“Toprak yaratıldığında üstünde sınır çizgileri yoktu. Onu bölmek insanlara düşmez.”
Kızılderili reisi Joseph (Hinmahtoo Yahlahtqit)
Letonya’dan Litvanya’ya yaptığımız araba yolculuğunda, tam da iki ülke arasındaki sınıra geliyoruz.
Letonya – Litvanya sınırındayız.
Sınırın Letonya tarafında Skaitskalne köyü var, sınırın Litvanya tarafında ise Germaniškis köyü bulunuyor.
İki köyün arasından 191 km uzunluğunda küçük bir nehir akıyor. Letonca ismi Mēmele, Litvanca ismi Nemunėlis olan bu nehir, iki ülke arasındaki sınırı çiziyor.
Nehir üzerindeki köprüden karşıya, Litvanya topraklarına geçiyoruz ve Litvanya tarafına geçer geçmez arabayı yolun kenarında uygun bir yere çekip, dışarı çıkıyoruz.
İki ülke arasında yürüyerek gidip geleceğiz. Suyun üzerindeki köprüde yürüyeceğiz.
Sınırı, sınır duygusunu yaşayacağız.
Litvanya’dan Letonya’ya yürüyerek gideceğiz, sonra tekrar yürüyerek Letonya’dan Litvanya’ya geri döneceğiz. İki ülke arasındaki bu yaya yolculuğu da, sade küçük bir köprünün üzerinde yürüyerek gerçekleştireceğiz.
Biz üç arkadaş, köprü üzerinde ağır adımlarla yürüyerek, her adımda düşünüp tefekkür ederek, sessiz sessiz karşı tarafa yürüyoruz.
Şimdi tekrar Letonya’dayız. Biraz önce Litvanya’daydık, şimdi yeniden Letonya topraklarındayız.
Geri dönüyoruz, aynı yolu yeniden yürüyoruz. Şimdi Letonya’dan Litvanya’ya geri dönmek için yürüyoruz.
Bu arada başka insanlar da köprüden gelip geçiyorlar, köprünün üzerinde yürüyorlar. Onlar bizim gibi “yabancı” değil tabiî, burada yaşayan insanlar.
Ne ilginç, değil mi? Burada yaşayan insanlar, diyelim ki karşı yakadaki köyden birinin evine misafirliğe gittiklerinde, bir ülkeden başka bir ülkeye gitmiş oluyorlar.
Ama bu insanlar şanslılar. En azından iki ülke de Avrupa Birliği (AB) ülkesi ve aralarında herhangi bir gümrük, karakol, kimlik ve pasaport kontrol noktası yok. Vize, pasaport, nüfûs cüzdanı, hiçbir şey gerekmiyor akarsuyun bir yakasından öbür yakasına gitmek için.
Bir de bizim geldiğimiz coğrafyalardaki, İslam dünyasındaki sınrları düşünün! Dikenlitelleri, mayınları, karakolları, askerî kontrol noktalarını… Ve bu sınırlarda “kaçakçı” diye vurulan, öldürülen insanları…
Bir ülkeden diğer bir ülkeye yürüyerek gidip geldik ama farkına bile varmadık. Medeniyet gibisi var mı, kardeşlerim? Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde bir ülkeden diğer bir ülkeye geçmeye çalıştığınızda, karşınıza çıkacak kilometrelerce uzunluktaki dikenliteller, tepesinde bayraklar dalgalanan askerî karakollar, “Kaçakçı” olabileceğiniz düşünülerek üzerinize doğrultulmuş olan silahlar, saatlerce süren sorgular…
Köprünün tam ortasına geldiğimde duruyorum. Elimi köprünün demirlerine koyup altımızda sessiz sakin akan nehre bakıyorum.
191 km uzunluğunda küçük bir nehir bu. İki köyün arasından akıyor. Letonca ismi Mēmele, Litvanca ismi Nemunėlis olan bu nehir, gördüğümüz diğer tüm nehirlerden farklı, hepsinden ayrıcalıklı. Çünkü sakin ve nazlı nazlı akan bu nehir, iki ülke arasındaki sınırı çiziyor.
Akarsuyun kuzey yakası Letonya toprakları ve Letonya’nın Vecumnieki ilinin Skaitskalne köyü. Akarsuyun güney yakası ise Litvanya toprakları ve Litvanya’nın Panevėžio ilinin Biržai ilçesine bağlı Germaniškis köyü.
Akarsuyun Letonya tarafı olan Skaitskalne köyünde 584 kişi, akarsuyun Litvanya tarafı olan Germaniškis köyünde ise 313 kişi yaşıyor.
Bir ırmağın yakasında iki köy karşı karşıya, hatta nerdeyse ikisi tek köy, bitişik, evler birbirine bakıyor, ama her biri başka bir ülkenin köyü, başka ülkenin toprakları.
Çünkü iki köyün arasından, “uluslararası sınır” dedikleri “cinayet olayı” geçiyor.
Sınır ırmağının her iki yakasında oturanlar, biribirinin yakınları ve akrabaları. Evleri karşı karşıya. Pencereden baktıklarında biribirlerini görebiliyorlar. Bir tarafta yaşayanlar, öbür tarafta yaşayanların çocuklarının oyun oynarkenki bağırışlarını işitebiliyor. Fakat, heyhaaat, bunlar farklı ülkelerin vatandaşları; farklı pasaportlara sahipler.
Büyük şair Ahmed Arif (1927 – 91), bu durumu “33 Kurşun” adlı şiirinde o kadar güzel ifade etmektedir ki:
O anki ruh halimi, o anki duygularımı öyle sanıyorum ki siz sevgili okurlarım çok iyi tahmin ediyorlardır.
Acılı tarihinde 33 Kurşun’lar, Roboskî’ler bulunan bir Kürt için, bu durumun ne ifade ettiğini anlamak zor olmasa gerekir.
Yazı hayatım boyunca hep “sınır öyküleri”ni yazmış, sınırlarda yaşanan dramları ve trajedileri kaleme almış bir yazar olarak, şiirlerimde de hep “sınır acısı”nı işlemiş bir şair olarak, burada, şu anda bulunduğum yerdeki “sınırlar”ın bana acı değil mutluluk verdiğini, duygularıma hüzün değil sevinç kattığını tüm içtenliğimle ifade etmek istiyorum.
Hayatımda en nefret ettiğim şey olan “ulusal sınırlar”, bana hiç bu kadar tatlı, hiç bu kadar güzel gelmemişti…
Demek ki, sevgili kardeşlerim, demek ki dünyanın en çirkin şeyleri bile medenî bir toplumun elinde birer güzellik ve zerafet nişanesi olabiliyor. Tıpkı, dünyanın en güzel şeylerinin (dîn, inanç), yobaz ve bağnaz toplumların elinde birer vahşet ve barbarlık nişanesi olabildiği gibi.
Herşey insanda bitiyor demek ki.
İsyan etmek istiyorum bu duruma, hakikaten isyan etmek istiyorum. Lanet etmek istiyorum yaşadığımız, bize yaşatılan bu hayata…
Ey İslam dünyası!
Hadi Batı Avrupa’dan geri oluşunu anladık diyelim, medeniyet alanında onlarla yarışamamanı diyelim ki anladık. Peki, Letonya ve Litvanya’dan mı daha gerisin?
Binlerce yıllık bir kültür ve medeniyet mirasının üstüne oturmuş olan sen, ey İslam dünyası, doğru dürüst bir kültür ve medeniyet geçmişi olmayan şu tıfıl ve çelimsiz Baltık ülkelerinden de mi geri kalmışsın?
