Nuk mund të dalë punë e madhe nga ai që nuk do të voglën.
(Küçük işleri istemeyenden büyük iş çıkmaz.)
Arnavut atasözü
Başkent Tiran’ın Petrele ilçesine bağlı 163 haneli ve 895 nüfûslu Mushqeta köyünde bulunan Hz. Peygamber Camiî’nde 70 kişilik bir cemaatle kılınan bayram namazından sonra, caminin içinde bayramlaşma yapıldı ve bu bayramlaşma, caminin bahçesine kadar sürdü.
Camiden dışarı çıktığımızda bizi tatlı bir sürpriz bekliyordu. Köyün davulcusu davulunu çalarak cemaati karşılamaya gelmişti. Âdetmiş burda; hem cemaatin bayramını kutlayacak, hem de bahşiş alacaktı. Yanına gidip tanıştık bu genç davulcuyla. İsmi, Emir Genjan ve 21 yaşında. Ancak hiçbirimiz daha para bozdurmamıştık. Üzerimizde Arnavutluk parası olmadığı için bahşiş veremedik.
Arnavutluk’un para birimi, 1925 tarihinden beridir “Lekë” (Lek). Bu sözcük, aynı zamanda Arnavutça’da “para” anlamına geliyor. Bir de ilginç bir bilgi: Lek’in “kuruşu” yok! Bu para biriminin “kuruşu” bulunmuyor.
1964 yılında yapılan “Para Reformu” ile Lek’ten bir sıfır atıldı. Böylece 1000 Lek 100 Lek olurken, 10 Lek de 1 Lek oldu. Bu şekilde Arnavutlar’ın “qindarta” (bozuk para) dedikleri eski küçük para dönemine de geri dönülmüş oldu. Lek’in “kuruşu” yok ama Arnavutlar bozuk paraya “qindarta” diyorlar, ki dikkat, bu isim, Arnavutça’da 100 (yüz) sayısının ismi olan “qind” sözcüğünden geliyor. (Bu “qind” sözcüğü de “cent”, yani “sent” sözcüğüyle ne kadar benzeşiyor, değil mi?)
Fakat 1964’te yapılan “Para Reformu”nun üzerinden bunca sene geçmiş olmasına rağmen, Arnavutlar hâlâ dahi yeni hesaba alışmış değiller; parayı eski hesaba göre değerlendiriyorlar. Meselâ 5 bin Lek’e 50 bin Lek diyorlar, 10 Lek’e de 100 Lek diyorlar. Gerçi bizdeki TL = YTL değişikliğine de henüz tam alışılmış değil ama hadi bizimki fazla olmamış; ama Lek’in reformu üzerinden neredeyse 50 seneye yakın zaman geçmiş. Bugün Arnavutluk’taki en küçük para ise, 5 Lek.
Lek, az önce de belirttiğimiz gibi Arnavutça’da zaten “para” demek. Komünizm yıkılınca Arnavutlar zenginleşeceklerini sanıp sevinmişler; “Yırttık abi yırttık, bundan sonra paraya para demiyeceğiz” diye sevinç çığlıkları atmışlar ama hiç de umdukları gibi olmamış. Ne zenginlik gelmiş ne bişey; hâlâ paraya para diyorlar.
Camiden çıktıktan sonra yeniden gruplar halinde arabalara bindik ve bu kez, kurban kesimlerinin gerçekleştirileceği köye doğru yolculuk ettik. Kurbanlarımızı, aynı ilçeye bağlı İba köyünde kesecektik. Birkaç dakikalık bir yolculuktan sonra İba köyüne vardık. Köyde bir mezbaha vardı (Komünizm yıkıldıktan sonra açılmış; zira o dönemde “kurban” amacıyla kesim yapılamazdı) ve büyükbaş hayvanlarımız da orda bizi bekliyordu. Mezbaha, köyün tam ortasından geçen Erzeni (Erzen) Nehri kıyısındaydı.
Mezbaha dediysek de, öyle bildiğiniz modern mezbahalardan değil. San’atsal ve mimarî bir değeri yok; iki tane taş duvardan oluşan “Ucube” birşey işte. Bizim memleketteki “Ucube” taş duvarlar gibi yani.
Tiran ilinin (Qarku i Tiranës) Petrele ilçesine (Kalaja e Petrelës) bağlı bir köy olan İba, 700 nüfûslu bir yerleşim birimi ve başkent Tiran’a 23 km mesafede bulunuyor. Dajti Dağı (Mali i Dajtit) eteklerindeki köyde iki tane cami var. Köyün ortasından Erzeni Nehri geçiyor; köydeki evler ırmağın iki yakasında karşı karşıya ve oldukça şirin bir köy burası. Dağların silüeti, şırıl şırıl akan nehir, yemyeşil bahçeler, limon ve hurma ağaçları, mütevazi evler, yüzlerinde hep dostça bir tebessüm olan sıcakkanlı insanlar; hepsi bir arada.
Şimdi; köyün ismi “İba”, köyün ortasından geçen nehrin ismi ise “Erzeni”…. Bu isimlerin nereden geldiğini öğrenmek için köyde yoğun bir araştırma yaptım; izah edeyim: İba, bildiğimiz İbrahim isminin kısaltılmışı. Biz nasıl ki İbrahim’e kısaca İbo diyoruz, Arnavutlar da kısaca İba diyorlar. Erzeni ise, Elâzığ’mış aslında. Erzeni, bizim Elâzığ’ın Arnavutça ismi. Şimdi köyün ismi İba, ortasından geçen nehrin ismi de Erzeni. Yani burada aslında anlatılmak istenen şey şudur: “Elâzığlı İbrahim”. (KAYNAK: Divanü Lügati’t- Türk)
700 kişilik nüfûsa sahip İba köyü, Dajti Dağı’ndan doğan Erzeni Nehri’nin doğduğu kaynağın sadece 2 km aşağısında. Eski adı “Arzen” olan Erzeni, Dajti Dağı’ndan doğduktan sadece 2 km sonra İba’ya uğradığı için, nehrin köydeki akıntısı fazla suya sahip değil; ırmaktan ziyade bir dere büyüklüğünde.
Toplam uzunluğu 109 km olan Erzeni Nehri, doğudan batıya doğru akan bir ırmak. Dajti Dağı’ndan doğuyor ve 109 km aktıktan sonra gümüş sularını Adriyatik Denizi’ne bırakıyor. Tıpkı bizim Murat Nehri gibi doğudan batıya doğru akıyor. O güzelim Murat ki, Van Gölü’nün kuzeyinde, Ağrı il sınırları içindeki iki dağdan, Aladağ ve Muratbaşı Dağı’ndan iki ayrı kaynak olarak doğar, Eleşkirt (Zêdkan) ilçesi yakınlarında kolları birleşerek tek ırmak olur ve doğudan batıya doğru akarak, Elâzığ il sınırları içinde sularını Keban Barajı’na bırakır. Dedim ya, ha Arnavutluk ha Elâzığ, ha Tiran ha Oxçîyan, ha İskender Bey ha İbrahim Bey. Ha Enver Hoxha’nın enternasyonalizm politikası, ha Angela Merkel’in entegrasyon politikası.
Erzeni Nehri’nin doğduğu kaynak, Dajti Dağı’nın güneydoğu eteklerindedir; ırmak, deniz seviyesinden 1200 m yüksekte doğar. Akarsuyun doğduğu kaynak, Shëngjergj e Shënmëri köyündedir. Köyde daha başka nehirlerin de kaynağı vardır; bu açıdan oldukça zengin ve bereketli bir köydür. Dajti Dağı’nın güneyinde Erzeni’nin geçtiği yerde ilginç bir geçit oluşur ki, bu geçide “Gryka e Skronës” diyorlar. Erzeni Nehri, başkent Tiran’ın yakınından geçer; Tiran’ın doğusundaki Gropa Dağı’ndan sonra şehrin sadece birkaç km güneyinde akıntısına devam eder. Tiran’ın etrafında küçük küçük Lana, Tiran (Tirana), Zeza ve Tërkuza dereleri de akar ki, bu dört dere de sularını daha sonra Ishëm Nehri’ne bırakarak birleşirler.
Doğudan batıya doğru akan Erzeni Nehri, toplam 109 km’lik bir yolculuktan sonra sularını Adriyatik Denizi’ne bırakır. Erzeni’nin suladığı alan, toplam 760 km²’lik bir coğrafyadır. Nehir, Arnavutluk’un iki ilinin, Tiran ve Durrës illerinin topraklarını sulamaktadır.
İba köyündeki mezbahanın önüne geldiğimizde araçlarımızdan indik ve dışarı çıkar çıkmaz önce bu şirin mi şirin köyü şöyle bir “dünya gözüyle” temaşa ettikten sonra tertemiz dağ havasını ciğerlerimize teneffüs ettik (Ne cümleydi ama!). Köyün ortasından geçen ve kesim yapacağımız mezbahanın hemen yanından akan Erzeni Nehri, köye öylesine bir güzellik kazandırmış ki, kelimelerle anlatılmaz; o güzelliği görmek, yaşamak gerek.
Arabadan iner inmez gözüm nehir sularına takıldı; suyun gümüş ile bej arası bir rengi vardı, tıpkı yabanî bir kurdun gözleri gibi güzeldi. Bize bakıyordu, nehrin gözleri bizim üzerimizdeydi. Hani küçük bir köye bir grup yabancı gitse, sürekli birileri onları uzaktan meraklı gözlerle seyreder ya, Erzeni de aynı meraklı gözlerle bizleri seyrediyordu; “Köye gelen bu yabancılar da kim?” dercesine. Su akmaya devam ediyordu ama önüne bakmıyordu, gözleri bizim üzerimizdeydi.
Araçlardan iner inmez herkes hayvanlarla ve kesim öncesi hazırlıklarla meşgul olmaya başlamıştı ama benim gözlerim nehir sularındaydı. Öylesine güzel bir nehir ki, bakakalmıştım. İçimden, yanına gidip tanışmak geldi. Gidip konuşmak istiyordum, elimi vermek, suyuna dokunmak istiyordum. Kimbilir, belki o da sevinirdi böyle yapsaydım. Suyun rengi yabanî bir kurdun gözleri rengindeydi ama bakışları çok mâsumdu; kuzu kuzu bakıyordu. Biraz da ürkek. Âsude bir köyde sakin sakin akan bu ırmak, aniden gelen bu kalabalık ve oluşan bu gürültü karşısında, belli ki biraz ürkmüştü.
Kesim için ön hazırlıklara başlanmıştı bile. 4 çalaskal, kasaplar, yüzücüler, etleri ana gövdelere ayıranlar ve nihayetinde pakete girmeye hazır parçalama işlemini yapanlarla yaklaşık 25 kişilik profesyonel bir ekip vardı.
2006 Kurban Bayramı’nda Pakistan’da şahîd olduğum ilginçliğe burada da şahîd olmuştum. Orada bu hayvan kesimi işlerini yapanların hepsi Özbek ve Kırgız’dı; burada da bu kesimi yapanlar ekseri Doğu Türkistanlı, yani Uygur. “Ümmetin kayıp kasapları bunlar.” (İyi ki bi Pakistan’a gittim ha, 5 yıldır anlatıyorum)
Burada 3 ayrı kuruluş olarak kurbanlarımızı kesecektik. Almanya’dan İslamische Gemeinschaft Millî Görüş (IGMG) 35 büyükbaş hayvan (245 hisse), İstanbul’dan İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsanî Yardım Vakfı (İHH) 33 büyükbaş hayvan (231 hisse) kesecekler. Almanya’dan biz Weltweiter Einsatz für Arme (WEFA) ise 5 büyükbaş hayvan (35 hisse) kurban keseceğiz.
İHH ve Millî Görüş’teki arkadaşların 30’un üzerinde ineği olmasına karşılık benim sadece 5 ineğimin olması yüzünden, başlamazlar mı bana karşı böbürlenmeye, beni makaraya almaya:
– Senin sadece bu kadar mı kurbanın var?
– Yani sen şimdi topu topu 5 tane inek için mi taaa Almanya’dan kalkıp buraya geldin?
– Senin kurbanların bir aileyi doyurmazsa, dert etme, bizim etlerden biraz katarız üstüne.
Ben tam anlamıyla Mortingen Strasse yani. Bunlar beni adamakıllı makaraya almaya çalışıyorlar. Aaaa, üstüme iyilik sağlık! Kardeş dedik bağrımıza bastık, bunların yaptığına bak! Ne yapalım yani sizin kadar büyümediysek? Yaw arkadaş, nedir bu “abdestli kapitalistlerden” çektiğim? Biz de Allah rızası için kendi çapımızda bir şeyler yapmaya çalışıyoruz işte. Önemli olan niyet ve gayret değil mi? Ama altta kalır mıyım hiç, hemen cevaplarını verdim tabiî ki:
– Beyleeer! “Ufak balıklar lezzetli olur.”
Ooh, bu sefer de sizler Mortingen Strasse. Ne yapayım yani, siz de WEFA’ya laf atmasaydınız. Hem öyle büyük büyük konuşmayın bakalım. Yarın biz daha da büyüyüp sizleri geçersek, o zaman hatırlatırım ben size bu söylediklerinizi. Hem ne demiş büyük Türk düşünürü Müslüm Gürses: “Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste.”
Kesim işi başlamadan önce, ALSAR Başkanı Mehdi Gurra, çalışmanın hangi sıraya göre yapılacağını anlatan kısa bir konuşma yaptı. Buna göre, ilk önce WEFA’nın 5 büyükbaş hayvanı kesilecek. Onu IGMG’nin 35 büyükbaş hayvanı takip edecek. En son ise İHH’nın 33 büyükbaş hayvanı kesilecek.
Benim sadece 5 büyükbaş hayvanım olduğu için kesim işim öğlene kadar bitecek. Öğleden sonra ise dağıtımları yapacağım. Yani WEFA’nın hem kurban kesimleri, hem de kurban dağıtımları bugün yapılacak; dolayısıyla bayramın bu ilk günü benim bütün işim de bitmiş olacak. Fakat IGMG ve İHH’nın kurbanlarının kesimleri geceyarılarına kadar süreceği için, onların bugün sadece kesim işleri var. Onlar kurban dağıtımlarını yarın yapacaklar.
Mehdi Gurra’nın “günün anlam ve önemini belirten konuşmasının” ardından tekbîrler getirildi. Ardından WEFA’nın güzelim inekleri tek tek içeri alıp kesime başlandı. Her kesimde toplu olarak tekbîrler getiriliyordu.
WEFA’nın kurbanları öğlene kadar bitmiş, sıra onları hisse hisse poşetlere doldurmaya gelmişti. Bu arada da IGMG’nin kurbanlarına gelmişti sıra.
Öğle vakti girince, bizle birlikte olan bazı Uygurlar ve Arnavutlar gidip bir ızgara getirdiler ve hemen yakmaya başladılar. Kurban kesimi yaptığımız yerde, kestiğimiz etleri ızgarada pişirip yiyecek, öğle yemeği işini de bu şekilde halletmiş olacaktık. Tertemiz dağ havasında, şırıl şırıl akan bir nehrin kenarında, taptaze etle ızgara keyfi! Bu hoşuma gitmişti işte.
Bu arada namaz vakti de girince, bir grup arkadaş köyün içine girip cami aramak istedik. Hem gidip namazlarımızı kılıp dönene kadar ızgaradaki etler de pişmiş olurdu. Köyün içinde bir gezinti yapıp cami aramak ve namazları köydeki bir camide kılmak, benim fikrimdi. Zira arkadaşların çoğu Erzeni Nehri’nde abdestlerini alıp yere serdikleri ceketlerinin üzerinde namaza durmuşlardı bile. Fakat ben köyü de yaşamak istiyordum. Ortaya attığım bu eksantrik fikir, bazı arkadaşlar tarafından kabul gördü. 7 kişilik bir grup, başladık köyün içinde dolaşıp cami aramaya. Kendim gibi deli birkaç kişi daha bulduğum için mutluydum.
Hem, madem ki köylüler bir kadirşinaslık yapıp köye benim ismimi vermişler, biraz gezip tanımalıydım, değil mi? Şimdi Orhan Gazi Orhangazi’ye gitsin ya da Çar Petro Petrograd’a gitsin veya Alaaddin Keykubat Alanya’ya gitsin, ama orayı hiç gezip dolaşmadan geri dönsün, olur mu? Olmaz tabiî. Hem köylü milletini bilmez miyim, arkamdan neler neler söylerler sonra.
Bembeyaz ve çok güzel bir caminin önüne geldik. İçeri girip abdestlerimizi aldık, sonra mescîde geçip namazlarımızı cemaat halinde kıldık. Öğle ve ikindi namazlarını seferî olarak birleştirdik.
Namazlarımızı kıldıktan sonra mescîdde biraz oturup dinlenmek amacıyla sohbet ettik. Oradakilere caminin ismini sordum, çünkü üzerinde ismi yazmıyordu. Fakat heyhaat, kimse bilmiyordu caminin ismini. Yahu bu nasıl iş? Yani bu caminin bir ismi vardır, değil mi? Son umut, aramızda bulunan Xheladin Hajrullah’a sordum, yani bizim Celal’a. Sonuçta aramızda hem Arnavutça hem Türkçe bilen tek kişi o. Hem Arnavut, buranın yerlisi, hem de Türkiye’de koskoca üniversiteyi okumuş yani, az mı?
Ne de olsa okumuş çocuk! Eli yüzü düzgün, bir içim su. Teoride desen zehir gibi, pratik dersen sallanmakta. Bazen ben hümanistim diyor, bazen rasyonalist oluyor. Elbette ki feminist bir çocuk, metafiziğe de inanmakta. Bir kusuru var yalnız çocuğun, biraz entel takılmakta. Optimist hem de pesimist biraz, idealizmi de savunmakta. Bilse bile o bilir. Soruyorum hemen:
– Celal abi, bu caminin ismi nedir?
Xheladin düşündü… düşündü… düşündü… düşündü… düşündü… düşündü… düşündü… ve nihayet şu bilimsel açıklamayı yaptı:
– Yau cami işte, hah!
Anladım, demek caminin ismi Yau Cami İşte! Allah seni başımızdan eksik etmesin Celal abi, sen olmasaydın caminin ismini nasıl öğrenecektik?
Yau Cami İşte Camiî’nde kıldığımız namazlardan sonra dışarı çıktık. Dışarıdan caminin birkaç fotoğrafını çektim. Mushqeta köyündeki Hz. Peygamber Camiî’nin minaresi kalın ama kısaydı; fakat İba köyündeki Yau Cami İşte Camiî’nin ince ama uzun bir minaresi vardı.
Caminin bahçesi ise bambaşka bir güzellikteydi. Limon ağaçları, hurma ağaçları, seyrine doyum olmaz güzellikteydiler. Gezinin 3. bölümünde size anlattığım gibi, Arnavutluk’ta bol bol limon, portakal, zeytin ve hurma ağaçları var. (YAZARIMIZIN SÖZKONUSU YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ… BAK MUTLAKA TIKLAYINIZ AMA… İŞTE O YAZI)
Mezbahaya geri döndüğümüzde bütün arkadaşları ızgaranın başında yakalamıştık. Izgaranın dumanı taa uzaktan görünüyordu. Hepimiz büyük bir heyecan ve sevinçle adımlarımızı daha bir hızlandırarak ızgaranın etrafındaki halkaya doğru hareketlendik.
Düşünebiliyor musunuz? Tertemiz dağ havasında, şırıl şırıl akan bir nehrin kenarında, taptaze etle ızgara keyfi! Bundan iyisi Şam’da kayısı, Elâzığ’da cevizli sucuk, Frankfurt’ta Nutella, Köln’de Milch Schnitte!
Izgaranın yanına yaklaştım. Aman Allâh’ım, bu da neyyy? Ateşin sesi cızzz cızzz ediyor, üstündeki albenili etler ise “al beni” diyordu. Keyfime diyecek yoktu. Hani nasıl derler, “Arnavutluk Mala Meye”, halay da bizim, zılgıt da bizim, horon da bizim, zeybek de bizim! “Şemmamê” de bizim, “Kolbasti” de bizim, “Mastika” da bizim!
Izgaranın üstündeki etleri görünce sevinç ve heyecandan gözlerim faltaşı gibi açılmış, vücûdumun beşerî kimyası bozulmuş, hücrelerimdeki DNA ve RNA’lar kolbasti dansı oynamaya başlamış, endoplazmik retikulumlarım ve granüllü ekzoplazmik retikulumlarım yer değiştirmiş, golgi aygıtı ile lizozomların oluşturduğu yapı tamamen tahrib olmuş, alyuvarlarım ile akyuvarlarım sevinçten zılgıt çekmeye başlamış, mitokondrilerim ve klorofillerim fotosentez yapmış, ribozomlarım ve amino asitlerim “lorke lorke” deyip halay çekmeye başlamış, prokaryot kloroplastlarım ve ökaryot lökoplastlarım halı saha maçı yapmaya başlamış, miyofibril ve miyoflamenter antizotrop sarkomerlerim ve izotrop nebulinlerim mayoz ve mitoz bölünme geçirmiş, E = mc² formülündeki enerjisi hızlı bir ivme kazanan kalp atışlarımın sayılarının OBEB ve OKEK’i karşılıklı tavla oynamaya başlamış, nefes alırken düğümlenen boğazımın ters hiperbolik fonksiyonları iflâs etmiş, gama fonksiyonu yerden kesilen bacaklarımın titreme geçiren gauss integrallerinin kosinüs alfası ile sinüs betası “yaylalar yaylalar” şarkısını söylemeye başlamış, logaritmik bademciklerimin iç açılarının toplamı ile trigonometrik bademciklerimin ikizkenar açıları biribirine âşık olmuş, bakışlarımdaki “göz gez arpacık” üçgeninin hipotenüsü olduğu gibi meydana çıkmıştı. Etleri görünce öyle bir “Allah Allah” çekmiştim ki, Org. İlker Başbuğ’un “Allah Allah” çekmesine bile takva yönünden beş çekerdi, Balyoz çarpsın ki.
Şimdi hep birlikte ızgaranın başında oturmuş etlerimizi yiyorduk. Bu arada, bizler köyün içindeki camide namazlarımızı kılarken, arkadaşlar gidip ekmek ve içecek de alıp gelmişlerdi. Velhasıl, bana hitap eden herşey vardı. Olay tamamen benim ideolojime ve dünya görüşüme uygun bir şekilde cereyan ediyordu.
Oturduğumuz yerde etten bol ne var? Her canı çeken gidip kesilmiş kurban etlerinden bir parça alıp geliyor, onu ızgaranın üstüne atıp dört gözle pişmesini bekliyordu. Velhasıl güzelce karnımızı doyurduk.
Yalnız ben bu et yeme işini galiba biraz abartmış olacağım ki, ızgaranın başındayken mümîn kardeşlerim uzaktan laf çakmayı ihmal etmediler:
– Sediyani, topu topu 5 tane inek için taaa Almanya’dan kalkıp buraya geldin, 4 tanesini oturup kendin yedin. Hiç olmazsa o bir tane ineği Arnavutluk’a bağışla, bak buranın fâkirleri çoktur. Acı buranın insanlarına.
Aaa, üstüme iyilik sağlık! Yaw arkadaş, benden ne istiyorsunuz, anlamadım? Siz nasıl karnınızı doyuruyorsanız, ben de onu yapıyorum. Yediğim alt tarafı iki parça et! İşinizi gücünüzü bırakmış, benimle uğraşıyorsunuz. Elâzığ’lıyım ya, kıskanıyorlar tabiî! Ben sizin lokmalarınızı sayıyor muyum? Ayıp vallah, çok ayıp!
Hem madem ki “Biz ne kadar yiyorsak sen de o kadar yiyeceksin” gibi bir anlayışa sahipsiniz, Komünizm’i niye bıraktınız o zaman? Towbe ıstafila towbe! Şu mübarek bayram gününde beni zorla günâha sokuyorsunuz.
Öğle molası bir saatten biraz fazla sürmüştü. Sonra yeniden çalışmaya devam!
IGMG’nin kesimlerine devam edilecekti. İHH ise sırasını bekliyordu, henüz onlar hiçbir şeye başlamış değillerdi.
WEFA’nın ise tüm kesimi zaten öğleden önce bitmiş, hatta bütün etler parça parça poşetlere konmuş ve dağıtım için hazır hale getirilmişti.
Şimdi IGMG’nin kesimlerine devam edilirken, ben kurbanlarımı alıp dağıtmaya götürecektim. IGMM ve İHH ekipler halinde geldikleri için, onlar dağıtım için kendi kendilerine yeterlerdi. Fakat ben yalnız geldiğim için, WEFA’nın kurbanlarını tek başıma dağıtamazdım elbette ki.
Mehdi Gurra, İHH’daki arkadaşlara,
– WEFA’nın kurbanları dağıtılacak. Sizler de İbrahim abiyle beraber gidip ona yardım edeceksiniz, dedi. Onlar da bunu kabul ettiler.
Allah razı olsun. Şimdi gözüme girdiler işte. Hem, ne olacak ki? Şurada kardeş kardeşe çalışıyoruz işte. Bugün siz dağıtımda bana yardım edersiniz, yarın da ben size yardım ederim. Biribirimize yardım edersek, elele verirsek, herşey daha güzel olur. Hem ne demiş ünlü İslam tarihçisi Hakan Şükür: “İyi olan kazansın.”
Dağıtımı yapılacak et poşetlerini bir aracın içine doldurduk. ALSAR’dan 3 kişi, İHH’dan 4 kişi ve ben, hep birlikte dağıtım için yola verdik.
WEFA’nın kurbanları, iki ayrı köyde dağıtılacaktı ve her ikisi de hem biribirlerine, hem de İba’ya yakındılar. Dağıtımları Mangull ve Mulet adlarındaki iki köyde yapacaktık; köyler biribirlerine 6 km’lik bir mesafedeydiler ve her ikisi de tıpkı İba gibi Petrele ilçesine bağlıydılar.
İlk dağıtımı Mangull köyünde yapacaktık ve bu köy İba’ya sadece 8 km uzaktaydı.
Şimdi içimde tarifsiz bir heyecan vardı işte. Çünkü Arnavutluk’a gelmeden önce, en çok yaşamak istediğim an bu andı ve şimdi o anı yaşamaya gidiyordum.
Muhtaç insanlara bir parça da olsa bir yardım poşeti uzatmak, onları bir nebze de olsa sevindirmek, sevindiklerini görmek, yüzlerinde bir gülücük, bir tebessüm görmek, en çok görmek istediğim şey buydu.
Şimdi vakti gelmişti işte o anın.
En çok yaşamak istediğim anı yaşamak için yoldaydım şimdi.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 5
FOTOĞRAFLAR:
Camiden çıktıktan sonra yeniden gruplar halinde arabalara bindik ve bu kez, kurban kesimlerinin gerçekleştirileceği köye doğru yolculuk ettik. Kurbanlarımızı, aynı ilçeye bağlı İba köyünde kesecektik. Birkaç dakikalık bir yolculuktan sonra İba köyüne vardık. Köyde bir mezbaha vardı ve büyükbaş hayvanlarımız da orda bizi bekliyordu. (ARNAVUTLUK)
Tiran ilinin Petrele ilçesine bağlı bir köy olan İba, 700 nüfûslu bir yerleşim birimi ve başkent Tiran’a 23 km mesafede bulunuyor. Dajti Dağı eteklerindeki köyde iki tane cami var. Köyün ortasından Erzeni Nehri geçiyor; köydeki evler ırmağın iki yakasında karşı karşıya ve oldukça şirin bir köy burası. Dağların silüeti, şırıl şırıl akan nehir, yemyeşil bahçeler, limon ve hurma ağaçları, mütevazi evler, yüzlerinde hep dostça bir tebessüm olan sıcakkanlı insanlar; hepsi bir arada. (ARNAVUTLUK)
Kurbanlık koyunlar (ARNAVUTLUK)
Kurbanlık inekler (ARNAVUTLUK)
WEFA Arnavutluk’ta. WEFA dünyada muhtaçların ve fâkirlerin olduğu her yerde. (ARNAVUTLUK)
“Geleceğin Alternatifi” ALSAR Vakfı, misyonu ve mütevazi yardımlarıyla, kurumsal performansını Arnavutluk halkına başarılı bir şekilde yansıtmaya devam etmektedir.
İba köyünde öğle ve ikindi namazlarını kıldığımız güzel cami (ARNAVUTLUK)
Caminin uzun ama ince bir minaresi var (ARNAVUTLUK)
Caminin bahçesinde, henüz fidan küçüklüğündeki bu limon ağacında limonlar nasıl da yetişmiş böyle! Seyretmeye bile doyum olmaz. Şimdi bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: Limonların, ağaç yapraklarının ve aşağıdaki çimenin renklerine dikkatlice baksanıza. Her biri yeşilin ayrı bir tonu. Yeşilin 3 tonu aynı karede! (ARNAVUTLUK)
Caminin bahçesindeki hurma ağacı. Turuncu renkli hurmalar ne de hoş görünüyorlar böyle. Arnavutluk’ta bol bol hurma ağaçları var. Biz de her geçtiğimiz yerde koparıp yiyorduk. Tadı bal gibi. Zaten bu coğrafyanın adı, Balkan. Yani “bal” ve “kan”. Tadı “bal” ama ne yazık ki kaderi “kan”. (ARNAVUTLUK)
Bayramı Balkanlar’da yaşamak, apayrı bir duygu; muhteşem bir olay (ARNAVUTLUK)
SU: AKARSA NEHİR, DÜŞERSE ŞELÂLE, DURURSA GÖL OLUR
Su; güzelliktir, duruluktur, temizliktir. Sevgidir su, duygudur; bağdır, tutkudur.
Su; bir öyküdür, yaşamdır, serüvendir. Öyle bir serüven ki, “akarsa nehir” olur su, “düşerse şelâle” olur, “durursa göl”.
Su; bana yoldaştır, sırdaştır, yârdır. Akıntısına tutulduğum, düşüşüne hayran olduğum, duruşuna vurulduğum sevgilimdir su. “Beyaz beyaz” konuşmasına, “mavi mavi” bakışına, “yeşil yeşil” akışına âşık olduğum sevdiceğimdir, su.
Su; dokun bana…
Ey su; ellerime dokun… Dokun ki, şu fânî hayatımda bir kez olsun harama el uzatmayayım, hakkım olmayan şeyi almayayım. Ellerimi yalnızca hayra ve iyiliğe uzatayım, beni hem dünya hayatında hem de âhiret hayatında kurtaracak ipi tutayım.
Su; dokun bana…
Ey su; parmaklarıma dokun… Dokun ki, yazmakla, sözcüklerle ve cümlelerle geçirdiğim şu fânî hayatımda kalemimi nefsim için, makam ve mevkiî için kullanmayayım. Kalemimi yalnızca hakkın söylenmesi, doğrunun dillendirilmesi, barış ve adalet umdelerinin yerleşmesi için kullanayım.
Su; dokun bana…
Ey su; ayaklarıma dokun… Dokun ki, beni ateşe, zarara uğrayanlardan olacaklara götürecek yollarda yürümeyeyim. Adımlarımı yalnızca hakkın ve tevhidî istikametin yolunda atayım. Allâh ve Resûlü’nün yolunda gideyim.
Su; dokun bana…
Ey su; saçlarıma dokun… Dokun ki, günâh ve şirk evine, zûlüm ve çirkefe açılan hiçbir kapıdan içeri girmeyeyim. Yalnızca hayır ve tevhid evine, adalet ve güzelliklere açılan kapıların altından geçeyim. Yalnızca Hakk’ın kapısından içeri gireyim.
Su; dokun bana…
Ey su; gözlerime dokun… Dokun ki, şu günâhkâr ve âcîz hayatımda bir kez olsun harama bakmayayım, gözlerimi çirkinliklere, günâha ve şehvete çevirmeyeyim. Yalnızca güzel olana bakayım, gözlerimi yalnızca Rahmanî ve melekutî olan hayır ve hesanata çevireyim.
Su; dokun bana…
Ey su; kulaklarıma dokun… Dokun ki, şeytanî ve nefsî olan hiçbir söz ve çağrıya kulak kabartmayayım, onları dinlemeyeyim. Yalnızca hakka ve cennete çağıran çağrılara kulak kabartayım. Allâh’ın kelamına dâvet eden söz ve konuşmaları dinleyeyim.
Su; dokun bana…
Ey su; dudaklarıma dokun… Dokun ki, şu boğazımdan bir kez olsun haram lokma geçmesin, Allâh’ın haram kıldığı hiçbir gıda, hiçbir içecek ve yiyecek iki dudağımın arasından geçmesin. Bütün hayatımı helâl rızıkla kazanayım, boğazımdan yalnızca helâl lokma geçsin.
Su; dokun bana…
Ey su; dilime dokun… Dokun ki, şu fânî hayatımda bir kez olsun ağzımdan yanlış ve bâtıl bir söz çıkmasın, insanları kötülüğe, şirke, ateşe çağıran hiçbir sözcük ve cümle konuşmayayım. Dilim yalnızca hakkı seslendirsin. Yalnızca hayra, barış ve adalete çağırayım. İnsanlara yalnızca kurtuluşa götüren vahyi konuşayım.
Su; dokun bana…
Ey su; kollarıma dokun… Dokun ki, sahip olduğum güç, yetenek ve yetkileri zayıfları ezmek, haklının hakkını gasp etmek için kullanmayayım. Allâh’ın bana bahşettiği bütün güç, yetenek ve yetkileri zayıfların hakkının korunması, adaletin tesisi, zûlüm ve tuğyanın ortadan kalkması amacıyla kullanayım. Ezene karşı ezilenin, güçlüye karşı zayıfın, zalime karşı mazlumun, varsıla karşı yoksulun, müstekbire karşı mustaz’afın, tasasız müreffehlere karşı yalın ayaklıların, sömürgecilere ve işgalcilere karşı özgürlük âşıklarının yanında yer alayım.
Su; dokun bana…
Ey su; bütün vücûduma dokun, bedenimin her tarafına dokun… Dokun ki, bütün hayatımı, düşüncemi, davranışlarımı, insanlarla, bitkilerle, hayvanlarla, toplumla, doğayla ve coğrafyayla olan tüm ilişkilerimi İslam ve Qûr’ân’ın belirlediği ölçülere göre tanzim edeyim. Bütün varlığımla, bütün benliğimle Allâh’a kulluğu yaşayayım ve yaşatayım. Müslüman olarak yaşayıp Müslüman bir kimlikle var olayım; “şâhîd” olarak yaşayıp “şehîd” olarak son nefesimi vereyim.
Su; dokun bana…
Ey su; haydi dokun bana… Dokun bana, su.
“We cealna mine’l- mâi kûlli şey’in hayy.”