Millîliğin ve Millîyetçiliğin Halleri

Parveke / Paylaş / Share

Millîliğin ve Millîyetçiliğin Halleri

■ Ali Bulaç

 

     Millîyetçilik’in önemli vasıflarından biri de teritoryal bir vasfa sahip olmasıdır. (1) İslam hukukçuları “vatan” kavramı yerine “dâr” kelimesini kullanmışlardır. Dâr “ev”dir ve fakat insanın eve / dâra aidiyetini İslam dîniyle ilişkilendirmişlerdir.

     Bu konuda en isabetli içtihadı Ebû Hanife’nin yaptığı kanaatindeyim. O’na göre Müslümanlar’ın dârı, İslam’ın hukukî düzen olarak tatbik edildiği yerdir. Nüfûsunun % 99’u gayr-ı müslim olsa da, eğer İslam hukuku uygulanıyorsa, orası “Dar’ul- İslam” (İslam ülkesi)’dır. İmam Şafiî, dâr’ı askerî ve siyasî hakimiyete bağlamış, “Bir kere bir toprak parçası Müslümanlar’ın hakimiyeti altına girmişse, o yer – ellerinden çıkmış olsa da – kıyamete kadar İslam diyarıdır” demiştir.

     İslam, beşeriyetin evi yeryüzünü rengarenk bir bahçe kabul ettiğinden, diğer aidiyetleri, kimlikleri kendi kazanına atıp eritmez. Tarihî tecrübemiz bunun kanıtıdır. Kimi modern ulus devlette yurttaş aidiyeti toprağa, kiminde kana endekslemişlerdir. Genel olarak benimsenmiş kimlik, yerel ve yöresel kimlikleri ve dînî cemaat birlikteliklerini tasfiye etmeye çalışır. Kısaca millî bir devletin kurulduğu yerde yerel ve yöresel kimlikler önemini kaybeder. Çünkü ulus devlet eritici bir kazan gibidir. Eritici kazan gibi olması nedeniyle, bu tarz kimlikler eriyerek kaybolurlar. Emredici ve taşıyıcı araçlar kullanan millî süreçte evrensel kimlikler de anlamını kaybeder. Örneğin milliyetçiliğin sözkonusu olduğu yerde Hristiyan kardeşliği, İslam dünyasında ümmet fikri zayıflar; dînler millî kimliklerce tahrifata uğratılır.

     Millî / ulusal olan, tabiatı gereği “sivil” olamaz, çünkü millî olanı devlet icad ve inşâ etmiştir. Muhafazakârları en çok yanıltan şey “millî ve yerli” olanın ya da “millî ve yerli”nin her durumda dînle barışık olacağı düşüncesidir. Bu yüzden muhafazakârın en büyük arzusu “millet – devlet barışması”dır, oysa böyle bir arzu sadece bir duygudur. Çünkü devleti istisnaî zamanlarda fırsat bilen darbeciler, ihtilalciler, devrimciler askerî güç marifetiyle önce devlet kurarlar, devlet bu sefer millet / ulus inşâ etmeye başlar. Devlet, örf ve adet hükmünde olan yerli olanı politikalarının hizmetinde kullanamayacak olursa, yerli olan herşeyi tasfiye eder; hukuk, eğitim, yeni bir tarih yazımı bunun için vardır; yerli de her zaman, hatta çoğu zaman dînle uyuşmaz, örf mahiyetinde değilse, yerli olan adet, gelenek veya töredir.

     Dîne ait olan hikmet ve irfandır, devlete ait olan “millî / ulusal kültür”dür. Bu açıdan “İslam kültürü” denemez, “İslam irfanı” denir. İslam irfanı içinde Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün vd. tüm Müslüman kavimlerin bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve gelenekleri yer almaktadır ama Türk veya Kürt kültürü dediğinizde artık sadece Türk veya Kürt kavmine mahsus siyasî gücün empoze ettiği resmî değerler sözkonusudur. Bir kavim güç sahibi seçkinler (kadro) tarafından uluslaştırılmadan kültür formu içinde mütlaa edilemez. Ulus devletin ürettiği ve empoze ettiği kültür sekülerdir, yaygın ve örgün eğitimle yediden yetmişe vatandaşlara empoze edilmektedir.

     Millî(yetçi) doktrinin diğer önemli bir özelliği yasamanın meclise devredilmesidir. Buna göre egemenlik artık Papa’ya, Kilise’ye, “İncil”e, “Kur’ân”a veya Allah’a ait değil meclise aittir: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, “millet iradesi”ni bütün iradelerin üstüne çıkarır. Millî devlet, güç ve kudretini yasa çıkaran organ üzerinden sağlar. Meclisin yaptığı yasa, tarihsel gelişimleri, sosyo ekonomik ihtiyaçları, örf ve adetleri kaale alınmadan millî sınırlar dahilinde herkese uygulanır.

     Bu arada yüce bir değermiş gibi idealize edilen “eşit yurttaşlık”, en başta ahlakî mahiyeti olan “eşitlik” kavramını tahrifata uğratır. Çünkü ahlakî eşitlik, hukukî mahiyette maddî kaynakların ve statülerin liyakata ve ehliyete göre dağıtılıp insanlar arasında soylarına, renklerine ve bölgelerine göre ayırım yapılmaması iken, millî devletin eşitlikten anladığı beşerî farklılıkların tek bir kazana atılıp eritilmesidir. Millî devlet, her vatandaşın 1.70 boyunda olmasını temel almışsa, 1.75 boyundan beş santim kısatmak, 1.65 boyunda olanı beş santim uzatmak ister ve bunun için çalışır.

     Eşitlik, benimsenmiş tek bir kimliğin başat kimlik olup diğerlerini bastırmasına yaradığı sürece kullanılır. Herkesi eşitleyecek olan kurucu iradenin seçtiği kimliktir. Herkes bu kimliğin içerisinde yer almak durumundadır. Bunun da iki versiyonu var: Millî devlet gevşek markaj modeli benimsemişse, kendilerini kamusal alanda ifade etmemeleri kaydıyla özel alanda öteki kimliklerini sürdürmelerine izin verir. Buna izin verse de diğer kimlikler yine “öteki kimlikler”dir. Örneğin baskın olmayan farklı bir kimliği olanın sokakta şarkı söylemesine, kültürel faaliyet yürütmesine, gazete, dergi çıkarmasına, televizyon yayını yapmasına karşı çıkmaz ancak – Türkiye pratiğinde gördüğümüz üzere – o kimliğin anadilde eğitim yapmasına, kamusal alanda o dili kullanmasına izin vermez. Sıkı markaj yöntem seçilmişse, bu tür faaliyetlere özel alanda dahi izin verilmediğini yaşadığımız tecrübeden biliyoruz.

     Seçilmiş kimlikler homojen olmaz. Ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişebilir. Meselâ kan bağına dayalı kimlik seçiminin tipik örneği İsrail ve Almanya’dır. Alman anayasasına göre dünyanın neresinde doğarsa doğsun, Alman aileden doğan bir çocuk anayasal olarak Alman vatandaşıdır. Türkiye de, kökenleri itibariyle “Türk” kabul ettiği Azerî, Özbek, Türkmenistan veya diğer Türkî cumhuriyetlerinden olanları kolaylıkla vatandaşlığa kabul etmektedir, ama milyonlarca soydaşı olan Irak Kürtleri’ne veya Suriyeli Arap mülteciye vatandaşlık vermemektedir.

     Toprağa bağlı kimlik olur, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi. Bazı hanımlar hamileliklerinin son haftalarını Amerika’da geçirirler, doğan çocukları Amerikan toprağında doğduğu için ABD vatandaşı olur. Dîne dayalı resmî kimlik belirlemek mümkün, örneğin Pakistan İslam kimliğini benimsemiştir. Pakistan, kurucu ideolojisi İslam olan ilk millî devlettir. 1923’ten 1928 yılına kadar yeni kurulan Türkiye’nin resmî dîni İslam idi; dînin tümüyle kamusal alanlar gibi yasal mevzuattan da çıkarıldığı tarih Laiklik’in anayasada yer aldığı 1937’dir. Mezhebe dayalı kurulan millî devlete örnek İran gösterilebilir. İran anayasası Şiîlik’i kurucu kimlik kabul etmiştir; cumhurbaşkanının Şiî olması şartını getirir. İran İslam Devrimi’nden sonra Hikmetyar, Afganistan İslam Cumhuriyeti’nin  resmî mezhebinin “Hanefi” olacağını söylüyordu. Yine Suudî Arabistan’ın Vahhabîlik’i kurucu ideoloji olarak seçmesi mezhep temelli millî devlet olduğunu göstermektedir.

     Millî / ulus devletin tarih ile de desteklenmesi ve temellendirilmesi en önemli işlemdir. Türkler, Araplar, Farslar, Avrupalılar hepsi kendilerine yepyeni bir tarih inşâ ettiler. Şu anda  Süryanîler ve Kürtler de kendilerine bir tarih yapıyorlar. Hemen hemen bütün millî devletler tarihe başvurduklarında kendilerine köken bulmak için tarihi tahrif edip kendilerine tarih oluştururlar. Tarihte temelleri bulunmuş ulusun yüceltilmesi millî devletlerin sık olarak yaptıkları bir durumdur; bu işlemde bilim son derece kullanışlı bir malzemedir. (2)

     Tarihin tanıklığına ve bilimin ortaya koydukları verilere başvuran ulus kurucu aydınlar, ulusa dönüştürmek istedikleri kavimlerinin ne kadar iyi, müstesna ve biricik olduğunu, düşmanlarla çevrili bulunduğunu anlatıp dururlar. Çünkü millî devletlerin su ve hava kadar düşmana / ötekine ihtiyaçları vardır. Alper Görmüş’ün söylediği gibi, “Millî – ulus devletin herhangi bir konuda haksız olma, yanlış yapma ihtimali yoktur.” Buna “millî liderlerin de herhangi bir konuda yanlış yapma ihtimalinin olamayacağını” ekleyebiliriz. Meselâ daha bir süre önce Suriye lideri ve yöneticileri “katiller ve teröristler” iken, bugün tekrar biraraya gelinip karşılıklı görüşme ve dostluğun kurulabileceği kişiler oldular. Bir milyona yakın insan öldüyse, sekiz milyon Suriyeli şurda burda aşağılanan mülteci durumuna düştüyse, başta güzelim Halep ve diğer şehirler harabeye döndüyse, izlenen “millî politikalar” sonucu kazalardır. (3)

     Kişi eğer milliyetçî ise milleti, demokrasi taraftarı ise halkı yüceltir. Her ikisi de aynı kapıya çıkar. Peki hak ve hakikat, hukuk ve adalet, yüksek ahlâk ve manevî erdemlerin kaynağı / referansı millet veya halk olabilir mi? Benim “doğru yönetim, Allah’ın muradına ve halkın iradesine dayalı olandır” dediğimden farklı bir durumdur bu! Halkın iradesi, kendisinin de üstünde bir iradeye tâbi değilse, Demokrasi devleti ve toplumu yozlaştırıp çürütür. Hitler’i ve Netanyahu’yu seçen halkın iradesinde hak ve hakikat, hikmet ve adalet mi tecelli etmiş oldu? İsrail halkının % 70’i Siyonist soykırımı savunuyor. Milyonlarca Yahudî’nin soykırıma sahip çıkması meşrû bir iradenin tecellisi mi? Bir zorba zorlanmadan iktidarını sürdürebiliyorsa, o ülkede “Nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz” kaidesi hükmünü icra ediyor demektir, zorba kadar ona itaat eden ve destek verenler de mücrimdir. 

     Tanzimat devrinde aydınlar “ulus”a karşılık “millet” kelimesini seçtiler. Tabiî ki yanlış bir seçimdi bu! “Kur’ân-ı Kerim”de “millet” kelimesi “dîn ve şeriât” mânâsında kullanılır (milleta İbrahima haniyfa: İbrahim’in hanif dini). Kelime, belli bir dîne, peygamberin vazettiği şeriâta tabi olmayı ifade eder. Bunun en tipik örneği “Yusuf” sûresinde, Hz. Yusuf’un Mısırlılar’a “Ben bir kavmin milletini terk edip geldim (Teraktü millete kavmin) demesidir. Buradaki millet “şeriât”, “dîn” mânâsında kullanılmıştır. (4)

     Millet devlet tarafından inşâ edilir. Millî olan her şey devlete aittir. Mussolini Roma’ya girdiğinde der ki, “Ordumuz Roma’ya girdi. Şimdi ordumuzun bir devlete, devletimizin de bir millete ihtiyacı var.” Bu cümle bütün millî devletlerin kurucu parolasıdır.

     Millîyetçiliğin fıtrî bir tarafı olduğuna işaret etmiştik. İnsanı ahlakî norm ve hukuk kurallarını ihlal etmeye sevkeden güdü de bu zaaftır. Ernest Genler, millîyetçiliği “bir topluluğun kendine tapınması” olarak tanımlar. Bireylerin ve kavimlerin en ağır imtihanı millîyetçiliğe karşı takındıkları tavırda belirlenir. İlkin, özü itibariyle millîyetçilik bir asabiyet, bir dayanışma duygusuna dayanır. İkincisi çatışmacı ve rekabetçi bir ideolojidir, tarihin milletlerin çatışmasına dayandığını iddiâ eder, bu yüzden tabiâtı gereği ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve çatıştırıcıdır. Millîyetçiliğin her durumda bir “öteki”ye ihtiyacı var.

     İnsanoğlu, yaratılışı ve imtihan oluşunun icabı olarak ihtilaf eden bir varlıktır. Millîyetçilik ihtilaf eden insan tabiatının bu yönünden azamî derecede yararlanır; “amaç üstünlük sağlamak olduğundan başkalarının hak ve hukukunu ihlal etmeyi millî / ulusal çıkar”ın gereği sayar. Böylece hak ve hukuk ihlali masumlaşır, hatta hak ihlali ulusal / millî ahlakî ödev olur.” “Kur’ân-ı Kerim”, “günâh ve düşmanlık” üzerinde değil, “iyilik ve takva (hak ve hukuk)” üzere “dayanışma (teavun)” kurulmasını emreder (Maide, 2). Millîyetçi veya millî / ulusal iseniz, siz her durumda, herkese karşı ve kategorik olarak haklısınız; aksini düşünen millî çıkara ihanet etmiş olur. “Bu konu, bütün parti politikalarının üstünde millî bir meseledir” dendiğinde, artık o meselenin kimin ocağını batırıcağına bakılmaz.

     Millîyetçiliğin güçlü tarafı duygulara hitap ediyor oluşudur. Millî / ulusal söylem retoriktir; tefekküre, analitik düşünceye dayanmaz. Duygular olabildiğince ön planda yer alır, kitle psikolojisi tahrik edilir. Tamamen ırka dayalı millîyetçiliğin somut modeli Naziler’dir. Hem ırk hem dîn temelli millîyetçiliğe İsrail’i, coğrafya temelli milliyetçiliğe Suriye milliyetçiliğini örnek verebiliriz. Suriye milliyetçiliği “Büyük Suriye” hedefine yöneliktir ki, bu da Ürdün, Lübnan ve Filistin’i içine alan Bilad-ı Şam’dır. Her millî devletin “büyük olma”, başkaları üzerinde hükmetme hedefi vardır. Yeniden Refah Partisi’nin sloganı “Yeniden Büyük Türkiye”dir. Lakin her millîyetçiliğin büyük ülke olma ideali vardır: Büyük Ermenistan, Büyük Azerbaycan, Büyük Kürdistan vs.

     NOTLAR:

     (1): Bkz. Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, s. 21 ve devamı, Çıra Yayınları, İstanbul 2012

     (2): Meselâ İbrahim Sediyani, yüzlerce kaynaktan derlediği malzeme ile tamamı bilimsel veriler, arkeolojik bulgular, antik tabletler, tüm kutsal kitaplar ışığında objektif ve gerçek peygamberler tarihi (Kürdistanlı Peygamberler) ışığında bırakın Hz. İbrahim’in Kürtlüğünü, Hz. Âdem’e öğretilen isimlerin, konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu (İbrahim Sediyani, Dünyada Konuşulan İlk Dil Hangisi, 5 Haziran 2023, https://www.sediyani.com/?p=44624); dahası Aden Bahçesi’nin (Âdem’in kovulduğu Cennet’in) Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri olduğunu (Sediyani Haber, 17 Eylül 2023; https://www.sediyani.com/?p=45578); Kürt tarihi, kültürü ve dilinin beşerî medeniyetin merkezi ve aslî kaynağı olduğunu ispatladı. Sediyani’nin “bilimsel çalışması”nın, “Güneş Dil ve Tarih Teorisi”nden aşağı kalır tarafı yok; her ikisinde de bilim başat malzeme olarak kullanılmıştır.

     (3): Bir zamanlar 12 Eylül’de beraber 29 gün hücre yattığımız bir arkadaşım avukatım olarak bir mahkemenin karar duruşmasını beklerken dışarıda sohbet ediyorduk, O zaman Suriye’de 200.000 kişi hayatını kaybetmiş, 1 milyon civarında kişi mülteci durumuna düşmüştü. Türkiye’nin bu konuda ne kadar yanlış bir politika izlediğini söylediğimde, bu İslamcı avukatım “Abi, devletler öyle hatalar yaparlar, millî politikalar uygulanırken bazan öyle şeyler olur” demişti de donup kalmıştım. Sanki bu yol kazasında 200.000 kişinin hayatını kaybetmesi son derece normaldi. Aradan 13 sene geçti, ölenlerin sayısı 1 milyona, mülteciler 8 milyona çıktı. Hâlâ nefis muhasebesi yapan bir siyasiye ya da Suriye’nin bu hale gelmesini  teşvik ve tahrik eden dernek, vakıf, cemaat ve şahısların hiç değilse tevbe istiğfar ettiklerine şahit olmadık.

     (4): Bkz. Din ve Siyaset, s. 523 – 580

     AKİL SİYASET DERGİSİ

     15 TEMMUZ 2024

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir