Kürtler’in Geleceği Konusunda Birkaç Söz

Parveke / Paylaş / Share

 

     “Deng” dergisi, 1 Haziran 2024 günü, Diyarbakır’da “Kürt Meselesi: Nasıl Bir Gelecek?” konferansı düzenledi.

     Konferans, Deng Dergisi Genel Yayın Yönetmeni A. Mecit Durmuş’un açış konuşmasıyla başladı.

     Konferans üç oturum halinde gerçekleşti. Birinci oturumun başlığı, “Ortadoğu’da Kürt Meselesi’nin Kazandığı Yeni Boyutlar”dı. Bu oturumda Arzu Yılmaz, Salar Osman, Kawe Mahmut konuştular. Bu oturumun moderatörü Sedat Yurttaş’tı.

     İkinci oturumun başlığı, “31 Mart Seçimleri Sonrası Siyasî İklim ve Kürt Meselesinin Çözümüne Olası Etkileri” idi. Necdet İpekyüz’ün moderatör olduğu bu bölümde Cuma Çiçek, Roj Grasun, Mesut Yeğen konuştular.

     Son oturumun başlığı, “Kürt Siyasî Aklı: Yeni Bir Yol Bulmak”tı. Bu bölümde İbrahim Gürbüz, İsmail Beşikçi, Mesut Tek konuştular. Bu oturumun moderatörü Mahmut Bozarslan’dı.

     Konferans, Kürdistan Sosyalist Partisi Başkanı Bayram Bozyel’in kapanış konuşmasıyla son buldu. Her oturumdan sonra gerçekleşen soru – cevaplarla çok sağlıklı, önemli, değerli bir konferans oldu.

     * * *

     Bu konferansta, “Kürtler’in Geleceği Konusunda Birkaç Söz” başlıklı bir bildiri sundum. Bu bildiri şöyle:

     Kürtler, tarihsel vesikalar ve arkeolojik buluntular bakımından çok zengin bir halktır. Mezopotamya’nın geçmişi hakkında bilgi veren kazıların çoğu Kürdistan’da yapılmıştır.  Fakat Kürtler bir devlete sahip olmadıkları için, bu tarihsel vesikaları, arkeolojik buluntuları  değerlendirecek, analiz edecek kurumlar oluşturamamışlardır. Bu durum, sözedilen tarihsel vesikaların, arkeolojik buluntuların, Kürtler’e komşu olan, Kürtler’in geleceği hakkında belirleyici olan ve aynı zamanda Kürtler’e hasım olan devletler tarafından yağmalanmasını sağlamıştır. Bu, “Bir ulusun en büyük felâketi, tarihlerinin ona hasım olanlar tarafından yazılmasıdır” sözüne tam tamına uyan bir süreçtir.

     Mehmet Öncü, Elî Teter Nêrweyî’nin “Antik Kürdistan” kitabına yazdığı önsözde bu ilişkileri etraflıca ele almaktadır. Mehmet Öncü’nün sözedilen bu kitabın çevirmeni olduğu da bilinmektedir.

     * * *

     Bu, Mustafa Kemal’in, 1930’larda, neden ısrarla Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumlar oluşturmaya gayret ettiğini anlatmaktadır. Bu, Türk ulusu oluşturma çabasıdır. Fuad Önen, bu süreci, “mevcut Türk devletine Türk ulusu oluşturma çabası” olarak değerlendirmektedir. Burada şu çelişkinin belirtilmesi de gerekir: Türkler’in hızlı bir şekilde uluslaşması için her türlü teşvik, ödül gündeme getirilmiştir. Kürtler’in uluslaşmasının önünü kesmek için ise, her türlü baskı, zûlüm, hayata geçirilmiştir. Kürtler’in, Kürtçe’nin inkârı, köylerin evlerin yakılıp yıkılması, kitlesel sürgünler vs. uluslaşmanın önünü kesmek için gündeme getirilen politikalar, uygulamalardır.

     Bu tarihsel vesikalar, arkeolojik buluntular, Kürtler’e hasım olan devletlerin oluşturdukları kurumlar tarafından değerlendirilmektedir. Arkeolojik kazılar yine bu devletlerin oluşturdukları kurumlar tarafından yapılmaktadır veya batılı arkeologlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Her iki durumda da Kürtler safdışıdır. Bu süreçte, Kürtler’e komşu olan, Kürtler’in geleceğini belirleyen bu devletler kendi politik ihtiyaçlarını karşılayacak bir Kürt tipi de oluşturmaya çalışmaktadırlar. Örneğin Araplar, Kürtler’in yaşadığı toprakların da zaten Arap toprakları olduğunu söylemektedirler. Örneğin Arap Baas Partisi’yle Mella Mustafa Barzanî arasındaki temel anlaşmazlık bu noktada beliriyordu. Farslar da İran’ın politik ihtiyaçlarını karşılayacak bir Kürt tipi yaratma peşinde koşmaktadır. Türkiye ise, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, Kürtler’e, Kürdistan’a ait bütün maddî, manevî değerleri kendi ganimeti olarak algılamaktadır.

     Kürdistan’da gerçekleştirilen arkeolojik kazıların önemli bir kısmının batılı arkeologlar tarafından yapıldığı bilinmektedir. Ama bu arkeologlar çalışmalarını özgür bir şekilde  gerçekleştirememektedir. Onların yanına ilgili devletler tarafından muhakkak bir asistan verilmektedir. Buluntular, daha çok bu asistanların görüşleri doğrultusunda değerlendirilmektedir. Bazan da bu kazıları yapacak arkeologlarla sözlü anlaşmalar yapılmaktadır. Bu arkeolaglardan, buluntular hakkında Kürtler’den sözetmeyeceklerine hatta, Kürtler’i imâ edecek bir değerlendirmede bulunmayacaklarına dair söz vermeleri, aksi halde araştırma, kazı ruhsatlarının iptal edileceği vurgulanmaktadır. Barzan bölgesindeki Şanidar Mağarası’ndan yapılan arkeolojik kazılar bu anlayış çerçevesinde değerlendirilmelidir.

     Burada, şu konunun belirtilmesi de önemlidir: Londra Müzesi’nin, Paris Louvre Müzesi’nin, Mezopotamya Arkeolojisi ile ilgili bölümlerinde sergilenen arkeolojik buluntuların önemli bir kısmı Kürdistan’da yapılan arkeolojik kazılar sonunda elde edilmişlerdir. Bunların sergileneceği esas alanlar elbette Erbil (Hewlêr), Süleymaniye müzeleri olmalıdır. Ama Kürtler’in bu arkeolojik kazılar sürecinden uzak tutulduğu bilinmektedir. İstanbul’da Gülhane Parkı’ndaki Arkeoloji Müzesi’nde Mezopotamya Arkeolojisi ile ilgili bölümde sergilenen buluntular konusunda da aynı şeyler söylenebilir.

     Bu buluntuların Paris’e, Londra’ya götürülmelerinin şöyle iyi bir yönü olduğu da söylenebilir: Bu şekilde IŞİD gibi barbarların saldırılarından, tahribinden korunmuş olmaktadır.

     * * *

     Kürtler’in geleceği hakkında konuşuyoruz. Bu, Kürtler’in geçmişi ile çok sıkı bir şekilde irtibatlı bir durumdur. Bu da şu temel soruyu sormamızı gerekli kılmaktadır: Kürt sorunu nedir? Kürdistan sorunu nedir? Kürd sorunu, Kürdistan sorunu, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürtler’in, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve  Kürtler’in bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesidir. Takriben yüz yıl önce çözümlenmesi gereken bir sorundan sözediyoruz.

     Şöyle düşünelim: Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya ile birlikte Osmanlı da yenildi. Savaşta yenilen devletlerin sömürgeleri, yenen devletler tarafından paylaşıldı. Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Mezopotamya’daki, Ortadoğu’daki toprakları Büyük Britanya, Fransa ve İtalya tarafından paylaşıldı. Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin manda devletleri kuruldu. Fransa’ya bağlı olarak da Suriye ve Lübnan manda devletleri kuruldu. Manda kavramını bir çeşit sömürge olarak değerlendirebiliriz.

     İşte bu dönemde bir de Kürdistan kurulmalıydı. Diyelim sömürge bir Kürdistan. Kaldı ki, o dönemde Kürdistan’ın güneyinde, Şeyh Mahmud Berzencî, Büyük Britanya’ya “Ben Kürdistan kralıyım, beni ‘Kürdistan Kralı’ olarak tanıyın” diyordu. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, değil bağımsız bir Kürdistan, sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmediler. Kürtler, Kürdistan, dönemin emperyal devletleri ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devletinin, Osmanlı İmparatorluğu ve devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti, İran İmpratorluğu ve onun devamı olan Yeni İran Şâhlığı tarafından,  birbirleriyle işbirliği ve güçbirliği yaparak, birbirlerine taviz vererek, birbirlerinden taviz kopararak, bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Kürtler dilleriyle, kültürleriyle yeryüzünden, dillerden ve tarihlerden silinmeye gayret edildi. Bu dönemin çok önemli bir özelliği de, “Ulusların Kendi Geleceklerini Belirlemesi” temel ilkesinin Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Güney Asya’da, Kuzey Afrika’da geniş halk kitlelerini sarıp sarmaladığı bir dönem olmasıdır. ABD’da Başkan Wilson, Sovyetler Birliği’nde Lenin, Stalin, Troçkiy, bu uluslararası temel ilke, temel hak konusunda çok konuşuyorlardı. Bu temel hakkı, sözü edilen bu coğrafyada yaşama geçirmek için çok çaba harcıyorlardı. Kürtler, Kürdistan böyle bir dönemde bölündü, parçalandı, paylaşıldı. Bu Kürtler, Kürdistan için çok ağır bir yaptırımdır. Kürtler’de, bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dumura uğraması gibi bir durum yaratmıştır. 1930 Zilan, 1938 Dersim, 1980 Mehâbâd, 1988 Halepçe bir soykırımdı, Enfal bir soykırımdı. 16 Mart 1988 Halepçe, soykırımın doruk noktasıydı.

     Bu dönemden sonra, Kürtler her parçada, çok ağır baskılarla, zûlümlerle karşılaştılar. “Sömürge”, bir statüdür. Kürdistan sömürge bile değildir. 1920’lerde, Kürtler, Kürdistan hiçbir statüye sahip değildir. “Kenya, Büyük Britanya’nın sömürgesidir” denildiği zaman şu anlaşılır: Kenya isimli bir ülke vardır. Bir anlaşmayla sınırları önceden çizilmiştir. Burada İngiliz olmayan bir halk yaşar. Bu ülkeyi, kendi ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda Büyük Britanya yönetmektedir. Kürdistan’da bu ilişkileri görmek mümkün değildir. Hiçbir belgede Kürt, Kürdistan sözcüğü geçmemektedir. Hatta Kürtler’i, Kürdistan’ı imâ edecek bir sözcük bile geçmemektedir. 1920’lerde, Kürtler’e, Kürdistan’a hiçbir statü vermeyen Ortadoğu siyasal düzeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler döneminde de aynı durumu korumuş, sürdürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuş, fakat Kürdistan’da hiçbir şey değişmemiştir.

     * * *

     Kürtler’e, Kürdistan’a yaşatılan bu durum aslında sömürge anlayışına da karşıdır. Çünkü sömürgeler, sömürge ile metropol ülke arsında şöyle bir ilişki üzerine kuruludur: Metropol ülke belli bir süre sömürge ülkeyi yönetecek. Onu, ekonomik ve politik bakımdan güçlendirecek, kendi ayakları üzerinde durabilir bir hale getirecek ve sonunda ona bağımsızlık verecek.

     İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya, Almanya, İtalya, Belçika vs. arasında 1886’da yapılan “Berlin Antlaşması”yla fiilî durum, kâğıt üzerine de geçmiş, resmiyet kazanmıştır. Bugün Afrika’da 57 bağımsız devlet vardır. Bu devletlerin sınırları bu antlaşmada çizilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika sömürgeleri bu sınırlar üzerinden bağımsızlık kazanmıştır. Bağımsızlık sürecinde bu devletler arasında sınır kavgaları olmamıştır.

     Kürtler’de, Kürdistan’da bu ilişkileri göremiyoruz. Kürtler, Kürdistan bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış, her parçada Kürtler’in Kürt olmaktan, Kürt ulusu olmaktan doğan hakları gasbedilmiştir. Bu durumun sonsuza kadar böyle sürmesi istenmektedir. Bu bakımdan “Kürdistan sömürge bile değildir” diyoruz.

     1920’LER BUGÜNLERE NASIL YANSIYOR?

     Bugün dünyada 212 devlet vardır. Bu devletlerden 193’ü Birleşmiş Milletler üyesidir. Bugün dünyada nüfûsu bir milyonu bile bulmayan onlarca devlet vardır. Kuweyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri gibi körfez ülkelerinin nüfûsu birer milyonu bile bulmamaktadır. Avrupa Birliği’nde Luxemburg, Kıbrıs, Malta yine böyledir. İslam Konferansı’nda nüfûsu bir milyonu bile bulmayan ülke çoktur. Birleşmiş Milletler’de bu şekilde belki 40 devlet vardır.

     Kürtler’in, Ortadoğu’daki nüfûsu kanımca 50 milyonun üzerindedir. Ama dünya uluslar topluluğunun Kürtler’e çok büyük bir haksızlık yaptığı da ortadadır. Kürtler, özellikle Kürt aydınları, bu haksızlığı çeşitli uluslararası toplantılarda dile getirmelidirler.

     Devlet sahibi olmak önemlidir. Eğer bir devletiniz yoksa, size ait tarihsel vesikaları, arkeolojik buluntuları yağmalanmaktan kurtaramazsınız. Eğer bir devletiniz yoksa mezarlıklarınızı bile koruyamazsınız.

     BİR HATIRLATMA

     “Ankara’dan çıktık partileştik. Ortadoğu’ya Kürdistan’a açıldık, ordulaştık. Şimdi dünyaya açılıyoruz, devletleşeceğiz.” Abdullah Öcalan Roma’da böyle konuşuyordu. 1998 Aralık ayının sonları. Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da siyasî sığınma talebinde bulunduğu Hollanda’ya gitmek üzere geldiği Kenya’nın başkentindeki Nairobi Havaalanı’nda “Mavi Bereliler” tarafından yakalanıp Türkiye’ye getirildi, İmralı’ya konuldu.

     Türk istihbarat yetkilileri, İmralı’da, Abdullah Öcalan’la görüştüler. Bu görüşmelerden sonra Abdullah Öcalan “Devlet kötüdür, devlet istemiyoruz, bağımsız devlet talebimiz yoktur” demeye başladı. Daha sonraları “federasyon istemiyoruz, özerklik istemiyoruz” dedi.

     1998 Aralık ayı sonları, 15 Şubat 1999. Aradan 2 ay bile geçmeden meydana gelen bu fikir değişikliği dikkate değer bir durumdur.

     “Devlet istemiyoruz, devlet kötüdür” söylemi, devletin bir söylemidir. Kürdî, Kürdistanî bir söylem değildir. Devletin bunu Kürtler’e söyletmesi, devlet için çok büyük bir kazançtır. Bu söylem Kürtler’de sadece bir kafa karışıklığı yaratır.

     Bu söylemin bir de şöyle bir yönü var: Eğer devlet kötüyse, önce Kürtler’i baskı altında tutan devletlerin eleştirisi gerekir. Halbuki, PKK/KCK’nin bu devletlerle hiçbir sorunu yoktur. Örneğin bu yıl, Halepçe’de gerçekleşen soykırımın 36. yıldönümü anılmıştır. PKK/KCK’nin bu yıldönümünde hiçbir açıklaması olmamıştır. Ama PKK/KCK aynı günlerde bir helikopter kazasında yaşamımı yitiren İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisî’nin ölümünden dolayı İran yönetimine başsağlığı mesajı göndermiştir. Bugün Türkiye, İran, Irak, Suriye vs. bağımsız bir Filistin devletini savunmaktadır. PKK/KCK de bağımsız Filistin devletini savunmaktadır. PKK/KCK’nin karşı çıktığı, engellemeye çalıştığı yegâne devlet Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. Bu da Kürtler için değil, başkaları için savaşıldığı anlamına gelir.

     BENGAL – PAKİSTAN İLİŞKİSİ

     Çözüm sözkonusu olduğu zaman, Kürtler daha çok Bask, IRA gibi sorunların nasıl çözümlendiği arayışına girmektedirler. Örneğin, Barış ve Demokrasi Partisi, İspanya – Bask ilişkisini, İngiltere – IRA ilişkisini incelemek için, Güney Afrika’daki çözümü, gelişmeleri kavramak için önemli çaba harcıyordu. BDP’den sonra kurulan Halkların Demokrasi Partisi de aynı tutumu sürdürmektedir. Bu tür incelemeleri yapmak da önemli olabilir ama incelenmesi gereken, Kürtler’e ilham verecek, yol gösterecek olan esas konu Müslüman Bengal halkının Müslüman Pakistan devletinden haklarını, özgürlüklerini nasıl aldığıdır. Bu konuya kısaca değinmekte yarar vardır.

      İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sömürgesi Hindistan’dan çekileceğini, Hindistan’a bağımsızlık vereceğini açıkladı. Müslüman önderler, örneğin, Muhammed Ali Cinnah (1876 – 1948), Muhammed İkbal (1877 – 1938) bu süreçte, Hintliler’le birlikte yaşamak istemediklerini, ayrı bir devlet istediklerini vurguladılar. “Bizim dilimiz ayrıdır, kültürümüz ayrıdır. Biz Hintliler’le birlikte yaşamak istemiyoruz, ayrı bir devlet istiyoruz” sözü, Müslüman önderlerin sözleriydi. Hindistan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin liderleri, Mohandas Gandhi (1869 – 1948), Cavahirlal Nehru (1889 – 1964), bu öneriyi olumlu karşıladılar. 17 Ağustos 1947’de, aynı gün, aynı saatte iki devlet birlikte doğdu: Hindistan, Pakistan.

     O zamanlar Pakistan iki parçalı olarak kuruldu. Batı Pakistan (bugünkü Pakistan), Doğu Pakistan (Doğu Bengal, bugünkü Bengladaş). Bengal de iki parçaydı. Hindu Bengaller’in yaşadığı Batı Bengal, Müslüman Bengaller’in yaşadığı Doğu Bengal.

     Bugün, Hindu Bengaller’in yaşadığı Batı Bengal, Hindistan’ın bir eyaletidir. 100 milyona yakın nüfûsu vardır. Başkenti Kalküta, resmî dili Bengalce… Bugün, Bangladeş Halk Cumhuriyeti olarak bilinen Doğu Bengal’de 165 milyon, Pakistan’da 175 milyon insan yaşamaktadır. Doğu  Bengal, Ganj Nehri’nin Hind Okyanusu’na döküldüğü alandır.

     1940’ların sonlarında yani Pakistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığı dönemlerde, Batı Pakistan ve Doğu Pakistan arasında 2300 km mesafe vardı. Aradaki topraklar Hindistan topraklarıydı.

     Pakistan kurulduğu günlerden itibaren, Bengaller, Doğu Bengal’in özerkliğini, Bengal dilinin resmî dil olmasını istediler. “Bengal Dil Hareketi” isimli bir kurum oluşturuldu. Bengal aydınlarının, Bengal halkının taleplerine Pakistanlı yöneticiler, her zaman, “Biz kardeşiz, talepleriniz İslam kardeşliğine aykırıdır. Ümmet kardeşliğine aykırıdır. Bu taleplerinizden vazgeçin” şeklinde cevap veriyorlardı. Pakistan aydınları da Pakistan devleti gibi düşünüyor, Bengal aydınlarını, Bengal halkının taleplerine olumsuz yaklaşıyorlardı. Pakistan tarafının bu açıklamalarına, Bengal halkı, Bengal aydınları, “Biz kardeş değiliz” diye cevap veriyorlardı, “Biz kardeş değiliz, Siz bizim düşmanımızsınız, çünkü ülkemizi işgal ettiniz, Bengal dilimizi yasakladınız, Urdu dilini egemen kıldınız. Bizi asimile etmeye çalışıyorsunuz. Biz dünyanın başka yörelerindeki halklara, İslam halklara ‘kardeş’ diyebiliriz, ama size demiyoruz.”

     1950’lerde, 1960’larda, Malik Ğulam Muhammed (1895 – 1956), Seyyîd İskender Mirza (1899 – 1969), Muhammed Eyyûb Xan (1907 – 74), Muhammed Yahya Xan (1917 – 80) dönemleri böyle tartışmalarla, tutuklamalarla geçti.

     1971 yılının başlarında, Doğu Pakistan (Doğu Bengal)’da seçimler yapıldı. Şeyh Mucib’ur- Rahman (1920 – 75) liderliğindeki Müslüman Avamî Birlik Partisi, milletvekilliklerinin büyük bir kısmını kazandı. Ama Cumhurbaşkanı Yahya Xan meclisin toplanmasına izin vermedi. Bunun üzerine Doğu Pakistan’da Bengal halkı silahlı direnişe başladı. 1971 yılı yaz aylarında çok yoğun bir savaş yaşandı. Pakistan devlet terörünü tırmandırdı. Bir çırpıda, yüzbinlerce Doğu Bengalli Batı Bengal’e mülteci olarak sığınmaya başladı. Bu, Hindistan’ı çok rahatsız eden bir durum yarattı. Sonuçta Hindistan ordusu Doğu Bengal’e girdi. Pakistan ordusunu etkisiz bıraktı. 1971 yılı sonlarında Doğu Bengal bağımsızlığını ilan etti. Bangladeş böyle kuruldu. 1971 yılı yaz aylarında gerçekleşen savaşta, yüzbinlerce kayıptan sözedilir. O zaman Hindistan başbakanı İndira Gandhi (1917 – 84)’ydi.

     1972 yılı başlarında, Sovyetler Birliği, ABD, Avrupa devletleri Bangladeş’i tanıdı. Bunun üzerine Hindistan ordusu Bangladeş’den çekildi. Bangladeş’i en son tanıyan Pakistan oldu. 1975’te toplanan İslam Konferansı sırasında bu tanıma gerçekleşti. Pakistan’dan sonra Türkiye de tanıdı. 1971’deki Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sürecinde Türkiye, Bengalli savaşçıları “eşkiyalık” yapmakla suçluyordu.

     “İslam kardeşliği”, “Ümmet kardeşliği” sloganı Kürtler’i çok kandırıyor. Kürdistan’ın güneyindeki Kürt önderler, Halepçe gibi bir soykırımdan sonra, Enfal’den bile sonra “Kürt – Arap kardeşliği”nden sözediyorlardı. “İslam kardeşliği” sloganını terkedip eşitlik istemek çok daha doğrudur. Kardeşlik belirsiz bir slogandır, muğlak bir slogandır. Büyük kardeş küçük kardeşe her zaman, “sen küçüksün, ağabeyini dinle” der. Eşitlik anlayışı ise daha belirgindir. “Sende hangi kurumlar varsa ben de onları istiyorum”, daha açık bir söylemdir.

     1996 – 97 yıllarında Türkiye’de, Kürdistan’da gerilla mücadelesi yükseldiği zaman, Türk aydınlarının bir kısmı “her dile bir devlet gerekmez” demeye başladılar. “Dünyada 4000 (dört bin) civarında dil vardır. Her dile bir devlet mi olacak?” diyorlardı. Bunu derken, o dili konuşanların nüfûslarına hiç değinmiyorlardı. Örneğin, Sibirya’da, Ekvator bölgelerinde, 100 – 200 kişinin konuştuğu dilleri milyonlarca insanın konuştuğu Kürtçe’yle aynı kefeye koyuyorlardı. “Her dile bir devlet olmaz” anlayışı 1950’lerde, Pakistan’da da söylenmiş. Halbuki o zamanlar Bengal Dili, dünyada, Çince, Hintçe, İngilizce ve İspanyolca’dan sonra en çok konuşulan beşinci dil oluyor. Bugün de öyledir. Bengalce, Bengladeş’ten ve Batı Bengal’den başka, Myanmar’da, Nepal ve Bhutan’da, Hindistan’ın Assam, Tripor, Bengalor gibi eyaletlerinde de konuşuluyor.

     “İslam kardeşliği” sloganı Kürtler’i çok kandırıyor. Müslüman Bengal halkının bu slogana neden kanmadığı, Kürtler’in neden kandığı incelenmeye değer bir konudur. Kürt Seyyah İbrahim Sediyani’nin “Sediyani Seyahatnamesi” önemli bir kaynaktır. İbrahim Sediyani, Bangladeş’i, “Bir Yanım Su, Bir Yanım Ateş; Aç Bana Kucağını Bangladeş” dizisinde dile getirmektedir.

     PÎNE, KÜRT – TÜRK KARDEŞLİĞİNİN NERESİNDE?

     Diyarbakır’da, “Pîne Kitap – Kafe” sahibi Ramazan Şimşek, Mayıs ayının sonlarında, müşterilerine Kürtçe hizmet verdiği için, bir polis baskınında gözaltına alındı. Üç gün gözaltında kalan Ramazan Şimşek, daha sonra bir müddet ev hapsiyle cezalandırıldı. Bu, “Kürt – Türk kardeşliği” sloganının, anlayışının ne kadar sahte olduğunu, toplumda hiçbir karşılığının bulunmadığını, bir defa daha gösterdi. Aynı zamanda bu sloganın çok muğlak, belirsiz olduğunu da gösterdi. “Senin neyin varsa, ne gibi kurumların varsa ben de onu istiyorum” diyerek eşitlik üzerinde durmak çok daha doğru, sağlıklıdır.

     2 Haziran günü, Gencettin Öner, İbrahim Gürbüz, Necip Yeşil ve Nedret Bilici ile Pîne Kitap – Kafe’yi ziyaret ettik. Pîne Kitap – Kafe çok hoş, geniş bir mekân. Duvarlar Kürtçe karikatürlerle bezenmiş. Her tarafa çok güzel çiçekler ekilmiş. Bizim gittiğimizde başka ziyaretçiler, müşteriler de vardı. Biz ordayken gelen gidenler de oldu. Gelen gidenler çoğaldı. Çok genç bir dengbej, Pîne Kitap – Kafe’de şarkılar söyledi. Kadın – erkek insanlar masalar etrafında oturmuş, birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Aileler çocuklarını da getirmişlerdi. Pîne Kitap – Kafe’de Ramazan Şimşek’in durumu hakkında, ev hapsi hakkında Kürtçe sohbetler yapıldı.

     KÜRTLER’İN GELECEĞİ VE ÇOCUKLAR

     Bugün, Diyarbakır, Batman, Mardin, Van, Urfa, Viranşehir gibi alanlarda, sokakta, kapılarının önünde oynayan çocukları izleyelim. Bu çocuklar oyunlarında, birbileriyle ilişkilerinde, birbirleriyle kavgalarında hangi dili kullanıyorlar? Eğer bu dil Kürtçe değilse, Kürtler, Kürdistan çok büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kahvehanelerde oturan 50, 60, 70 yaşlarındaki Kürtler’in Kürtçe konuşmaları elbette çok güzel bir durumdur. Ama bunlar belirleyici değildir. Belirleyici olan çocukların durumudur. Yarını belirleyecek olan çocuklardır.

     Kürtler arasında Kürt dilinin konuşulması, çocukların Kürt diliyle eğitilmesi bu bakımdan çok önemlidir. Çocukların Kürt diliyle eğitilmesi konusunda Kürdî Der’in, Kürt Dil Hareketi oluşumlarının gayretleri çok değerlidir. Küçümsemeden, Kürtçe seçmeli ders hakkını büyütmek, kalıcı hale getirmek önemlidir.

     TÜRKİYELİLEŞME

     Kürtçe konuşma konusunda çocukların durumu gibi kadınların durumunun irdelenmesi de önemlidir. Bu çerçevede, 7 – 8 yıl önce Dersim’de gerçekleşen bir sempozyumdan sözetmek gereğini duyuyorum.

     Bu sempozyuma Cizre’den gelen dört – beş kadın da katıldı. Bu kadınlar, Cizre’de gerçekleşen devlet terörünü anlatıyorlardı. Ekmek almak için sokağa çıkan ama öldürülen yaşlı bir kişinin cenazesini eve alamadıklarını, ölen bir çocuğu gömemedikleri için cesedini buzdolabında sakladıklarını vs. anlatıyorlardı. Bir kadın bunları Türkçe anlattı. O kadın Kürtçe bildiği halde Türkçe konuştu. Salonda 500 civarında dinleyici vardı. Kanımca dinleyicilerin % 99’u Kürd’dü.

     Devlet terörü anlatılıyor. % 99’u Kürd bir kitleye anlatılıyor. Ama Kürtçe değil, Türkçe anlatılıyor. Kadınların biri de konuşmasına, “Ben Türkçe bilmediğim için sizlerden özür diliyorum” diyerek başlamıştı.

     O kadınlardan birine, oturum arasında, “Neden kendi anadilinizle konuşmuyorsunuz, neden anadilinize bu kadar yabancılaşmışsınız?” diye sormuştum. “Biz Türkçe’ye düşman değiliz” diye cevap verdi. Burada, “düşmanlık” sözcüğünün kullanılmasının çok yanlış olduğunu ifade ettim, “Neden anadilinize dost olmadığınızı, neden anadiliniz Kürtçe’ye bu kadar yabancılaştığınızı soruyorum” demeye çalıştım. Yine kem-küm ederek “Biz Türkçe’ye düşman değiliz” demeye gayret etti.

     İşte “Türkiyelileşme” budur. Kendi öz değerlerinden uzaklaşmak, kendi değerlerini küçümsemek, sana baskı zûlüm yapan devletin değerleriyle bütünleşmeye çalışmak…

     “Türkiyelileşme”nin bilimin ve siyasetin kavramlarıyla eleştirilmesi gerekir.

     * * *

     İKİ KONU

     Yirminci yüzyıl başlarında Kürt aydınları, Kürdî, Kürdistanî değil, Osmanlıcı’ydı. Bu Kürt aydınları daha çok İstanbul’da yaşıyorlardı. Osmanlı’nın birliğini, bütünlüğünü savunuyorlardı. Günümüzde Türk üniversitelerinde ve bazı Avrupa metropollerinde görevli  Kürt akademisyenlerinin ise Türkiyeci olduklarını gözlemlemekteyim. Öbür konu ise, İbrahim Gürbüz’ün “millîyetçilik” konusundaki ezber bozan görüşleridir. İbrahim Gürbüz’ün “toprak temelli milliyetçilik”, “diaspora milliyetçiliği”, “etnik milliyetçilik” kavramlarını irdelemesi ve millîyetçilik teorisini Kürt toplumu özgülünde uygulaması, kanımca çok değerli ve önemlidir.

     NERİNA AZAD

     5 HAZİRAN 2024

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir