Sporcu ve gazeteci Şirin Mine Kılıç, Sediyani Haber için yazdı…
Nasıl Feminist Oldum?
Şirin Mine Kılıç
“İdeoloji hayatın içinde olmaktır. Toplumsal sorunlara duyarlı olmak, birilerinin gayr-i adil kazanımlarını, çıkar ilişkilerini ve maskelenmiş gerçeklikleri farketmektir. En basit düzeyde dahi olsa etrafımızda neler olup bittiğine ilişkin kanaat sahibi olmaktır. Tamamen adil bir toplumda kötü / negatif anlamda dahi olsa ideolojiye hiçbir suretle ihtiyaç duyulmayacaktır.” (Doç. Dr. Hanifi Macit, Araştırma Makalesi: İdeoloji Üzerine Felsefî Bir Değerlendirme, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/271701)
1986’da lise sondaydım. Üniversite sınavı vardı. Hangi bölümün ne işe yaradığını bilmediğimden ortaya karışık bir şeyler yazacaktım. Net olduğum bölüm “Gazetecilik”ti. İdeolojik açıdan ise Duygu Asena kitapları ve “Kadınca” dergisi ile Feminizm’e doğru yol alıyordum. Evimize girip çıkan (Solcu) öğrenci akrabalar nedeniyle Sosyalizm’e de sempatim vardı. Dîn’den çıkmış, Allah konusunda kafası karışmış haldeydim.
90 DERECEDE BEYİN YIKAMA
Tüm bunlar benim için devrimsel gelişmelerdi. Çünkü ortaokulda son derece dînibütün bir çocuktum. Alevî bir aile olmamıza rağmen, yaz tatilinde kendi isteğimle Kur’ân kursuna gidip çok başarılı olmuştum. Ramazan aylarında mutlaka oruç tutardım. Orta son sınıfta bir anket defterine “eğlenilecek değil, evlenilecek bir kız” olduğumu yazmıştım. Çünkü bize bu öğretiliyordu. Bekâret çok önemliydi. Hafazanallah, kazara kaybetsen bile hayatın kayardı. Namus, kadının bacak arası, kadın erkeğe gönderilmiş bir ödüldü. Özetle; aile, akrabalar, okul ve çevremde, toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili ne konuşuluyorsa, ne öğretiliyorsa bunlarla beynimin 90 derecede yıkandığı bir dönemdi.
Dînibütünün bir tık yukarısında, dînî kuralları ve toplumsal dayatmaları sorgusuz sualsiz kabul eden muhafazakâr bir ergendim ben. Üstelik, ilkokul ve ortaokul yıllarında kitap oburu olup, eline ne geçerse okuyan bir çocuk olarak bu haldeydim.
Tabiî bu durum uzun sürmedi. Aklım erdikçe, yıkanmış beynim büyük bir zevkle kendini kirletti. Nedeni gayet basitti: Fıtrat!
Çoğunluğun yolunda gitmek, kabul görmek, herkes tarafından sevilmek harika olsa da “doğma büyüme” isyankâr bir tiptim ben. Öyle doğmuştum. Sadece harekete geçmem ve fikirlerimin olgunlaşması için gerekenden fazla zaman geçti. “Erkek Fatma” olarak tanımlanmaktan hoşlanmamla, bu hitabın tüylerimi ürpertmesi arasında geçen koca bir çocukluk dönemim oldu.
DARBE OLDU, ÇOK SEVİNDİK
Annem ve babam herhangi bir ideolojinin savunucusu değildi. Hatta 1980 Askerî Darbesi’ni büyük bir mutlulukla karşılamışlardı. 80 öncesinde terör ve anarşi almış başını gitmişti. Her gün insanlar ölüyor, binalar patlıyor, siyaset bu duruma çare bulamıyordu. Askerler ne durumdaydı bilmiyordum. Polisleri ise biliyordum, çünkü babam polisti. 1980’de, 11 yaşında olduğum için ne olup bittiğini anlamıyordum aslında.
O yıllardan aklımda kalan bir görüntü şuydu: Bakırköy sahilinde ailece çay bahçesinde oturmuş, TV izliyorduk. Tek kanallı televizyonda “Meclis bugün yine cumhurbaşkanı seçemedi” haberi vardı. Fahri Korutürk’ün görev süresi bitmişti, meclis defalarca oturum yapmıştı ama yeni cumhurbaşkanı bir türlü seçilemiyordu. Her gün bu haberi izliyorduk ve ben kendi kendime “Niye seçmiyorlar ki, alt tarafı oylama yapacaklar?” diyordum.
Babam, bildiğiniz silah taşıyan, resmî elbise giyen, çatışmalara da giren polislerdendi. O çatışmalardan biri oturduğumuz binanın içinde olmuştu. Hayatı “fena halde” tehlikedeydi. Bu yüzden 80 Askerî Darbesi adetâ imdadımıza yetişti ve babasız kalmamızı engelledi. Darbe sonrası cuntacıların insanlara çektirdikleri acıların boyutunu anlamam için yıllar geçmesi gerekti.
