Hülya Koçyiğit ile “Rabiâ” ve Başörtü Direnişi Üzerine

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

Layout 1

     Sinemamızın efsane ismi, 50 yıla yakındır Yeşilçam’ın en başarılı kadın oyuncuları arasında başı çeken, onlarca uluslararası sinema ödülü sahibi ünlü sanatçı Hülya Koçyiğit, bundan 45 yıl önce, henüz 17 yaşındayken başrolünde oynadığı “Susuz Yaz” filmiyle sinemaya ilk adımını atmış ve daha çektiği ilk filmde uluslararası ödül kazanıp dünya çapında bir şöhret elde etmişti. Daha ilk filminde böyle bir başarıya imza atmak, elbette ki her sanatçının başarabileceği bir iş değil. Pekçok insanın gözünde Türk Sineması’nın en başarılı kadın oyuncusu olan Hülya Koçyiğit, benim nazarımda da – Türkân Şoray ile birlikte – böyle.

     Ancak Türk Sineması’nın Türkân Şoray ile birlikte en başarılı iki kadın oyuncusundan biri gözüyle baktığım Hülya Koçyiğit’in ilk filmi olan meşhur “Susuz Yaz” filmini bir gün sinemada Hülya Koçyiğit’in bizzat kendisiyle birlikte izleyeceğimi doğrusu kırk yıl düşünsem aklımın ucundan bile geçiremezdim.

     Hülya Koçyiğit’in ben daha doğmadan çektiği “Susuz Yaz” filmini, Hülya Koçyiğit ile birlikte izledim. Hem de sinemada, en ön koltukta yanyana oturarak. Üstelik birbuçuk saat boyunca hem filmi izleyip, hem de izlediğimiz filmdeki sahneler ve enstantaneler hakkında biribirimize yorumlar yaparak. Ön koltukta yanyana oturup sohbet ede ede izledik, filmini. İki arkadaş gibi. Sağ yanımda Hülya Koçyiğit, sol yanımda da “Mavi Gözlü Dev” dizisinin başrol oyuncusu Yetkin Dikinciler. Ben ikisinin arasında oturmuştum ve öylece izledik “Susuz Yaz” filmini.

     Film başlamadan önce ise, café bölümünde güzel bir söyleşimiz oldu. Yeşilçam’ın sembol ismi Hülya Koçyiğit gazetemize çok özel açıklamalarda bulundu. Frankfurt’ta konuştuğumuz Koçyiğit, üniversiteye alınmayan başörtülü öğrencilere “Rabiâ” filmindeki gibi sabır ve direniş tavsiye etti.

     Hessen eyaletinin Frankfurt kentinde gerçekleştirilen 8. Türk Film Festivali için Almanya’ya gelen usta sanatçı Hülya Koçyiğit, Türkiye Gazetesi’ne özel açıklamalarda bulundu. Yeşilçam’ın dev ismi Hülya Koçyiğit, Metropolis Cinestar Sineması’nda hayranlarıyla birlikte “Susuz Yaz” filmini seyretti.

     Film gösteriminden önce kendisiyle söyleşi yaptığımız Koçyiğit, köyde ve şehirde yaşayan kadınların sorunlarından başörtülü üniversite öğrencilerinin sorunlarına, Türk Sineması’nın dünü, bugünü ve geleceğinden Türkiye’deki sosyal olaylara varıncaya dek pekçok önemli konuda çarpıcı görüşlerini dile getirdi. 1947 İstanbul doğumlu olan, Bulgaristan göçmeni tüccar bir babanın kızı olarak 17 yaşındayken (1964) sinemaya “Susuz Yaz” filmiyle adım atan ve çevirdiği daha ilk filmde şöhreti yurt dışına kadar taşan Hülya Koçyiğit ile yaptığımız söyleşiyi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz:

     İBRAHİM SEDİYANİ – 8. Türk Film Festivali’ne katılmak ve “Susuz Yaz” filmini hayranlarınızla birlikte izlemek için Frankfurt’tasınız. İsterseniz, “Susuz Yaz”la başlayalım. Filmin başrol oyuncusu olan Hülya Koçyiğit’in gözüyle “Susuz Yaz” neyi ifade ediyor? Bu filmin önemi ve sizin açınızdan yeri nedir?

     HÜLYA KOÇYİĞİT – Güzel ve anlamlı bir soru. Aynı zamanda beni mutlu eden bir soru, çünkü bana sorulmasından en çok hoşlanacağım soruyu sordunuz.

susuz yaz

     1964 yılında râhmetli Erol Taş ile birlikte çevirdiğimiz “Susuz Yaz” filminin benim hayatımda güzide bir yeri vardır, bu filmin apayrı bir anlamı vardır. 17 yaşındayken çevirdiğim bu film, benim ilk filmimdir. Sinema hayatına bu filmle başladım, Yeşilçam’a bu filmle adım attım. Bu açıdan, zaten baştan önemli oluyor benim için. Bu filmin benim kalbimde özel bir yeri vardır.

     Fakat bunun “ilk filmim” olması, benim açımdan önemli olmasındaki tek kriter değil. Senaryosunu Necati Cumali ve Metin Erksan’ın yazdığı, yönetmenliğini David Durston ve Metin Erksan’ın yaptığı bu filmimiz, Almanya’da Berlin Film Festivali’nde “Goldener Bär” (Altın Ayı) Ödülü’nü aldı. İtalya’da Venedik Film Festivali’nde “Merito Biennale” Özel Ödülü’nü aldı. Yine bu filmdeki rolüm dolayısıyla aynı yıl Türk Kadınlar Birliği tarafından “Yılın Kadın Sanatçısı” seçildim. Daha sonra da Turizm ve Tanıtma Bakanı Ali İhsan Göğüş, bizim de özel dâvet edildiğimiz bir basın toplantısında, filmde emeği geçen tüm sanatçılara birer armağan verdi.

     Yani bu film, anlatamayacağım denli önemli ve anlamlıdır benim için. Daha ilk filmimde uluslararası ödül almıştım, yurtdışında bile tanınmaya başlamıştım. “Susuz Yaz”, kariyerimdeki “ilk damla”dır benim için.

     SEDİYANİ – Türk Sineması’nın bugün bulunduğu noktayı nasıl görüyorsunuz?

     KOÇYİĞİT – Çok iyi görüyorum. Türk Sineması bugün oldukça kaliteli eserler ortaya koyuyor, güzel filmler yapıyor. Uluslararası alanda aldığı ödüller, Türk filmlerinin Avrupa sinemalarında bolca gösterime girmesi, bunun açık göstergesi. Sinemamız şu anda çok iyi bir yerde.

     SEDİYANİ – Bir de sinema çevrelerinde, televizyonlardaki dizi film furyasının sinemaya zarar verdiği, oyunculuk kalitesini düşürdüğü konuşuluyor. Aynı fikirde misiniz?

     KOÇYİĞİT – Hayır, aynı fikirde değilim. Dizi film furyasının sinemayı olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmüyorum. Aksine, iyi değerlendirilebilinirse, faydası dahi olabilir. Çok çalışılacak, çok çekilecek, çok kişi bu işe emek verecek ki, kaliteyi ve güzeli yakalama şansımız o kadar fazla olsun. 2 tane kaliteli film amaçladığımızı düşünelim; şimdi 10 tane film mi çeksek bu 2’yi yakalama şansımız daha fazla olur, yoksa 50 tane mi çeksek? Elbette 50’nin içinde 2’yi elde etmek, 10’un içinde elde etmekten daha mümkün matematiksel olarak. Bunu bir bahis olayı gibi düşünün.

     SEDİYANİ – Bir oyuncu için, her filmde ayrı bir rolde oynamak, ayrı bir sosyal sınıfın insanı olmak, farklı bir insan olmak, değişik bir kişiliğe sahip olmak nasıl bir duygu? Bu durumun gerçek hayattaki kişilik yansıması ne şekilde oluyor? Bu oyuncunun gerçek hayatındaki kişiliğinde bir çelişki veya ikilem yaşamasına sebep oluyor mu? Veya, bizim bilmediğimiz, zannettiğimizin aksine bu durum reel alana pozitif mi yansıyor?

     KOÇYİĞİT – Pozitif veya negatif olarak reel hayata yansıması, o kişinin kendisine bağlı olan bir olay. Şimdi, aynı olay karşısında iki farklı kişinin tepkisi tamamen farklı olabilir. Aynı olaydan iki ayrı insan tamamen ayrı bir şekilde etkilenebilir.

     Şöyle örnek vereyim: Ölüm meselâ; bir insanın en yakınındaki bir sevdiğini kaybettiğini düşünün, annesini veya babasını, eşini, çocuğunu, kardeşini. Böyle acıları hepimiz yaşıyoruz. Fakat olaydan etkilenme ve olaya duyduğumuz tepki, gösterdiğimiz reaksiyon farklı olabiliyor. Aynı olay karşısında insanlar farklı tepkiler geliştiriyor; insan psikolojisiyle ilgili bir durum bu. Ölüm karşısında biri ölümü, âhireti hatırlayıp kendini dîne ve ibadete veriyor. Başka biri, aynı olayda, ölüm karşısında, en sevdiği insanı kaybetmenin acısıyla kendisini kaybediyor; kendini boşluğa bırakıyor, alkole veriyor. Bu olay yüzünden alkolik oluyor.

     Şimdi yaşanan olay aynı, fakat insanların tepkileri farklı. Sinemadaki olayı da aynı şekilde değerlendirebiliriz. Bir köylü kadın rolünde oynayan bayan veya ırgat rolündeki erkek, çevirdiği filmden sonra köy hayatına ilgi duyabilir, hatta sevebilir. “Köy hayatı aslında ne de güzel bir hayatmış” diyebilir. Fakat başka bir oyuncu aynı rolde oynadığında, tam tersine köy hayatından nefret edebilir, tiksinebilir. Dediğim gibi, o kişinin kendisiyle ilgili bir durum bu.

     Burada belirleyici olan etmen, yapılan iş değil, o işi yapan özne. Yani, fiil değil fail.

     SEDİYANİ – Bu fail Hülya Koçyiğit ise peki? Sizde nasıl bir etkileşim oluşturuyor?

     KOÇYİĞİT – Ben her çevirdiğim filmde, sanki bir kitap okumuş gibi oluyorum. Bir konuda film çekerken, o konu hakkında kitap okumuşum gibi bilgileniyorum.

     Örneğin “Düğün” filminde kırsal kesimden şehre göçmüş bir ailenin kızının yaşadığı sorunları, başlık parasının nasıl bir sosyal yara olduğunu öğreniyorum. “Yeryüzünde Bir Melek” filminde Adalar’daki hayatı tanıyorum; Büyükada’yı, Heybeliada’yı daha yakından anlıyorum. “Dikenli Yol” filminde oynarken 12 Eylül askerî darbesini yeniden yaşıyorum, tekrar tanıklık ediyorum. “Karılar Koğuşu” filminde bir kadın mâhkumun tutsak dünyası hakkında bilgi ve görgü sahibi oluyorum. “Gelin” filminde bir annenin çocuğu için verdiği mücâdele var; müthiş etkileyici ve öğretici. “Almanya Acı Vatan” filminden işte sizlerin sorunlarını, siz gurbetçilerin dünyasını tanıyorum. “Rabiâ” filminde oynarken de dînim konusunda birşeyler öğreniyorum, İslamiyet ile ilgili bir kitap okumuş gibi oluyorum.

     Oynadığım her filmden, canlandırdığım her karakterden mutlaka birşeyler öğreniyorum.

     SEDİYANİ – Rabiâ’dan neler öğrendiniz?

     KOÇYİĞİT – Çok şey. En başta öğrendiğim şey şu oldu: İnanan bir insan, her şeyi başarabilir. Bir şeyi başarmak için, önce onu başaracağınıza inanmanız lazım.

rabia hülya koçyiğit

     “Rabiâ”yı oynarken şunu düşündüm: Eğer istersem, gerçekten istersem, bunu bütün kalbimle arzularsam, ben de bir Rabiâ olabilirim. O’nun gittiği yoldan ben de gidebilirim. Doğru yol, temiz yol, Allah’ın yolu, zannettiğimiz gibi zor bir yol değil. Onu bize zor gösteren, aslında kendi zaaflarımız, bu arzumuzu dile getirirken samimî olmayışımız.

     Rabiâ’dan öğrendiğim diğer bir şey de, inanan bir insanın, her ne olursa olsun, ne tür tehlikelerle ve engellemelerle karşılaşırsa karşılaşsın bunlara boyun eğmemesi, sabır üzerinde bulunması ve inandığı yoldan taviz vermemesi gerektiğidir.

     Bugün Türkiye’de her çeşit düşünce ve inançtan, farklı sosyal sınıflardan kadınların büyük sorunları var. Kadın, hem dünyada, hem de Türkiye’de en çok ezilen ve mağdur olan kesimi oluşturuyor. Bunun aşılması için kadına kadın olarak değil, insan olarak bakılması gerekiyor her şeyden önce. Ona kadın olarak baktığınız zaman, ayrımı baştan yapmış oluyorsunuz. Türkiye’de köylü kadın mağdur, şehirli kadın mağdur, okumayan kızlarımız mağdur, okuyan kızlarımız da mağdur.

     SEDİYANİ – Kıyafetlerinden dolayı eğitim hakları ellerinden alınan başörtülü öğrenciler için Rabiâ ne söylemek ister?

     KOÇYİĞİT – Bunlar toplumumuzun en mazlum kesimini oluşturuyorlar. Nedenini sorarsanız, eğitim hakkı gibi en temel bir haktan mahrum kalıyorlar. Şimdi bakın, bir insana ırkından veya cinsiyetinden dolayı iş vermezseniz, onun sadece çalışma hakkını elinden almış olursunuz. Yani onu sadece fakir bırakırsınız. Bir insanın bir yere gitmesine engel olursanız, onun sadece seyahat özgürlüğüne engel olursunuz. Fakat bir insanın eğitim hakkını elinden alırsanız, onu cahil bırakmış olursunuz. İşte bu en kötüsü. Yani yasağın en çirkini, en zararlısı. Eğitim hakkından daha öncelikli bir hak olur mu? Eğitimden daha önemli ne var?

     Şimdi bu kızlar, yasak karşısında farklı reaksiyonlarda bulunuyorlar. Sohbetimizin başında da söylediğimiz gibi, aynı durum karşısında farklı kişilerin farklı reaksiyonlar göstermesi. Bazıları inancından ve kıyafetinden taviz vermiyor, eğitiminden oluyor. Bazıları peruk takıyor, bazıları içeride çıkarıyor, dışarıda takıyor. Aynı olay, farklı reaksiyonlar.

     SEDİYANİ – Peki ne yapsınlar? Ne öneriyorsunuz?

     KOÇYİĞİT – “Rabiâ” filmindeki yılan sahnesini hatırlıyor musunuz? Ben namaz kılarken üzerime yılan salmışlardı. Şimdi bu sahnede, aslında mağdur durumda olan bu üniversiteli kızların alacağı çok ders var. Başörtülüler o sahneden gerekli mesajı alabilirler.

     Bakın, o sahnede, Rabiâ, yani ben namaz kılıyordum. O esnada üzerime bir yılan saldılar, odaya yılan bıraktılar. Şimdi bakın, çok enteresan bir şey, ama çıkartılacak çok dersler var. Şimdi ben namaz kılarken, içeriye bir yılan bırakıldığını fark etmiş miydim? Evet, fark etmiştim. Şimdi bu tehlike karşısında ben duruşumu değiştirseydim, yani tehlikeyi, karşımdaki yılanı bertaraf etmek, ondan zarar görmemek için namazımı kesseydim, duruşumu, şeklimi değiştirseydim, inancıma daha sıkı sarılmak ve inandığım değerlere daha bir bağlanmak yerine, o yılandan, tehlikeden kendimi korumanın çabası içine girseydim, yılan belki de beni ısırırdı. Isırması işten bile değildi. Sonuçta küçük bir odada kocaman bir yılanla karşı karşıyasınız. Ona karşı hiçbir şansınız yok. Onun istediğini yaptığınız, yani ondan korktuğunuz, tırstığınız zaman hiçbir şansınız yok. Sizi ısıracak, zehirleyecektir.

     Peki yapılması gereken nedir? Elbette ki inancınıza, bağlı bulunduğunuz değerlere sarılmaktan vazgeçmemek, namaz kılan Rabiâ’nın duruşunu değiştirmemesi gibi, bulunduğunuz yolda olmaya devam etmektir. Karşınızdaki tehlikenin, hedefi siz olan, hedefi sizin duruşunuz, şekliniz, inancınız olan gücün sizden istediği zaten kendinizi değiştirmenizdir, şeklinizi değiştirmenizdir. Bunu yaptığınız an ısıracak ve zehirleyecektir sizi. Siz yılan karşısında kendinizi değiştirirseniz, onun istediğini yapıyorsunuz zaten.

     Rabiâ bence bunu öğretiyor. Türkiye’deki her sosyal sınıftan insana, tehlikelerle karşı karşıya olan her insana bunu öğretiyor. Filmdeki o yılan sahnesi çok etkileyici. O sahneden alınacak büyük dersler var diye düşünüyorum.

     Rabiâ’yı oynarken şunu düşündüm ben: Allah için, Allah’a layık bir kul olmak için ben de eziyetlere katlanabilirim, ben de sahip olduğum bazı olanakları kaybetmeyi göze alabilirim, ben de açlığa, susuzluğa katlanabilirim. İstersem, ben de ulaşabilirim. Rabiâ peygamber değil ki, o başarmışsa, ben de başarabilirim. Gerçekten istersem, ben de bir Rabiâ olabilirim.

     SEDİYANİ – Bazı oyuncular bir filmde iyi rolde oynuyorlar, bakıyoruz, melek gibi. Başka bir filminde ise çok kötü biri, taş gibi bir insan. Bu durum oyuncunun gerçek hayatında karakter bozukluğuna yol açmaz mı?

     KOÇYİĞİT – Tam tersi. İnsanın içinde zaten ikisi de var. İnsanlar genelde kendi “iyi” taraflarını görüyorlar ancak bir sinema sanatçısının kendisindeki her iki durumu da görme şansı oluyor. Bu aslında büyük bir kazanç o kişi için. Şayet bunu anlayabilirse.

almanya acı vatan

     Şimdi hayvanlar tek yönlü canlılardır. Fakat insan öyle değil. Allah insanı hayvandan farklı yaratmış. İnsanın içinde hem melek var, hem de şeytan. İnsan ikisini de taşıyor içinde. İsterse melek de olabilir, şeytan da. İnsanın içinde bu iki zıt karakter sürekli bir çatışma halinde.

     İnsanın içinde bir kavga var. İyi ile kötünün kavgası, bu ikisi de tek bedenin içine girmiş. Önemli olan iyinin kazanması. Yani “melek ben”in kazanması, “şeytan ben”in değil.

     SEDİYANİ – Sanatta sınır olmalı mı? Sanatçıya ve sinemaya sınırsız bir özgürlük mü verilsin, yoksa bir denetleme olmalı mı?

     KOÇYİĞİT – Yasak olmasın tabii ki. Yasağın olduğu yerde üretim olmaz. Ben düşünce ve verilen mesajlar açısından sınırsız bir özgürlüğü savunurum. Bundan çekinmem de.

     Ancak her alanda sınırsız özgürlük olmaz. Sonuçta toplumumuzun bazı moral değerleri vardır. Kendimize ait bir aile yapımız vardır.

     Bence çocukların korunması, aile yapısının zedelenmemesi için sınırlar olmalı. Yani bir denetim muhakkak olmalı. Yoksa sanat ahlâk yapısının tahrip edilmesinde araç olarak da kullanılabilir ki bu tehlikedir. Bu yapı bozulursa toplum olarak bozulma ve çözülme başgösterir.

     Ancak bir filmde şu siyasî mesaj veriliyor, bu düşünce savunuluyor diye yasaklamaya kalkışırsanız, ona karşıyım ben.

     SEDİYANİ – 150’nin üzerinde sinema filmi çektiniz. “Susuz Yaz”ı saymazsak, hiç unutamadığınız filmleriniz hangileri?

     KOÇYİĞİT – “Gelin” filmini asla unutamıyorum. En çok etkilendiğim filmlerin başında geliyor. Bir de “Rabiâ” ve “Kurbağalar” var. Bu üç film beni çok etkiledi. Bunların yanında “Firar”, “Vurun Kahpeye” ve “Almanya Acı Vatan” adlı filmlerimi sayabilirim.

     SEDİYANİ – Hülya Hânım, sohbet için teşekkür eder, Frankfurt’tan güzel hatırâlarla dönmenizi dileriz.

     KOÇYİĞİT – Bu güzel sohbet için asıl ben teşekkür ederim. “Almanya Acı Vatan”da yaptığı yayınlarla buradaki gurbetçilerimizin sesi ve kulağı olmaya çalışan Türkiye Gazetesi’ne çalışmalarında başarılar dilerim.

sediyani@gmail.com

     TÜRKİYE GAZETESİ

     15 KASIM 2008

hülya koçyiğit 2

İbrahim Sediyani ve Hülya Koçyiğit


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir