öylesine uzanmış, düşünüyordu.
Geceydi, etraf karanlıktı. Çıt yoktu. Nehir suları ayaklarının altından usûl usûl süzülerek akıyordu.
Birden, nehrin karşı tarafından gelen bir ses duydu Kristaps. Bir bebek sesi!..
İrkildi Kristaps, şaşırdı. Duyduğu sese inanamıyordu.
Bu bir bebek sesiydi. Bebek ağlıyordu. Evet evet, nehrin karşı tarafında bir bebek ağlıyordu.
Hemen kalktı, uzandığı yerden. Ayağa kalktı Kristaps ve sandala atladığı gibi nehrin karşı kıyısına kürek sallamaya başladı.
Daugava Nehri’nin karşı tarafına varınca, gözlerine inanamadı. Akarsuyun kenarında bir bebek, öylece oraya bırakılmış, ağlıyordu.
Hangi vicdansız anne baba bunu yapmış olabilirdi ki? Kimler böyle birşey yapsın ki? Buralarda insan da yaşamıyordu. Şaşkınlık içindeydi Kristaps, şok geçiriyordu.
Fakat geçireceği şoklarda bu daha başlangıçtı. Çok daha büyük bir şoku, biraz sonra yaşadı Kristaps. Bebek konuşmaya başladı:
– Beni suyun karşısına götür.
Kristaps neye uğradığını şaşırmıştı. Henüz birkaç haftalık olduğu anlaşılan bir bebek nasıl konuşabilir? Daha emeklemeye bile başlamamışken, bu nasıl olur? Adetâ dilini yutan Kristaps şaşkınlıktan donup kalmıştı.
Bebek tekrar konuştu:
– Beni suyun karşı tarafına götür.
Ama Kristaps’ın yaşayacağı en büyük şok, hâlâ bu değildi. Daha büyüğü sıradaydı.
Kristaps bebeğe sordu:
– Sen kimsin, bebek? Adın nedir?
Bebek cevap verdi:
– Ben İsa Mesih’im.
Kristaps nerdeyse düşüp bayılacaktı. O koca cüsseli adam, nerdeyse yere yığılıp kalacaktı. Titrek bir sesle sordu:
– Ne istiyorsun? Burda ne arıyorsun?
Bebek ilk söylediğini üçüncü defa söyledi:
– Beni nehrin diğer yakasına götür.
Hava fırtınalıydı. Buna rağmen bebeği kucağına aldı ve birlikte sandala bindi. Daugava Nehri’nin karşı tarafına doğru kürek sallamaya başladı.
Sandalın üzerindeki Büyük Kristaps, (yüzyıllardır ve günümüzde bütün resim ve heykellerde resmedildiği gibi) bebeği sol omzuna koymuş, sağ eliyle de kürek sallıyordu.
Fakat suyun üzerindeki yolculukta da tuhaf şeyler oluyordu. Sandal her ilerleyişinde bebeğin ağırlığı artıyordu. Bebek gittikçe ağırlaşıyordu. İlk kucağına aldığında 4 – 5 kiloluk hafif bir yavru olan bebek, gittikçe ağırlaşıyordu; 20 kilo, 30 kilo, 50 kilo, 80 kilo, 120 kilo, 150 kilo…
Kristaps bu gece şok üstüne şok yaşıyordu ama sandalın üzerinde çırpınıyordu. Tek derdi, sağ salim ırmağın kıyısına varıp hem bebeğin hem kendisinin hayatını kurtarmaktı.
Kristaps artık bebeği taşımakta zorlanıyordu. Bebek, bu koca adamdan bile çok daha ağır olmuştu. Bir an önce kıyıya varmalıydılar. Yoksa sandal bu ağırlığı taşıyamazdı ve suya batarlardı.
Sonunda güç bela da olsa kıyıya varmayı başardılar. Sandaldan indiler.
Ne tuhaf? Karaya varır varmaz bebek eski gerçek ağırlığına dönmüştü. Tekrar hafif bir bebek olmuştu.
Kristaps, bebekle birlikte kulübesine geçti. Kulübenin içinde bebeğe güzel bir yatak yaptı. Bebeğin tatlı yanağından öptü ve uyuttu. Sonra kendisi de uyudu.
Ertesi sabah uyandığında, Kristaps’ı en büyük şok bekliyordu: Bebek yerinde yoktu…
Bebek yoktu ama yatağı da boş değildi. Bebeğin yatağında, dün gece tam bebeğin yattığı yerde bir küp dolusu altın vardı. Çil çil altınlar…
Bebekten bir daha ne iz ne de haber geldi. Onun yerine, bıraktığı altınlar kalmıştı.
Kristaps altınları sakladı ama onlara hiç dokunmadı, bir tanesini dahi harcamadı. Ömrünün sonuna kadar bir tekini bile harcamadan öylece sakladı.
Kristaps hasta yatağındayken, artık son demlerini yaşarken, insanlar başına toplanmıştı. Hayatı boyunca yalnız yaşamış olan bu koca adamı son günlerinde yalnız bırakmak istemediler.
Yıllar önce başına gelen bebek olayını halka anlattı. Halk inanmadı, inanamadı. Ama bu koca adama herkes güvenirdi, O’nun asla yalan söylemeyeceğini bilirlerdi.
Kristaps altınları çıkarıp halka gösterdi. İnsanlar inandılar. Herkes büyük bir şaşkınlık içindeydi.
Kristaps artık zar zor konuşabiliyordu, nefes almakta güçlük çekiyordu. İnsanlara parmağıyla altınları gösterip şöyle dedi:
– O tatlı bebeğin bıraktığı altınlara hiç dokunmadım. Hatırâ olarak hep sakladım. Geceleri çıkarıp bakar, bebeği hatırlayıp hüzünlenirdim. Şimdi ise vaktim geldi, son anlarımı yaşıyorum. Tanrı’nın huzuruna gideceğim. Ey insanlar! Ey fakir ve gariban halkım! Bu altınları sizlere bağışlıyorum. Onları kendi aranızda eşit biçimde bölüşün…
Orada bulunan insanlar hüngür hüngür ağladılar…
Kısa süre sonra Büyük Kristaps hayata gözlerini yumdu, rûhunu teslim etti.
Ama geride bıraktığı halk da altınlara dokunmak istemedi. Altınları bölüşmeye kimse razı olmadı. Bu derece kıymetli bir mirası hiç kimse kişisel ihtiyaçları için harcamak istemedi.
Günlerce düşünüp durdular, “Bu altınları ne yapalım?” diye. Günlerce düşündüler.
Sonunda ne yapmaları gerektiğine karar verdiler: Bu altınları sermaye yaparak, Daugava Nehri kıyısında tam da Kristaps’ın kulübesinin olduğu yerde bugünkü Riga şehrini kurdular.
Letonya’nın başkenti Riga, işte o altınlarla kuruldu.
* * *
Bu elbette sadece bir masal. Ama güzel bir masal.
Şehrin kuruluşu ile ilgili olan Büyük Kristaps efsanesi, nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar geldi. Tabiî zaman içinde ve dilden dile anlatıla anlatıla çeşitli değişikliklere uğrayarak. Slav edebiyatına da çokça konu olan bir masal oldu.
1510 yılında ırmağın kıyısına bir Büyük Kristaps heykeli dikildi. O zamanlar Riga küçük bir köydü; içinden bir kurt rahatlıkla geçebilirdi.
İnsanlar heykeli kurdelalar ve çiçek çelenkleriyle süslediler, mum yaktılar ve kötülükten korunmak için dûâ ettiler. Halk onu ve masalı çok sevdi. Öyle ki, 1584 – 89 yılları arasındaki Takvim İsyanı (Let. Kalendāra Nemieri)’nda kendisine dokunulmayan ve sağ kalan tek yapıydı.
1693 yılında Leton heykeltraş Miķelis Brinkmanis (? – ?), şu anda Ridzena Nehri’nin (şimdi yeraltına akan) kıyısında bulunan Alberz laukumlarının yakınında, 2 m 36 cm yüksekliğinde ahşap bir Kristaps heykeli yaptı. 1861’de ise bu heykel Daugava Nehri kıyısında küçük bir ahşap binaya taşındı. Bu site, kentsel hayır kurumlarının en önemli merkezlerinden biri olan Azîz Georgi Hastanesi’ne yakın bir konumdaydı.
Kristaps heykeli bütün bir 18. ve 19. yy boyunca halkın inançlarının çekim merkeziydi. Denizciler, kaptanlar, sefere çıkmadan önce heykelin önünde dûâ edip öyle yola çıkarlardı. Onların eşleri, aileleri, kişisel mücevherlerini getirip şans getirsin diye buraya atarlardı. Heykelin önü böylece kolyeler, bilezikler ve madenî paralar ile dolup taşardı. Riga halkı bunlara saygı duyar, hiç kimse bir tanesini ordan alıp götürmezdi. Bu takıların bir kısmı bugün Riga Tarihi ve Denizcilik Müzesi (Let. Rīgas Vēstures un Kuģniecības Muzejs)’nde muhafazâ edilmektedir.
Riga halkı özellikle dînî bayramlarda buraya akın ederdi. Sağlık için, şifa bulmak için dûâlar ederlerdi.
Riga halkı, nerdeyse bütün bir 18. ve 19. yy boyunca, Büyük Kristaps ve o bebek hatırına birbirlerine karşı dürüst davranma, iyilik yapma sözü verdiler. Ve bu sözlerini de önemli oranda tuttular.
5 Aralık 1918 – 11 Ağustos 1920 tarihleri arasında gerçekleşen Letonya Bağımsızlık Savaşı (Let. Latvijas Neatkarības Karš) sırasında Büyük Kristaps heykeli hasar gördü, 1923 yılında heykelin kalıntıları Riga Tarihi ve Denizcilik Müzesi yanındaki Riga Katedrali (Let. Rīgas Doms)’nin envanterine aktarıldı.
1977 yılından beri Letonya sinemasında her yıl verilen en yüksek değerdeki ödülün adı “Lielais Kristaps” (Büyük Kristaps) olup, sinema ödülleri masal kahramanı Büyük Kristaps adına verilmektedir.
1693 yılında Leton heykeltraş Miķelis Brinkmanis tarafından yapılmış olan orijinal Büyük Kristaps heykeli Riga Tarihi ve Denizcilik Müzesi’nde muhafazâ edildiğinden dolayı, 1997 yılında Leton heykeltraş Gints Upītis (? – halen hayatta), Büyük Kristaps’ın ahşaptan kopya bir heykelini yaptı ve götürüp Daugava Nehri kıyısına, tam da Kristaps’ın kulübesinin olduğu yere dikti.
1201 yılında kurulmuş olan Riga şehrinin kuruluşunun 800. yılı olan 2001 yılında ise, bu ahşap heykelin etrafı cam bir bölmeyle çevrelendi.
Bu kopya heykel, işte şu anda önünde bulunduğumuz ve fotoğraflarını çekip siz sevgili okurlarımızla paylaştığımız heykeldir.
Leton halkının yaptığı gibi, ben de Büyük Kristaps heykeline gümüş para atıp dilekte bulundum. Dileğim şuydu:
“Ey Büyük Kristaps’ın omuzundaki tatlı bebek!
Bana da altınlar ver, bana da hazine bırak.
Bırak ki, ben de şehirler kurayım, hatta ülkeler kurayım.
İsimleri haritadan silinmiş, varlıkları barbarca yok edilmiş ve hayatım boyunca onlara şiirler yazdığım, onlar için kitaplar kaleme aldığım bütün ‘yitik ülkeler’i yeniden kurayım.
Kürdistan’ı, Lazistan’ı, Abhazya’yı, Belucistan’ı, Keşmir’i, Rohingya’yı, Patani’yi, Laponya’yı, Frizya’yı, Katalonya’yı yeniden kurayım.
Ey gül yüzlü bebek!
Bana da altınlar ver ki, hepsinin ismini dünya haritasına yeniden yazdırayım.”
Masal masal maniki, yolda saydım oniki, onikinin yarısı, tilki çakal karısı. Masal masal martladı, iki fare atladı, kurbağa kanatlandı, tos vurdu bardağa, çocuk çıktı çardağa. Masal masal maniki, kuyruğu var oniki, kuyruğunda beni var, kulağında çanı var. Masal masal matadar; dil okur, damak tadar.
Harda hurda, eşeği yedirdik kurda. Altmış tarla buğda. Yedim karnım doymadı… Denizi çorba ettim, gemiyi kepçe ettim. Yedim içtim, yüzüm gülmedi.
Gökten üç elma düştü…
Biri bu yazıyı yazana.
Biri bu yazıyı okuyana.
Biri de yazıyı paylaşıp çoğaltana.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 12
FOTOĞRAFLAR:
Şehrin kuruluşu ile ilgili olan Büyük Kristaps efsanesi, nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar geldi. Tabiî zaman içinde ve dilden dile anlatıla anlatıla çeşitli değişikliklere uğrarayarak. Slav edebiyatına da çokça konu olan bir masal oldu. (LETONYA)
1510 yılında ırmağın kıyısına bir Büyük Kristaps heykeli dikildi. O zamanlar Riga küçük bir köydü; içinden bir kurt rahatlıkla geçebilirdi. (LETONYA)
Kristaps heykeli bütün bir 18. ve 19. yy boyunca halkın inançlarının çekim merkeziydi. Denizciler, kaptanlar, sefere çıkmadan önce heykelin önünde dûâ edip öyle yola çıkarlardı. Onların eşleri, aileleri, kişisel mücevherlerini getirip şans getirsin diye buraya atarlardı. Heykelin önü böylece kolyeler, bilezikler ve madenî paralar ile dolup taşardı. Riga halkı bunlara saygı duyar, hiç kimse bir tanesini ordan alıp götürmezdi. Bu takıların bir kısmı bugün Riga Tarihi ve Denizcilik Müzesi (Let. Rīgas Vēstures un Kuģniecības Muzejs)’nde muhafazâ edilmektedir. (LETONYA)
Riga halkı, nerdeyse bütün bir 18. ve 19. yy boyunca, Büyük Kristaps ve o bebek hatırına birbirlerine karşı dürüst davranma, iyilik yapma sözü verdiler. Ve bu sözlerini de önemli oranda tuttular.
5 Aralık 1918 – 11 Ağustos 1920 tarihleri arasında gerçekleşen Letonya Bağımsızlık Savaşı (Let. Latvijas Neatkarības Karš) sırasında Büyük Kristaps heykeli hasar gördü, 1923 yılında heykelin kalıntıları Riga Tarihi ve Denizcilik Müzesi yanındaki Riga Katedrali (Let. Rīgas Doms)’nin envanterine aktarıldı. (LETONYA)
1977 yılından beri Letonya sinemasında her yıl verilen en yüksek değerdeki ödülün adı “Lielais Kristaps” (Büyük Kristaps) olup, sinema ödülleri masal kahramanı Büyük Kristaps adına verilmektedir. (LETONYA)
Lielais Kristaps, 23 Ekim 2019