ROL MODELİMİ 7 YAŞINDA BULDUM
Lise sondaki gazetecilik hedefimi 7 yaşında belirlemiştim. Televizyonda bir dizide gördüğüm gazeteci idolümdü. Kısa saçlı, sürekli kot pantolon giyinen, cesur, cevval, özgüveni uzayda bir kadındı. 1969 doğumluyum, yani 7 yaşımda 70’li yıllardaydık. O dönemde örnek alacağım başka biri babam olabilirdi. Polislik havalı bir meslekti. Ama babamın 24 saat çalışıp 24 saat evde olmasından hoşlanmazdım. Babam nöbetten gelip uyurdu. 4 kardeş küçük yaşlardaydık, enerji doluyduk ama evde sessiz olup babamı uyandırmamamız gerekirdi. Gürültümüze uyandığında çok kızardı.
Garip gelebilir; o yıllarda polislere, giydikleri polis kıyafetlerinin kumaşlarından verilirdi. Bir nevi aile yardımıydı. Annem ve babam dördümüze o kumaşlardan polis kıyafeti diktirmişti. Elimizde oyuncak silahlarla fotoğraf çektirmiştik. 70’lerde ve 80’lerde polis olmak bir sürü ayrıcalık da sağlıyordu. Her şeyin kuyruğa girerek alındığı yokluk yıllarıydı. Biz yokluk çekmiyorduk. Polisler bir şekilde “yok” olanları “öncelikli” olarak temin edebiliyordu. Ama ne ben ne de kardeşlerim polis olmak istedik.
7 YAŞINDA EV KADINLIĞINA MAHKUM EDİLEN ANNEM
Annemi de örnek alamazdım. Annem 7 yaşında iken annesini kaybetmişti. Babası O’nu Hatay’daki evlerinden Adana’daki dede evine göndermişti. Ben 7 yaşındayken hayâl kurabilen bir çocuktum ama annem 7 yaşındayken dedesine ve ninesine hizmet eden, hayâlleri yok edilmiş, küçük bir ev kadınıydı. Babamdan çok daha zeki olmasına rağmen potansiyeli küçücük bir çocukken, ömür boyu eve hapsedilmişti. Bu nedenle annem tüm çocuklarının üniversite okuyarak meslek sahibi olmasını hedeflemişti.
Annem 7 yaşında ev kadınlığına mahkum edilince isyan edip bir feminist haline gelmedi elbette. Ama ev kadını olmanın dezavantajları konusunda gayet bilgili ve bilinçliydi. Ben ve kızkardeşlerim ev işi yapmayı sevmezdik, annem bu durumu çocuklarının geleceği açısından avantaja çevirmeyi bildi. Bizi şöyle korkuturdu: “Okumazsanız evlenirsiniz ve hayat boyu ev işi yaparsınız.”
Ev içinde hayatı kolaylaştıracak aletlerin ve teknolojinin olmadığı (ya da azgelişmiş olduğu), elektrik ve suyun sürekli kesildiği bir dönemdi. Eve telefon almak ya da aileye bir araba alabilmek için yıllarda sıra beklenirdi. Bizim evde, pazar günü tatil değil kâbustu. Annem ara sıra evde yürüyüşe çıkan çamaşır makinemizde bir haftalık çamaşırları yıkar, temizlik yapar, ardından banyoda su ısıtıp dördümüzü sırayla yıkardı. Küçücük evimizde 6 kişi yaşıyorduk. Tek odada iki ranzada 4 kardeş yatıyorduk. Evimizden yemekli ve yatılı misafir eksik olmuyordu. Yani evde “hiç bitmeyen iş” vardı. Üç kızkardeş olarak büyüdükçe bu işler bizden de bekleniyordu. Üçümüz de ev işlerinden nefret ediyorduk.
ERKEK KARDEŞİME BULAŞIK YASAĞI
Aslında ev işlerine meraklı bir (erkek) kardeşimiz vardı. Ancak bir gün babam O’nu bulaşık yıkarken gördü ve çok kızdı. Bulaşık yıkadığı için büyüyünce eşcinsel olacağını düşündü. Evdeki tüm kadınları, kardeşimi eşcinsel yapmaya çalışmakla suçladı, kardeşimi ivedilikle ve kesin bir emirle ev işlerinden men etti.
70’lerde ve 80’lerde eşcinselliğin doğuştan gelen bir durum değil, sonradan kapılan, utanç verici, mutlaka ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu düşünülürdü. Tedavi olmayıp hayatına eşcinsel olarak devam etmek isteyenler şiddetlerden şiddet, ölümlerden ölüm beğensindi. Ülkede, yalnızca kadınların değil, cinsel tercihi farklı olanların da kendi bedenlerine hükmetme, irade gösterme hakkı yoktu.
O dönemde LGBTİ olduğunu açık etmek, normalliği hakkında konuşmak harakiri yapmak gibi bir şeydi. Toplum ve devlet onlara her türlü eziyeti uygulardı. Sadece eğlence dünyasındakilerin ayrıcalığı vardı ama sınırlıydı. Gazeteye, televizyona çıkıp “ben eşcinselim” diyemezlerdi. Bu konu yok sayılır, konuşulmazdı. 80’lerin başında AIDS hastalığının çıkması ve dünyaya yayılması ile görünür, konuşulur bir konu haline geldi.
EV İŞİ NEDEN SADECE KADINLARIN İŞİ?
LGBTİ bilincim yoktu ama babamın erkek kardeşimi ev işlerinden muaf hale getirmesine içten içe çok kızdığımı hatırlıyorum. Ev işleri neden sadece kadınların işiydi ki? Evlenince, dışarıda çalışsam da eve gelince bir de ev işlerini mi yapacaktım? İşte bendeki feminist aydınlanmanın ilk tohumu bu bulaşık olayıyla atıldı. Beni aydınlatmayan ama isyan ettiğim başka olaylar da oldu (ve olmuş) elbette.
Yaz aylarında Adana’ya tatile giderdik. Kalabalık bir aileydik, büyük masalar kurulurdu. Erkekler bu masalara erkenden otururdu, kadınların görevi yemeği ve servisi yapmaktı. Her kadın kendini iş yapmak için mecbur hissederken, erkekler yayılıp, oturur emir yağdırırdı. Sonra da yemeğin en güzel yerlerini yerlerdi. Bu duruma da çok kızsam ve bozulsam da sesimi çıkaramazdım.
Ben 2 yaşındayken erkek kardeşim doğmuş. Kardeşimin bir pipisi olması ilgimi çekmiş, çünkü aile bu pipi üzerine fazla odaklanmış. Pipinin kasaptan satın alınabilen bir organ olduğu bilgisini almışım. 3 yaşındayken bu bilgiyi kullanarak kasaba gidip bana bir pipi satması ricasında bulunmuşum. Muhtemelen, henüz konuşamayan, yürüyemeyen zavallı kardeşimi kıskanmışım ve pipiyi taktığımda beni daha çok seveceklerini falan düşünmüşüm. Ama bu “pipili çocuk, pipisiz çocuktan muteberdir” gerçeği ile 2 yaşında tanıştığımı gösteren bir kanıttır aslında.
NEDEN FUTBOLCU OLAMADIM?
Ortaokul yıllarımsa futbol aşkıyla geçti. Bizim sokakta futbol oynayan 14 – 15 yaşlarında erkek çocuklar vardı. Aralarında bir de kız çocuğu vardı. Erkek gibi giyinir, konuşur, davranırdı. Kendine ait bir futbol topu bile vardı ki o tarihlerde futbol ve basketbol topu sahibi olmak çok da kolay değildi. Çünkü pahalıydı.
O kız gibi ben de futbol oynamak isterdim. Erkeklerle oynamaya cesaretim yoktu ve bir mucize oldu: Dostlukspor kuruldu. Dostlukspor bir kadın futbol takımıydı. Gazetede haberini okuyunca aradım, bilgi aldım ve anneme söyledim. Söyler söylemez de vetoyu yedim. Bizim evimiz Bahçelievler’de, Dostlukspor Sarıyer’deydi. O yaşta, 40 km’lik yolu kiminle, nasıl gidecektim? Dostlukspor işi yattı ve ben de yıkıldım tabiî…
Çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemlerimde, yolda, otobüste, denizde, parkta vs pekçok kez tacize uğradım. Kızkardeşlerim de uğradı elbette. Bir keresinde bir arkadaşımızın tacizcisi yakalandı ve karakola götürüldü. Hacı bir amcanın oğlu çıktı. Hacı amca kendini öbür dünyaya hazırlarken, oğlunu bu dünya için hazırlamayı ihmal etmişti. Oğlunun karakolda bir hafta dayak yemesini olgunlukla karşıladı. Tacize uğrayan arkadaşım, karakolda tacizcisiyle yüzleştirildi. Kızın gözünün önünde tacizciyi dövmüşler. Arkadaşım engel olmak istese de kızın yakını olan erkekler bu linç fırsatını kaçırmamış. Tacizci için üzüldüğümüzü hatırlıyorum. Bir pislik olsa da cezası erkekler değil, hukuk tarafından verilmeliydi. Maalesef o tarihlerde de ülkede hukuk yoktu, özellikle de kadınlar için…
Tacizler, eşitsizlikler, ayrımcılıklar rûhumda derin yaralar açsa da aynı zamanda eşitlik, adalet ve özgürlük mücadelemi de kamçıladı. Lise sona geldiğimde toplum ve devlet tarafından kadınlara reva görülen her şeyi sorgulayan biriydim. 18 yaşındayken artık kendimi “feminist” olarak tanımlıyordum. Yarım yamalak bir feministtim ama hızla öğrenip, kadınlara ve erkeklere mesajlarımı vermeye başlamıştım.
Nasıl feminist olduğumun “giriş” kısmı bu işte… Gelişme bölümünü halen yaşıyorum ve son 30 yıldır yarım yamalak değil, tam bir feministim.
Ve bundan gurur duyuyorum.
sirinminekilic@gmail.com
SEDİYANİ HABER
20 TEMMUZ 2020