* * *
Yeryüzünün tamamı, üzerinde yaşadığımız bu gezegen, tüm insanlık ailesi için vatandır, yurttur, memlekettir. Sadece insanlar için değil, aynı zamanda tüm hayvanlar ve bitkiler için de. Onlar da can taşıyorlar ve bu yeryüzü coğrafyasında bizlerle birlikte yaşıyorlar. Bizimle hem yanyana, hem içiçe.
Kızılderili reisi Joseph ya da gerçek adıyla Hinmahtoo Yahlahtqit (1840 – 1904)’in çok güzel bir sözü vardır. Şöyle der: “Toprak yaratıldığında üstünde sınır çizgileri yoktu. Onu bölmek insanlara düşmez.”
Bu söze pek kulak asmamış olan insanoğlu, savaşlar ve siyasî rekabetlerle vücûda getirdiği tarihi boyunca sürekli olarak sınırlar çizmiştir. Üstelik bu sınırlar, neredeyse istisnâsız denecek oranda hep “yanlış” ve “haksız” bir şekilde olmuştur.
Bu sınırlar kimileyin coğrafî yapılar, dağlar ve nehirler esas alınarak çizilmiş, kimileyin de coğrafî etkenler gözönüne alınmadan yapılmıştır. Sadece kendilerine ait veya kendilerinin yaşadıkları yerlerin sınırlarını oluşturmakla yetinmeyen insanoğlu, başkalarına ait coğrafyaların sınırlarını bile, hem de masa başında ellerinde bastonla çizmekten çekinmemiştir.
İster coğrafî yapılar gözetilerek çizilmiş olsun, ister gözetilmeden, ister kendi yaşam alanlarını belirlerken olsun, ister başkalarına ait toprak parçalarını bölüp parçalarken olsun, anakaradan oldukça uzak olan bir ada üzerinde kurulu “ada devletleri” hariç, gezegenimiz üzerindeki tüm sınırların yanlış, hatalı ve adaletsiz bir şekilde çizildiğini söylersek, yanılmış olmayız.
Mutlaka savaşlar ve çatışmalar sonucunda ve bu savaşların galipleri tarafından çizilen bu sınırlar dahilinde kalan ülkelerin iç siyasetlerinde, sözkonusu “ulusal sınırlar” kutsanıp dokunulmazlaştırılmış ve bu sınırlar ordularla koruma altına alınmıştır.
Hemen her ülkenin, sınıra yakın bölgelerinde yaşayan insanlarının, vatandaşı oldukları ülkenin dilini değil, komşu oldukları ülkenin dilini konuştukları gerçeği, bu sınırların gerçekten “adaletsiz” bir şekilde çizildiğini, üzerinde sosyolojik ve etnolojik bir araştırma yapmaya gereksinim bırakmayacak şekilde gösteriyor zaten.
Oturduğunuz köy veya ilçenin bir gün ansızın birtakım güçler tarafından ikiye bölündüğünü ve bazı akraba ve arkadaşlarınızın sınırın öte tarafında kaldıklarını, artık onlarla “pasaport” veya “vize” olmadan görüşmenizin imkânsız olduğunu bir an olsun tasavvur etmenizi salık veririm. Çok acı, değil mi?
Kendi köyünüzü düşünün, ya da ilçenizi. Ortasında bir dere veya nehir akıyor. Akan suyun üzerinde de köprü var. Bir savaş yaşanıyor ve savaştan sonra yeni sınırlar çiziliyor. Daha sonra kutsanıp “dokunulmazlık” addedilecek olan ulusal sınırlar. Ve iki devlet arasında çizilen sınır, sizin köyünüzün ortasından geçen nehir kabul ediliyor. Köyünüzü ikiye bölüyorlar. Köyün yarısı bir ülkenin, yarısı da başka bir ülkenin vatandaşı oluyor. Sizin kuzenlerinizden, çocukluk arkadaşlarınızdan bazıları, hatta belki de sevdiğiniz kız, sözlünüz, nişanlınız, sınırın öte tarafında kalıyor. Onların evi derenin öbür tarafında olduğu için, öbür devletin tebâsı oluyorlar. Aynı köylüsünüz ama artık aynı ülkenin vatandaşı değilsiniz. Artık biribirinizle pasaport olmadan görüşemezsiniz. Sahi ya, ne yaparsınız?
Bu nasıl bir zûlüm böyle? Neyi paylaşamıyor insanoğlu? Şart mı “benim, senin, onun” demek? “Hepimizin” demek bu kadar zor mu? Yeryüzünü, toprağı ve suları yaratan Cenab-ı Allah, yemyeşil bir dağın iki yamacını, mavi mavi akan ırmağın iki yakasını birbirinden farklı mı yaratmıştır ki, dağın bir yamacından öbür yamacına veya ırmağın bir tarafından öbür tarafına pasaportla geçelim? Dikenlitellerin bir tarafından öbür tarafına geçtiğim zaman, direkte asılı bayraktan başka değişen ne ki?
İnsanlar aynı insanlar, amcaçocukları, teyzekızları, konuşulan dil aynı dil, toprak aynı toprak, coğrafya aynı coğrafya.
Coğrafyaların isimleri, Allah’ın Âdem’e öğrettiği isimler gibidir, kutsaldırlar; ancak devlet isimleri ve sınırlarını devlet erkinin belirlediği ülke isimleri öyle değildir, yapaydırlar. İnsan iradesiyle konulmuş yapay isimler, haritalarda yazan isimlerdir; haritada yazılması yasak olan isimler ise, Allah’ın Âdem’e öğrettiği isimlerdendir, kutsaldırlar.
Toprağa yeni sınırlar çizmeye kalkışanlar da, var olan sınırları kutsayıp dokunulmaz addedenler de aynı şeyi yapıyorlar; toprağın parçalanmasını, bölünmesini kabul ediyorlar. Onların karşı olduğu husus toprağın parçalanması değil, toprağın kendi istekleri doğrultusunda parçalanmaması.
Toplumların, toplulukların arasına sınırlar çekilmesi bile başlıbaşına bir itiraz duygusu oluşturmalı aslında. Bu da yetmiyormuş gibi, bazı devletler, habire yeni sınırlar çizmeye, yeni duvarlar örmeye çalışıyorlar. Kimileri zaten bölük pörçük olmuş yeryüzü coğrafyasını daha da bölüp parçalamak, ülkeleri daha da parçalayıp daha küçük ülkeciklere bölmeye çalışırken, kimileri de zaten bölünme ve parçalanma sonucu çizilmiş sınırların varlığı ile yetinmeyip, o sınırı daha da belirgin hale getirmek için daha çok duvarlar, dikenliteller örme derdine düşmüşler.
Bölünen yerleşim birimlerinde yaşamlar, sevdâlar, sevinçler ve hüzünler de bölünür. Toprak parçalandığı zaman, herşey parçalanmış demektir. Toprağı parçalamak, ortak değerleri, ortak tarihi, ortak inançları, ortak idealleri, ortak yaşamları, ortak sevinç ve hüzünleri parçalamak demektir.
Türkiye – Suriye, Türkiye – Irak, Türkiye – İran, Suriye – Irak, Irak – İran sınırlarının çizilip dikenlitellerin örüldüğü kadim Kürdistan topraklarında ilçelerin ve köylerin ikiye bölünmüş olmasını, yerleşim birimlerinin arasında dikenliteller örülmüş olmasını ve bu dikenlitellerin amcaçocuklarını, teyzeçocuklarını biribirinden koparmış olduğunu, bu insanların biribirleriyle görüşemediğini bir gün bile kendilerine dert edinmemiş, bunun dâvâsını gütmemiş insanların kalkıp “Vatan bölünmez” nutukları atması şaklabanlıktan ve soytarılıktan başka nedir ki?
Vatanı sevmenin ilk adımı, toprağı sevmektir. Toprağı sevmek ise, toprağa çizilen ulusal sınırlara ve aileler arasına örülen dikenlitellere karşı çıkmayı gerektirir. Bir gümrük kapısında veya askerî karakolda sınırları biten toprak parçasına “vatan” değil, “açıkhava hapishanesi” denir çünkü. “Vatan”, sınırları insan eli ve iradesiyle çizilen, adına devlet denen bir güç tarafından egemenlik altında tutulan toprak parçalarına değil, içinden ırmaklar akan, dağlar yükselen, göller bulunan, kıyılarına deniz dalgalarının vurduğu, ortak tarih ve kaderin yaşandığı, sevinç ve hüzünlerin paylaşıldığı coğrafyalara denir. Ve vatanın üzerinde güçlü bir devlet değil, masmavi bir gökyüzü vardır.
Nehirlerin akan suyunda insanların ortak geçmişi, ortak anıları, ortak acıları, ortak sevinçleri, ortak hüzünleri, ortak şarkıları, ortak şiirleri, ortak sevdâları, ortak aşkları vardır.
Toprakları bölmek ve parçalamak için değil, sulamak, bereketlendirmek, çoğaltmak, birleştirmek, elleri ve yürekleri birleştirmek için akar nehirler. Nehirler bunun için akarken, bunların “sınır” yapılıp suyun iki yakasındaki insanları birbirinden koparmak ne kadar acı bir durum! Ne kadar büyük bir zûlümdür bu!
Çünkü devletler, insandan korkuyorlar. İnsanlar ne kadar bir olursa, birarada olursa, devletler o kadar zayıf düşüyorlar.
Devletler, insanların zaafından alıyorlar güçlerini. İnsan zayıfladıkça devlet güçleniyor; insanın güçlü olduğu yerde ise devletlerin gücü kırılıyor.
Onun için korkuyorlar insandan, devletler. İnsanların biraraya gelmesinden, kucaklaşmasından, paylaşmasından korkuyorlar. Bölmek, parçalamak istiyorlar insanları. Güçlerine güç katmak için istiyorlar bunu.
İnsanlar ne kadar barış içinde yaşarsa, ne kadar birbirlerini severse, ekinlerini ve üretimlerini ne kadar çok paylaşırlarsa, o kadar çabuk yıkılıyor devletlerin saltanatı. Ve insanlar, topluluklar, toplumlar, ne kadar çok kavga ederse, o kadar ömrü uzuyor devlet dediğimiz otoritenin.
İnsanların hep kavga etmesini istiyorlar, savaşmasını, birbirlerini öldürmesini istiyorlar. Çünkü insanlar ne kadar çok birbirini öldürürse, devletlerin ömrü de o kadar fazla uzuyor. Bunun için insanları birbirinden ayırıyor, ayırdıklarını da birbirlerine karşı kışkırtıyorlar, birbirlerine düşman ettiriyorlar.
İnsan hep farklı olana düşman olsun istiyorlar. Farklılıklar ne kadar kaşınırsa, bundan o kadar fazla düşmanlık doğuyor çünkü. İnsanların dilleri farklı olana, dînleri farklı olana, mezhepleri farklı olana, kültürleri farklı olana düşman olmasını istiyorlar hep.
İnsanlar arasına sürekli sınırlar, dikenliteller örmek istiyorlar. İnsanı insandan koparmak istiyorlar.
Devletler insanların arasına sürekli sınırlar çizmek istiyorlar, karakollar kurmak istiyorlar, dikenliteller örmek istiyorlar, duvarlar inşâ etmek istiyorlar.
İnsanlar birbirini görmesin istiyorlar, birbiriyle konuşmasın, birbiriyle dertleşmesin, birbiriyle paylaşmasın, insanlar birbirini sevmesin, insanlar birbirini koklamasın istiyorlar.
Bundan korkuyorlar.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 12
FOTOĞRAFLAR:
Letonya’dan Litvanya’ya yaptığımız araba yolculuğunda, tam da iki ülke arasındaki sınıra geliyoruz.
Letonya – Litvanya sınırındayız. (LETONYA – LİTVANYA SINIRI)
Sınırın Letonya tarafında Skaitskalne köyü var, sınırın Litvanya tarafında ise Germaniškis köyü bulunuyor. (LETONYA – LİTVANYA SINIRI)
İki köyün arasından 191 km uzunluğunda küçük bir nehir akıyor. Letonca ismi Mēmele, Litvanca ismi Nemunėlis olan bu nehir, iki ülke arasındaki sınırı çiziyor. (LETONYA – LİTVANYA SINIRI)
Litvanya’dan Letonya’ya yürüyerek gideceğiz, sonra tekrar yürüyerek Letonya’dan Litvanya’ya geri döneceğiz. İki ülke arasındaki bu yaya yolculuğu da, sade küçük bir köprünün üzerinde yürüyerek gerçekleştireceğiz.
Biz üç arkadaş, köprü üzerinde ağır adımlarla yürüyerek, her adımda düşünüp tefekkür ederek, sessiz sessiz karşı tarafa yürüyoruz. (LETONYA – LİTVANYA SINIRI)
Bu arada başka insanlar da köprüden gelip geçiyorlar, köprünün üzerinde yürüyorlar. Onlar bizim gibi “yabancı” değil tabiî, burada yaşayan insanlar.
Ne ilginç, değil mi? Burada yaşayan insanlar, diyelim ki karşı yakadaki köyden birinin evine misafirliğe gittiklerinde, bir ülkeden başka bir ülkeye gitmiş oluyorlar. (LETONYA – LİTVANYA SINIRI)
Ama bu insanlar şanslılar. En azından iki ülke de Avrupa Birliği (AB) ülkesi ve aralarında herhangi bir gümrük, karakol, kimlik ve pasaport kontrol noktası yok. Vize, pasaport, nüfûs cüzdanı, hiçbir şey gerekmiyor akarsuyun bir yakasından öbür yakasına gitmek için.
Bir de bizim geldiğimiz coğrafyalardaki, İslam dünyasındaki sınrları düşünün! Dikenlitelleri, mayınları, karakolları, askerî kontrol noktalarını… Ve bu sınırlarda “kaçakçı” diye vurulan, öldürülen insanları… (LİTVANYA – LETONYA SINIRI)
Köprünün tam ortasına geldiğimde duruyorum. Elimi köprünün demirlerine koyup altımızda sessiz sakin akan nehre bakıyorum.
191 km uzunluğunda küçük bir nehir bu. İki köyün arasından akıyor. Letonca ismi Mēmele, Litvanca ismi Nemunėlis olan bu nehir, gördüğümüz diğer tüm nehirlerden farklı, hepsinden ayrıcalıklı. Çünkü sakin ve nazlı nazlı akan bu nehir, iki ülke arasındaki sınırı çiziyor.
Akarsuyun kuzey yakası Letonya toprakları ve Letonya’nın Vecumnieki ilinin Skaitskalne köyü. Akarsuyun güney yakası ise Litvanya toprakları ve Litvanya’nın Panevėžio ilinin Biržai ilçesine bağlı Germaniškis köyü. (LİTVANYA – LETONYA SINIRI)
Akarsuyun Letonya tarafı olan Skaitskalne köyünde 584 kişi, akarsuyun Litvanya tarafı olan Germaniškis köyünde ise 313 kişi yaşıyor. (LİTVANYA – LETONYA SINIRI)
Bir ırmağın yakasında iki köy karşı karşıya, hatta nerdeyse ikisi tek köy, bitişik, evler birbirine bakıyor, ama her biri başka bir ülkenin köyü, başka ülkenin toprakları.
Çünkü iki köyün arasından, “uluslararası sınır” dedikleri “cinayet olayı” geçiyor. (LİTVANYA – LETONYA SINIRI)
Litvanya – Letonya sınırı
25 Ekim 2019