Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi | Kürdistanlı Peygamberler – 65

Parveke / Paylaş / Share

Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi

Kürdistanlı Peygamberler – 65

■ İbrahim Sediyani

 

– geçen bölümden devam –

     ■ KUTSAL KİTAPLARDA BİTKİLERİN YARATILIŞI

     Semavî dînlerde yer alan “yaratılış” anlatısı, özellikle de “Evren’in (kâinatın) ve Dünya’nın (arzın) yaratılışı” konusu, bu kutsal metinlerin en ilginç pasajlarındandır ve hususen son 200 yılda ise – bilimin, bilhassa Astronomi ve Uzay biliminin gelişmesine paralel olarak – en çok tenkit ve eleştiriye uğrayan, hakkında tartışmalar yapılan bölümleridir.

     Musevîlik’in kutsal kitabı Tevrat’ın kapağını açtığınızda, direk bu konuyu anlatarak başlar:

בְּרֵאשִׁ֖ית בָּרָ֣א אֱלֹהִ֑ים אֵ֥ת הַשָּׁמַ֖יִם וְאֵ֥ת הָאָֽרֶץ׃ וְהָאָ֗רֶץ הָיְתָ֥ה תֹ֙הוּ֙ וָבֹ֔הוּ וְחֹ֖שֶׁךְ עַל־פְּנֵ֣י תְהֹ֑ום וְר֣וּחַ אֱלֹהִ֔ים מְרַחֶ֖פֶת עַל־פְּנֵ֥י הַמָּֽיִם׃

וַיֹּ֥אמֶר אֱלֹהִ֖ים יְהִ֣י אֹ֑ור וַֽיְהִי־אֹֽור׃ וַיַּ֧רְא אֱלֹהִ֛ים אֶת־הָאֹ֖ור כִּי־טֹ֑וב וַיַּבְדֵּ֣ל אֱלֹהִ֔ים בֵּ֥ין הָאֹ֖ור וּבֵ֥ין הַחֹֽשֶׁךְ׃ וַיִּקְרָ֨א אֱלֹהִ֤ים׀ לָאֹור֙ יֹ֔ום וְלַחֹ֖שֶׁךְ קָ֣רָא לָ֑יְלָה וַֽיְהִי־עֶ֥רֶב וַֽיְהִי־בֹ֖קֶר יֹ֥ום אֶחָֽד׃

וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֔ים יְהִ֥י רָקִ֖יעַ בְּתֹ֣וךְ הַמָּ֑יִם וִיהִ֣י מַבְדִּ֔יל בֵּ֥ין מַ֖יִם לָמָֽיִם׃ וַיַּ֣עַשׂ אֱלֹהִים֮ אֶת־הָרָקִיעַ֒ וַיַּבְדֵּ֗ל בֵּ֤ין הַמַּ֙יִם֙ אֲשֶׁר֙ מִתַּ֣חַת לָרָקִ֔יעַ וּבֵ֣ין הַמַּ֔יִם אֲשֶׁ֖ר מֵעַ֣ל לָרָקִ֑יעַ וַֽיְהִי־כֵֽן׃ וַיִּקְרָ֧א אֱלֹהִ֛ים לָֽרָקִ֖יעַ שָׁמָ֑יִם וַֽיְהִי־עֶ֥רֶב וַֽיְהִי־בֹ֖קֶר יֹ֥ום שֵׁנִֽי׃

וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֗ים יִקָּו֨וּ הַמַּ֜יִם מִתַּ֤חַת הַשָּׁמַ֙יִם֙ אֶל־מָקֹ֣ום אֶחָ֔ד וְתֵרָאֶ֖ה הַיַּבָּשָׁ֑ה וַֽיְהִי־כֵֽן׃ וַיִּקְרָ֨א אֱלֹהִ֤ים׀ לַיַּבָּשָׁה֙ אֶ֔רֶץ וּלְמִקְוֵ֥ה הַמַּ֖יִם קָרָ֣א יַמִּ֑ים וַיַּ֥רְא אֱלֹהִ֖ים כִּי־טֹֽוב׃

וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֗ים תַּֽדְשֵׁ֤א הָאָ֙רֶץ֙ דֶּ֔שֶׁא עֵ֚שֶׂב מַזְרִ֣יעַ זֶ֔רַע עֵ֣ץ פְּרִ֞י עֹ֤שֶׂה פְּרִי֙ לְמִינֹ֔ו אֲשֶׁ֥ר זַרְעֹו־בֹ֖ו עַל־הָאָ֑רֶץ וַֽיְהִי־כֵֽן׃ וַתֹּוצֵ֨א הָאָ֜רֶץ דֶּ֠שֶׁא עֵ֣שֶׂב מַזְרִ֤יעַ זֶ֙רַע֙ לְמִינֵ֔הוּ וְעֵ֧ץ עֹֽשֶׂה־פְּרִ֛י אֲשֶׁ֥ר זַרְעֹו־בֹ֖ו לְמִינֵ֑הוּ וַיַּ֥רְא אֱלֹהִ֖ים כִּי־טֹֽוב׃ וַֽיְהִי־עֶ֥רֶב וַֽיְהִי־בֹ֖קֶר יֹ֥ום שְׁלִישִֽׁי׃

וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֗ים יְהִ֤י מְאֹרֹת֙ בִּרְקִ֣יעַ הַשָּׁמַ֔יִם לְהַבְדִּ֕יל בֵּ֥ין הַיֹּ֖ום וּבֵ֣ין הַלָּ֑יְלָה וְהָי֤וּ לְאֹתֹת֙ וּלְמֹ֣ועֲדִ֔ים וּלְיָמִ֖ים וְשָׁנִֽים׃ וְהָי֤וּ לִמְאֹורֹת֙ בִּרְקִ֣יעַ הַשָּׁמַ֔יִם לְהָאִ֖יר עַל־הָאָ֑רֶץ וַֽיְהִי־כֵֽן׃ וַיַּ֣עַשׂ אֱלֹהִ֔ים אֶת־שְׁנֵ֥י הַמְּאֹרֹ֖ת הַגְּדֹלִ֑ים אֶת־הַמָּאֹ֤ור הַגָּדֹל֙ לְמֶמְשֶׁ֣לֶת הַיֹּ֔ום וְאֶת־הַמָּאֹ֤ור הַקָּטֹן֙ לְמֶמְשֶׁ֣לֶת הַלַּ֔יְלָה וְאֵ֖ת הַכֹּוכָבִֽים׃ וַיִּתֵּ֥ן אֹתָ֛ם אֱלֹהִ֖ים בִּרְקִ֣יעַ הַשָּׁמָ֑יִם לְהָאִ֖יר עַל־הָאָֽרֶץ׃ וְלִמְשֹׁל֙ בַּיֹּ֣ום וּבַלַּ֔יְלָה וּֽלֲהַבְדִּ֔יל בֵּ֥ין הָאֹ֖ור וּבֵ֣ין הַחֹ֑שֶׁךְ וַיַּ֥רְא אֱלֹהִ֖ים כִּי־טֹֽוב׃ וַֽיְהִי־עֶ֥רֶב וַֽיְהִי־בֹ֖קֶר יֹ֥ום רְבִיעִֽי׃

וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֔ים יִשְׁרְצ֣וּ הַמַּ֔יִם שֶׁ֖רֶץ נֶ֣פֶשׁ חַיָּ֑ה וְעֹוף֙ יְעֹופֵ֣ף עַל־הָאָ֔רֶץ עַל־פְּנֵ֖י רְקִ֥יעַ הַשָּׁמָֽיִם׃ וַיִּבְרָ֣א אֱלֹהִ֔ים אֶת־הַתַּנִּינִ֖ם הַגְּדֹלִ֑ים וְאֵ֣ת כָּל־נֶ֣פֶשׁ הַֽחַיָּ֣ה׀ הָֽרֹמֶ֡שֶׂת אֲשֶׁר֩ שָׁרְצ֨וּ הַמַּ֜יִם לְמִֽינֵהֶ֗ם וְאֵ֨ת כָּל־עֹ֤וף כָּנָף֙ לְמִינֵ֔הוּ וַיַּ֥רְא אֱלֹהִ֖ים כִּי־טֹֽוב׃ וַיְבָ֧רֶךְ אֹתָ֛ם אֱלֹהִ֖ים לֵאמֹ֑ר פְּר֣וּ וּרְב֗וּ וּמִלְא֤וּ אֶת־הַמַּ֙יִם֙ בַּיַּמִּ֔ים וְהָעֹ֖וף יִ֥רֶב בָּאָֽרֶץ׃ וַֽיְהִי־עֶ֥רֶב וַֽיְהִי־בֹ֖קֶר יֹ֥ום חֲמִישִֽׁי׃ וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֗ים תֹּוצֵ֨א הָאָ֜רֶץ נֶ֤פֶשׁ חַיָּה֙ לְמִינָ֔הּ בְּהֵמָ֥ה וָרֶ֛מֶשׂ וְחַֽיְתֹו־אֶ֖רֶץ לְמִינָ֑הּ וַֽיְהִי־כֵֽן׃ וַיַּ֣עַשׂ אֱלֹהִים֩ אֶת־חַיַּ֨ת הָאָ֜רֶץ לְמִינָ֗הּ וְאֶת־הַבְּהֵמָה֙ לְמִינָ֔הּ וְאֵ֛ת כָּל־רֶ֥מֶשׂ הָֽאֲדָמָ֖ה לְמִינֵ֑הוּ וַיַּ֥רְא אֱלֹהִ֖ים כִּי־טֹֽוב׃

וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֔ים נַֽעֲשֶׂ֥ה אָדָ֛ם בְּצַלְמֵ֖נוּ כִּדְמוּתֵ֑נוּ וְיִרְדּוּ֩ בִדְגַ֨ת הַיָּ֜ם וּבְעֹ֣וף הַשָּׁמַ֗יִם וּבַבְּהֵמָה֙ וּבְכָל־הָאָ֔רֶץ וּבְכָל־הָרֶ֖מֶשׂ הָֽרֹמֵ֥שׂ עַל־הָאָֽרֶץ׃ וַיִּבְרָ֨א אֱלֹהִ֤ים׀ אֶת־הָֽאָדָם֙ בְּצַלְמֹ֔ו בְּצֶ֥לֶם אֱלֹהִ֖ים בָּרָ֣א אֹתֹ֑ו זָכָ֥ר וּנְקֵבָ֖ה בָּרָ֥א אֹתָֽם׃ וַיְבָ֣רֶךְ אֹתָם֮ אֱלֹהִים֒ וַיֹּ֨אמֶר לָהֶ֜ם אֱלֹהִ֗ים פְּר֥וּ וּרְב֛וּ וּמִלְא֥וּ אֶת־הָאָ֖רֶץ וְכִבְשֻׁ֑הָ וּרְד֞וּ בִּדְגַ֤ת הַיָּם֙ וּבְעֹ֣וף הַשָּׁמַ֔יִם וּבְכָל־חַיָּ֖ה הָֽרֹמֶ֥שֶׂת עַל־הָאָֽרֶץ׃ וַיֹּ֣אמֶר אֱלֹהִ֗ים הִנֵּה֩ נָתַ֨תִּי לָכֶ֜ם אֶת־כָּל־עֵ֣שֶׂב׀ זֹרֵ֣עַ זֶ֗רַע אֲשֶׁר֙ עַל־פְּנֵ֣י כָל־הָאָ֔רֶץ וְאֶת־כָּל־הָעֵ֛ץ אֲשֶׁר־בֹּ֥ו פְרִי־עֵ֖ץ זֹרֵ֣עַ זָ֑רַע לָכֶ֥ם יִֽהְיֶ֖ה לְאָכְלָֽה׃ וּֽלְכָל־חַיַּ֣ת הָ֠אָרֶץ וּלְכָל־עֹ֨וף הַשָּׁמַ֜יִם וּלְכֹ֣ל׀ רֹומֵ֣שׂ עַל־הָאָ֗רֶץ אֲשֶׁר־בֹּו֙ נֶ֣פֶשׁ חַיָּ֔ה אֶת־כָּל־יֶ֥רֶק עֵ֖שֶׂב לְאָכְלָ֑ה וַֽיְהִי־כֵֽן׃ וַיַּ֤רְא אֱלֹהִים֙ אֶת־כָּל־אֲשֶׁ֣ר עָשָׂ֔ה וְהִנֵּה־טֹ֖וב מְאֹ֑ד וַֽיְהִי־עֶ֥רֶב וַֽיְהִי־בֹ֖קֶר יֹ֥ום הַשִּׁשִּֽׁי׃

“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Rûhu suların üzerinde hareket ediyordu.

Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa ‘gündüz’, karanlığa ‘gece’ adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.

Tanrı, ‘Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın’ diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye ‘gök’ adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.

Tanrı, ‘Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün’ diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana ‘kara’, toplanan sulara ‘deniz’ adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.

Tanrı, ‘Yeryüzü bitkiler, tohum veren otlar, türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin’ diye buyurdu ve öyle oldu. Yeryüzü bitkiler, türüne göre tohum veren otlar, tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları yetiştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve üçüncü gün oluştu.

Tanrı şöyle buyurdu: ‘Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri mevsimleri, günleri, yılları göstersin.’ Ve öyle oldu. Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.

Tanrı, ‘Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun’ diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Tanrı, ‘Verimli olun, çoğalın, denizleri doldurun, yeryüzünde kuşlar çoğalsın’ diyerek onları kutsadı. Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu. Tanrı, ‘Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin’ diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü.

 Tanrı, ‘Kendi sûretimizde, kendimize benzer insan yaratalım’ dedi, ‘Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.’ Tanrı insanı kendi sûretinde yarattı, onu Tanrı’nın sûretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, ‘Verimli olun, çoğalın’ dedi, ‘Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere – soluk alıp veren bütün hayvanlara – yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.’ Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.” (6575)

     Tevrat’ın “Tekvin” bölümünün, konunun kaldığı yerden devam ettiği ikinci bâbının başında ise şöyle denilir:

וַיְכֻלּ֛וּ הַשָּׁמַ֥יִם וְהָאָ֖רֶץ וְכָל־צְבָאָֽם׃ וַיְכַ֤ל אֱלֹהִים֙ בַּיֹּ֣ום הַשְּׁבִיעִ֔י מְלַאכְתֹּ֖ו אֲשֶׁ֣ר עָשָׂ֑ה וַיִּשְׁבֹּת֙ בַּיֹּ֣ום הַשְּׁבִיעִ֔י מִכָּל־מְלַאכְתֹּ֖ו אֲשֶׁ֥ר עָשָֽׂה׃ וַיְבָ֤רֶךְ אֱלֹהִים֙ אֶת־יֹ֣ום הַשְּׁבִיעִ֔י וַיְקַדֵּ֖שׁ אֹתֹ֑ו כִּ֣י בֹ֤ו שָׁבַת֙ מִכָּל־מְלַאכְתֹּ֔ו אֲשֶׁר־בָּרָ֥א אֱלֹהִ֖ים לַעֲשֹֽׂות׃

“Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı, yarattığı bütün işi bitirip dinlendi.” (6576)

     Tevrat’taki bu âyetlerde, bitkiler ile ilgili olarak dikkatimizi çeken çok ilginç iki durum var:

     1 – Yeryüzündeki bitkilerin, otların ve meyve ağaçlarının üçüncü günde yaratıldığını öğreniyoruz. Bu çok ama çok garip bir anlatım, çünkü henüz Güneş ve Ay yaratılmamış. Güneş ve Ay bir sonraki gün, dördünce günde yaratılıyor. Yani Tevrat’a göre, yeryüzündeki bitkiler, otlar ve meyve ağaçları, henüz Güneş ve Ay yokken yaratılmış.

     Güneş ve Ay daha yokken Dünya var, hatta Dünya üzerindeki bitkiler ve ağaçlar da var. Güneş olmadan nasıl yaşamışlar, bilmiyoruz. Tuhaf bir anlatım hakikaten.

     2 – Bitkileri, otları ve meyve ağaçlarını Tanrı yaratmıyor, yeryüzü yaratıyor. Yeryüzü bu yaratımı Tanrı’nın emriyle gerçekleştiriyor. Tanrı’nın kendisi yaratmıyor bitkileri; yaratması için yeryüzüne emrediyor ve yeryüzü bitkileri yaratıyor.

     Yani yeryüzündeki bitkiler, otlar ve meyve ağaçları, bunlar Tanrı’nın yarattığı varlıklar değil. Bunlar toprağın yarattığı varlıklar. Tanrı “bunları yarat” diye yeryüzüne emrediyor, yeryüzü de bunları yaratıyor.

     Bu çok ama çok enteresan bir anlatım hakikaten.

     Bu anlatıma ilim sahibi Batılı Tevrat uzmanları da hayret etmişlerdir. Onların söylediğine göre; üçüncü gün sular çekilir ve tek bir dairesel kıtayı çevreleyen bir okyanus halkası oluşturur. (6577) Üçüncü günün sonunda Tanrı, ışıktan, göklerden, denizlerden ve yerden temel bir ortam yarattı. (6578) Kozmosun üç seviyesi, daha sonra yaratıldıkları sırayla – gökler, deniz, dünya – doldurulur. Tanrı ağaçları ve bitkileri yaratmaz, bunun yerine dünyaya onları üretmesini emreder. Altta yatan teolojik anlam, Tanrı’nın daha önce çorak olan toprağa bitki üretme yeteneği vermiş olduğu ve şimdi bunu onun emriyle yaptığıdır. Toprak (yeryüzü), daha sonra Tevrat’ta bulunan ve kutsallığa büyük vurgu yapan yasaları dört gözle bekliyor gibi görünüyor. (6579)

     İşin daha ilginç yönü, Tevrat’taki bu anlatıma benzer anlatımların, İslam’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de de bulunmasıdır. Kur’ân’da, Tevrat’taki anlatımla parelel olarak şu âyet vardır:

وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۚ وَالَّذ۪ي خَبُثَ لَا يَخْرُجُ اِلَّا نَكِدًاۜ كَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ۟

“Toprağı verimli güzel bir arazi, yağmuru görür görmez Rabb’inin izniyle gür ve bereketli ürünler verir. Çorak ve verimsiz toprak ise, ne kadar yağmur yağarsa yağsın, faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz. Biz, şükredecek bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz.” (6580)

     Bitkileri en ilginç ve çarpıcı şekilde anan kutsal kitap, Kürdistan’da ortaya çıkan, peygamberi Kürt (6581), kutsal kitabı Kürtçe (6582) olan Zerdüştîlik’in kutsal kitabı Avesta’dır. Zerdüştîlik inancında herşeyi hiçlikten yaratan Tanrı (Ahura Mazda), dünyayı düşünce yoluyla yaratmıştır. (6583) Ahura Mazda birinci ve sonuncu, yani başlangıç ve sondur. (6584)

     Zerdüştîlik’te yaratılış, dört devirden oluşan 12.000 yıllık bir zamanı kaplar: Bu devirlerden birincisi manevî yaratılış dönemidir. Bu ilk dönemde Tanrı (Ahura Mazda) melekleri, iyi rûhları ve canlıların ezelî rûhî suretlerini (fravaşi) yarattı. İkinci devrede varlıkları bedensel olarak yarattı. Bu dönemde Ahura Mazda, iyi düşünceyi (vohuman) ve aynı zamanda diğer beş meleği de yarattı. Ahura Mazda dünya yaratıklarından ilk önce gökyüzünü ve dünyanın ışığını yarattı, ikinci olarak suyu, üçüncü olarak yeri, dördüncü olarak bitkileri, beşinci olarak hayvanları, altıncı olarak da insanlığı yarattı. (6585)

     Zerdüştîlik’in kutsal metinleri “Bundhaişn” ve “Denkard”ın anlatımına göre, biz insanların ata/anası bir bitkidir.

     Tanrı’nın (Ahura Mazda) yarattığı ilk insan olan Jiyamırud (Giyamırud), cinsiyetsizdir. Yaratılışın üçüncü devresinde Angra Mainyu (Ehrimen, = Şeytan), Ahura Mazda (Tanrı, = Yehova, = Allah)’ın yarattığı güzel varlıklara müdahale eder. Kötü rûh hastalık, yıkım ve zararlı varlıkları yayar. O suları, yeryüzünü, bitkileri ve ateşi, ayrıca ilk insanı ve ilk boğayı öldürür. Angra Mainyu’nun hücûmuna uğrayan boğa sağ tarafa düşer, onun bedeninden ve âzâlarından bitkiler, tohumundan ise hayvanlar meydana gelir. (6586)

     İlk insan Jiyamırud (Giyamırud) ise sol tarafa düşer ve onun toprak tarafından alınan tohumunun bir parçasından Maşya ve Maşyana adlarında iki bitki filizlenir. Bu bitkiler 40 yıl bir bitki gibi büyüdükten sonra insana dönüşürler ve biri erkek biri dişi olmak üzere ilk insan çifti olurlar. (6587)

     Böylece ilk erkek ve ilk kadın bu şekilde yaratılır. İlk erkeğin adı Maşya, ilk kadının adı Maşyana’dır. Bütün insanlığın atası ve anasıdırlar. Bunların birleşiminden insan soyu çoğalmaya başlamıştır. (6588)

     Zerdüştîlik’in kutsal metinleri “Bundhaişn” ve “Denkard”ın bu anlatımına göre, biz insanların ata/anası bir bitkidir. Yani biz önce bitki olarak hayata başladık, sonra insana dönüştük. (Burdan hemen “evrim teorisi”ne teolojik destek yoluna gitme fırsatçılığına gidilmemelidir. Bitkinin insana dönüşmesi 40 yıl sonra ve aniden oluyor, öyle milyonlarca yıllık yavaş değişimler sonucu değil.)

     Müslüman okurlarım belki Zerdüştîlik’teki bu inancı yadırgayacaklardır ama, bu inancı destekleyen ifadelerin (âyetin) bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de de olduğunu söylersem, ne derler acaba? Buyurun bu âyet Kur’ân’dan:

وَاللّٰهُ اَنْبَتَكُمْ مِنَ الْاَرْضِ نَبَاتاًۙ ﴿﴾ ثُمَّ يُع۪يدُكُمْ ف۪يهَا وَيُخْرِجُكُمْ اِخْرَاجاً

“Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.” (6589)

     Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyette, Allah’ın bizi bir bitki olarak yarattığı ve öldükten sonra dirilmeden önce tekrardan bitki olup öylece dirileceğimiz söyleniyor. Kur’ân’daki bu ifadeler, Zerdüştî inancını tereddütsüz biçimde desteklemektedir.

     İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav) de bir hadis-i şerifinde, ilk insan Hz. Âdem (as)’in yaratılışı için hazırlanan çamurdan bir de hurma ağacının yaratıldığını ve bu sebeple de hurmanın insanın halası olduğunu buyurmaktadır. (6590)

     Yine Kur’ân’daki başka bir âyette de ağaçların Allah’a secde ettiği belirtilmektedir. (6591)

     Kur’ân, insanlar ile canlılar, bitkiler ve doğa arasında etik bir boyut oluşturmaktadır. Etrafımızdaki âlem O’nun (cc) âyetleri olduğu gibi, bu âyetlerin üzerine iyice düşünmek, onlardaki incelikleri kavrayarak Allah’ı zikretmek ve O’na hamdetmek, bu nimetlerle olan ilişkilerimizi tanzim etmek de bir “kulluk” sorumluluğu olarak karşımıza çıkmaktadır. (6592) Bilmemiz gereken ilk şey, tabiatın cansız değil, canlı olduğu ve bir yaşama sahip bulunduğudur. (6593) Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm, Allah-û Teâlâ’nın kâinatla konuştuğunu, bizim cansız gözüyle baktığımız pekçok varlığı (toprak, bulutlar, sıradağlar, nehirler, denizler vs.) canlı varlıklar gibi muhatab aldığını belirtmektedir. Allah onlara “İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin” der, onlar da Allah’a “Lebbeyk” diyerek karşılık verir ve “Gönüllü olarak geldik” derler. (6594)

     Zerdüştîlik inancında, insanların ata/anasının bir bitki olduğunu gördük. Dünyaca ünlü Fars bilgin, astronom, haritacı, tarihçi, filozof, hekim ve hezarfen Birunî ya da tam adıyla Ebû Reyhan Muhammed bin Ahmed el- Birunî (973 – 1048), bu bitkinin ribas olduğunu söyler. (6595) Ortaçağ İslam dünyasının en meşhur dînler tarihçisi olan Kürt âlim Şehristanî ya da tam adıyla Bavê Feth Taceddîn Muhammed kurê Abdulkerîm kurê Ahmed eş- Şehristanî (1086 – 1153) de aynı görüştedir, bu bitkinin ribas olduğunu söyler. (6596)

     Ribas, Kürtçe’de “kenger” dediğimiz bitkidir, Kürtçe ismi böyledir. “İnsanın kökeni” veya “ilk insanlar” olan bu bitkinin Latince adı, Kürtler’in tarihsel ismini hatırlatırcasına “Carduus / Karduus” şeklinde. İnsanın kökeni (ata/anası) olan bu bitkiye neden Kürtler’in ismi veriliyor? Bitmedi: Ayrıca uygarlık tarihini başlatan Sümer (Kenger) Uygarlığı (takribî M. Ö. 4500 – M. Ö. 1900), kendilerine hiçbir zaman “Sümer” demediler. “Sümer”, onlara Akkadlılar tarafından verilen isimdi. Sümerliler kendilerine “Keng / Kenger” diyorlardı. Bugün bu isim Doğu Kürdistan’daki Kirmanşah’ın Artemis (Anahitta) Tapınağı’yla ünlü Kengewer şehrinin isminde yaşıyor. (6597)

     Zerdüştîlik inancında ilk insanın (Jiyamırud) cinsiyetsiz olması, sonra ölümüyle aynı anda yeşeren ve biri eril biri dişil iki bitkinin iki insana dönüşmesi, insan türünün bir erkek (Maşya) ve bir kadın (Maşyana) ile dünyadaki yaşama başlaması, yani erkek ve kadının aynı anda ve aynı şekilde yaratılması, demek ki o kadar da basit bir ayrıntı değilmiş ki, diğer dînlerin aksine Zerdüştîlik’te ataerkil (erkekegemen) hiçbir vurguya rastlamak mümkün değildir, bu dînde kadın aşağılanmaz ve tam bir kadın – erkek eşitliği vardır.

     Yerli Filipin halk dînleri, Filipinler’deki çeşitli etnik grupların farklı yerli dînleridir ve çoğu Animizm doğrultusunda inanç sistemlerini takip eder. Genel olarak bu yerli halk dînlerine Anitizm (Tanrı’nın adı olan Anitu’dan dolayı) veya Bathalizm veya daha modern ve daha az Tagalog merkezli Dayavizm denir. (6598)

     Filipin yerli halklarından Bisaya halkının inancına göre, ilk insanlar bambu ağacından yaratılmışlardır: Kutsal bir yırtıcı kuş, inecek bir yer bulabilmek için gökyüzünü ve denizi birbirleriyle savaşmaya teşvik etti ve böylece yırtıcı kuş, konduğu adaları yarattı. Kaptan ve Magauayan (veya Maguayan) adlı Tanrılar, savaştan bıkmışlardı. Büyük kuş Manaul savaşan Tanrılar’ın üzerine kayalar düşürene kadar çağlar boyunca birbirleriyle savaşıyorlardı. Kaptan’ın oğlu Rüzgâr Tanrısı Lihangin ile Maguayan’ın kızı Deniz Tanrıçası Lidagat evlenip çocuk sahibi oldular. Likalibutan liderliğindeki bu Tanrılar’dan üçü, Kaptan’a karşı bir ayaklanma gerçekleştirerek Yüce Tanrı’yı kızdırdı. Kardeşlerini arayan Lisuga da yanlışlıkla Kaptan tarafından vuruldu. Kaptan ve Maguayan’ın dört torunu da öldü. Kaptan, Maguayan’ı darbeyle suçladı, ancak daha sonra sakinleşti ve iki Tanrı torunlarını üzdü. Liadlao’nun bedeni Güneş oldu, Libulan’ın bedeni Ay oldu, Lisuga’nın bedeni yıldızlar oldu ve kötü Likalibutan’ın bedeni Dünya oldu ve ışığı yoktu. Çok geçmeden bir bambu ağacı büyüdü, buradan ilk erkek Sıkalak ve ilk kadın Sikabay çıktı. (6599)

     Eski İskandinavya inancına göre de, ilk insan çifti, sahilde yanyana duran iki ağaçtan yaratılmışlardır. Eski Vikingler’in dînî inancına göre, Dünya yaratılmadan önce sadece Ginnungagap adı verilen bir uçurum vardı. Tanrılar’ın ve devlerin soyu Ginnungagap içerisinde üremeye başlamıştı (6600) (= Ginnungagap’ı Mısır mitolojisindeki Nun, Yunan mitolojisindeki Kaos olarak da görebiliriz).  Bu iki ırkın birleşiminden ise üç büyük Tanrı doğdu: Odin, Vili ve . (6601) Bütün Tanrılar ve devler Odin’in bu zamana kadar doğmuş en güçlü canlı olduğunu anladılar ve O’na saygı gösterdiler. O geleceğin, geçmişin ve insanların babası idi. (6602) Midgard’da bir sabah Odin ile kardeşleri Hoenir ve Lodur, deniz kıyısında dolaşmaya çıktılar. Sahilde yanyana duran iki ağaç ile karşılaştıklarında bu ağaçları ilk insanlara dönüştürmeyi karar verdiler. (6603) Erkeğin ismi Ask veya Askr (= bizdeki Âdem), kadınınki ise Embla (= bizdeki Havva) idi. (6604) Lodur onlara fiziksel güzellikleri, Hoenir hareket yeteneğini, Odin ise duyguları verdi. Sonunda Ask ve Embla birleşerek insan ırkını oluşturdular ve önlerindeki yolda ilerlemeye başladılar. Ancak Odin onların kaderini o anda yazmıştı. Bütün insan ırkı devlerle yapılacak son savaşta Ragnarök’te Odin’in yanında savaşacak ve yok olacaktı. İnsanın yaratıldığı esnada devler çoğalarak Ymir’in öcünü almak için and içiyor ve kendilerini intikam duyguları ile besliyordu. (6605)

     Anglo – Sakson Paganizmi ya da Anglo – Sakson Heatenizmi, Kuzeybatı Avrupa’nın ve Britanya Adası’nın Hristiyanlık öncesi, 5. – 8. yy’lar arasındaki eski inançlarını ve dînî uygulamalarını ifade eder. Britanya’daki Anglo – Saksonlar’ın, Cermen kollektif halklarının Hristiyanlık öncesi çoktanrılı dînini tanımlar. Dînî çalışmalarda, bir bütün olarak Cermen dîninin bir bileşeni ve özellikle ana kıtadaki Güney Cermen dîninin bir parçası olarak sınıflandırılır. (6606) 10. yy’a ait “Dokuz Bitki Tılsımı”, daha önceki bir pagan kozmolojik inancına atıfta bulunabilecek yedi dünyadan bahseder. (6607) Kadere karşılık gelen kavramları “wyrd” idi, (6608) Her ne kadar böyle bir inancın varlığına doğrudan tanıklık edecek hiçbir kanıtımız olmasa da, Anglo – Saksonlar’ın kozmolojik bir dünya ağacına inanmış olma olasılığı hayli yüksek görülmüştür. (6609) Bazı bilim insanlarının iddiâ ettiği gibi, “dünya ağacı” kavramının ortak bir Hind – Avrupa kökünden türetilmiş olabileceği durumu sözkonusuysa, bu fikir desteklenebilir. (6610)

     Afrika ülkesi Kenya’daki Kikuyu inancına göre; Tanrı Ngai (Tanrı, = Allah, = Yehova, = Ahura Mazda, = Ezda) ilk olarak Kenya’daki Kikuyu topluluklarını yarattı ve onlara yaşam için gerekli tüm kaynakları sağladı: Toprak, yağmur, bitkiler ve hayvanlar. Zaten Kikuyu topraklarına “Nyũmba ya Mũmbi” denir ve bu ifade onların dilinde “Yaratıcı’nın Evi” anlamına gelir. (6611) Ngai görülemez; ancak Güneş’te, Ay’da, yıldızlarda, kuyrukluyıldızlarda ve göktaşlarında, gökgürültüsünde ve şimşekte, yağmurda, gökkuşaklarında ve büyük incir ağaçlarında tezahür eder. Ngai’ye yapılan tüm kurbanlar bir çınar ağacının (Kikuyu dilinde “mũkũyũ”) altında gerçekleştirilir ve eğer mevcut değilse bir incir ağacı (Kikuyu dilinde “mũgumo”) kullanılır. Zeytin ağacı (Kikuyu dilinde “mũtamaiyũ”) kadınlar için kutsal bir ağaçtır. (6612)

     Nijerya’daki Efik inancına göre, Tanrı Abasi (Tanrı, = Allah, = Yehova, = Ahura Mazda, = Ezda), ilk insanları mısır başaklarından yaratmıştı. Tanrıça Atai, insanların yeryüzünde yaşamasına izin vermesini istedi. Abasi bu isteği kabul etti ve yarattığı bu ilk insanlara “Yeryüzü sizin evinizdir; burada dilediğiniz gibi ve dilediğiniz kadar yaşayabilirsiniz” dedi. İnsanlar ölümsüz yaratılmıştı; ölüm yoktu. Sonuza kadar yaşayacaktılar. (6613)

     Ama Abasi insanı “akıllı varlık” olarak yarattığı için, yarattığı bu canlıdan çekincesi vardı; onların kendisini aşacağından korkuyordu. Bu yüzden onlara iki tane yasak koydu:

     “1 – Asla çalışmayacaksınız. Çünkü gıda ihtiyaçlarınız size bizim tarafımızdan hazır olarak sunulacaktır.

     2 – Asla cinsel birleşme yoluna gitmeyecek, seks yapmayacak ve üremeyeceksiniz. Sadece ikiniz yaşayacaksınız ve kesinlikle çoğalmayacaksınız.” (6614)

     Sonra onlara bir de kural koydu: “Yemek zili her çaldığında Cennet’e dönecek ve burada yemeğinizi yiyip tekrar Dünya’ya döneceksiniz.” (6615)

     İnsanlar bu kuralları kabul etti ve bir süre için herşey yolunda gitti. Fakat zaman geçtikçe, kadın toprağa tohum ekmeye ve meyve – sebze yetiştirmeye başladı, onlardan yemek pişirdi. Kocası da karısının yaptığı yemeklerin Tanrı Abasi’nin onlara verdiği yemekten daha lezzetli olduğunu kabul etti. Çok geçmeden ikinci yasağı da çiğnediler. Yaptığı lezzetli yemeklerle kocasının kalbinde taht kuran kadına adam cinsel arzu da duymaya başladı. Ve yatağa girip birleştiler. (6616)

     Tanrı Abasi ve Tanrıça Atai bu duruma çok kızdılar. Onları cezalandırmak için dünyaya hastalık ve ölüm gönderdiler. Böylece insan, ölümsüz bir canlı olma özelliğini yitirdi ve artık ölümlü bir beşer oldu. (6617)

     Senegal’de yaşayan çok ilginç bir halk olan Serer halkının dînî inançları da kendileri gibi ilginçtir. Sererler’in, kendilerine ait bir dîni vardır ve bu dîne Afat Roog veya kısaca Roog denir. “Afat” kelimesi Sererce’de “Yol” demekken, “Roog” kelimesi de “Tanrı” anlamına gelir. Yani dînin adı olan “Afat Roog”, kendi dillerinde “Tanrı Yolu” demek. (6618) Roog, aynı zamanda bu dînde Tanrı’nın adıdır. Bu isim Cangin dillerinde “Roog”, “Koox” (veya “Kooh”), “Kopé Tiatie Cac” ve “Kokh Kox” olarak da telaffuz edilir. (6619)

     Serer halkının “yaratılış hikâyesi”, Roog (Tanrı, = Allah, = Yehova, = Ahura Mazda, = Ezda) tarafından Dünya gezegeninde yaratılan ilk ağaçlarla karmaşık bir şekilde bağlantılıdır. Dünya’nın oluşumu bir bataklıkla başladı. Dünya, ilk üç dünyanın yaratılmasından çok sonrasına kadar oluşmadı. Yeraltı dünyasının suları, yüksek dünya (yani Güneş, Ay ve yıldızlar) ve dünyayı içeren hava. Roog, evrenin ve içindeki her şeyin yaratıcısı ve şekillendiricisidir. Yaratılış, efsanevî bir kozmik yumurtaya ve kaos ilkelerine dayanmaktadır. Hikâyenin biraz farklı versiyonları var. Ancak farklılıklardan çok benzerlikler vardır ve farklılıklar Serer yaratılış kısssasının daha iyi anlaşılmasında birbirini tamamlar. (6620)

     Bu “üç dünya” (gökteki dünya, havadaki dünya ve yeraltı dünyası), Yüce Tanrı Roog tarafından düşünce, konuşma ve eylem yoluyla yaratılan ilk ilkel dünyalardı. Dünya gezegeni, bu dünyaların yaratılmasından çok sonraya kadar henüz yaratılmamıştı. Tartışmalı noktalar, Serer toplumunda aşağıdaki ana kutsal ağaçlardan hangisinin sadece ilk değil, aynı zamanda Dünya gezegenindeki ilkel bataklıkta da büyüdüğü:

     1 – Saas (veya Sas) → Botanikteki bilimsel adı Acacia albida olan ağaç (6621)

     2 – Nquƭ (veya Ngud ya da NGuƭ) → Botanikteki bilimsel adı Guiera senegalensis olan ağaç (6622)

     3 – SombBotanikteki bilimsel adı Prosopis africana olan ağaç (6623)

     4 – Nqaul (veya Ngaul ya da NGawal) → Botanikteki bilimsel adı Mitragyna inermis olan ağaç (6624)

     5 – MbosBotanikteki bilimsel adı Gardenya ternifolia olan ağaç (6625)

     Bu ağaçların önemi, Dünya’nın oluşumu için çok önemlidir. Fakat ilk ağaç olmak, mutlaka Dünya’daki ilk canlı olmak anlamına gelmez. Yaratılış kıssasında çakal, sırtlan, yılan ve devekuşu gibi hayvanlar, yaratılış anlatısında belirgin bir şekilde yer alır. Bazı anlatılarda ağaçlar ve hayvanlar meşrûiyetlerini haklı çıkarmak için birleşirler. Bu efsanevî hayvanlar, Serer halkının hayvanlara ve genel olarak doğaya ilişkin duyarlılık sahibi dünyevî görüşlerinde kutsal ve totemler olarak görülebilir. Serer yaratılış kıssasındaki ağaçların önemi, ne Yüce Tanrı’nın ikametgâhı anlamına gelir ne de Şeytan’ın ikamet ettiği yer anlamına. Onlar kutsanmış ataların rûhlarının (pangool) barınma yerleridir. Serer dîninde ağaç kültü semboliktir. (6626) Dişil (kadınsı) dünya, evrenin ve ilk insanların yaratılış sürecinde de çok önemli bir rol oynadı. (6627) Bu, Serer’in güzellik felsefesi ve Serer dînsel sembolizminde bulunan Serer sayıları ile bağlantılıdır. (6628) 3 numara dişil dünyayı, 4 numara eril dünyayı ve 7 numara (3 + 4) Sererler’in günlük yaşamlarında ve kendilerini içinde buldukları ortamda ulaşmaya çalıştıkları denge ve mükemmelliği temsil eder. (6629)

     Serer’in denge ve mükemmellik kavramı, daha yüksek rûhsal düzenin yaratılışını gösterir ve kaos motifine karşılık gelir. Yaratılış, erkek ve dişi ilkelerin birliğiydi. Yüce aşkın ilke varlığı olan Roog, androjen bir baba ve annenin somutlaşmışı haline geldi. Bununla birlikte, ilahî olanın modern insan ataları, ilk olarak bir dişi olmak üzere, “noo tiig tew” (dişi rahminden) olan yüce varlığın dişi bileşeninden gelmektedir. Bu inanç, Serer kadim kültüründe mutlak gerçeği temsil eder. (6630)

     Yine kaosa dayanan büyük bir yaratılış hikâyesi, başlangıçta bir dizi patlama (= Big Bang) olduğunu söyler. Ancak ağaçların ve hayvanların ilk yaratılanlar olduğu şeklindeki kabul gören görüşle hemen hemen aynı fikirdedir. Patlama ilk olarak bitkiler âleminde ortaya çıktı ve bu anlatıma göre dünyadaki tüm bitki türlerinin tohumlarının gövdesinden çıkıp Dünya gezegenini yaşamla kapladığı ilk somb ağacı patladı. (6631)

     Evrenin doğuşu, iki ana Serer kaynağında da bulunur: “A nax” ve “A leep”. İlki kısa bir anlatım iken, ikincisi daha gelişmiş bir içeriğe sahiptir. (6632) “A nax”a göre, Tanrı Roog tarafından söylenen ilk ilahî sözler şunlardı: “Su, hava, dünya.” (6633)

     Dünya gezegeninin yaratılması, “nqaul” (Mitragyna inermis) ağacı kıssasına dayanmaktadır. Bu kıssada, Dünya’nın oluşumu bir bataklık tarafından başlatılmıştır. Bataklıklar Serer kültürü ve geleneklerinin ayrılmaz bir parçasıdır ve bunun “nqaul” ile paralellikleri vardır. Serer köylerinin, kasabalarının, evlerinin kuruluşu birçok durumda bugün bile bir bataklıkla başlamıştır. (6634) Nqaul, Sererler’in tarihinde de önemlidir. Yağışların bol olduğu bir dönemde, eski Serer köylerinin ve kasabalarının kurucuları, ilk yağmurlar sele yol açtığında genellikle şaşırırlardı. Kalibre edilmiş arkeolojik tarihleme göstermiştir ki, yakınlarına yerleşmek için seçtikleri yerlerin birçoğu sürülere uygundur. (6635) Serer geleneği, bir keresinde, selin ciddi hasara yol açtığını ve birçok insanın evlerini, ekinlerini ve yetiştirdikleri yiyecekleri kaybetmesine neden olduğunu belirtir. Hasarın ardından kaçan şahıslar, hasarı tespit etmek için geri döndüler ve birbirlerini teselli ettiler ve eski bir efsaneyi, nqaul efsanesini hatırladılar: “Ko adoox a adax nqaul.” (Nqaulun başlangıcı gibi başlıyorsunuz.) (6636)

     Serer anlatısına göre, bu ilk adacık statik değil, Dünya’nın ekseni etrafında dönen bir girdap tarafından canlandırılmıştır. Sererler, Dünya’nın eksenini ve girdabını geometrik bir diyagramda sembolize edebildiler. Serer kozmolojisinde, diyagram, dönme hareketini temsil eden iki çapraz çizgiyi ve dünyanın eksenini temsil eden kesişme noktalarını gösterir. Çizgilerden biri doğudan batıya, diğeri kuzeyden güneye uzanan ekseni gösteriyor. Tanrı Roog uzayda dönerken, hızlı hareketleri ilk yarattığı ilkel dünyayla genişledi. Tanrı’nın hareketi kozmosun eksenini de etkiledi. Yaydığı yaşamsal enerjiler spiral bir hareketle dönerek gökcisimlerini yarattı. (6637)

     İlk hayvanların yaratılışıyla ilgili iki ana değişken versiyon vardır. Her iki versiyonda da, çakalın dünyadaki ilk hayvan olduğuna inanılıyor. (6638) Yorumda farklılıklar olsa da, bunlar çakalın Serer mitolojisindeki öneminin daha geniş anlaşılmasında belirli noktalarda birleşiyor. Bir anlatıda ondan ismiyle bahsedilmez, sadece ona atıfta bulunulur. Çünkü daha önce Tanrı’nın yasalarına itaat etmediği için gözden düşürülmüştür. (6639)

     Orijinal hayvanların yaratılışı, “Ormanın köpeği” (çakal) anlamına gelen “Boxo-koƥ” kıssasından gelir. (6640)

     “Ngam Jam, O Yas Jam” (Huzur İçinde Yağmur, Huzurlu Yaşam) anlatısı, Dünya gezegeninde ilk kez yağmurun (yaşamın özü) ortaya çıktığını anlatır. Bu kıssa, olayı kaotik bir şekilde anlatmaktadır. (6641) Bu anlatıya göre, ilk olay Tanrı Roog tarafından göklerin açılmasıydı. Gökler açıldığında, gökyüzü ağır ve gölgeli bulutlarla tehdit edildi. Düz bir çizgide meydana gelen kasırga, yolundaki her şeyi süpürdü, bulutlarda gök gürültüsü getirdi. Parlak şimşek karanlığı aydınlattı ve ilk önce rüzgârın estiği göklerin suları düzenli, canlandırıcı ve besleyici yağışlara dönüşmeden önce her yöne sıçradı. (6642)

     “Ngam Jam, O Yas Jam” (Huzur İçinde Yağmur, Huzurlu Yaşam) anlatısının adı Serer toplumunda adetâ atasözü olmuştur. Serer çiftçilerinin ilk yağmurda ağızlarından çıkan ilk kelimelerdir. Sererler’in birbirlerine mutlu yıllar dileme şekli de budur. Bu bir ifade olduğu kadar, dînî bir dûâdır da. Mevsimin ilk yağmuru, aşkın güç ile insanlık arasında bir anlaşmadır. Bu, uzun süredir anlaşmaya saygı duyan bu vesayet gücü tarafından aktarılmaya devam eden bir yaşam işaretidir. Gelenek, ilk yağmurun rutubetli toprağında ilk üç adımın, Tabiât Ana ile bağ kurmak için çıplak ayakla atılmasını emreder. Ailenin babasına veya annesine, bütün ailenin içmesi için ilk yağmurun suyundan bir su kabağı verilir. Bu su kutsaldır ve yağışlı mevsimde meydana gelebilecek tüm talihsizliklerden onları koruyacak kutsal su olarak kabul edilir. Saas ağacının altına, ağaca değen suyu toplamak için kaplar yerleştirilir. Bu su, bir koruma işareti olarak banyo yapmak için de kullanılır. (6643)

     Tanrı (Roog), ilk insanları düşünce yoluyla yarattı. İnsanı bir dişi ve bir erkek olarak yaratmayı planladı. Roog, ilahî plasenta içinde eşleştirilmiş erkek ve kadının hamileliğini işaret eden bir gebelik aşamasından geçti. Anne doğası gereği Roog, doğumda olduğu gibi ilk kadın insanı ve ilk erkek insanı yarattı. (6644)

     Tanrı tarafından yaratılan ilk insan, Yaab adında bir kadındır. İkinci insan da Yob (veya Yop) adında bir erkektir. (6645)

     Serer inancına göre Tanrı önce kadını, sonra erkeği yaratıyor. Zaten bu dînde Tanrı’nın kendisi de dişi ve öğretileri tamamen anaerkil.

     Yaab ve Yob, anlatıya göre Dünya’yı dolaşan ilk insanlardı. Bugün Senegal’de Yaboyabo (Yaabo-Yabo) adında bir köy var. Atlas Okyanusu kıyısındaki Thies ilinin Séssène ilçesine bağlı bir köy. Başkent Dakar’a takriben 100 km mesafede. Köyde 2000’e yakın kişi yaşar. Kutsal bir köydür. Adını ilk insanlar olan bu çiftten alıyor. (6646)

     Yaboyabo köyünde bulunan geminin eski bir kalıntı olduğuna inanılıyor. Tanrı tarafından yaratılan ilk insanlar olan Yaab ve Yob’un, yeryüzüne inmek için Gök Cenneti’nden ayrıldıklarında bu gemiye bindikleri söylenir. Bu kalıntının, Serer dînindeki kutsal köy Yaboyabo’nun vesayeti altında olduğuna inanılıyor. Dînî açıdan büyük önem taşıyan kutsal Serer emanetlerinden biridir. Gemi kalıntısı, iyi saygı duyulduğu için bozulmadan günümüze kadar gelmiş ve varlığını sürdürmektedir. (6647)

     Sererler’in dîni Afat Roog’daki ilk insanlar kıssasına devam edelim: Yaab ve Yob birleşip çoğaldılar. Çocukları oldu; çocuklarının da çocukları.

     Başlangıçta dünyadaki tüm hayvanlar, insanlarla ve ağaçlarla uyum içinde yaşıyordu. Bununla birlikte, Dünya’nın bu barışçıl yerleşimi, aslanlardan birinin bir kızı hamile bırakmasıyla, yarı insan yarı canavar olan bir maymunu doğurmasıyla aniden sona erdi. Bu uzak geçmişin erkek toplumu öfkeliydi ve suçluyu belirlemek için tüm hayvanları mahkemeye çağırdı. Bu adamlardan alacağı cezadan korkan aslan, bir köpek onu suçlu olarak gösterene kadar kendisini eylemden sorumlu olarak tanımlamayı reddetti. İnsan nüfûsu ile insan olmayan hayvanlar ve ağaçlar arasında bir savaş çıktı. İnsanlar galip geldi ve insanın arkadaşı olan köpek dışında hayvanları çalılıklara sürdüler. (6648)

     Ancak “A leep”teki bu anlatının gösterdiği gibi, kriz burada bitmedi: Sonra bütün varlıklar arasında bir çatışma çıktı. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar birbirlerini öldürüyorlardı. Tanrı (Roog) müdahale etti ve hepsini cezalandırdı. Başlangıçta dev olan erkeklerin boyunu küçülttü. Ağaçları kör ve dilsiz yaptı, ama onları sağır etmedi. Bu yüzden ağaçlar artık görmezler, hareket etmezler, konuşmazlar ama duyarlar. Roog hayvanları çıldırttı. En küçük hayvanlar Roog’a direndi. Ama insanın rûhu en zeki olanıydı. Rûhu vasıtasıyla bütün bu varlıklara hükmetti. (6649)

     İnsanların, hayvanların ve bitkilerin birbirine karşı savaştığı Dünya gezegenindeki bu ilk krizden sonra, Tanrı (Roog) müdahale etti ve hepsini cezalandırdı. Tanrı dünyayı yeni temeller üzerinde örgütledi. Bu yeniden yapılanma ikinci bir yaratılış değildi, ancak Evren ve özellikle Dünya üzerinde derin etkileri olacaktı. Tanrı Roog güçlerini gösterdi ve göstermeye devam edecek. “Roog tek Rab’dir” (= İslam’daki “Lâ ilahe illallah” lafzı – İ. S.) ve “Hepimiz Roog’dan geldik ve tekrar O’na döneceğiz” (= İslam’daki “İnna lillah we inna ileyhi râciun” âyeti – İ. S.) gibi Serer dînî ifadeleri, milletlerin ve insanlığın kaderinde olduğu gibi, hayatın olaylarına ilahî müdahalenin vicdan kararının örnekleridir. (6650)

     Ağaçlar hareketsiz bırakıldıkları için bu cezalandırmadan en çok etkilenenler olsa da, haksızlık ve adaletsizlik olmasın diye ağaçlara hayat iksiri, iyileştirme yeteneği, belirli rûhsal varlıklara evsahipliği yapma ve insanları hatta rûhları duyma yeteneği gibi özel statüler verildi. Serer toplumunda saygı nesnesidirler. Ağaçlara büyük saygı gösterir ve ağaçlandırmaya büyük önem verirler. Serer ülkesinde “ormansızlaşma” neredeyse hiç duyulmamıştır. (6651)

     Hayvanlar da Tanrı Roog’un kararından ciddi şekilde etkilendiler. Vahşi ve çılgın hale getirilmiş olsalar da, insanlarla ilişkileri sonsuza dek değişecek olsa da, içgüdülerini hâlâ koruyorlar. Bazıları insanların evcil hayvanı oldu, bazıları ise insan yerleşiminden uzakta özgürlüklerini korudu. Bu ayrılığa rağmen, Serer inancında hayvanlara büyük saygı duyulur ve Serer akidesinin bir parçasını oluştururlar. (6652)

     Bu cezalandırmadan en az etkilenen insanlardı. Kaybettikleri tek şey orijinal boyutları ve yaşam süreleriydi. İlk insanlar dev olmalarının yanısıra, şimdikinden daha büyük gözlere ve daha büyük kemiklere sahip idiler. Tanrı Roog insan rûhuna dokunmadı. Bunun yerine, zihinlerini geliştirmelerine ve kendi eserlerini Dünya’da sergilemelerine izin verdi. (6653)

     Evet… Sererler’in dîni olan Afat Roog inancında yaratılış, evren, dünya, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratılışı, ilk münasebetleri ve yeryüzündeki yaşamın başlaması bu şekilde.

     Sadece etkileyici anlatımıyla insanı büyülemiyor, aynı zamanda doğaya ve ekolojiye son derece saygılı ve duyarlı, artı kadını hep yücelten, kadını daima erkekten üstün tutan düşünyapısıyla da bence büyük bir takdiri hakkediyor. Fakat asıl önemli nokta, yüzlerce hatta binlerce yıl öncesine ait bu anlatımlarının günümüz modern bilimsel bulgu ve kabullerle uyumlu olması.

     Binlerce yıl öncesine ait bu Serer dînî anlatımlarının, günümüz modern bilimine, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji ve nesnel Tarih’le uyumlu olması, insanı hakikaten hayret ve taaccüb içinde bıraktırıyor:

     – Evren’in büyük bir patlama ile oluştuğunu söylüyor. Bilimin “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisi ise henüz 100 yaşında.

     – Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve hatta kendi ekseni etrafında döndüğünü söylüyor. Bundan 1000 yıl sonra bile Avrupa’da bunu söyleyenler giyotinle idam ediliyordu.

     – Yaşamın fıtrat olarak anaerkil (kadınegemen) olduğunu savunuyor. Antik uygarlıklar da böyle inanıyorlardı ki böyledir de. Bu ise, bizim “semavî dînler” mensuplarının (Yahudîler, Hristiyanlar ve Müslümanlar) bir türlü anlamadıkları, anlamak istemedikleri hakikattir.

     – Ağaçların insanlarla konuşamadığını ama herşeyi duyduklarını söylüyor. Bilim ağaçlarla ilgili bu gerçeği henüz yeni keşfetti.

     – İnsanların eskiden dev boyutta olduklarını söylüyor. Bu da yeni yeni çözülmeye başlanan Sümer yazıtlarında bahsi geçen ve insanların yeni tanıştığı Anunnakiler’i işaret ediyor.

     – İslam dînindeki “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) ve “İnna lillah we inna ileyhi râciun” (Hepimiz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz) lafızlarını O’ndan çok önce Afat Roog dîni söylemiş.

     İlk beş maddede zikrettiğimiz hususları, ellerinde bilimsel imkânlar olmadan söylemişler. Ellerinde ABD ve Avrupa’daki teleskoplar, mikroskoplar, laboratuarlar yok. Buna rağmen bunları seslendirmişler. Son maddede zikrettiğimiz hususu ise, önlerinde vahiy olmadan söylemişler. Ellerinde Ortadoğu’daki kutsal kitaplar yok, peygamberler yok. Buna rağmen bunları söylemişler.

     Ve şunu da dikkatlerden kaçırmayalım lütfen: Bu insanlar dînlerin beşiği olan Kürdistan, İsrail ve Arabistan’da değil, uygarlıkların beşiği olan Mezopotamya, İran ve Mısır’da değil, Batı Afrika’nın en uç noktasında, Sahra bölgesinde yaşıyorlar ve bunları binlerce yıl önce orada söylemişler.

     Orta Amerika’da, beyaz işgal öncesi bugünkü Guatemala ve Belize ülkelerinin tamamını, Meksika’nın güneydoğusunu, Honduras’ın batısını ve El Salvador’un kuzeybatısını kapsayan topraklarda, Karibik Denizi, Meksika Körfezi ve Büyük Okyanus (Pasifik) arasında kurulmuş olan Maya Uygarlığı (M. Ö. 2600 – M. S. 1697)’nın dînî inancına göre, ilk insanlar mısır bitkisinden yaratılmıştır. Bu da, Afrika ülkesi Nijerya’daki Efik inancıyla aynıdır.

     Mayalar’ın kutsal kitapları “Popol Vuh” ve “Çilam Balam”da, “yaratılış” şu şekilde anlatılır:

     “Başlangıçta sonsuz karanlığın içinde yalnızca yukarıda gökyüzü, aşağıda deniz vardı. Hareket edecek ya da gürültü yapacak hiçbir şey olmadığı için sakin ve sessizdiler.

     Yeryüzü henüz sulardan yükselmemişti. Otlar ve ağaçlar, mağaralar ve koyaklar, kuşlar ve balıklar, yengeçler, hayvanlar ve insanlar daha yaratılmamıştı. Kükreyecek ya da gürleyecek hiçbir şey yoktu, çünkü yalnızca yukarıda boş gökyüzü ve aşağıda sakin deniz vardı.

     Suyun içinde yeşil ve mavi tüylerin altına Tanrılar gizlenmişti. Bu büyük düşünürler suyun içinde sessizce konuştular. Evrende gecenin sonsuz karanlığında yalnızdılar. Birlikte ne olacağına karar verdiler. Birlikte yeryüzünün sulardan ne zaman yükseleceğini, ilk insanın ve tüm diğer canlı türlerinin ne zaman doğacağını, bu canlı varlıkların yaşamak için ne yiyeceklerini ve şafağın dünyayı soluk ışık seline ilk ne zaman boğacağını kararlaştırdılar.

     ‘Yaratılış başlasın!’ diye heyecanla seslendi Tanrılar, ‘Boşluk dolsun! Deniz çekilsin ve yeryüzü ortaya çıksın! Dünya, uyan! Böyle olsun!’ Ve yeryüzünü yarattılar.

     Tanrılar yaptı bunu. Sislerin arasından, bir toz bulutunun içinden dağlar ve vadiler denizden yükseldi. Çam ve selvi ağaçları zengin toprakta kök saldılar. Tatlı sular, dağların yamaçlarında ve vadilerin içinde dere olup aktılar.

     Ve Tanrılar memnun oldular. ‘Biz düşündük ve tasarladık’ dediler, ‘Ve yarattığımız, kusursuz oldu.’

     Sonra Tanrılar sordular: ‘Yarattığımız ağaçların altında yalnızca sessizlik mi olsun istiyoruz? Vahşi hayvanlar, kuşlar ve yılanlar yaratalım. Böyle olsun!’ Ve onları yarattılar.

     Tanrılar yaptı bunu. ‘Siz geyikler, çalılıklarda ve otlaklarda dört ayak üzerinde yürüyeceksiniz. Ormanda çoğalacak, ağaçların serin gölgesinde ve nehir kıyılarında uyuyacaksınız. Siz kuşlar, ağaçların dallarında ve sarmaşıkların arasında yaşayacaksınız. Oralarda yuvalarınızı yapacak ve çoğalacaksınız.’ Geyiklere ve kuşlara böyle buyruldu ve böyle yaptılar.

     Ve Tanrılar memnun oldular: ‘Biz düşündük ve tasarladık ve yarattığımız kusursuz oldu.’ Sonra Tanrılar, yarattıkları canlılara başka şeyler buyurdular: ‘Konuşun, seslenin ve bağırın; her biriniz yapabildiğiniz kadar. Bizim adımızı söyleyin, bizi övün ve bizi sevin.’

     Fakat kuşlar ve hayvanlar bunu yapamazlardı. Çığlık atabilir, tıslayabilir ve ötebilirlerdi; ancak Tanrılar’ın adlarını söyleyemezlerdi.

     Tanrılar, bu yüzden yarattıları canlılardan hoşnut kalmadılar. Onlara dediler ki, ‘Sizlere verdiklerimizi geri almayacağız. Ancak bizi övemediğiniz ve sevemediğiniz için, bunu yapacak başka canlılar yapacağız. Bu yeni yaratıklar sizlerden üstün olacaklar ve sizleri yönetecekler. Sizlerin kaderi onlar tarafından parçalanmak ve etinizin yenmesi olacak. Böyle olsun!’

     Ve onları yarattılar. Tanrılar yaptı onları. Kendilerini övecek ve sevecek uysal ve saygılı bir canlı biçimlendirmeye karar verdiler. Önce çamurlu toprağa şekil vermeyi denediler, fakat bu malzeme çok yumuşaktı. Hareketsiz ve zayıf bir yaratık oldu. Konuşabiliyordu ama hiç kimse dediklerine anlam veremiyordu. ‘Çamurdan yapılmış yaratıklar hiçbir zaman yaşamayacak ve çoğalamayacaklar’ diye bağırdı Tanrılar ve bu yaratıkları yok ettiler.

     Sonra yeni yaratıkları tahtadan oymayı denediler. ‘Bu malzeme tam bize uygun görünüyor! Sağlam ve dayanıklı’ dediler, ‘Bu yaratıklar insana benziyor ve insan gibi konuşuyorlar. Bunlardan pek çok yapalım. Böyle olsun!’ Tahtadan canlılar yaşadı ve çoğaldılar, ama hiç kimse dediklerine anlam veremiyordu ve içlerinde, yüzlerinde rûh, ellerinde ve ayaklarında kuvvet yoktu. Ciltleri sarı ve kuruydu, altında besleyecek kan dolaşmıyordu. Dört ayakları üzerinde anlamsızca dolaştılar ve Yaratıcılar’ını düşünmediler. ‘Tahtadan yapılmış yaratıklar yaşayıp çoğaltmak için yeterince iyi değil!’ diye bağırdı Tanrılar. Ve bu tahtadan yaratıkları yok etmeye karar verdiler.

     Tanrılar, gökte özsuyundan büyük bir sel oluşturdular ve yeryüzüne döktüler. Tahta yaratıkların kafalarına vurdular ve onları ağaç gibi devirdiler. Sonra bir kartal üzerlerine geldi ve gözlerini oydu. Bir yarasa üzerlerine geldi ve kafalarını kopardı. Bir jaguar üzerlerine atladı ve kemiklerini kırıp dağıttı. Yeryüzü karanlıkla örtüldü ve aralıksız bir kara yağmur yağdı. Güçsüz kalınca, düşmanları tahta yaratıklara saldırdılar. Küçük – büyük hayvanlar onlara saldırdılar. Sopalar ve taşlar, tabaklar ve çömlekler onlara saldırdı. Aç bıraktıkları ve eziyet ettikleri köpekler, şimdi dişleriyle yüzlerini parçaladılar. Öğütmek için kullandıkları taşlar, şimdi onları öğüttüler. Ocak ateşi üzerinde yaktıkları kap kacaklar, şimdi yüzlerini yaktılar.

     Umutsuzca yaşamları için savaşan tahta yaratıklar, evlerinin çatılarına tırmanmaya çalıştılar, ama evler yıkıldılar ve onları yere attılar. Dallarında güvenliğe kavuşmak için ağaçlara tırmanmaya çalıştılar, ama ağaçlar onları salladılar ve yere attılar. Mağaralara girmeye çalıştılar, ama mağaralar kapandılar ve onlara sığınak olmayı reddettiler.

     Birkaçı dışında tahta yaratıkların tümü yok olmuştu. Diğerleri şekilsiz yüzler ve çeneleriyle sağ kaldılar ve onların soyundan gelenlere ‘maymun’ adı verildi.

     Tanrılar, sonra gecenin karanlığında görüşmek için toplandılar. Güneş, Ay ve yıldızlar, daha gökyüzünde yerlerini almamışlardı. ‘Yeniden bizi övecek ve sevecek yaratıklar yaratmayı deneyelim. Böyle olsun! Yeryüzünde soylu canlılar yaşasınlar. Onlara biçim vereceğimiz malzemeyi arayalım’ dediler.

     Dört hayvan, dağ kedisi, koyot, karga ve küçük bir papağan, Tanrılar’ın önüne geldiler ve onlara yakında bolca yetişen sarı ve beyaz başaklı mısırlardan sözettiler. Tanrılar hayvanların gösterdiği yola koyuldular. Mısırı buldular, öğüttüler ve bu yiyecekten soylu yaratıklar biçimlendirdiler. ‘Böyle olsun!’ diye heyecanla bağırdılar. Ve onları yarattılar. Tanrılar yaptı onları.

     Böylece dört ‘ilk ata’ yaratıldı. Tanrılar, gövdelerini mısır unundan yaptılar. Öğütülmüş sarı ve beyaz mısırdan içecekler yaptılar, bunlar yeni yaratıklarına kas ve et oldu ve bunlarla birlikte güç vermek için onları beslediler. Ve Tanrılar memnun oldular. ‘Biz düşündük ve tasarladık’ dediler, ‘Ve yarattığımız, kusursuz oldu!’

     Bu dört ‘ilk ata’, insan gibi görünüyor ve konuşuyordu. Çekici, akıllı ve bilgeydiler. Çok uzakları görebiliyorlardı. Dağlar ve vadiler, ormanlar ve çayırlar, okyanuslar ve göller, ayaklarının altındaki yeryüzü ve başlarının üstündeki gökyüzü onlara doğalarını açık ettiler.

     Dört ‘ilk ata’, dünyada görülecek herşeyi gördüklerinde, gördüklerinin değerini anladılar ve Yaratıcılar’ına teşekkür ettiler. ‘Bizi yaratıp şekil verdiğiniz için size teşekkür ederiz’ dediler, ‘Bize görme, duyma, konuşma, düşünme ve yürüme yetenekleri verdiğiniz için size teşekkür ederiz. Büyük ve küçük, uzak ve yakın herşeyi görebiliyoruz, herşeyi biliyoruz ve size teşekkür ediyoruz!’

     Tanrılar yine memnun değildiler. Bu sefer de, ‘Amaçladığımızdan daha iyi yaratıklar mı yarattık? Çok mu kusursuzlar?’ diye birbirlerine sordular, ‘O kadar bilgili ve bilgeler ki, bizim gibi Tanrı mı olacaklar? Daha az görsünler ve bilsinler diye görüşlerini mi azaltsak? Böyle olsun!’ dediler.

     Böyle konuştu Tanrılar ve yarattıkları varlıkları değiştirdiler. Gözlerine sis üflediler ki yalnızca yakınlarında olanları görsünler. Böylece yaratıcıları dört ‘ilk ata’nın sahip oldukları bilgi ve bilgeliği yok ettiler.

     Tanrılar, ilk insanları yaratıp böyle biçimlendirdikten sonra dediler ki: ‘Şimdi ilk insanlar için özenle eşler yaratıp biçimlendirelim. Eşleri, onlar uyurken gelsinler ve uyandıklarında onlara mutluluk vermek için orada olsunlar. Böyle olsun!’

     Ve onları yarattılar. Tanrılar yaptı onları. Ve Tanrılar memnun oldular. ‘Biz düşündük ve tasarladık’ dediler, ‘Ve yarattığımız kusursuz oldu!’

     Bir süre sonra Tanrılar, ‘ilk atalar ve ilk analar’a benzeyen birçok insan daha yaptılar. İnsanlar karanlıkta yaşayıp çoğalıyorlardı, çünkü Tanrılar daha ne Güneş’i, ne Ay’ı, ne yıldızları, ne de herhangi bir ışık biçimi yaratmışlardı. Hem açık hem koyu tenli, hem varlıklı hem yoksul ve farklı diller konuşan çok sayıda insan, doğuda birarada yaşıyordu.

     Tanrılar’ının hiçbir görüntüsünü yapmadılar, ama Yaratıcılar’ını unutmadılar. Sevgi dolu ve uysaldılar. Yüzlerini göğe kaldırıp dûâ ettiler: ‘Ey Yaratıcılar! Bizimle kalın ve bizi dinleyin! Işık olsun! Şafak olsun! Gündüz olsun! Şafak dünyayı soluk ışığa boğsun ve Güneş onu izlesin. Güneş her gün aydınlanarak gökyüzünde parladıkça, bize soyumuzu sürdürmemiz için kızlar ve oğullar bağışlayın. Bize iyi, yararlı ve mutlu yaşamlar verin ve bize barış verin!’

     Bu sözlerle insanlar, Güneş’i yükselip Yaratıcılar’ın yaptıkları basamakları altın ışınlarıyla aydınlatmaya çağırdılar. ‘Ve öyle olsun!’ dedi Tanrılar, ‘Işık olsun! Evrenin şafağında, tüm yarattıklarımızın üstünde sabahın erken ışığı parlasın! Çünkü biz düşündük ve tasarladık ve yarattığımız kusursuz oldu!’

     Ve onu yarattılar. Tanrılar yaptı bunu. Güneş, sulardan yükseldi ve altın ışınlarını yeryüzüne saçtı. Büyük ve küçük hayvanlar koyakların serin gölgesinde ve nehir kıyılarında ayağa kalktılar ve doğan Güneş’e yüzlerini döndüler. Jaguar ve puma kükredi ve yılan tısladı. Kuşlar kanatlarını açtılar ve şarkı söylemeye başladılar. İnsanlar, tütsüler yakan ve kurbanlar sunan rahiplerin çevresinde dans ettiler.

     Çünkü Tanrılar dünyayı ışıkla aydınlatmıştı ve kusursuzdu.” (6654)

     Mayalar’ın kutsal kitabındaki bu anlatıma göre;

     1 – Henüz Güneş, Ay ve yıldızlar yokken Dünya gezegeni vardı. Dünya hepsinden önce yaratıldı. Dahası, Güneş dahil olmak üzere evrendeki tüm gökcisimleri Dünya için, hatta Dünya’daki bir canlı türü olan insan için yaratıldı.

     2 – İnsan önce çamurdan yaratılıyor, ama o çok yumuşak olduğu için o yaratıklar yok ediliyor.

     3 – İnsan sonra tahtadan yaratılıyor, ama o da rûhsuz olduğu için büyük çoğunluğu yok ediliyor, az bir kısmı bırakılıyor. O bırakılanlar, bugünkü maymunları oluşturuyorlar. Yani maymunlar, o ikinci tür insanların soyundan geliyorlar.

     4 – Şu anki biz insanlar ise mısır bitkisinden yaratılıyoruz. Yani bizim ana/atamız mısırdır. (Daha önce anlattıklarımızdan hatırlayacağınız üzere, Nijerya’daki Efik inancında da Tanrı ilk insanları mısır başaklarından yaratmıştı. (6655))

     5 – Tanrılar önce 4 erkek yaratıyorlar. Sonra onlara eş olsunlar diye 4 kadın yaratıyorlar.

     6 – İnsan ilk yaratıldığında daha üstün meziyetlere sahipti. Fakat Tanrılar – onların yerlerini alacağımızdan korktukları için – sahip olduğumuz meziyetlerin bazılarını geri aldılar ve bizim özelliklerimizi biraz düşürdüler.

     Kuzey Amerika’daki Kızılderili Çerokê (Aniyvwiya; Tsalagi) inancında mısır bitkisi kutsaldır. İlk insanlar biri erkek biri kadın iki kardeşti. Erkeğin adı Kanáti, kadının adı Selu’dur. İlk erkeğin ismi olan “Kanáti”, kelime olarak “Şanslı avcı” anlamına, ilk kadının ismi olan “Selu” da kelime olarak “Mısır bitkisi” anlamına geliyor. Bir keresinde erkek kardeş, kız kardeşine bir balıkla vurdu ve çoğalmasını söyledi. Bunu takiben her 7 günde bir çocuk doğurdu ve kısa süre sonra çok fazla insan oldu. Bu nedenle kadınlar her yıl sadece bir çocuk yapmak zorunda kaldı. (6656)

     Kanáti ile Selu tartıştılar ve Selu evini terketti. Güneş’in yardım ettiği Kanáti, Selu’yu yaban mersini ve böğürtlenle geri dönmeye ikna etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Sonunda O’nu çileklerle dönmeye ikna etti. (6657)

     İnsanlar hayvanları avlamaya başladı ve hızla çoğaldılar. Nüfûs o kadar hızlı büyüdü ki, kadınların yılda sadece bir çocuğu olabileceği bir kural oluşturuldu. Kanáti, Selu’nun hazırlaması için avlayacak ve bir hayvan getirecekti. Kanáti, avlanmaya gittiğinde sürekli olarak hayvanları eve getirdi ve bir gün çocuklar babalarını gizlice takip etmeye karar verdiler. Kanáti’nin bir mağarayı gizleyen bir kayayı hareket ettirdiğini ve mağaradan bir hayvanın çıkıp Kanáti tarafından öldürüldüğünü keşfettiler. Çocuklar gizlice mağaranın girişini açtılar. Ancak çocuklar mağara açıldığında birçok farklı hayvanın kaçtığını anlamadılar. Kanáti hayvanları gördü ve ne olması gerektiğini anladı. Mağaraya gitti ve çocukları yemek için kaçan hayvanlardan bazılarını yakalamaya çalışabilmek için eve gönderdi. Bu, insanların neden şimdi yiyecek avlaması gerektiğini açıklıyor. (6658)

     Çocuklar depodan yiyecek almaya giden anneleri Selu’ya döndü. Çocuklara o gittiğinde geride beklemeleri talimatını verdi, ama onlar itaatsizlik ettiler ve O’nu takip ettiler. Selu’nun sırrı, sepetleri mısırla doldurmak için midesini ovması ve sepetleri fasulyeyle doldurmak için yanlarını ovmasıydı. Selu sırrının ortaya çıktığını biliyordu ve çocuklara son bir yemek yaptı. O ve Kanáti daha sonra çocuklara sırları keşfedildiği için ikisinin öleceğini açıkladılar. Kanáti ve Selu’nun ölmesiyle birlikte, çocukların alıştığı kolay hayat da ölecekti. Bununla birlikte, çocuklar Selu’nun vücudunu bir daire içinde yedi kez ve daha sonra daire içindeki toprağın üzerinde yedi kez sürükleselerdi, çocuklar bütün gece izlemek için uyanık kalırlarsa, sabah bir mısır mahsulü belirirdi. Çocuklar talimatları tam olarak yerine getirmediler, bu yüzden mısır sadece dünyanın belirli yerlerinde yetişebiliyor. Bugün mısır hâlâ yetiştiriliyor ama bir gecede gelmiyor. (6659)

     İlk zamanlarda bitkiler, hayvanlar ve insanlar arkadaş olarak birlikte yaşadılar, ancak insanların dramatik nüfûs artışı dünyayı doldurdu ve hayvanların dolaşacak yeri kalmadı. İnsanlar ayrıca hayvanları et için öldürür ya da yoluna çıktıkları için onları avlardı. Bu korkunç davranışların cezası olarak hayvanlar, insanlara bulaşacak hastalıklar yarattılar. Diğer canlılar gibi bitkiler de buluşmaya karar verdiler ve hayvanların eylemlerinin çok sert olduğunu, insanlara yardım etmeleri gerektiğine karar verdiler. Her hastalığa çare olacakları sonucuna vardılar. Bu, her tür bitki yaşamının neden birçok çeşit hastalığın tedavisine yardımcı olduğunu açıklar. Hayvanların cezalarına karşı koymak için ilaç yaratıldı. (6660)

     Gerek Afrika dînlerinde olsun, gerek Kızılderili dînlerinde olsun, mısır bitkisinin ne kadar önemli olduğunu görmekteyiz. Bizim “semavî dînler” için hurma neyse, benim için dut neyse, bunlar için de mısır o.

     Botanik biliminde bitkiler, ağırlıklı olarak fotosentetik ökaryot canlılardır. Tarihsel olarak bitkiler alemi, algler ve mantarlar da dahil olmak üzere hayvan olmayan tüm canlıları kapsarken, günümüzde mevcut tüm tanımlamalar prokaryotları, mantarları ve bazı algleri hariç tutar. Bitkilerin çoğu çok hücreli canlılardır. Yeşil bitkiler; enerjilerinin çoğunu, siyanobakterilerle endosimbiyoz sonucu oluştuğu düşünülen kloroplastları aracılığıyla, fotosentez yoluyla, Güneş ışığından elde ederler. (6661) Bu da, kutsal kitap Tevrat’ta geçen, bitkilerin üçüncü gün yaratıldığı (6662) ve ardından dördüncü gün Güneş, Ay ve yıldızların yaratıldığı (6663), yani henüz Güneş ve Ay yokken bitkilerin var olduğu şeklindeki anlatıyı bilimsel olarak geçersiz ve imkânsız kılıyor

     Dünya üzerinde 320.000 civarında bitki türü vardır ve bunların büyük çoğunluğu (260.000 ilâ 290.000 kadarı) tohum üretir. (6664) Yeşil bitkiler, Dünya’nın moleküler oksijeninin önemli bir bölümünü üretirler ve ekosistemlerin çoğuna temel teşkil ederler. (6665)

     Son bilimsel çalışmalar, bitkilerin de tıpkı biz insanlar gibi sosyal bir hayat yaşadıklarını ortaya koydu. Araştırmacılar, ağaç ve bitkilerin köklerini kapsayan ve dünya genelinde yayılış gösteren bir mantar ağı keşfettiler. Bu mantar ağının haritasını çıkaran araştırmacılar, bu durumu bir sosyal ağa benzettiler. Ormanlarla ilgili keşfedilen bu yeni ağa, internetin kapılarını aralayan “world wide web”e benzetilerek “wood wide web” denildi. Keşfedilen bu ağla ilgili çalışmalarını derinleştirmek isteyen araştırmacılar, bu ağın bir haritasını çıkararak dünya üzerindeki yayılım genişliğini anlamak istedi. Yapılan çalışmalarda 70’den fazla ülkede bulunan yaklaşık 1 milyon orman inceleme altına alındı. Yapılan incelemelerin sonucunda mikorizal mantar ağı olarak adlandırılan bu ağın genişliği ortaya çıkarıldı. Ortaya çıkan haritada, bu ağın sıcak ve soğuk bölgelerde ayrı ayrı oluştuğu belirlendi. (6666)

     Bilimsel çalışmalar, bitkilerin birbirleriyle konuştuklarını kanıtladı. İsveç’te yapılan bir araştırma, yan yana diktiğimiz bitkilerin birbiriyle iletişim kurduğunu ortaya koydu. Araştırmaya göre, bitkiler toprak altı sinyallerle anlaşıyor. Böylece bitkilerin birbirleriyle iletişim kurduğu tezi bilimsel bir araştırmayla kanıtlandı. Mısır tohumlarını inceleyen bilim insanları, bitkilerin birbirlerine toprak altından sinyaller gönderdiğini, diğerleriyle aralarındaki mesafeyi bu şekilde ayarladıklarını tespit etti. İsveç’teki Uppsala Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre, kalabalık veya sıkışık bir ortamda bulunan bitkiler toprağa gönderdikleri sinyallerle, komşularının gölgede kalmaması için daha hızlı büyümelerini sağlıyor. Araştırma ekibindeki bilim insanları, bu durumu, “Bizler komşularımızla sorun yaşadığımızda taşınabiliriz. Bitkiler bunu yapamıyor. Bunu kabul etmişler ve rekabetçi durumlardan kaçınmak için sinyalleri kullanıyorlar” sözleriyle anlattılar. (6667)

     Siz siz olun, ağaçların ve çiçeklerin yanından geçtiğinizde onlara selam verin ve güzelliklerine iltifat edin.

     Sizi duyuyorlar ve anlıyorlar. Böyle yaptığınızda mutlu oluyorlar.

     Ben otuz yıldır böyle yapıyorum. Her hayvanın, her ağacın, her çiçeğin yanından geçtiğimde kendisine selam veriyorum ve güzelliklerine iltifat ediyorum.

     Sevgili okurlarıma ve sevenlerime tavsiyemdir: Siz de yapın.

– devam edecek –

     DİPNOTLAR:

(6575): Tevrat, Tekvin, 1:1 – 31

(6576): Tevrat, Tekvin, 2:1 – 3

(6577): Paul H. Seely, The Geographical Meaning of “Earth” and “Seas” in Genesis 1:10, Westminster Theological Journal, sayı 59, s. 231 – 255, Glenside 1997

(6578): Barry L. Bandstra, Reading the Old Testament: An Introduction to the Hebrew Bible, s. 41, Wadsworth Publishing, Belmont 2008

(6579): Paul J. Kissling, Genesis Volume 1, s. 106, College Press, Joplin 2004

(6580): Kur’ân-ı Kerîm, Âraf, 58

(6581): Heredot, İstoríai, cilt 1, s. 132, M. Ö. 5. yüzyıl

(6582): Sıddîq Borekeyî Sefîzâde, Mêjuy Wêjey Kurdî, cilt 1, s. 17, Tebriz 1375 / İmadeddîn Duletşâhî, Coğrafya-yê Ğerb-ê İran, Tahran 1984 / Jemal Nebez, The Kurdish Language From Oral Tradition to Written Language, Western Kurdistan Association Publications, Londra 2005 / Feqî Hüseyin Sağnıç, Diroka Wêjeya Kurdî, s. 25 – 26, Weşanên Enstituya Kurdî, İstanbul 2002 / Kadri Yıldırım, Kürtler’in İslam Öncesi Alfabe Serüveni, Kürt Tarihi Dergisi, sayı 5, s. 28 – 29, Şubat – Mart 2013 / Alfabenin İcadı ve Tarih Boyunca Kürtler’in Kullandığı Alfabeler, Nusrettin Bolelli, Bingöl Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Dergisi, yıl 1, cilt 1, sayı 1, s. 21, Ocak 2015 / Tamer Kayaoğlu, Türk Halk Kültüründe Cennet İmgesi, s. 13, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı, Elazığ 2014 / Muazzez Hêja Baktaş, Kürt Peygamberi Zerdüşt ve Zerdüştîlik, Nerina Azad, 3 Haziran 2017

(6583): Avesta, Yasna, 31:7 ve 11

(6584): Avesta, Yasna, 31:8

(6585): Yasna Haptanghaiti, 37

(6586): Denkard, 7:1 / Bundhaişn, 15:1 – 9

(6587): Denkard, 8 / Bundhaişn, 15:1 – 9

(6588): Denkard, 7:1 – 11 / Bundhaişn, 15:1 – 9

(6589): Kur’ân-ı Kerîm, Nûh, 17 – 18

(6590): Aclunî, Keşf’ul- Hafa, hadis no 511

(6591): Kur’ân-ı Kerîm, Rahman, 6

(6592): Toşihiko İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 219, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1975

(6593): İbrahim Sediyani, İslam ve Ekoloji, Ufkumuz, 23 Ocak 2013

(6594): Kur’ân-ı Kerîm, Fussilet, 11

(6595): Birunî, El- Âsar’ul- Baqiye ani’l- Qurun’il Haliye, s. 145 – 146, Dar’ul- Kutub’il- İlmiyye Neşriyat, Beyrut 2000

(6596): Şehristanî, El- Milel we’l- Nihal, s. 278 – 279, Dar’ul- Maarife Neşriyat, Kahire 1994

(6597): İbrahim Halil Baran, Kürtler’in Atası Bir Bitki miydi?, Kurdistan 24, 21 Mayıs 2020

(6598): Melba Padilla Maggay, Filipino Religious Consciousness, Institute for Studies in Asian Church and Culture, Quezon City 1999 / John Suk, Doing Theology in the Philippines, Ruel A. Almocera, “Popular Filipino Spiritual Beliefs With a Proposed Theological Responce”, s. 78 – 98, OMF Literature Inc. Publishing, Mandaluyong 2005 / T. Valentino Sitoy, A History of Christianity in the Philippines, cilt 1: “The Initial Encounter”, New Day Publishers, Quezon City 1985 / Francisco R. Demetrio – Gilda Cordero-Fernando – Roberto B. Nakpil-Zialcita – Fernando Feleo, The Soul Book: Introduction to Philippine Pagan Religion, GCF Books, Quezon City 1991

(6599): Percy A.  Hill, Philippine Short Stories, Oriental Commercial Company Publishing, Manila 1934 / Carlos Quirino – Mauro Garcia, The Manners, Customs and Beliefs of the Philippine Inhabitants of Long Ago, Manila 1958 / Diccionario Mitológico de Filipinas, “Visayan Origin Myth: Creation of the Sun and Moon”, The Aswang Project, 30 Temmuz 2016, https://www.aswangproject.com/visayan-origin-myth/

(6600): Ursula Dronke, The Poetic Edda, cilt 2, s. 112 – 114, Oxford University Press, Oxford 1997 / Jan de Vries, Kleine Schriften, s. 112 – 132, De Gruyter Verlag, Berlin & New York 1965 / Jan de Vries, Altnordisches Etymologisches Wörterbuch, s. 167, Brill Publishing, Leiden 1977 / Kirsten Seaver, Maps, Myths and Men, s. 247 – 253, Stanford University Press, Stanford 2004 / Rudolf Simek, Altnordische Kosmographie, s. 186 – 188, 195 – 196, 205, 325 ve 507, De Gruyter Verlag, Berlin & New York 1990 / James Robert Enterline, Erikson, Eskimos & Columbus, s. 58, 99 – 100, 109 ve 302, Johns Hopkins University Press, Baltimore & Londra 2002 / Lukas Rösli, Topographien der Eddischen Mythen, s. 11, 66 ve 88 – 89, Francke Verlag, Tübingen 2015 / Lois H. Gresh, The Fan’s Guide to the Spiderwick Chronicles, s. 87 – 88, St. Martin’s Griffin Publishers, New York 2007 / Sonia Steiner-Welz, Runenkunde – Die Welt der Germanen, s. 7, Reinhard Welz Vermittler Verlag, Mannheim 2005 / Bela Brogyanyi – Thomas Krömmelbein, Germanic Dialects: Linguistic and Philological Investigations, s. 471 – 474 ve 486 – 488, John Benjamins Publishing, Amsterdam & Philadelphia 1986 / The Ásatrú Edda, s. 1 – 3, 14, 267, 270 – 271, 281, 307, 351 ve 375, iUniverse Publishing, New York & Bloomington 2009 / İbrahim Sediyani, Vikingler Selam Durdu Ben Âşık Olunca İskandinavya’ya – 37, Sediyani Seyahatnamesi, cilt 10, bölüm 37, İskandinavya gezisi, 9 Şubat 2018

(6601): Patricia M. Lafayllve, A Practical Heathens’s Guide to Asatru, s. 50 – 52, Llewellyn Publications, Woodbury 2013 / Jodie K. Scales, Of Kindred Germanic Origins, s. 309 – 310, Writers Club Press, San Jose & New York & Lincoln & Şanghay 2001 / Virginia Hamilton, In the Beginning – Creation Stories from Around the World, s. 70 – 71, Harcourt Publishing, Londra & New York & San Diego 1988 / Steven S. Long, Odin – The Viking Allfather, s. 16, 25 – 26 ve 53, Osprey Publishing, Oxford 2015 / Gregory Pepper, The Valkyrie Sagas Mimir’s Well, s. 285 ve 425, Lulu Publishing, Morrisville 2010 / Shannon Eric Denton – Mark Bloodworth, Odin, s. 4 – 7, ABDO Publishing, Edina 2011 / Virginia Schomp, The Norsemen, s. 36 – 37, University of California Press, Berkeley 2008 / İbrahim Sediyani, age

(6602): age / age / age / age / age / age / age / age

(6603): Hermann Lüning, Die Edda – Eine Sammlung Altnordischer Götter- und Heldenlieder, s. 49, Meyer & Zeyer Verlag, Zürih 1859 / Helena Petrovna Blavatsky, Isis Unveiled – A Master-Key to the Mysteries of Ancient and Modern Science and Theology, cilt 1, s. 151, Cambridge University Press, Cambridge 2012 / Viktor Rydberg, Our Father’s Godsaga – Retould for the Young, s. 13, iUniverse Publishing, New Yok & Lincoln & Şanghay 2003 / Peter Archer, The Book of Viking Myths, s. 65, Adams Media Publishing, Avon 2017 / Hélène Adeline Guerber, Myths of the Norsemen – From the Eddas and Sagas, s. 12, Dover Publishing, New York 1992 / İbrahim Sediyani, age

(6604): Oddgeir Hoftun, Norrøn Tro og Kult Ifølge Arkeologiske og Skriftlige Kilder, s. 31 – 33 ve 40, Solum Forlag, Oslo 2001 / Rudolf Simek, Lexikon der Germanischen Mythologie, s. 24, 29, 90, 199 ve 246, Kröner Verlag, Stuttgart 2006 / Heinrich Beck – Dieter Geuenich – Heiko Steuer, Reallexikon der Germanischen Altertumskunde, cilt 27, bölüm 2, Anders Hultgård, “Schöpfungsmythen”, s. 254, De Gruyter Verlag, Berlin & New York 2004 / Anders Andrén – Kristina Jennbert – Catharina Raudvere, Old Norse Religion in Long – Term Perspectives, An International Conference in Lund, 3 – 7 June 2004, Anders Hultgård, “The Askr and Embla Myth in a Comparative Perspective”, s. 56 – 60, Nordic Academic Press, Lund 2006 / John Lindow – George Clark, Frederic Amory in Memoriam Old Norse-Icelandic Studies, s. 69 – 89, North Pinehurst Press, Berkeley & Los Angeles 2015 / Lukas Rösli, Topographien der Eddischen Mythen, s. 105 – 108, Francke Verlag, Tübingen 2015 / Heilan Yvette Grimes, The Norse Myths, s. 9 – 10, 284 – 286, 292 – 293, 309 ve 313, Hollow Earth Publishing, Boston 2010 / Benjamin Thorpe, Edda Sæmundar Hinns Frôða, cilt 2, s. 5, Trübner & Co. Publishing, Londra 1866 / Ursula Dronke, The Poetic Edda: cilt 2, s. 11, Oxford University Press, Oxford 1997 / Henry Adams Bellows, The Poetic Edda, s. 8, The American-Scandinavian Foundation, Princeton University Press, Princeton 1936 / Heraldur R. J. Bessason, Edda: A Collection of Essays, Paul Schach, “Some Thoughts on Völuspá”, s. 93, University of Manitoba Press, Winnipeg 1985 / Jesse Byock, The Prose Edda, s. 18, Penguin Books, Londra 2006 / Jaan Puhvel, Comparative Mythology, s. 284, Johns Hopkins University Press, Baltimore 1989 / Hilda Roderick Ellis Davidson, Scandinavian Myhology, s. 88 – 89, Paul Hamlyn Publishing, Londra 1975 / Andy Orchard, Dictionary of Norse Myth and Legend, s. 8, Cassel Publishing, Londra 1997 / Carolyne Larrington, The Poetic Edda, s. 279, Oxford University Press, Oxford 1999 / İbrahim Sediyani, age

(6605): age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age / age

(6606): Timothy Insoll, The Oxford Handbook of the Archaeology of Ritual and Religion, Martin Welch, “Pre-Christian Practices in the Anglo-Saxon World”, s. 863 – 876, Oxford University Press, Oxford 2011 / Helena Hamerow – David A. Hinton – Saily Crawford, The Oxford Handbook of the Anglo-Saxon Archaeology, Aleks Pluskowski, “The Archaeology of Paganism”, s. 764 – 778, Oxford University Press, Oxford 2011 / Paul Cavill, The Christian Tradition in Anglo-Saxon England: Approaches to Current Scholarship and Teaching, Judith Jesch, “Scandinavians and ‘Cultural Paganism’ in Late Anglo-Saxon England”, s. 55 – 68, S. D. Brewer Publishing, Cambridge 2004 / Sam Lucy – Andrew Reynolds, Burial in Early Medival England and Wales, The Society for Medieval Archaeology Monograph Series, cilt 17, s. 171 – 194, The Society for Medieval Archaeology Publishing, Londra 2002 / Martin Carver – Alex Sanmark – Sarah Semple, Signals of Belief in Early England: Anglo-Saxon Paganism Revisited, Neil Price, “Heathen Songs and Devil’s Games”, Oxbow Books, Oxford & Oakville 2010 / Ethan Doyle White, The Goddess Frig: Reassessing an Anglo-Saxon Deity, Preternature: Critical and Historical Studies on the Preternatural, sayı 3, s. 284 – 310, 2014 / Philip Anrdrew Shaw, Uses of Wodan: The Development of his Cult and of Medieval Literary Responses to It, University of Leeds – Centre for Medieval Studies, Aralık 2002

(6607): Marilyn Dunn, The Christianization of the Anglo-Saxons c. 597 – c. 700: Discourses of Life, Death and Afterlife, s. 64, Continuum Publishing, Londra & New York 2009

(6608): Ronald Hutton, The Pagan Religions of the Ancient British Isles: Their Nature and Legacy, s. 272, Blackwell Publishing, Oxford & Cambridge 1991

(6609): Brian Branston, The Lost Gods of England, s. 169 – 171, Thames & Hudson Publishing, Londra 1957 / Michael D. J. Bintley – Michael G. Shapland, Trees and Timber in the Anglo-Saxon World, Clive Tolley, “What is a ‘World Tree’ and Should We Expect to Find One Growing in Anglo-Saxon England?”, s. 179, Oxford University Press, Oxford 2013

(6610): Michael D. J. Bintley – Michael G. Shapland, Trees and Timber in the Anglo-Saxon World, Clive Tolley, “What is a ‘World Tree’ and Should We Expect to Find One Growing in Anglo-Saxon England?”, s. 182, Oxford University Press, Oxford 2013

(6611): Kīgongona kīa Ūūgī wa Būrūri Witū, Gīkūyū Centre for Cultural Studies, Mukuyu WordPress, 13 Kasım 2008, https://mukuyu.wordpress.com/2008/11/13/origins/

(6612): John S. Mbiti, African Religions and Philosophy, Heinemann Publishing, Bern 2010

(6613): Janet Benge – Geoff Benge, Mary Slessor: Forward into Calabar, s. 203, YWAM Publishing, Seattle 1999 / Molefi Kete Asante – Ama Mazama, Encyclopedia of African Religion, SAGE Publications, New York 2009 / Patricia Ann Lynch – Jeremy Roberts, African Mythology A to Z, Chelsea House Publishers, New York 2010

(6614): age / age / age

(6615): age / age / age

(6616): age / age / age

(6617): age / age / age

(6618): Douglas Thomas – Temilola Alanamu, African Religions: Beliefs and Practices Through History, s. 224 – 225, ABC – CLIO Publishing, Santa Barbara & Denver 2018

(6619): Ousmane Sémou Ndiaye, Diversité et Unicité Sérères: L’Exemple de la Région de Thiès, Éthiopiques, sayı 54, bölüm 7, 2 Eylül 1991

(6620): Henry Gravrand, La Civilisation Sereer, cilt 2, “Pangool” başlığı, s. 194 – 195, Neuvelles Éditions Africaines, Dakar 1990 / Issa Laye Thiaw, Mythe de la Création du Monde Selon les Sages Sereer, s. 45 – 50 ve 59 – 61, Enracinement et Ouverture, Dakar 2009

(6621): André Lericollais, La Gestion du Paysage? Sahélisation, Surexploitation et Délaissement des Terroirs Sereer au Sénégal, Afrique de L’Ouest, ORSTOM, Dakar 21 – 26 Kasım 1988

(6622): Simone Kalis, Médecine Traditionnelle, Religion et Divination ches les Seereer Sin du Sénégal, La Connaissance de la Nuit, L’Harmattan, s. 291, Paris & Montreal 1997 / Issa Laye Thiaw, Mythe de la Création du Monde Selon les Sages Sereer, s. 45 – 50 ve 59 – 61, Enracinement et Ouverture, Dakar 2009

(6623): Simone Kalis, age / André Lericollais, age

(6624): Simone Kalis, age / André Lericollais, age

(6625): Issa Laye Thiaw, Mythe de la Création du Monde Selon les Sages Sereer, s. 45 – 50 ve 59 – 61, Enracinement et Ouverture, Dakar 2009

(6626): Issa Laye Thiaw, age

(6627): Issa Laye Thiaw, age / Henry Gravrand, age, s. 193 – 194

(6628): Amade Faye, La Beaute Seereer: Du Modele Mythique au Motif Poetique, Éthiopiques, sayı 68, İlkbahar 2002

(6629): Henry Gravrand, La Civilisation Sereer, cilt 2, “Pangool” başlığı, s. 193 – 194 ve 457 – 458, Neuvelles Éditions Africaines, Dakar 1990

(6630): age, s. 43 – 44

(6631): Georges Niangoran-Bouah, L’Univers Akan des Poids à Peser L’Or: Les Poids Dans la Société, s. 25, Les Nouvelles Éditions Africaines – MLB, Abidjan 1987

(6632): Henry Gravrand, La Civilisation Sereer, cilt 2, “Pangool” başlığı, s. 193 – 194, Neuvelles Éditions Africaines, Dakar 1990

(6633): age, s. 195

(6634): age, s. 196 – 197

(6635): Cyr Descamps, Contribution a la Préhistoire de L’Ouest-Sénégalais, s. 315, Thèse Université de Paris, Paris 1972 / Andrew Burke – David Else, The Gambia & Senegal, s. 13, Lonely Planet Publications, Oakland 2002

(6636): Henry Gravrand, age, s. 196 – 197

(6637): age, s. 197 – 198

(6638): Henry Gravrand, age, s. 201 – 203 / Issa Laye Thiaw, age, s. 45 – 50 ve 59 – 61

(6639): Henry Gravrand, age, s. 201 – 203

(6640): Issa Laye Thiaw, age, s. 45 – 50 ve 59 – 61

(6641): Scott A. Leonard – Michael McClure, Myth and Knowing – An Introduction to World Mythology, s. 32 ve 63 – 172, McGraw-Hill Publishing, Boston 2004

(6642): Henry Gravrand, age, s. 101

(6643): age, s. 100

(6644): age, s. 205 – 208

(6645): age, “Genesis of Yaab & Yop” başlıklı bölüm, s. 204

(6646): Wikipedia (İngilizce), “Yaboyabo” maddesi, https://en.wikipedia.org/wiki/Yaboyabo

(6647): ags

(6648): Henry Gravrand, age, s. 209

(6649): age, s. 209 – 214

(6650): age, s. 212 – 214

(6651): age

(6652): age

(6653): age

(6654): Popol Vuh, bölüm 3 – 4, https://media.hugendubel.de/shop/coverscans/223/22313821_LPROB.pdf / Çilam Balam

(6655): Janet Benge – Geoff Benge, Mary Slessor: Forward into Calabar, s. 203, YWAM Publishing, Seattle 1999 / Molefi Kete Asante – Ama Mazama, Encyclopedia of African Religion, SAGE Publications, New York 2009 / Patricia Ann Lynch – Jeremy Roberts, African Mythology A to Z, Chelsea House Publishers, New York 2010

(6656): Barbara C. Sproul, Primal Myths, s. 254 – 255, HarperOne HarperCollins Publishers, San Francisco 1979

(6657): Rob Neufeld, Visiting Our Past: Asheville Before Asheville: Cherokee Girls, De Soto’s Crimes, Asheville Citizen Times, 29 Temmuz 2018

(6658): James Mooney, Myths of the Cherokee: Nineteenth Annual Report of the Bureau of American Ethnology for 1897 – 1898, bölüm 1, s. 250 – 252, Government Printing Office, Washington D. C. 1900 / Terry L. Norton, Cherokee Myths and Legends: Thirty Tales Retold, McFarland Publishing, Jefferson 2016

(6659): age / age

(6660): age / age

(6661): Dünyadaki bütün ansiklopedilerde “bitki” maddesi

(6662): Tevrat, Tekvin, 1:11 – 13

(6663): Tevrat, Tekvin, 1:14 – 19

(6664): Numbers of Threatened Species by Major Groups of Organisms (1996 – 2010), International Union for Conservation of Nature. 11 Mart 2010, https://web.archive.org/web/20110721034312/https://www.iucnredlist.org/documents/summarystatistics/2010_1RL_Stats_Table_1.pdf

(6665): Christopher B. Field – Michael J. Behrenfeld – James T. Randerson – Paul Falkowski, Primary Production of the Biosphere: Integrating Terrestrial and Oceanic Components, Science, sayı 281, s. 237 – 240, Temmuz 1998, https://www.science.org/doi/10.1126/science.281.5374.237

(6666): Bitkiler de mi Sosyal Bir Hayat Yaşıyor? | Ağaçların ve Otların Birbirlerine Bağlı Olduğu Bir Ağ Keşfedildi, Sediyani Haber, 16 Mayıs 2019, https://www.sediyani.com/?p=28929

(6667): Bitkilerin Birbirleriyle Konuştuğu Kanıtlandı, Sediyani Haber, 4 Mayıs 2018, https://www.sediyani.com/?p=22376

     SEDİYANİ HABER

     8 TEMMUZ 2022

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir