Kısa Öykü: “Kuzular Alır Ölüm Kokusunu”

Parveke / Paylaş / Share

Edebiyatçı – yazar Ahmet Bozkaplan, Sediyani Haber için yazdı…

 

 

 

Kuzular Alır Ölüm Kokusunu

Ahmet Bozkaplan

     Sırtını dayamıştı ince yontulmuş taş duvara. Yüz kırışığında uzun metrajlı bir film sahnesi. Sokak aralarında hayata tutunmaya çalışanların canları sıkkındı. Damlarda uçuşan serçeler eve ekmek yetiştiren kaçakçı gibi hızlıca ağaç dallarına yakalanırdı.

     Onun hayatı amaçsız uğraşlar arasında tutunmuş bir daldı. Solgun yüzünde yaşama isteğini uyandıran pembe diş etleri cılız rüzgârda çabucak koyulaşıyordu. Arkadaşını bekliyordu. Beklemeye değecek arkadaşını. Dün akşam izlediği Yılmaz Güney filmini baştan sona anlatacaktı. Film meraklısı arkadaşı, film dinlemeye bayılırdı. Her zaman misafirliğe gidilmezdi ya, kaçırdığı filmleri bazen böyle telafi ederdi.

     Arkadaşı koşar adımla geldi. Kış ayazında korunmak için yandan yana iyice birbirine sokuldular. Tabağın dibinde kalmış tütün tozundan iki ince cıgara sarmayı da başarabildiler. Hep üşendiği hal hatır sorma kısmını bu sefer de kısa kesti. Başladı anlatmaya. Yaslandığı duvarın saçağında yuva yapmış geveze serçenin ötüşünden soğuk esen rüzgârdan etkilenmeden anlattı. Film anlatışı öğle güneşine, davarlara yem verme vaktine kadar sürdü. İnsan kalabalığından sıkılan sokaklar davetsiz sert rüzgârları misafir etti.

     Mehmet, saf çocuktu. Hiçbir canlı ondan rahatsız olmuş değildi. Hayat sahnesinde hep düşük rollerde var olabilmişti. Çoğu zaman canını sıkıyorlardı. Daha geçenlerde yırtık bir zarfın içinde asker kâğıdı gelmişti. Herkes Mehmet’in nasıl askerlik yapacağını düşünürken asker kaçağı amcası onu dalgaya alıyordu.“İkimizin adı soyadı aynıdır. Git önce kendi askerliğini yap sonra da gelir benimkini de yaparsın” diyordu. Mehmet dalgacı amcasını sevmezdi ya. Amcasının şakaları ona zülüm gibi gelirdi. “Ne diye iki defa askerlik yapacakmışım” da diyemiyordu.

     Askerlik vakti geldi geçti. Ağıtlarla askere uğurlandı. Gidişinden sonra annesinin gözüne uyku girmez olmuştu. Belki de ilk defa onu doğurduğuna pişman olmuştu. “Bu kirli dünyada saf çocuğa sahip olmanın her anı ölümdür” diyordu. “Oğlum okur yazar değil, üstüne çok da saf  biridir” derdi. “İnşallah oğlum kurşun yağmuruna değil de çiçek bahçesine düşer” diyordu.

     Mehmet askere gidene kadar annesinden bir yığın nasihat dinledi. Ak yazmalı annesinin ellerini öperken gözleri yaşla doldu. Sibirya soğuğu gibi havada yeşil naylon ayakkabı giyen annesinin haline bakınca yoksulluğun böylesine içi gitti. Gündoğumunda uğurladılar kendisini. Sabahın titrek ayazında güneşin yükselmesini bekleyen nazlı ayçiçeklere bakarak daldı hayâllere. Kendisine edinilen nasihatler hâlâ kulağında çınlıyordu.

     Muhtarın haber verişiyle ailesi rahatladı. Mehmet birliğine teslim olmuştu. “İnsanın vasfı yüzüne yansır” derler ya. Mehmet’e de her türlüsünden ayak işleri düştü. Kimi sevdi, kimi hor görüp ezdi. Koca birlikte türlü türlü hallere girdi. Aklı, bedeni zorluğu disiplini kaldıramıyordu. Bir zaman sonra üstlerden çok dayak yiyince sersem oldu. Bunları çok sonradan söyleyen asker arkadaşıydı.

     Firar etti Mehmet. Çarşı iznine çıkınca bir daha dönmedi birliğine. Firar etmekle de kurtulmadı. Gidişi gibi dönüşü de zor oldu. Okur yazar olmayışı, dil bilmeyişi onu halinden bezdirdi. Bir adres sorarken, bir yerlere giderken, karşısındaki adamın kılığına olmadı yüz kırışığındaki kişiliğe bakarak evine varmaya çalışıyordu. Uzun süren yolculuğunda kimi acısına derman oldu, kimi tuzuna ateş oldu.

     Her ne oldu bilinmez ama Mehmet’in bir haftalık yolculuğu nihayet köyünde son buldu. Hali halden çıkmıştı. Capcanlı pembe dişleri solmuş, gözlerin feri kaçmış, üst başı çamura batmıştı. Kime ait olduğu bilinmeyen mezar kadar sessiz oluvermişti. Bazen ağlayacak gibi oluyordu ama sonra kendini tutuyordu.

     Eşe dosta hiç kimseye içini açamadı. Yüreğinde taş tutmuş acıları bedenine ağır geliyordu. Yıllarca film anlattığı mahalle arkadaşlarının yanına uğramaz oldu. Yağan kardan, esen havadan, karanlığı aydınlatan güneşten, dervişlerin sözünden, her şeyden kaçıyordu. Eskiden çok sevdiği annesine de artık pek yüz vermez olmuştu. Annesinin felç geçirdiğini öğrendiği ilk zamanlar saatlerce ağlamış, annesinin dizinden ayrılmaz olmuştu. Felçten sonra konuşma yetisini kaybeden annesiyle birkaç aylığına sessiz bir hayat sürdü.

     Sıcak bir yaz gününde, davarların kuyruğuyla sinek kovaladığı öğle sıcağıydı. Canından bezmiş Mehmet, bir ovaya bir kavurucu güneşe bakıyordu. Güneş ışınları kalp çarpıntısı gibi yüzüne adeta ıslatıyordu. Isınan havayı fırsat bilen utangaç kırkayaklılar birbirine çarpa çarpa ilerliyordu. Beri sokakta çıplak ayakla güvercin hızında kaçan bir çocuk vardı. Çocuğu kovalayan celladın kim olduğunu öğrenmeden indi aşağıya. Taş mutfakta buğday çorbasını hazırlayan annesine görünmek istemedi. Bir ara buğulu gözlerle annesine baktı. Annesini son bir hayâl sahnesine benzetti. Elinde keçi kılından yapılma ip vardı. En inatçı keçi kılından yapılmış bu ip. Tüm iyilik melekleri onu terketmişti. Sanki kötü bir nefes tarafından yönlendiriyordu. İpi yıllarca toprak altında eğilen mağa attı.

     Ağıldaki kuzular bir şeyi sezmiş gibiydiler. Kuzular annelerine haber veriri gibi ara vermeden meleşip durdular. Utancından ak yüzlü kuzulara bakmaz oldu. Boncuk boncuk terlemiş boynu ipi sırtlamak istemedi, beden ölümü kendine yakıştıramadı. Ecel kapısı gelemez dinginliğe hareketlilik ister durur. İpi boynuna geçirdi. Ak yünlü, gözleri kara kuzu, ön iki ayağını kaldırdı. Mehmet’in paçasını dişleyip durdu. Paçasından çekiştirip onu kurtarmaya çalışan kuzu etrafında dört dönüyordu.

     Mehmet kendini boşluğa bıraktı. Boşluğa düşmesiyle tüm kuzular geri çekildi. Mehmet, hareketsiz kalıncaya denk kuzuların korkusu hiç dinmedi. Ak yünlü, gözleri kara kuzu tekrar hareketsiz kalan Mehmet’in yanına gitti. Etrafından dönmeye başladı. Lastik ayakkabısını yaladı. Hareketsiz kalan Mehmet’ten sıkılınca yanından ayrıldı, en öteye duvar dibindeki  karanlığına  karıştı.

     Ahır aldı içine ölüm kokusunu, kuzuların sesi isyan etti ölümün böylesine. Öğle sofrasına gelmeyen oğlunu arayan annesi alt katta indi. Ağır adımlarla basamakları geride bıraktı. Ahırdaki kuzuların sesi onu korkuttu. Kapıyı açtığında dünyası başına yıkıldı. İpe asılı oğlu, boş hamak gibi sallanıyordu. Bedenine titreme giren yaşlı anasının ne ipi çözmeye göçü yetiyordu ne de asılı duran oğlunu tutmaya. Bağırmak, çağırmak istedi. Tüm dünya kuşlarına seslenip onları başına toplamak istedi. Yüreği kayadan fırlamış taş parçası gibiydi, durmadan için için yanıyordu. Ne kimselere sesini duyurabiliyordu  ne de hüzünlü yüzünü gösterebiliyordu.

     Yaz sıcağı her canlı evine, gölgeye çekilmişti. Çaresiz annenin kolları yorulunca sürüne sürüne sokağa atladı.

     Terk edilmiş sokak başında dizlerine, göğsüne vura vura canını kazarcasına acıttı. İnce bir toz bulutu sardı köyü. Anneyi gören bulutlarda kalmamıştı yağmur kokusu.

ahmetbozkaplan1948@gmail.com

     SEDİYANİ HABER

     28 EKİM 2020

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir