Suya Yazılan Tarih

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     2010 yılı ortasında gerçekleşen Mavi Marmara hadisesi, hiç kuşkusuz 21. yüzyılın en önemli olaylarından biri olarak tarihin altın sayfalarına yazıldı.

     Gazze’ye insanî yardım götürmek amacıyla 27 Mayıs gecesi Antalya limanından hareket eden ve 31 Mayıs sabahı Akdeniz açıklarında siyonist İsrail deniz ordusunun korsan saldırısına uğrayan Mavi Marmara gemisi, tarihe geçen, hatta kendisi tarih yazan ve ibretlerle dolu bir hadisedir. Mavi Marmara yolculuğunun hem kendisi bir destan, hem de bu yolculuğun her etabı, her günü, bu destanın her sayfası, her paragrafı ayrı bir öykü.

     Akdeniz’in mavi suları mürekkep olmalı ve bu destanı yazmalı.

     36 farklı ülkeden, değişik dîn, mezheb, ırk, kavim, meslek ve sosyal sınıftan gelen 587 insan, içinde bir tane bile silâh olmayan sivil bir yolcu gemisiyle açık denizlerde yol alırken uluslararası sularda 4 savaş gemisi, 3 savaş helikopteri, 2 denizaltı ve 30 zodyaktan oluşan bir ordunun saldırısına uğradılar, birbuçuk saat boyunca kurşunlara ve bombalara hedef oldular, geminin güvertesinde saatlerce işkence gördüler, kendilerine ait tüm şahsî ve meslekî eşyaları yağmalandı, işgalci bir düşman gücün eline esir düştüler, çölün ortasındaki bir hapishaneye atıldılar.

     Dünyanın ve insanlık ailesinin uyuyan vicdanını, erdem ve fazilet duygularını harekete geçiren Mavi Marmara gemisi, bir değil, iki defa tarih yazan bir yolculuğa imza atarak, modern zamanlar insanının yitirdiği, yabancılaştığı tüm insanî ve ahlakî hasletlerin yeniden kalplerde yeşermesine, bilinçlere kazınmasına ve yerküresinde filizlenmesine vesile oldu.

     Mavi Marmara’nın, biri saldırıya uğradığı 31 Mayıs 2010’dan önce, biri de saldırı ve sonrasında yazdığı iki ayrı tarih vardır.

     Bir haftalık Mavi Marmara hadisesi, her biri 4 günlük iki ayrı bölüm halinde yazılan bir tarihtir. Geminin Antalya limanından hareket edip Akdeniz açıklarında siyonist korsan saldırıya uğramasına (27 Mayıs – 30 Mayıs) dek olan birinci bölüm, korsan saldırıya uğrayıp İsrail esaretine girdikten özgürlüğe kavuşup İstanbul’a dönene (31 Mayıs – 3 Haziran) kadar olan ikinci bölüm.

     * * *

     Geminin ve 587 yolcunun, hadisenin ilk bölümünde, yani saldırıdan önce yazdığı tarih şudur:

     Bilindiği üzere, insanlık tarihindeki ilk erdemli toplum, ilk fazilet ülkesi, ilk barış ve adalet devleti, bir gemide kurulmuştu; Hz. Nûh (as)’un yaptığı gemide.

     Sonuncusunu da Mavi Marmara yolcuları yine bir gemide kurdular.

     Mavi Marmara hadisesini “destan” yapan en önemli özellik, budur. Mavi Marmara gemisinde bir ülke kurulmuştu, bir ülke! Barış, kardeşlik, dostluk, dayanışma, paylaşma ve sevgi ülkesi. Sevgi devleti.

     Gazze yolcuları gemideki bu barış ülkesini, sevgi devletini açık denizlerde, denizin ortasında kurmuşlardı. Çünkü anakaraya, tevhid ve adalet yolundan ayrılan insanların yaşadığı, şirk ve tuğyan temelleri üzerine kurulan devletlerin hüküm sürdüğü kara parçalarına uzak olmaları gerekiyordu. Toprak üzerinde, coğrafyalar üzerinde, karada her türlü şirk, zûlüm, tuğyan, ifsad, bozulma, yozlaşma, savaş, kin ve nefretler sınırsızca yaşandığı için, onlar “SU”ya hicret etmişlerdi.

     Kaderin cilvesine bakın ki, gezegendeki tüm kıt’âlara da aynı uzaklıkta bulunuyorlardı. Bildiğiniz gibi, “Eski Dünya Kıt’âları” olarak tabir edilen kıt’âlar, üç tanedir. Bunlar Asya, Avrupa ve Afrika’dır. Onlar her üçüne de eşit uzaklıkta demir atmışlardı; her üçüne de eşit uzaklıktaydılar.

     Kuzeylerinde Yunanistan vardı, yani Avrupa. Doğularında Lübnan ve Filistin vardı, yani Asya. Güneylerinde ise Mısır vardı, yani Afrika. Onlar üçünün tam ortasında, uluslararası sulardaydılar.

     Suya hicret etmişlerdi; suyla yıkanmak, suyla arınmak, suyla temizlenmek için. Topraklar üzerinde yaşanan ve yaşatılan her türlü zûlüm, şirk, tuğyan, savaş ve sömürüye inat, su üzerinde yeni bir ülkenin, yeni bir devletin, hatta, yeni bir medeniyetin temellerini atmak için.

     Mavi Marmara yolcularının denizin ortasında, gemide kurdukları ülkenin nüfûsu 587 idi. En küçük vatandaşları 1 yaşında, en büyük vatandaşları ise 88 yaşındaydı. Vatandaşlar arasında her dînden, her mezhebden, her ülkeden, her coğrafyadan, her ırktan, her kavimden, her dilden, her cinsiyet ve yaş grubundan, her sosyal sınıftan ve meslek grubundan, her giyim şeklinden ve yaşam tarzından insanlar vardı.

     Mavi Marmara yolcularının denizin ortasındaki bir gemide kurdukları ülke, toprak üzerinde kurulmuş dünyadaki 200’ün üzerindeki ülkenin hiç birine benzemiyordu. Mavi Marmara gemisinde kurulan ülkenin şöyle bir özelliği vardı: Farklı dîn ve mezheblerden, farklı ırk ve kavimlerden, farklı coğrafya ve meslek gruplarından gelen bu insanlar, gemideki ülkede barış içinde, kardeşçe yaşıyorlardı.

     Dünyadaki hiçbir ülkenin başaramadığı bu barış ve kardeşlik ortamını Gazze yolcuları bir gemide kurdular, denizin ortasında. Farklılıkların çatışma ve kavga sebebi olarak değil, zenginlik olarak görüldüğü bir ülke kurulmuştu denizin ortasında.

    Gemideki ülkede kavga yoktu, kin yoktu, düşmanlık yoktu. Eşitsizlik, adaletsizlik de yoktu. Beyazın siyâhtan, Sünnî’nin Şiî’den, Türk’ün Kürt’ten, erkeğin kadından, profesörün ırgattan hiçbir üstünlüğü yoktu. Herkes eşitti, dahası, herkes kardeşti.

     Mavi Marmara ülkesinde kimsenin kimliği “üst kimlik” değildi. Kimsenin anadili yasaklanmıyor, kimse düşüncelerinden dolayı mahkûm edilmiyor, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin ismi zorla değiştirilmiyordu. Kimse de başörtülü diye gemiden kovulmuyordu.

     Gemi ülkesinde ırkçılık yoktu, millîyetçilik yoktu, mezhepçilik yoktu, grupçuluk ve taassub yoktu. Dikenliteller yoktu, sınırlar yoktu. Putlar, büstler de yoktu.

     Herkes ibadetini özgürce yapıyor, herkes kendi mezhebine ve meşrebine göre özgürce âmel ediyor, herkes kendi düşüncesini özgürce başkalarıyla paylaşabiliyor, herkes yaşam tarzına uygun kıyafetleri özgürce giyebiliyor, herkes anadilini özgürce konuşabiliyordu.

     Gemide öylesine güzel arkadaşlıklar kurulmuş, öylesine güzel bir kardeşlik ortamı doğmuştu ki, bunu kelimelerle anlatmak mümkün değil. Başörtülü hanımlar ile başörtü takmayan hanımlar, sarıklı ve sakallı erkekler ile sırtları ve kolları dövmeli erkekler, “öz kardeş” olmuşlardı gemide, arkadaş olmuşlardı. Hangisiyle konuşursanız konuşun, aynı şeyleri söylüyorlardı, dilleri aynı cümleleri telaffuz ediyordu.

     Çünkü, yolcular arasında, bunca farklı özelliklere rağmen, “ortak” olan bir şey vardı: Herkes, aynı amaçla gemiye binmişti, aynı duygu ve kaygılarla bu yolculuğa katılmıştı.

     İşte Mavi Marmara’daki 587 yolcuyu “kurşunla birbirine saf gibi bağlanmış” kardeşler haline getiren, bu “Ortak Payda” idi.  Bu ortak duygu, ortak amaç, “Gazze” idi.

     Gazze, insanlığı birleştirmişti.

     * * *

     Geminin ve 587 yolcunun, hadisenin ikinci bölümünde, yani saldırı ve sonrasında yazdığı tarih ise şudur:

     Yine bilindiği üzere, emperyalizmin ve Beyaz Adam’ın dünyaya hakimiyeti, bir gemiyle başladı: 1492.

     Önce Endülüs yıkıldı. Yerküresinin ilim ve kültür havzası olan Endülüs İslam Medeniyeti, Hristiyan barbarlar tarafından tamamen ortadan kaldırıldı. Milyonlarca Müslüman ve binlerce Yahudî kılıçtan geçirildi, bir o kadarı da İberya topraklarından sürgün edildi.

     Müslümanlar’ın Endülüs medeniyeti ve devletinin yerine barbar Hristiyanlar’ın bugünkü İspanya (= tavşanlar sahili) ve Portekiz (= sıcak liman) devletleri kuruldu.

     Oldum olası, 12 Ekim 1492 tarihini, insanlık tarihinin en uğursuz günü olarak nitelerim. 12 Ekim 1492, İberya sahillerinden kalkan ve elebaşları Cenovalı Cristoforo Colombo olan bir avuç korsanı taşıyan “Santa Maria” adlı geminin, Karibik Adaları’ndaki San Salvador adlı adaya yanaştığı ve içindeki yolcuların karaya ayak bastıkları tarihtir.

     Emperyalizmin ve Beyaz Adam’ın dünyaya hakimiyeti, böyle başladı.

     Avrupalı beyazlar, gemilerle ayak bastıkları Yeni Dünya topraklarında, tarihin en büyük soykırım ve vahşetini gerçekleştirdiler. Taraflı tarafsız herkes, Kızılderili katliamının, insanlık tarihinin en büyük soykırımı olduğu noktasında hemfikirdir. Ki, öyledir.

     Herşey bir gemiyle başlamıştı.

     Kızılderili reisi Tosawi, bu olayı şöyle anlatır:

     “Önce bir gemiyle geldiler… Misafirlerimizdi, onları sahilde hediyelerle karşıladık. Silahsızdık; çünkü hiç ihtiyacımız olmadı. Kardeştik, severdik, paylaşırdık… Silahı onlar tanıttı… Tutarken yanlışlıkla elimizi kestik, kanımız aktı… Evlerimize buyur ettik, konuklarımızdılar… Yedirdik içirdik, yatırdık, hizmet ettik… Topraklarımızı, dağlarımızı, sularımızı, ovalarımızı gezdirdik… Sevindiler… Sevindik!

     Renkleri ne kadar beyazdı bizimkilere göre…Sonra gittiler; memnun ederek uğurladık dostlarımızı!..

     Bir gün, tam sabah gün doğarken, ak tenli dostlarımız; gemileriyle, çok, çok olarak geldiler… Beklemiyorduk; çok erken gelmişlerdi… Demek sevmişlerdi bizi, toprağımızı, göğümüzü; sevindik… Çoktular… Silahlıydılar; üstelik ellerini de kesmiyorlardı…

     Ayakları karaya bastı ve sonra hiç beklenmeyen, olmayacak olan oldu… Şaşırmıştık, acaba ne yapmıştık da beyaz dostlarımız bizleri öldürüyordu…

     Evet, beyaz adam, bu sefer gülen yüzlerimizi ağlatmaya, varlığımızı yağmalamaya, gençlerimizi köle yapmaya, karılarımıza tecavüz etmeye gelmiş! Şaşırdık!.. Neden?

     Biz özgür göğün, geniş toprağın, mağrur dağların insanları; barış, sevgi, dostluk bilirdik, savaşı beyaz adam öğretti… Hiç hak etmedik öldürülmeyi, savaşı, köleliği…

     Erkeklerimizi öldürdüler, yaktılar çocuklarımızı ateşte diri diri… Toprağımızı yağmaladılar… Karılarımıza kızlarımıza tecavüz ettiler… Köle diye götürüldük yurtlarına… Sattılar…

     Hiç bitmedi beyaz adamın gelmesi… Onlar geldikçe biz bittik; biz bittikçe onlar geldi…

     Beyaz adam, ey beyaz adam! Yaptıklarını anlatacak kelime bulamıyorum. Bizim böyle kelimelerimiz yok; senin yaptıklarını en iyi anlatacak yine sensin, senin kelimelerin… Kara yüreğin, beyaz tenin gibi olabilirse bir gün, anlatırsın yaptıklarını.”

     Yeni Dünya topraklarına gemilerle ulaşan ve işgal eden Beyaz Adam, dünya hakimiyetini kan, vahşet ve gözyaşı üzerine bina etti.

     Soykırıma uğrattığı Kızılderililer’in kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Amerika’yı, soykırıma uğrattığı Eskimolar’ın kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Kanada’yı, soykırıma uğrattığı Aborjinler’in kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Avustralya’yı, soykırıma uğrattığı Maoriler’in kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Yeni Zelanda’yı, soykırıma uğrattığı Bantular’ın kan ve gözyaşı üzerinde Güney Afrika’daki Apartheid rejimini kurdu.

     Sonuncusu 20 yıl önce yıkıldı ki, bu rejim, Beyaz Adam’ın Güney Afrika’daki Apartheid devleti, ırkçı – faşist yapısı nedeniyle bütün dünya tarafından dışlanmıştı. Hiçbir ülkenin siyasî ve ticarî ilişki kurmadığı ve başta olimpiyatlar ve dünya kupaları olmak üzere tüm uluslararası spor organizasyonlarından da men edilen Güney Afrika Cumhuriyeti’ni her türlü şart altında destekleyen sadece üç devlet vardı: ABD, İngiltere ve İsrail.

     Apartheid rejimi zamanındaki Güney Afrika, siyonist İsrail’in dünyadaki en büyük dostuydu.

     Apartheid döneminde demir parmaklıklar ardında olan siyahî lider Nelson Mandela, henüz kendi halkı için özgürlük mücadelesi verdiği dönemlerde söylediği şu anlamlı sözüyle, başta Müslümanlar olmak üzere dünyanın tüm erdemli insanlarının kalbinde taht kurmuştu: “Filistin özgürleşmedikçe özgürlükten bahsedilemez”… Henüz kendi halkı en basit insanî haklardan bile mahrumken, siyâhların hiçbir insanî hakları yokken ve beyaz – ırkçı Apartheid rejiminin zûlmü altındayken, üstelik, kendisi Müslüman da olmadığı halde “Filistin özgürleşmeden özgürlükten bahsedilemez” diyen Mandela’nın bu sözü, “Şurası burası dururken Filistin’den bize ne?” diyen bizdeki kavmiyetçilere ithâf olunur.

     Yine kaderin cilvesine bakın ki, Beyaz Adam’ın Güney Afrika’da kurduğu ve sadece beyaz ırktan olanları insan kabul eden ırkçı Apartheid rejimi, 1992 tarihinde yıkıldı. Yani, Beyaz Adam’ın dünya hakimiyetini ele geçirdiği 1492 tarihinin tam 500. yıldönümünde. Ve yine kaderin cilvesine bakın ki, bir zamanlar ırkçı Apartheid rejimi yüzünden hiçbir ülkenin siyasî ve ticarî ilişki kurmadığı ve başta olimpiyatlar ve dünya kupaları olmak üzere tüm uluslararası spor organizasyonlarından men edilen Güney Afrika, kıt’âdaki ilk FIFA Dünya Futbol Şampiyonası’na evsahipliği yaptı, Apartheid yüzünden bir zamanlar bu devleti hiç tanımayan Gana, Nijerya, Kamerun, Cezayir, Fildişi Sahilleri, Kuzey Kore, Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi ülkeler orada futbol maçı yaptılar ve Nelson Mandela da bu uluslararası organizasyonu “devlet başkanı” sıfatıyla şeref tribününden izledi.

     Gemilerle ayak bastıkları topraklarda yaşayan yerli halkları kadın, erkek, çocuk demeden katleden, ekinlerini tahrib eden, hayvanlarını öldüren, evlerini ateşe veren, göllerini ve ırmaklarını zehirleyen Beyaz Adam, milyonlarca masum insanın kan ve gözyaşı üzerinde kendi barbar medeniyetini kurabilmek için, yeni topraklara köle getirme uygulamasına başladı.

     Ve gözünü, Afrika’ya çevirdi.

     Afrika’dan Yeni Dünya’ya milyonlarca köle götürüldü; zincirlere bağlanarak, kırbaçlanarak, zorla götürüldü bu köleler.

     Bunu da, yine “gemilerle” yaptı. Kunta Kinte’nin hikâyesi burada başlıyor.

     Soykırıma uğrattığı Eskimolar’ın kan ve gözyaşı üzerinde “New England” (Yeni İngiltere = bugünkü Kanada), soykırıma uğrattığı Kızılderililer’in kan ve gözyaşı üzerinde “New Amsterdam” (Yeni Amsterdam = bugünkü New York şehrinin ilk kurulduğundaki ismi), soykırıma uğrattığı Aborjinler’in kan ve gözyaşı üzerinde “New Holland” (Yeni Hollanda = bugünkü Avustralya topraklarına beyazların ilk verdiği isim), soykırıma uğrattığı Maoriler’in kan ve gözyaşı üzerinde “New Zealand” (Yeni Zelanda = Zelanda, Hollanda’nın en çok suya sahip olan eyaletidir) ve soykırıma uğrattığı Bantular’ın kan ve gözyaşı üzerinde “Orange Free” (Özgür Portakal = Portakal nitelemesi, siyasî literatürde Hollanda için kullanılır) devletlerini kurmaya girişen Beyaz Adam, bunun için Afrika’dan, özellikle bu kara kıt’ânın batı kıyılarından milyonlarca insanı kırbaçlarla köleleştirerek gemilerle Yeni Dünya’ya götürdü.

     Amerika’nın “keşfinden” (!) sonra, kıt’âya Afrika’dan köleler götürüldü. Ancak Afrika’dan götürülen köleler, sıradan insanlar değildi. Yani Avrupalılar, Afrika’da her önüne geleni gemiye bindirip Amerika’ya götürmüyordu. Götürülen köleler tahsilli, bilinçli, kariyer sahibi, çoğu üniversite mezunu, mühendis, doktor ve bu tür vasıflara sahip olanlardı. Çünkü Amerika’da yeni bir medeniyet kuracaklardı ve bu medeniyet, sıradan insanlarla kurulamazdı.

     Önce Portekizliler’in, ardından İspanyollar’ın Afrika kıt’âsını sömürmeye başlamasından sonra, 1494’te Papa, yeni keşfedilen toprakları ve insanlarını, Portekiz ile İspanya arasında paylaştırdığını “Tordesillas Antlaşması” ile açıkladı. Buna göre Afrika kıyıları, Hindistan ve Brezilya ile birlikte Portekiz’e bağlandı.

     Sömürgecilik yöntemlerini daha da geliştiren İspanya, Afrika’nın güçlü kuvvetli erkeklerini yakalayıp köle olarak satan şirketlerden aldığı köleleri, Amerika’daki koloni ve sömürgelerinde çalıştırmaya götürdü.

     Köle ticaretinin sürdürüldüğü 400 yıl boyunca Afrika, 75 ila 90 milyon arasında genç erkeğini yitirdi. Bu dönemde Amerika’ya 15 milyon köle götürülmüştü. Aradaki fark, köleleştirilen Afrikalılar’ın yolda (okyanus üzerinde) ya da Afrika’daki bekleme depolarında ölmesinden kaynaklanmaktadır. Yani köle olarak götürülen 75 – 90 milyon kadar Afrikalı’nın 60 – 75 milyonu ölmüş / öldürülmüş, Yeni Dünya’ya yalnızca 15 milyonu sağ salim gidebilmiştir.

     1502’de İspanya ve Portekiz, 1517’de Hollanda, Fransa ve İngiltere, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı suçlarından olan “zencî ticareti”ni resmen tanıdılar. Yerli halk, köle tüccarlarının eline düşmemek için Afrika’nın iç bölgelerine kaçıyorlardı. “Zencî ticareti” uğruna yüz milyon kadar insan ölüme sürüklendi ve bu “zencî ticareti”, Afrika’nın gelişmesini BİRKAÇ YÜZYIL geciktirdi.

     Avrupalı beyaz efendiler, kendi topraklarını terk edip yerleşmek amacıyla Amerika kıt’âsına “Mayflower” (= Mayıs Çiçeği) adlı gemiyle giderken, Afrikalılar’ı da zincirlere vurarak, kırbaçlayarak, öldürerek, kıt’âya, Amerika’ya, Yeni Dünya’ya “Jesus” (= İsa) adlı gemiye bindirerek götürdüler. Kunta Kinte’nin hikâyesi burada başlıyor.

     Ne hazindir ki, bugün ABD’de “negro” olarak çağrılan siyâhîlere ait kiliselerde, “Ben burada mutlu değilim / Beni İsa’ya geri götürün / Burası benim vatanım değil / İsa alsın götürsün beni / Gel İsa al götür beni yurduma / İsa geldiğim yere geri götür beni” sözlerinin olduğu ilahîler okunurken, bu ilahîleri okuyan zencî Hristiyanlar, bunları okurken Hz. İsa’yı çağırdıklarını sanmaktadırlar. Halbuki, ne hikmetse beyazların gittiği kiliselerde okunmayan ve sadece siyâhlara ait kiliselerde okunan bu ilahîde Hz. İsa’nın değil, siyâhları köle olarak Amerika’ya getiren İsa adlı geminin kastedildiğini bilmemektedirler; bu ilahîde İsa derken bir peygamberden değil, bir gemiden bahsedildiğini anlayamamaktadırlar.

     Tarihi hep gemiler yazıyordu. Su üzerinde yol alan gemiler. Ancak Mavi Marmara’nın yazdığı tarih, diğer gemilerin yazdığı tarihten çok farklı. Çünkü Mavi Marmara, zalimlerin değil, mazlumların yazdığı bir tarih.

     Tarihi artık mazlumlar yazıyor; erdemli insanlar, özgürlük âşıkları yazıyor.

     500 yıldır gemilere zalimler biniyordu, korsanlar biniyordu. 500 yıldır gemiler işgal ve katliam için yola çıkıyordu.

     Artık gemilere mazlumlar biniyor, özgürlük âşıkları biniyor; korsanlar geminin içinde değil, korsanlar gemilere saldırıyorlar. Artık gemiler işgalleri ortadan kaldırmak, katliamlara son vermek için yola çıkıyorlar.

     Santa Maria, yeni bir tarih başlatmıştı; işgal, soykırım, asimilasyon, sömürgecilik ve kölelik tarihi.

     Mavi Marmara da yeni bir tarih başlattı; özgürlük, kardeşlik, şehâdet ve Allâh’tan başkasına kulluğu reddeden tevhidî bir şuur ve bilincin tarihi.

     Santa Maria ve İsa gemileriyle Mavi Marmara gemisi arasında şaşırtıcı benzerlikler var.

     Fakat, tersinden bir benzerlik bu.

     Santa Maria ile Mavi Marmara arasındaki şaşırtıcı benzerlik, her ikisinin yolculuğunda da korsanların başrolde olması.

     Birinin yolcuları korsandı; gemiyi korsanlar sürüyordu. Diğeri de korsanların saldırısına uğradı.

     Biri yeni topraklar işgal etmek, insanların özgürlüklerini ellerinden almak amacıyla yola çıkmıştı. Diğeri de işgal altındaki topraklarda uygulanan ambargoyu delmek, özgürlükleri ellerinden alınan insanlara insanî yardım götürmek, o insanlara ellerini uzatmak amacıyla yola çıktı.

     İsa ile Mavi Marmara arasındaki şaşırtıcı benzerlik ise, her iki geminin yolcularının da, geldikleri ülkelerin ve mensubu oldukları toplumların erdemli kesiminden, elit ve aydın tabakasından olmalarıdır.

     İsa yolcuları, kendi toplumlarının elit kesimindendiler; mühendisler, mimarlar, doktorlar, coğrafyacılar, tarihçiler, öğretmenler…

     Mavi Marmara yolcuları da, aynı şekilde kendi toplumlarının elit kesimindendiler; kanaat önderleri, cemaat liderleri, imamlar, papazlar, milletvekilleri, doktorlar, avukatlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, sivil toplum temsilcileri…

     İsa yolcuları, farklı ülkelerden ve değişik kavimlerden getirilen insanlardı; Nijerya’dan Yarubalar, Kamerun’dan Fulbeler, Benin’den Eweler, Togo’dan Tembalar, Gana’dan Gurmalar, Fildişi Sahilleri’nden Senufolar, Gine’den Susular…

     Mavi Marmara yolcuları da, aynı şekilde farklı ülkelerden ve değişik kavimlerden gelen insanlardı; Türkiye’den Kürtler, Cezayir’den Araplar, İspanya’dan Katalonlar, Britanya’dan İrlandalılar, Belçika’dan Valonlar, Pakistan’dan Pencabîler, Endonezya’dan Malayalar…

     Fakat iki gemi arasındaki benzeşme, ters bir ilişki arzediyordu: İsa yolcuları, o gemiye zorla, kırbaçlarla, zincirlerle bindirilmişlerdi.

     Mavi Marmara yolcuları ise o gemiye “gönüllü” olarak binmişlerdi.

     * * *

     Mavi Marmara yolcuları, Gazze yolculuğunun barış gönüllüleri büyük bir devrim gerçekleştirdiler. Savaşla değil barışla, kavgayla değil dayanışmayla, silâhla değil sevgiyle gerçekleştirilen bir devrimdi bu.

     Dünyanın ve insanlık ailesinin uyuyan vicdanını, erdem ve fazilet duygularını harekete geçirdiler; modern zamanlar insanının yitirdiği, yabancılaştığı tüm insanî ve ahlakî hasletlerin yeniden kalplerde yeşermesine, bilinçlere kazınmasına ve yerküresinde filizlenmesine vesile oldular.

     Temelleri 19 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kentindeki I. Dünya Siyonist Kongresi’nde atılan siyonist İsrail rejiminin 15 Mayıs 1948’de kutsal Filistin topraklarında emperyalist güçler tarafından zorla kurulmasından bu yana geçen 62 yıllık acılarla, sürgünlerle ve katliâmlarla dolu süre boyunca, Filistin halkının yaşadığı dramı ve mazlumiyeti o güne dek hiç olmadığı kadar güçlü ve etkileyici bir şekilde dünya kamuoyunun gündemine soktular, Mavi Marmara aktivistleri.

     Çünkü Mavi Marmara gemisinde 36 farklı ülkeden barış elçileri olduğu için, siyonist İsrail, bu gemiye saldırmakla, bu 36 ülkenin hepsine aynı anda saldırmış oldu. İsrail bu saldırıyla, salt herhangi bir sivil barış gemisine değil, tüm insanlığa, tüm dînlere ve milletlere saldırdı.

     Mavi Marmara, gerçek mânâda bir barış gemisiydi. Bir onur ve erdem gemisiydi. Her dînden, her ırktan, her ülkeden, her kavimden, her meslek grubundan, sosyal sınıftan, her yaş grubundan yolcular vardı. Üstelik bu yolcular, kendi toplumlarının ve geldikleri toprakların elit ve aydın kesimindendiler. Kanaat önderleri vardı, cemaat liderleri vardı, imamlar, papazlar vardı, milletvekilleri vardı, doktorlar, avukatlar vardı, gazeteciler, yazarlar vardı, sanatçılar vardı, sivil toplum temsilcileri vardı. 

     Geminin amacı tamamen insanî bir amaçtı. Siyasî ve ideolojik hiçbir gayesi yoktu bu geminin. Geminin tek muhatabı Gazze halkıydı. Tek amacı da insanî yardımları oraya ulaştırmak, Gazze üzerinde uygulanan haksız ve hukuksuz ambargonun delinmesini ve ortadan kaldırılmasını sağlamaktı.

     36 ülkeden insanlar vardı, dünyanın 5 kıt’âsından. Hepsi de geldikleri toplumun ileri gelen insanları, saygın insanlarıydılar. Silâhla, savaşla ilgisi olmayan insanlardı. Kendi ülkelerinin siyasetine, sosyolojisine, ekonomisine, gündemine yön veren insanlardı.

     O güne dek yalnızca Filistinliler ve Filistin’e komşu ülkelerin vatandaşları İsrail vâhşetine, İsrail’in kurşunlarına ve bombalarına hedef oldukları için, o acıyı ve zûlmü yalnızca onlar birebir, yüzyüze yaşıyorlardı. Elbette dünyadaki – başta Müslümanlar olmak üzere – erdemli ve vicdan sahibi insanların Filistin konusunda bir hassasiyetleri, Filistin halkının yaşadığı trajediye karşı bir duyarlılığı vardı. Ancak o vâhşeti yüzyüze yaşamıyorlardı; sadece sahip oldukları bilinç gereği taşıdıkları bir hassasiyet sözkonusuydu.

     Fakat Mavi Marmara hadisesiyle birlikte, dünyanın beş kıt’âsındaki ve 36 farklı ülkesindeki toplumlar, İsrail vâhşetini, İsrail saldırısını yüzyüze yaşamış, siyonist kurşun ve bombaların birebir hedefi olmuştu. Türkiye’deki, Yemen’deki, Bahreyn’deki, Malezya’daki, Endonezya’daki, Moritanya’daki, Güney Afrika’daki, Yunanistan’daki, İspanya’daki, Belçika’daki, Almanya’daki, İngiltere’deki, İrlanda’daki, İsveç’teki, ABD’deki, Avustralya’daki, Yeni Zelanda’daki milyonlarca insanın İsrail ordusunun saldırısına uğrayan, İsrail’in kurşunlarına ve bombalarına hedef olan, İsrail askerleri tarafından işkenceden geçirilen, İsrail’in eline esir düşen, İsrail hapishanelerinde yatan akrabaları ve yakınları vardı artık.

     Yerküresinin dört bir yanındaki milyonlarca insan, Filistin halkının yaşadığı aynı olayları kendi kocaları veya hanımları, kendi babaları veya anneleri, kendi oğulları veya kızları, kendi kuzenleri, akrabaları, yakınları, kendi arkadaşları, dostları, yarenleri, kendi komşuları, hemşehrileri yaşayınca, Filistin doğal olarak tüm dünyanın gündemine girdi. Bu da, siyonist İsrail rejiminin, kurulduğu tarihten bu yana karşı karşıya kaldığı en büyük felâket oldu.

     Çünkü İsrail yalnız kaldı. Onyıllardır insanlığı yanıltmak için dünya kamuoyuna ısmarladığı yalanların ve medya organları vasıtasıyla gerçekleştirdiği manipülasyonların artık hiçbir hükmü kalmadı. Tüm dünya, İsrail gerçeğini tanıdı. Bu gerçeğin, dünya barışı için ve insanlığın huzur ve emniyeti için ne derece büyük bir tehlike olduğunu öğrendi.

     İsrail siyonizminin ve ABD emperyalizminin onyıllardır dünya halklarından sakladığı gerçekler, Akdeniz açıklarında yaşanan Mavi Marmara hadisesiyle birlikte “SU” yüzüne çıktı.

     * * *

     İşte bu onur ve izzet yolculuğundaki, bu erdem ve fazilet gemisindeki yolculardan biri de bendim.

     Böylesine onurlu ve izzetli bir seyahâti, bu denli erdemli ve faziletli bir eylemi bana da nasib ettiği için, “yaşayan her şeyi SU’dan yaratan” (Enbiyâ, 30) Allâh-û Teâlâ’ya sonsuz şükürler ediyorum.

     Mavi Marmara gemisindeki 587 yolcudan biriydim.

     Gemiye hem “gazeteci” kimliğimle, hem “yazar” kimliğimle, hem de “aktivist” kimliğimle bindim.

     “Gazeteci” kimliğimle bindim; çünkü bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu, tüm insanlığın canlı yayın araçlarıyla adım adım takip ettiği, gazete ve televizyonların her gün bahsettiği, milyarlarca insanın gündeminin ilk sırasına oturan bu tarihî hadiseye bir gazeteci olarak “tanıklık” etmek, meslekî açıdan bakarsak, kesinlikle kaçırmamam gereken bir fırsattı.

     Mesleğim gereği Avrupa’nın birçok ülkesinde bulunmuştum; Almanya, Avusturya, Liechtenstein, İsviçre, İtalya, Fransa, Belçika, Hollanda, Çek Cumhuriyeti gibi. Ancak Filistin, Gazze, bu olay, bambaşka bir şeydi. Avrupa’da yaşayacağım ve “tanıklık” edeceğim hiçbir olaya, hiçbir “haber”e benzemezdi.

     “Yazar” kimliğimle bindim; çünkü Filistin’i yaşamak, Filistin’i yazmak, Gazze’yi kaleme almak, her yazara kolay kolay nasib olmayacak bir nimetti. Masa başı ve klavye bağımlısı yazarlığı sevmediğim, yazarlığı “yaşayarak yazmak” olarak tanımladığım, “yaşadıklarını yazanları” okumayı daha çok sevdiğim için, bu gemide mutlaka olmam gerektiğine inanıyordum.

     Daha önce Pakistan ve Mısır gibi ülkeleri gezerek, bu güzel ülkeler hakkında beni oldukça mutlu eden gezi yazıları, makaleler ve araştırmalar kaleme almıştım. Ancak Filistin hakkında makaleler yazmak, Gazze’yi anlatan kitaplar kaleme almak, beni hiçbir şeyde olamayacağım kadar mutlu edebilirdi.

     “Aktivist” kimliğimle bindim; çünkü ambargo altındaki Gazze topraklarında ve işgal altındaki tüm Filistin coğrafyasında yaşanan zûlme, vâhşete, işgal ve soykırıma ne bir insan olarak, ne de bir Müslüman olarak duyarsız kalabilirdim. Orada insanlar acımasız ve vicdansız bir ambargo altında yaşarken, çocuklar mama, hastalar ilaç bulamazken, adeta bir açıkhava hapishanesinde yaşamaya mâhkum edilen bu insanlar bir de belli periyodlarla kurşunların ve bombaların hedefi olurken, hatta kitlesel silâhlarla, savaşlarda bile kullanılması yasak olan kimyasal silâhlarla öldürülürken, gerçek anlamda bir soykırıma tabi tutulurken, dağa kaldırılıp kolları ve bacakları taşlarla kırılırken, evlerinin, okullarının, hastanelerinin üzerine bombalar yağdırılırken, milyonlarcası vatanlarından, öz yurtlarından sürgün ettirilip mülteci kamplarında esaret hayatına mâhkum edilirken, ben yatağımda rahat bir şekilde uyuyamaz, hiçbir şey olmamış gibi normal hayatıma devam edemezdim.

     İslam dîni bana, zayıf bırakılmış, mazlûm ve mustaz’af duruma düşürülmüş insanların dertleriyle dertlenmeyi, onlarla dayanışma içinde olmayı, özgürlükleri ve kurtuluşları için mücâdele etmeyi, tıpkı namaz ve oruç gibi şart koşar. Bunları biz, kutsal kitabımızda yer alan âyet-i kerîmelerden, Allâh’ın sevgili elçisinin hâdis-i şerîfleri ile tertemiz yaşamından ve muazzam İslam medeniyetinin tarihsel birikimlerinden öğreniyoruz.

     Hayatın kendisi bir gemidir zaten; mücâdele ise bir yolculuk. Mavi Marmara gemisiyle, hayatımın en güzel ve en anlamlı yolculuğunu yaptım.

     Mavi Marmara yolculuğunun saldırı öncesindeki neşeli günlerinde, 36 farklı ülkeden 587 insanın olduğu bir geminin içinde, hayatımın en güzel günlerini yaşadım.

     Açık denizlerde yol alırken, İsrail, 4 savaş gemisi, 3 savaş helikopteri, 2 denizaltı ve 30 zodyaktan oluşan bir orduyla gemiye saldırdı.

     Geminin tüm yolcularıyla birlikte, bir buçuk saat boyunca kurşunların ve bombaların hedefi oldum. Başımın üzerinden, kollarımın kenarından kurşunlar geçti; ayaklarımın önünde bombalar patladı.

     Gözlerimin önünde arkadaşlarım öldürüldü.

     Geminin güvertesinde İsrail askerleri tarafından yedi saat boyunca işkence gördüm.

     Başta fotoğraf makinâm, cep telefonum, elbiselerim ve kitaplarım olmak üzere, bana ait tüm şahsî ve meslekî eşyalarım korsan İsrail tarafından yağmalandı, el konuldu. Pasaportum, nüfûs cüzdanım ve basın kartım dışında hiçbir şeyim bana geri verilmedi. 

     Uluslararası sularda İsrail ordusu tarafından esir alındım ve zorla İsrail’e götürüldüm. Üç gün İsrail’in elinde esir kaldım.

     Negev Çölü’nün ortasındaki bir hapishanede iki gün yattım.

     Mavi Marmara hadisesinin unutulmaması, hafızâlardan silinmemesi için “tanıklık” yapmayı, Mavi Marmara hadisesini canlı tutmayı ve bu “mavi yolculuğun” verdiği evrensel ve insanî mesajı ait olduğum çağa ve topluma ulaştırmayı, bu mesajı “dâvetçi” kimliğimle bütünleştirerek yaygınlaştırmayı, ertelenemez bir sorumluluk olarak addediyorum.

     Bu sorumluluğun gereği olarak da, elinizde tuttuğunuz kitabı kaleme aldım.

     Kitap, başından sonuna kadar ve bütün yönleriyle Mavi Marmara hadisesini anlatmayı ve bu olayı derli toplu bir disiplin içinde kaleme alınmış bir çalışmada kalıcı tutmayı amaçlamaktadır.

     Bütün dînî, kavmî, menşeî ve meslekî kimliklerimin ötesinde, her şeyden önce bir “insan” olarak en büyük arzum, zûlüm ve sömürünün olmadığı, savaş ve işgallerin yaşanmadığı, kin, nefret ve düşmanlık duygularının ortadan kalktığı bir dünyada yaşamak, gezegenimizde barış ve adalet umdelerinin yücelmesi, insanlarda ve toplumlarda dostluk ve kardeşlik bağlarının oluşması ve kalplerde sevgi ve merhamet duygularının yeşermesidir.

     Kitap bu amaca bir nebze de olsa katkıda bulunursa, bundan büyük mutluluk duyacağım.

     Bu hissiyatla kaleme aldığım kitabı, başta gemide kurşunlara hedef olarak şehîd olan İbrahim Bilgen (1949 Mardin), Çetin Topçuoğlu (1956 Adana), Cengiz Songür (1963 Konya), Fahri Yaldız (1967 Adıyaman), Cengiz Akyüz (1969 Mardin), Ali Haydar Bengi (1971 Diyarbakır), Cevdet Kılıçlar (1972 Kayseri), Necdet Yıldırım (1978 Malatya) ve Furkan Doğan (1991 Kayseri) olmak üzere, Mavi Marmara’daki 587 yolcunun tamamına, gemideki tüm yol arkadaşlarıma ithâf ediyorum.

     Mavi Marmara unutulmamalı. Mavi Marmara yaşamalı, yaşatılmalı.    

     Yaşatılmalı.

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 4

001


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir