Su: Akarsa Nehir, Düşerse Şelâle, Durursa Göl Olur – 22

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

“Ben ırk farklılıklarını anlamam. Hangi ırktan ve renkten olursa olsun, bütün insanları seviyorum. Ben Kızılderili’yim. Çünkü yüreğim Kızılderili. Çünkü toprak ana ile akrabayım. İnsanları seviyorum ve gözetiyorum. Çünkü savaşçı bir kadınım. Çünkü tabiâttaki muhteşem dengeye inanıyorum. Bunun için Kızılderili’yim; yoksa sadece annem babamdan Kızılderili kanı aldığım için değil.”

 Apaçi kadını Oşinna

     İsviçre’nin en büyük şehri Zürih (Zürich)’i gezmeye ve yakından tanımaya şimdi başlıyordum. Önce Zürih Gölü (Zürichsee) kıyısına indim. Şehri gezmeye, göl kıyısından başlayacaktım. Zaten kent merkezi de orası.

     Göl kıyısına varınca, önce bankların üzerinde oturup biraz dinleneyim dedim. Bulunduğum yerden şehrin birkaç fotoğrafını çektim. Gölün hemen yanıbaşı yayalar için yürüme ve gezme alanıydı. Ondan sonra da araç yolu geliyordu; sürekli arabalar gelip geçiyordu. Yolun karşısında ise işyerleri vardı. Göle bakan cadde üzerindeki dükkânlar daha çok café, restoran vb. işyerleriydi. Hepsi de tıklım tıklım doluydu; önlerindeki teraslar da renk renk insanlarla dolmuştu. Hem Zürih’te yaşayan insanlar, hem de o gün bu şehre maç için gelmiş olan İtalyan ve Romen taraftarlar oldukça hareketli bir gün yaşıyorlardı.

     Hem fotoğraflarını çekip hem biraz seyrettikten sonra bu kez öbür tarafa döndüm; yani göl tarafına, suya. Bu tarafta da gemiler ve sandallar görüyordum. Yakınımda ise su üzerinde yüzen bembeyaz kuğular ve yeşil yeşil ördekler vardı. Resimlerini çektikten sonra bankın üzerine oturdum, her iki elimi de yumruk yapıp çeneme götürerek kuğu ve ördekleri, özellikle de minik ördek yavrularını seyre daldım.

     Hepsi de biribirinden şeker bu yeşil ördek yavrularını hayranlık dolu gözlerle seyrederken, bir yandan da kendi kendime şöyle mırıldanıyordum:

     – Allah’ım, ne güzel yaratmışsın Sen bunları! Yâ Rabb’im, güzel Allah’ım, hepsi de ne şirin şeyler bunlar!..

     Bir süre oturup dinlendikten sonra insanların arasına karışmak üzere ayağa kalktım. Yürüye yürüye bir İtalyan taraftar grubunun olduğu yere geldim. Baktım kızlı – erkekli grup, bir yandan “Italia… Italia…” diye bağırıyorlar, bir yandan da ellerindeki yeşil – beyaz – kırmızı İtalya bayrağını dalgalandırıyorlardı.

     Ma bunu gören Diyarbakırsporlu Sediyani abê durur mu? Durmaz tabiî; hemen o tarafa yöneldim. İçimden “Viva Kurdistan – Forza Sediyani” dedim ve yanlarına gittim. Gittim gitmesine ama, bu fukaralar ne Almanca bilirler ne Kürtçe; ne yap’cam? Eh, mecburen Juventus taraftarı oldum ben de. Ve başladım yarı Kurmanc yarı Zaza aksanıyla İtalyanca konuşmaya:

     – Ciao! Salve amici! Tutto bene? (Hey! Merhaba arkadaşlar! Herşey yolunda mı?)

     Sarışın ve mavi gözlü insanların memleketinde dil bilmez, yol yordam tanımaz bu fukaralar, kendileriyle ilgilenen ve kendileri gibi siyah saçlı, ela gözlü, üstelik “pizza ustası spaghetti hastası” birini görünce çok sevinmişlerdi. Bana öyle bir sarıldılar ki, İtalya’nın faşist lideri Mussolini bile Almanya’nın faşist lideri Hitler’e böyle sarılmamıştı, İnönü’nün bıyıkları çarpsın ki.

     Toplam 10 kişiydiler; beşi kız, beşi erkek. Hepsi sırayla kendisini tanıttı:

     – Giulia… Angelica… Valentina… Eleonora… Ludovica… Matteo… Giuseppe… Giacomo… Giovanni… Graziani.

     – Eh, ben de Sediyani.

     – Sediyani?.. Sei Italiano?

     – No, no confratelli! No nome Italiano Sediyani! È nome Curdo Sediyani! Hacı Resul ve Hacı Refika’nın oğlu Sediyani! La Gazetta dello Türkiye! Il Giornale TGRT! Citta della Fatih Çarşamba!

     İsim benzerliğinden dolayı bir karışıklık yaşanmıştı. Epey bir uğraştım ama sonunda onlara İtalyan olmadığımı anlatmayı becerebildim.

     Önce kısa ama çok neş’eli bir sohbet yaptık ve karşılıklı hal – hatır sorduk. Ben yarı Kurmanc yarı Zaza aksanıyla İtalyanca, onlar da Sicilya ve Sardunya aksanıyla Almanca konuşmaya çalışıyorlardı ama sonuçta anlaşıyorduk. Ne de olsa ikimiz de dünya savaşlarına Almanya’nın yanında girmiştik ve ikimizin millî kahramanları da bıyık ve ünvânlarını Hitler’e özenerek seçmişlerdi.

     Bana nereli olduğumu sordular, ben de cevap verdim:

     – Di dove sei?

     – Lo sono di Kurdistan, amici! Lo sono di Elazigiano, Karakoçaniano, Ceylanpinariano, di Seyahatnamiano! Mektebiano inqılabiano devrimciano, kahrolsun laik kemalist diktatiano!

     Seyahatname’yi duyunca çok sevinmişlerdi; bunun üzerine ikinci bir kere daha bana sarıldılar. Seyahatname’yi “İtalya Üzerine Sosyolojik Anekdotlar” adlı yazımızdan dolayı yakından tanıdıklarını belirten İtalyan taraftarlar, bizi “Zurigo” şehrinde görmekten büyük mutluluk duyduklarını dile getirdiler. İtalya gezimizi de büyük bir ilgiyle okuduklarını ifade edip, “Özellikle kahve içtiğin pastanede sana zorla kahve sütü vermeye çalışan yaşlı kadından dolayı gülmekten yerlere yattık” dediler.

     Sonra birlikte resim çektik, bu İtalyan amcaoğullarımız ve teyzekızlarımızla. İtalya bayrakları açtık ve “Italia Italia” diye tezahürât yaparak objektife poz verdik. İtalya’nın özellikle bayrağının renkleri hoşuma gitmişti, Kürt böreği çarpsın ki.

     Orada şahid olduğum asıl ilginç olay neydi, biliyor musunuz? 10 kişilik bu İtalyan taraftar grubunun dalgalandırdığı tek bayrak, İtalya bayrağı değildi. İçlerinden birinin elinde başka bir bayrak vardı ve o, elindeki o bayrağı dalgalandırıyordu. Bu bayrak, sıkı durun, Sardunya bayrağıydı. Evet, yanlış okumadınız, Sardunya bayrağı. (Zaten aşağıda fotoğrafı var. Ma bız yalan mı atıyoruz?)

     Düşünebiliyor musunuz sevgili kardeşlerim ve kızkardeşlerim, değerli amcaoğullarım ve teyzekızlarım, “ırkımız inancımızdır, vatanımız dünya” diyen muhterem dîn kardeşlerim?

     Sardunya, İtalya’ya ait kocaman bir coğrafya, büyükçe bir ada. Ve üstelik Sardunya, İtalya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren bir coğrafya. Çünkü etnik kökenleri, dilleri farklı; İtalyan değiller. Üstelik İtalya’nın 5 otonom bölgesinden biri. Otonomiye sahip oldukları halde, bununla yetinmeyen ve daha fazlasını isteyen bir halk, Sardunyalılar.

     İtalya, “Regionı” olarak isimlendirilen 20 ayrı bölgeye ayrılmış bir ülkedir. Bu bölgelerden 5’inin İtalyanca’da “Statuto Speciale” olarak adlandırılan özel bir statüleri vardır ve geniş bir otonomiye sahiptirler. İşte bu özel statüye sahip 5 bölgeden biri de, sözünü ettiğim Sardunya (Sardegna) coğrafyasıdır (diğerleri Valle d’Aosta, Friuli – Venezia Giulia, Sicilia ve daha önce sizlerle birlikte gezdiğimiz Trentino – Alto Adige’dir).

     Yazının altındaki fotoğrafa lütfen dikkatlice bakın… Sözünü ettiğim adam – resimde de görüldüğü gibi – mavi bir tişört giymiş. Tişörtünün üzerinde “Italia” yazıyor. Taraftar tişörtü bu. Adam bıyıklarını da İtalya bayrağının renkleri olan yeşil – beyaz – kırmızı renklere boyamış. Ama adamın elinde İtalya bayrağı değil, Sardunya bayrağı var. Ve bu bayrakla, bu akşamki İtalya – Romanya maçına gidip İtalyan tribünlerinde oturacak, İtalya millî takımını destekleyecek. Tribünden “Italia Italia” diye bağıracak ama bunu yaparken İtalya bayrağını değil, Sardunya bayrağını dalgalandıracak.

     Kurban olduğum Allah, medeniyet gibisi var mı?

     Bu adam Sardunya bayrağı dalgalandırıyor, çünkü Sardunyalı. Fakat adam ülkesi İtalya’yı desteklemek için gelmiş, çünkü İtalyalı. Etnik olarak İtalyan değil ama İtalyalı. Ve etnik olarak İtalyan olan İtalyan taraftarlarıyla elele vererek, kardeşçe bir şekilde ülkelerini destekliyorlar.

     Ne adam Sardunyalı diye İtalya’yı desteklemekten imtina ediyor, ne de İtalyanlar onu Sardunya bayrağı dalgalandırıyor diye “hain” olarak damgalayıp linç etmeye kalkışıyorlar.

     Şimdi bu resimdeki İtalya millî takımı taraftarlarının yerine Türkiye millî takımı taraftarlarının olduğunu düşünün. Herkes ellerinde Türk bayrağıyla “Türkiye Türkiye” diye tezahürat yapıyor. Aralarına karışan bir Kürt de aynı şekilde “Türkiye Türkiye” diye bağırıyor ama çıkarıp Kürdistan bayrağı dalgalandırıyor. Adam bunu provokasyon amacıyla yapmıyor, gerçekten Türkiye millî takımını destekliyor; elinde Kürdistan bayrağı tutuyor ama üzerinde de Türkiye tişörtü var. Sizce o kalabalığın içindeki o Kürd’ü ne yaparlar? Böyle bir durumla karşılaşsaydım, şu anda aşağıdaki fotoğrafta kardeşçe bir görüntü veren neş’eli insanlar mı olacaktı, yoksa 10 kişinin bir kişiyi linç ederken çekilmiş görüntüsü mü?

     İtalya insanının sergilediği bu medenî davranış biçimine bizde değil rastlanması, hayâl bile edilememesinin sebebi nedir?

     Mes’ele “terör” ise, Sardunya’da da terör var. Hem de bizdeki gibi içinde binbir şüphesi olan, derin bağlantılı ve kalleşçe bir terör değil, 12 Eylül darbe anayasasını korumak ve Ergenekon rejimini sürdürmek için nöbetteki gariban askerlerin, savunmasız insanların, kadınların ve çocukların kanına giren bir terör de değil, adamakıllı “ayrılıkçı” bir terör.

     Mes’ele “dîn kardeşliği” ve “ümmetçilik” ise, İtalya bizden daha ümmetçi, kusura bakmayın. Halkının % 100’ünün Katolik, hem de koyu Katolik olduğu bir ülke.

     Lafı uzatmaya gerek yok, Vatikan bile orada.

     Mes’ele “koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı” olmaksa, onlar da “koskoca Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı”. Bizim için İstanbul neyse onlar için Roma o.

     Fark nedir? Onlar da Akdeniz ülkesi, biz de.

     Bizde Doğu ile Batı arasında uçurum varsa ve Doğu vilayetlerimiz yıllardır kasıtlı olarak geri bırakılmışsa, onlarda da Kuzey ile Güney arasında uçurum var ve Güney vilayetleri yıllardır kasıtlı olarak geri bırakılmış. Fark nedir?

     Neyse, bu konuyu fazla uzatmayayım. Bizde sadece Filistin, Çeçenistan ve Doğu Türkistan bayrakları “Şeriât’a uygun” olduğu için, yine dîn kardeşlerimden hakaretler işitmeyeyim şimdi.

     Masal masal maniki, yolda saydım oniki. Geziye devam edelim…

     İtalyan taraftarlarıyla geçirdiğim bu “italik” ve “didaktik” dakikalardan sonra, oldukça içten ve samimî bir tonla kendilerinden hatır istedim:

     – Arrivederci! Xatırê şomaiano.

     Onlar da aynı içtenlikle cevap verdiler:

     – Ser seraniano û ser çavaniano.

     Zürih sokaklarında gezmeye devam ediyordum. Bir yandan da kendi kendime, “Vay be! Ben de sadece çat pat İtalyanca bildiğimi sanıyordum, meğer, bülbül gibi İtalyanca konuşuyormuşum” diye söylendim. Bundan ötürü kendi kendimi tebrik ettim. Sonra içimden kendi kendime, “Roma Roma, Lazio Roma – Rojbaş Gelo, Xatırê Şoma” diye sayıkladım. Aklıma daha iki ay önce yaptığım İtalya gezisi ve bu ülkeyle ilgili yazdığım “sosyolojik anekdotlar” gelmişti. Sonra kendi kendimle konuşarak, “La oğlım, ma sen kendın sosyolojik anekdotsın zaten” dedim.

     Birkaç dakika yürüdükten sonra, bu kez de Romanyalı taraftar grubuna rastladım. Baktım kızlı – erkekli grup, bir yandan “România… România…” diye bağırıyorlar, bir yandan da ellerindeki lacivert – sarı – kırmızı Romanya bayrağını dalgalandırıyorlardı.

     Ma bunu gören Fenerbahçe ve Galatasaray düşmanı Beşiktaşlı Sediyani abê durur mu? Durmaz tabiî; hemen o tarafa yöneldim. İçimden “İlle de Roman olsun / İster çamurdan olsun / O da Allah’ın kuludur / Her kim olursa olsun” dedim ve yanlarına gittim. Gittim gitmesine ama, bu fukaralar ne Almanca bilirler ne Kürtçe; ne yap’cam? Eh, mecburen Steaua Bükreş taraftarı oldum ben de. Ve başladım yarı Kurmanc yarı Zaza aksanıyla Romence konuşmaya:

     – Hi! Alo prieteni! Totul este în regulǎ? (Hey! Merhaba arkadaşlar! Herşey yolunda mı?)

     Sarışın ve mavi gözlü insanların memleketinde dil bilmez, yol yordam tanımaz bu fukaralar, kendileriyle ilgilenen ve kendileri gibi “Tuna boylu Balkan kökenli” birini görünce çok sevinmişlerdi. Bana öyle bir sarıldılar ki, şarkıcı Kibariye ile başbakan Erdoğan bile birbirlerine böyle sarılmamışlardı, Roman buluşması çarpsın ki.

     Toplam 10 kişiydiler; beşi kız, beşi erkek. Hepsi sırayla kendisini tanıttı:

     – Liviu… Adrian… Nicolae… Vadim… Florin… Bianca… Iljana… Brinduzin… Mioarazin… Florozin.

     – Eh, ben de Gúla Rozín.

     – Gúla Rozín?.. Esti Românǎ?

     – Nu, nu prieteni! Nu nume Românǎ Gúla Rozín! Este nume Kurdǎ Gúla Rozín! Hacı Resul ve Hacı Refika’nın gülü Gúla Rozín! Ziar de Ştiri Türkiye! Jurnalul TGRT! Oraş Bostancı İçerenköy!

     İsim benzerliğinden dolayı bir karışıklık yaşanmıştı. Epey bir uğraştım ama sonunda onlara Romen olmadığımı anlatmayı becerebildim.

     Önce kısa ama çok neş’eli bir sohbet yaptık ve karşılıklı hal – hatır sorduk. Ben yarı Kurmanc yarı Zaza aksanıyla Romence, onlar da Erdel ve Karpat aksanıyla Retoromanşça konuşmaya çalışıyorlardı ama sonuçta anlaşıyorduk. Ne de olsa ikimizin ataları Tuna Nehri kıyılarında yüzyıllar boyunca ellerinde kılıçlarla birbirlerini “I like the move it move it” yapmışlardı.  

     Bana nereli olduğumu sordular, ben de cevap verdim:

     – De unde sunteţi?

     – Sunt din Kurdistan, prieteni! Sunt din Elazigescu, Karakoçanescu, Ceylanpinarescu, din Seyahatnamescu! Mektebescu inqılabescu devrimciescu, kahrolsun laik kemalist diktatescu!

     Seyahatname’yi duyunca çok sevinmişlerdi; bunun üzerine ikinci bir kere daha bana sarıldılar. Seyahatname’yi Tuna Nehri’ni anlattığımız bölümünden dolayı yakından tanıdıklarını belirten Romen taraftarlar, bizi Romanya’ya da gelmeye ve onlar için de gezi yazısı yazmaya dâvet ettiler.

     Sonra birlikte resim çektik, bu Romen amcaoğullarımız ve teyzekızlarımızla. Romanya bayrakları açtık ve “România… România…” diye tezahürât yaparak objektife poz verdik. Fakat Romanya’nın özellikle bayrağının renkleri sinirlerimi çok bozmuştu, “ezelî rekabet” çarpsın ki. Romanya bayrağının renkleri lacivert – sarı – kırmızı idi; sanki Fenerbahçe ile Galatasaray’ın bayraklarını birleştirip tek bayrak yapmışlardı. Üstümde bu bayrağı dalgalandırmaları kanıma dokunmuştu; bir Beşiktaşlı olarak zoruma gitmişti. Zaten bu sene ligin tadı yok; hem Beşiktaş şampiyon olamadı, hem de Diyarbakırspor ligden düştü. Bir de bunlar böyle yapmaz mı?

     Drakula’nın torunlarıyla geçirdiğim bu “dişli” ve “kanlı” dakikalardan sonra, oldukça içten ve samimî bir tonla kendilerinden hatır istedim:

     – La revedere! Xatırê şomaescu.

     Onlar da aynı içtenlikle cevap verdiler:

     – Ser seranescu û ser çavanescu.

     İsviçre’nin en büyük şehri Zürih’i fethetmeye devam ediyordum. Bir yandan da kendi kendime, “Vay be! Ben de sadece çat pat Romence bildiğimi sanıyordum, meğer, bülbül gibi Romence konuşuyormuşum” diye söylendim. Bundan ötürü bir kez daha kendi kendimi tebrik ettim. Sonra içimden kendi kendime, “Bükreş Bükreş, Steaua Bükreş – Dilana Spi, Buka Reş” diye sayıkladım.

     Biraz daha yürüdükten sonra, televizyon binalarının olduğu yere geldim. Şimdi bulunduğum yer sadece Zürih’in değil, tüm İsviçre’nin medya merkezlerinden biriydi.

     Zürih’i Zürih yapan özelliklerden biri de, İsviçre’nin birçok televizyon ve radyo kanalının, birçok gazetesinin buradan yayın yapmasıdır. “Schweizer Fernsehen” (SF), “TeleZüri”, “Tele 24”, “Star TV”, “U1 TV” ve “3 +” adlı televizyon kanalları, “Schweizer Radio DRS”, “Radio 24”, “Energie Zürich”“Radio LoRa”, “Radio 1”, “CSD Radio”, “Radio Streetparade” ve “rundfunk.fm” adlı radyo kanalları, “Neue Zürcher Zeitung” (NZZ), “Tages – Anzeiger”, “Blick”, “SonntagsZeitung”, “SonntagsBlick”, “20 Minuten”“Blick am Abend”, “Tagblatt der Stadt Zürich”, “Zürich 2”, “Zürich West”, “Züriberg”, “Zürich Nord”, “Die Vorstadt”, “Quartierecho”, “heute” (bizim Zürih’e yaptığımız geziden 17 gün sonra, 30 Haziran 2008 tarihinde son sayısını çıkardı ve yayın hayatına son verdi; artık yayınlanmıyor), “.ch” (bizim Zürih’e yaptığımız geziden 10 ay sonra, 4 Mayıs 2009 tarihinde son sayısını çıkardı ve yayın hayatına son verdi; artık yayınlanmıyor) ve “News in Kürze” (bizim Zürih’e yaptığımız geziden 1, 5 yıl sonra, 4 Aralık 2009 tarihinde son sayısını çıkardı ve yayın hayatına son verdi; artık yayınlanmıyor) adlı gazeteler ve “Bilanz” (ekonomi dergisi), “Weltwoche” (haber dergisi) ve “Annabelle” (kadın dergisi) adlı dergiler işte bu şehirden, Zürih’ten yayın yapmaktadırlar.

     Bu durum beni oldukça heyecanlandırmış ve sevindirmişti. Çünkü daha önce bu gezi yazılarımız Almanya’daki “Südkurier” gazetesine haber olmuş, gazete gezilerimizle ilgili yazı yazmıştı. Eh, burda da bol bol televizyon kanalı var. Belki de Zürih’le ilgili bu yazılardan sonra gezimiz televizyon ekrânlarına da yansır diye umutlandım. Alman gazetelerinden sonra İsviçre televizyonlarına da çıkarsa daha Allah’tan ne isteyeyim?

     Harika olurdu vallah. Düşünsenize arkadaşlar, gezilerimizden dolayı İsviçre televizyonlarına çıkmışız. Bana canlı yayında soru soruyorlar, ben de cevap veriyorum:

     – Yazdığınız bu gezi makalelerinden beklentileriniz nelerdir?

     – Benim bir beklentim yok… Alpler’in eteklerindeki köylerimizin beklentileri var. Konstanz Gölü kıyısındaki şehirlerin beklentileri var. Tuna ve Ren nehirleri arasında yaşayan insanların beklentileri var. İsviçre – Almanya arasında ikiye bölünen ve ortasından sınır geçen yerleşim birimlerinin beklentileri var…

     Zürih sokaklarında gezmeye ve şehri fethetmeye devam ediyordum. Azdan çoktan, hoppala hoptan; sana bir mintan yaptırayım, çerden çöpten. İlikleri karpuz kabuğundan, düğmeleri turptan… Zaman o zaman idi. Bit bineğim, pire yedeğim idi. Darı topuzum, çavdar kalkanım idi. Bir tüfeğim var idi. Ayran ile doldurur, şerbet ile ateşlerdim… Çıkardım dağlar başına, broy broy der gezerdim. Yetmiş karga ayağa kalkardı, ağa geliyor diye…

     Biraz sonra, göl kenarında tahtadan bir kulübe şeklindeki “ekmek kapısında” farklı ülkelerin bayraklarını, Avrupa Kupası’nda mücadele eden takımların taraftar atkılarını ve şapkalarını satan insanların yanına geldim. Her tarafı gelin gibi süslemişlerdi; turnuvada boy gösteren ülkelerin bayrakları oldukça renkli bir görüntü oluşturmuştu. Türkiye ve İsviçre’nin kırmızısı, Romanya ve İspanya’nın sarısı, Portekiz ve İtalya’nın yeşili, Yunanistan ve Fransa’nın mavisi, İrlanda ve Hollanda’nın turuncusu, “yumurtanın sarısı – fire verdi AKP’nin yarısı / al satarım bal satarım – BDP küsmüş ben satarım / beyaz gül kırmızı gül – İsmet Paşa bıyıkların altından bize gül / dandini dandini dastana – Kamer Genç girmiş bostana”, bütün renkleri orada görmek mümkündü.

     Selam verip yanlarına yaklaştım ve kendimi tanıttım. Onlar da kendilerini tanıttılar. “Trick 77” adlı bu işyerini, her ikisi de Zürihli olan 46 yaşındaki Stefan Gasenźer ve 32 yaşındaki Steven Eggli adlı iki ortak çalıştırıyorlardı.

     Onlara gazeteci olduğumu ve Sümerler tarafından yazının icad edildiği tarihten bu yana ilk defa Zürih’i ziyaret ettiğimi söyledim. Gazeteci olduğumu ve onları hem günlük gazeteye, hem de web sitesine çıkaracağımı öğrenince çok sevinmişlerdi. Bana öyle bir sarıldılar ki, İsviçre’deki minare referandumundan sonra bizim en katı kemalistlerimiz bile dîn özgürlüğüne bu kadar sarılmamışlardı, başörtü yasağı çarpsın ki.

     Onlarla çok hoş sohbetler yapıp güzel dakikalar geçirmiştim. Onları gazeteye çıkaracağımı söylediğim için o kadar çok sevinmişlerdi ki, illâ da bana birkaç şapka hediye edeceklerini söylediler. Başta naz edip tız edip kabul etmek istemedimse de, yoğun ısrarlarına karşılık onları kıramadım. Bana, “Kendine 4 – 5 tane şapka seç” demezler mi? Şaşırdım kaldım; “Ya arkadaşlar, bir tane neyime yetmez. Kaç tane kafam var?” dedimse de dinletemedim. Bir tane değil, illâ da 4 – 5 tane hediye etmek istiyorlardı. Bunun üzerine ben de İsviçre, Türkiye, Portekiz, Hollanda ve Yunanistan şapkalarını seçerek kendilerine teşekkür ettim. (“Trick 77” adlı dükkânın sahipleri Stefan Gasenźer ve Steven Eggli ile o kadar iyi arkadaş olmuştuk ki, bana illâ da şapka hediye ettiler ve 5 tane şapkayı hediye olarak aldım. Eve döndükten sonra şapkaları çocuklarıma dağıttım.) 

     Ondan sonra ben de kendilerine, “Sizi gazeteye çıkaracağım” diye söz vererek (aradan bir hafta bile geçmeden sözümü yerine getirdim) resimlerini çekmek istediğimi söyledim. “Tamam, nasıl duralım?” diye sordular. Ben de onlara, “Biriniz İsviçre atkısını, biriniz de Türkiye atkısını kaldırın” dedim. Dediğimi yaptılar ve güzel bir fotoğraf çekmiş oldum: “Zürih’te İsviçre – Türkiye Dostluğu”. (Gerçi neye yarar? Devlet bu yaptıklarımı görmüyor ki! Çok nankör bir milletiz, çoook… Aaah ulan ah, İsmet Paşa sağ olacaktı ki!)

     Onlar bana “Danke schön”, ben de onlara “Zor spas” yaptıktan sonra kendilerinden hatır istedim ve oradan ayrıldım. Yolda yürürken, bir yanda da İsviçre – Türkiye dostluğuna yaptığım katkılardan dolayı kendi kendimi bir kez daha tebrik ettim ve Nobel Barış Ödülü’ne adaylığımı koymayı tasarladım. (Nobel’e aday oldum diye Başbakan Erdoğan kusura bakmasın. Kendisine sevgimiz saygımız vardır ama, iş başka dostluk başka!)

     Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe… Biraz daha yürüdükten sonra, aynı şekilde bir işyerinin daha yanına geldim. Onlara da yanaşıp selam verdim ve kendimi tanıttım. Onlar da kendilerini tanıttılar.

     Aynı şekilde, Avrupa Kupası’nda mücadele eden ülkelerin bayraklarını, taraftar atkılarını ve şapkalarını satan bu işyerini Filistinli bir adam ile İsviçreli karısı çalıştırıyordu. Filistinli 47 yaşındaki Cemal Marey ve İsviçreli hanımı 43 yaşındaki Franziska Marey ile de çok güzel bir arkadaşlık kurdum. Onlar bana hediye vermeyi akletmediler ama, olsundu. Zaten hediyede gözü olan kim? “Bütün dünya onların olsun, bir dost bir post yeter bana”.

     Onları da aynı şekilde gazeteye çıkaracağıma söz vererek – çok sevindiler – fotoğraflarını çekmek istediğimi söyledim. Onlar da aynı şekilde, “Tamam, nasıl duralım?” diye sordular. Ben de onlara, “Biriniz İsviçre atkısını, biriniz de Türkiye atkısını kaldırın” dedim. Dediğimi yaptılar. Filistinli Cemal abimiz Türkiye atkısını, İsviçreli Fransizka ablamız da İsviçre atkısını kaldırdı ve güzel bir fotoğraf çekmiş oldum: “Zürih’te İsviçre – Türkiye Dostluğu”. (Aaah İsmet Paşa ah! O genç yaşında bizi bırakıp nereye gittin? Daha Hitler bıyıkların bile yeni terlemişti.)

     Zürih’te geze geze bayağı bir yorulmuştum. Canım bir yerde oturup bir şeyler içmek istiyordu. Fakat çekiniyordum; çünkü İsviçre zengin bir ülke olduğu için her şey çok pahalıydı. Bu memlekette kaç yıl hatrının olduğunu bilmiyordum ama, bir fincan kahve içmeye bile cesaret edemiyordum.

     Zürih, dünyadaki en zengin ve en yüksek hayat standartına sahip şehirlerinden biridir. Aynı zamanda Zürih, dünyanın en pahalı şehirleri arasında yer alır.

     “MERCER” adlı uluslararası finans kuruluşu tarafından 2009 yılında yayınlanan bilgilere göre, dünya üzerinde, hayat standartı ve yaşam kalitesi en yüksek olan şehirler şunlardır:

     1. Viyana (Avusturya)

     2. Zürih (İsviçre)

     3. Cenevre (İsviçre)

     4. Vancouver (Kanada)

     5. Auckland (Yeni Zelanda)

     Aynı uluslararası finans kuruluşu tarafından 2009 yılında yayınlanan bilgilere göre, dünya üzerinde, en zengin altyapıya sahip olan şehirler de şunlardır:

     1. Singapur (Singapur)

     2. Münih (Almanya)

     3. Kopenhag (Danimarka)

     4. Tsukuba (Japonya)

     5. Yokohama (Japonya)

     Aynı uluslararası finans kuruluşu tarafından 2009 yılında yayınlanan bilgilere göre, dünya üzerindeki en pahalı şehirler ise şunlardır:

     1. Tokyo (Japonya) → indeks:  143.7

     2. Osaka (Japonya) → indeks: 119.2

     3. Moskova (Rusya) → indeks: 115.4

     4. Cenevre (İsviçre) → indeks: 109.2

     5. Hong Kong (Hong Kong) → indeks: 108.7

     6. Zürih (İsviçre) → indeks: 105.2  

     7. Kopenhag (Danimarka) → indeks: 105.0

     8. New York (ABD) → indeks: 100.0

     9. Pekin (Çin) → indeks: 99.6  

     10. Singapur (Singapur) → indeks: 98.0

     (NOT: Koyu puntolarla yazdığım şehirler,şu ana kadar sizlerle birlikte gezdiğimiz ve sokaklarında yürürken bir elimizi cebimize koyup bir elimizle de 33’lük tesbihimizi sallayarak “Aaaah ulan ahh! Bana bunu yapmayacaktın Makbule” dediğimiz şehirlerdir)

     İşte bu hayat pahalılığından dolayı, sevgili emekçi ve proleter kardeşlerim, bir kısmınız “İslamcı”, bir kısmınız “Sosyalist”, leylekler tarafından dünyaya getirilen bir kısmınız da “İslamcı Sosyalist” olan muhterem kardeşlerim, bu sebepten ötürü bir yerde oturup bir fincan kahve içmeye bile korkuyordum.

     Övünmek gibi olmasın ama, ben zaten bu küresel ekonomik kriz gelmeden önce de meteliğe kurşun atıyordum. Fakat bir de üstüne ekonomik kriz de binince, şimdi meteliğe molotof kokteyli, RPG roketatar, Katyuşa füzeleri ve C – 4 bombaları atıyorum.

     Harda hurda, eşeği yedirdik kurda. Altmış tarla buğda. Yedim karnım doymadı… Korkudan ayaklarım titreye titreye mecburen bir caféye gittim. Susuzluktan ağzım Aral Gölü gibi kurumuş, içindeki dilim ise “nazar boncuğumuz” Meke Gölü’nün ortasındaki tepecik gibi olmuştu.

     İçeri girip bir fincan sütsüz ama şekerli kahve sipariş ettim ve açıkhavaya, terasa çıkarak oturabileceğim uygun bir masa aramaya başladım. Güzel bir masa bulunca da oraya doğru hareketlendim. Çaldım kanadı yere, uçup gittim göklere. Baktım bir has bahçe, içinde sular akar. Oturmuş çeşme başına, iki güzel bana bakar. Büyüğüne selam verdim, küçüğüne tutuldum. Sofrasında mum olayım, bahçesinde gül olayım…

     Biraz sonra kahvem geldi. Büyük bir keyifle kahvemi içmeye başladım.

     Zürih’teki zamanım oldukça verimli geçmişti. 1 Mayıs ve devrimci bir Sol geçmişi olan Zürih şehrine “muhafazakâr demokrasi”nin nimetlerini anlatmış, Faşizm ve Nazi geçmişleri olan İtalyan taraftarlara CHP ve MHP’nin faziletlerinden bahsetmiş, geçmişlerinden habersiz bir şekilde cahil bir hayat süren Romen taraftarlara “tarih bilinci ve şuuru” kazandırmış, ayrıca Kadıköy Şükrü Saracoğlu Stadı’nda futbolcu ve teknik heyetin birbirlerine tekme tokat girdikleri maçtan sonra Türkiye ile İsviçre arasında bozulan ilişkileri ortaya koyduğum yoğun diplomatik çabalar sonucu yeniden düzeltmiş ve büyükelçilerin tekrar görevlerinin başına dönmelerini sağlamıştım. Bir yandan sıcak kahvemi yudumlarken, bir yandan da, daha hangi siyasî ve toplumsal soruna neşter vurabilirim, acil çözüm bekleyen daha hangi beynelmilel mes’eleye çözüm getirebilirim diye düşünüyordum. Bu arada hemen yanımdaki masada da İsviçreli iki genç bayan oturmuş sohbet ediyorlardı, ama ben Türkiye’deki Müslüman abilerimden çekindiğim için onlara kafamı dönüp bakmadım bile.

     Kahvemi içtikten sonra, bugün dünya barışına yeteri kadar hizmet yaptığıma kanaat getirerek, şehri terk etmeye ve Almanya’ya geri dönmeye karar verdim. Hem, İtalya – Romanya maçının başlamasına da iki saat kalmıştı. Biraz daha oyalanırsam trafik bayağı bir sıkışır ve şehirden çıkmam eziyetli bir hal alırdı.

     İçtiğim kahvenin parasını ödeyerek oradan ayrıldım ve park halindeki arabama gitmek üzere aynı yokuş yoldan bu kez yukarıya doğru yürümeye başladım. Park ücretini de ödeyerek arabaya bindiğim gibi, yine maçın oynanacağı Letzigrund Stadı’nın önünden geçerek Almanya’ya gitmek üzere kuzeye doğru yolculuğa başladım.

     Almanya, bulunduğum Zürih şehrine 58 km mesafedeydi. A 1h, A 1 ve A 3 otobanlarında kuzeybatıya doğru yolculuk ederek 45 dakika içinde Almanya sınırına vardım.

     Şimdi tekrar Almanya’daydım.

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 3

FOTOĞRAFLAR:

22... 01

Zürih Gölü kıyısındaki Zürih, İsviçre’nin en büyük şehridir (İSVİÇRE)

22... 02

İtalyan taraftarlar maçın oynanacağı Zürih kentini istilâ etmişlerdi (İSVİÇRE)

22... 03

İtalyan taraftarlar Zürih’ten Türkiye’ye selam gönderiyorlar (İSVİÇRE)

22... 04

Ti amo Turchia, Ti amo Kurdistan…  Viva Amicizia, Viva Fratellanza, Viva Pace… (İSVİÇRE)

22... 05

İtalyan taraftarlarla Zürih hatırası… İtalya bayrakları açtık ve “Italia… Italia…” diye tezahürât yaparak objektife poz verdik.

Bu İtalyan taraftar grubunun dalgalandırdığı tek bayrak, İtalya bayrağı değildi. İçlerinden birinin elinde başka bir bayrak vardı ve o, elindeki o bayrağı dalgalandırıyordu. Bu bayrak, sıkı durun, Sardunya bayrağıydı…

Sardunya, İtalya’ya ait kocaman bir coğrafya, büyükçe bir ada. Ve üstelik Sardunya, İtalya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren bir coğrafya. Çünkü etnik kökenleri, dilleri farklı; İtalyan değiller. Üstelik İtalya’nın 5 otonom bölgesinden biri. Otonomiye sahip oldukları halde, bununla yetinmeyen ve daha fazlasını isteyen bir halk, Sardunyalılar…

Adam – resimde de görüldüğü gibi – mavi bir tişört giymiş. Tişörtünün üzerinde “Italia” yazıyor. Taraftar tişörtü bu. Adam bıyıklarını da İtalya bayrağının renkleri olan yeşil – beyaz – kırmızı renklere boyamış. Ama adamın elinde İtalya bayrağı değil, Sardunya bayrağı var. Ve bu bayrakla, bu akşamki İtalya – Romanya maçına gidip İtalyan tribünlerinde oturacak, İtalya millî takımını destekleyecek.

Tribünden “Italia Italia” diye bağıracak ama bunu yaparken İtalya bayrağını değil, Sardunya bayrağını dalgalandıracak.

Kurban olduğum Allâh, medeniyet gibisi var mı?…

Bu adam Sardunya bayrağı dalgalandırıyor, çünkü Sardunyalı. Fakat adam ülkesi İtalya’yı desteklemek için gelmiş, çünkü İtalyalı. Etnik olarak İtalyan değil ama İtalyalı. Ve etnik olarak İtalyan olan İtalyan taraftarlarıyla elele vererek, kardeşçe bir şekilde ülkelerini destekliyorlar.

Ne adam Sardunyalı diye İtalya’yı desteklemekten imtina ediyor, ne de İtalyanlar onu Sardunya bayrağı dalgalandırıyor diye “hain” olarak damgalayıp linç etmeye kalkışıyorlar. (İSVİÇRE)

22... 06

Te iubesc Turcia, Te iubesc Kurdistan…  Thumbs up Prietenie, Thumbs up Fraternitate, Thumbs up Pace… (İSVİÇRE)

22... 07

Romen taraftarlar maçın oynanacağı Zürih kentini istilâ etmişlerdi (İSVİÇRE)

22... 08

Drakula’nın torunları Zürih meydanındaki parklarda oturmuş, birşeyler yiyip içiyorlar. Fakat korkacak birşey yok, artık insan kanı emmiyorlar; bizim gibi yemek yiyorlar. (İSVİÇRE)

22... 09

Göl kenarındaki “Trick 77”de farklı ülkelerin bayrakları, Avrupa Kupası’nda mücadele eden takımların taraftar atkıları ve şapkaları satılıyor (İSVİÇRE)

22... 10

Zürih’te İsviçre – Türkiye dostluğu… Her ikisi de Zürihli olan 46 yaşındaki Stefan Gasenźer Türkiye atkısını, 32 yaşındaki Steven Eggli de İsviçre atkısını kaldırarak bizleri selamlıyorlar (İSVİÇRE)

22... 11

Zürih’teki bu işyerini Filistinli bir adam ile İsviçreli karısı birlikte çalıştırıyorlar (İSVİÇRE)

22... 12

Her taraf renk renk bayraklarla donatılmış (İSVİÇRE)

22... 13

Zürih’te İsviçre – Türkiye dostluğu… Filistinli 47 yaşındaki Cemal Marey Türkiye atkısını, İsviçreli hanımı 43 yaşındaki Franziska Marey de İsviçre atkısını kaldırarak bizleri selamlıyorlar (İSVİÇRE)

22... 14

Zürih o kadar güzel bir şehir ki, ömrümde ilk defa geldiğim bu şehri çok ama çok sevdim (İSVİÇRE)

22... 15

Zürihli esnafın bana hediye ettiği İsviçre şapkasını kafama geçirerek Zürih şehrinde gezdim (İSVİÇRE)


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir