Asimilasyon Amaçlı Olarak Değiştirilen İsimlerimizi Geri İstiyoruz

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     Geçenlerde, Ufkumuz.com sitesinden değerli kardeşim / dostum İbrahim Sediyani sohbet / röportaj niyetiyle Kürtler‘e (ve diğer etnik kökenli dostlarımıza) uygulanan kültürel asimlasyon hakkında birkaç soru sordu. Sorulardan bir tanesi / birincisi şuydu: “Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin isim, asimilasyon amaçlı olarak değiştirildi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?” Bu soruya verdiğim uzun cevabı Nasname’nin değerli takipçileriyle de paylaşmak istiyorum: (http://www.ufkumuz.com/12137_Sediyani-ile-Masa-yi-Esma-Sohbetleri-ndash-7.html).

     Cevaptan önce kısa bir giriş yapmak istiyorum. Uzun ve titiz bir çalışmanın ürünü olan “Adını Arayan Cografya” isimli eserin yazarı olan gayretkâr, çalışkan ve bir o kadar üretken genç kardeşimiz Sediyani’nin öncülük ettiği “Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz” kampanyası devam ediyor (http://www.ufkumuz.com/imza/). Buna benzer birçok kampanya var şüphesiz (haberdar olduklarıma katılıyorum) ama Sediyani’nin başlattığı kampanyanın sanıyorum farklı yanı, sadece Kürtçe değil, asimilasyona uğrayan Lazca, Gürcüce, Rumca, Ermenîce, Arapça, Çerkesçe, kısacası bütün isimlerin geri verilmesini istemesidir. Olması gerekenin bu olduğuna inanıyorum. Bu kampanyaya “mazlumların dayanışması” diyebiliriz. Bu, “Kim olursa olsun; zalime karşı, mazlumdan yana” olmanın, daha doğrusu insan gibi insan olmanın gereğidir.

     Mazlumların en büyük talihsizliği, dayanışma eksiklikleridir. Bir avuç zalim arasındaki güçlü dayanışmayı milyonlarca mazlumlar arasında göremiyoruz maalesef. Zalimlerin mazlumlar üzerindeki tahakkümü, baskısı, onların gücünden değil, mazlumların işte bu acınası zaafınden, bir türlü birlik olamama acziyetinden kaynaklanıyor. Çoğunluk olan mazlumların, azınlık olan zalimlerin zûlmü altında ezilmesi, birlik olmamanın cezasıdır diye düşünüyorum. Kanı beş para etmeyen bir avuç zalimin karşısında izzetimizi / onurumuzu korumak istiyorsak, bütün mazlumlar olarak birlik olmak mecburiyetindeyiz.

     Sediyani’nin çalışmalarından, Turkiye’deki kültürel alandaki asimilasyonun Karadeniz’deki Rumca, Lazca, Gürcüce isimlerin ortadan kaldırılmasıyla başlatıldığını öğreniyoruz. Bu gerçeği kendi ifadelerinden okuyalım (http://xopurilazi.blogcu.com/ibrahim-sediyani-ile-soylesi-1/10825074):

     “Daha Kürt köylerine hiç dokunmamışlar bile. Önce Lazistan’a ait ne varsa yok ediyorlar, haritadan siliyorlar. Lazistan’ın işini bitirdikten sonra Kürdistan’a yöneliyorlar.

     Yerleşim birimlerinin isimlerinin ‘Türkçeleştirilmesi’ ilk olarak 10 Aralık 1920 tarihinde gündeme geliyor ve 1922 yılında ilk adım olarak birçok ilçe, köy, kasaba, dağ, köy isimleri Türkçeleştiriliyor. 1925 Şeyh Said Ayaklanması’ndan sonra Doğu ve Güneydoğu’da yapılan isim değişikliklerinin ardından, 1934 – 36 yılları arasında 834 köye Türkçe isimler veriliyor. 1938 Seyyîd Rıza Ayaklanması’yla birlikte isim değiştirme genelgelerle, valilik kararlarıyla devam ediyor. Kürtçe, Arapça, Ermenîce, Lazca, Gürcüce, Çerkezce isimler genelgelerle ya da yerel yönetimler veya valilik tasarrufu ile değiştiriliyor. 1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın 8589 sayılı genelgesi ile ad değiştirme işlemi resmîleşiyor ve tek elden yapılmaya başlanıyor. 1957 yılı ise adeta bir dönüm noktası oluyor. Bu tarihte, ‘Ad Değiştirme İhtisas Komisyonu’ oluşturularak sistematik bir asimilasyon politikası hayata geçiriliyor.

     Yani, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı 3. büyük suçu ve ülkemizin alnındaki en büyük utanç olan bu asimilasyon politikası, 10 Aralık 1920 tarihinde gündeme geliyor. Cumhuriyet’in ilânından üç yıl önce; ama onu kuracak olan aynı İttihat – Terakkici kafatasçılar tarafından. Uygulama ise 1922 tarihinde başlatılıyor.”

     Bu kısa girişten sonra İbrahim Sediyani’nin “Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin isim, asimilasyon amaçlı olarak değiştirildi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?” sorusuna verdiğim uzunca cevaba geçiyorum:

     * * *

209

     Bir sistem asimilasyonu akla koyunca isimleri de değiştirir, isim sahip ve varislerinin dünyasını da. Anadolu, kültürlerin beşiği; dolayısıyla kökleri eskilere dayanan birçok uygarlığın mirasını barındıran bir yer. O mirastan biri de şüphesiz ki isimlerdir. Tarihimizle, kültürümüzle bağlarımızı kopartmak için isimlerimizin çoğunu değiştirdiler. İsim değiştirme uygulamasının gerekçesi “yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan adların Türkçe adlarla değiştirilmesi” şeklinde gösteriliyor; oysa uygulamalara bakıldığında, buradaki birinci hedefin isimler değil, isimlerin temsil ettiği kültürler olduğu ortadadır. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri isim tahrifatı ile etnik / köken inkâr ve tahribatının birlikte yapıldığını görüyoruz.

     “Bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” Bu sözler, beyni ırkçılık virüsüyle hasta edilmiş câhil bir gence değil, 1924’te kabul edilen anayasanın hazırlayıcıları arasında yer alan, birkaç üniversitede hukuk dersleri veren, Cumhuriyet döneminde “adalet bakanlığı” da yapmış Mahmut Esat Bozkurt’a ait.

     “Biz açıkça millîyetçiyiz. Ve millîyetçilik bizim yegâne birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların (ırkların) hiçbir nüfûzu (etkisi) yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehal (mutlaka) Türk yapmaktır. Türkler’e ve Türklük’e muhalefet edecek anasırı (ırkları) kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız, Türk olmalarıdır.” Bu sözlerin sahibi de, kemalist Cumhuriyet’in “Tek Adam”ı ve “Ebedî Şef”i Mustafa Kemal’den sonra gelen “İkinci Adam”ı ve “Millî Şef”i İsmet İnönü’dür.

     Bozkurt ve İnönü’nün sözleri yanlışlıkla ağızdan kaçan hezeyanlar değil, Cumhuriyet dönemi boyunca kabul görmüş ve uygulanmış resmî bir söylemin ifadesidirler aslında. Bunun gibi örnek verebileceğimiz birçok sözleri var Cumhuriyet tarihine damgasını vurmuş olan elitlerin. Bozkurt’un nümune olarak sunduğum yukarıdaki sözünde inkâr, İnönü’nünkinde ise asimilasyon ve imhâ niyeti vardır. Yakın tarihten az buçuk haberi olanlar, bu zevâtın niyetlerini eyleme döktüklerini bilirler. Meselâ Şeyh Said Olayı bahane edilerek çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun hışmına milyonlarca insan uğrasa da hedef kitlenin başında Kürtler’in olduğunu biliyoruz.

     Şapka Kanunu’ndan seneler önce yazdığı bir kitaptan dolayı İskilipli Atıf Hoca’yı idama mâhkum eden İstiklâl Mâhkemeleri’nin (daha doğrusu, diktatörlük mezbahanelerinin) Şeyh Said Olayı’ndan dolayı sorgulanan 20 – 25 yaşlarındaki bir genci “Sorgulamaya bile gerek yok. Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez” diyerek idama mâhkum ettiklerini biliyoruz.

     Şark Islahat Planı’yla Kürtler’i asimile, Mecburî İskân Kanunu’yla onbinlerce Kürd’ü sürgünde sefâlete mâhkum ettiklerini, kemalist inkılaplarla, özellikle Kürtçe eğitim veren medreseleri tasfiye etmekle ve alfabeyi değiştirmekle Kürt dili ve kültürüne ağır darbeler indirdiklerini, sadece Dersim’de çocuk – yaşlı, erkek – kadın ayrımı yapılmadan 80 binden fazla insanın katledildiğini, OHAL döneminde sadece “faili meçhul” süsü verilen cinayetlere kurban giden Kürtler’in sayısının 17 binden, son 30 senedir devam eden “danışıklı kirli savaş” vasıtası ve bahanesiyle katledilenlerin 50 binden fazla olduğunu biliyoruz.

     Diyarbakır Zindanı ve benzeri “Cehennem”lerde insanlıkdışı muamelelere tabi tutularak dünyaları karartılan binlerce insan var. Yakılıp yıkılan 4 binden fazla köyümüz var. Baskı ve zûlümlerden dolayı ya büyük şehirlerin gettolarında sefalete mâhkum edilen ya da yurtdışında sürgün hayatı yaşamaya zorlanan milyonlarca insanımız var.

     Şimdi, bütün bu maddî ve manevî cinayetleri işlerken gözünü bile kırpmayan bir sistemin, binlerce ismi değiştirme yoluyla imhâ etmesi bana fazla şaşırtıcı gelmiyor. Biraz önce zikrettiğim Şark Islahat Planı ve Mecburî İskân Kanunu’ndan birkaç madde aktararak sistemin asimilasyon konusundaki icraatını göstermek istiyorum.

     Önce 1925 Şark Islahat Planı’ndaki ilkel, ırkçı ve yasakçı birkaç maddeye nümune olarak göz atalım:

     17. Madde: Fırat’ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimlerde yerleşik olan Kürtler’in Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanacak ve kız okullarına önem verilecektir, kadınların Türkçe konuşması sağlanacaktır.

    41. Madde: Malatya, Elâzığ, Diyarbakır, Van, Bitlis, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman (Hısnımansur), Besni, Arga (Akçadağ), Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükûmet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar, hükûmet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır.

     Bu suçun (!) ilkel karşılığı ya dayak ya da para cezasıydı. Satmak için pazara ürün getiren köylüler dayak ve para cezasından kurtulmak için müşterileriyle el ve kol hareketleriyle anlaşmak zorunda kalıyorlardı.

     Kürtler’e has çıkartılan bir diğer kanun da Mecburî İskân Kanunu (Zorunlu Yerleşim Kanunu)’dur. Bu kanunun 2. maddesiyle Kürtler’in Akdeniz, Ege, Marmara ve Trakya bölgelerine yerleştirilmeleri öngörülüyordu.

     11 – A Maddesi: Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri (verilmesi) yasaktır.

     13. Madde 3. Fırka: Türk ırkından olmayanların, serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil edemeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânı mecburîdir.

     Yukarıdaki maddelerden anlaşılacağı üzere hem Şark Islahat Planı hem de Mecburî İskân Kanunu’nun yegâne amacı Kürtler’i asimile etmek, kimliklerini ortadan kaldırmak ve dillerini unutturmaktı. Dersim Katliâmı’nda kundaktaki bebekleri bile gözünü kırpmadan süngü batırarak alevlerin içine atacak kadar canavarlaşan askerlerin tutumuna bakılırsa, sistemin Türk gençlerinin beyinlerini ırkçılık virüsü ile yıkadığını, Kürtler’i bu gençlere imhâ ettirme niyetinde olduğunu söyleyebiliriz. Askerlerin Dersimliler’le karşılaşınca elleriyle “haç” işareti yapması, sistemin Dersimliler’i askerlere “öldürülmeyi hakkeden kâfirler” olarak tanıttığını gösteriyor. Kürtler’in “kuyruklu” olarak tanıtılması, sistemin Kürtler’i hayvan gibi kesilmeyi hakkeden varlıklar olarak gördüğünü gösteriyor.

     Duyarlı ve ehl-i vicdan insanların azamî gayretleriyle, sistemin Kürtler’i ırkçı Türk gençlerine katlettirme ve iki kavmi birbirine kırdırma oyunu çok daha fazla can kaybı olmadan tesirsiz hale getirildi. Kürt – Türk çatışmasını engelleme konusunda en büyük mücâdelenin Bediüzzaman Said Nursî tarafından verildiğini düşünüyorum. Bediuzzaman’ın talebelerinden aslen Kastamonulu olan Abdullah Yeğin’in “Bize Kürtler’in kuyruklu, kötü insanlar olduğu öğretilmişti. Üstâd Bediüzzaman ile tanışınca bunun yalan ve iftira olduğunu anladım” ve aslen Urfalı olan Abdülkadir Badilli’nin “Türkler bize kâfir olarak anlatılırdı, Üstâd sayesinde kardeş olduğumuzu öğrendik” anlamındaki sözleri, Bediüzzaman’ın Kürtler ve Türkler üzerindeki birleştirici rolünü gösteriyor.

     Değişen dünyayla birlikte büyük bir değişim geçiren Türkiye’de asimilasyon, imhâ ve inkârın önemli oranda azaldığını söyleyebiliriz (bu değişimde AK Parti Hükûmeti’nin emeği inkâr edilemez). Değiştirilen isimlerin geri verilmesi için zamanın ve şartların müsait olduğuna veya müsait olmaya başladığına inanıyorum. Ortamın normalleşmesiyle bu konuda büyük kazanımların olacağı konusunda ümitvarım. Mes’eleyi devletle müzakere yeri ise şüphesiz ki meclistir; PKK’nin tırmandırmaya çalıştığı şiddetin bu kazanımları elde etmede zerre kadar faydası olacağını sanmıyorum. Başbakan Erdoğan zaman zaman “Bizden anadilde eğitim beklemeyin” gibi ifadeler kullansa da anadilde eğitim dahil birçok hakkın AK Parti veya aynı çizginin devamı bir yapının yardımıyla alınacağını tahmin ediyorum. CHP ve MHP gibi sistem partilerinin bu hakları değil vermeye, hayâl etmeye bile tahammülleri yok. BDP’nin ise hem yeterli sayıda siyasal gücü yok, hem de bu konuda maalesef samimiyet sorunu var.

     Aslında Kürtler’in ve isimleri gasbedilen diğer dost halkların istekleri, bazılarının ileri sürdüğü gibi ülkeyi bölecek, karıştıracak, milleti biribirine düşürecek istekler değil. Hepsi Osmanlı döneminde zaten mevcut olup Cumhuriyet döneminde gasbedilen “anadilde eğitim”, “isim hakkı”, “güçlendirilmiş yerel yönetimler vasıtasıyla kendi kendini yönetme” gibi en tabiî haklardır. Meselâ Osmanlı döneminde Kürdistan’ın hemen her yerinde Kürtçe eğitim veren medreselerimiz vardı; hatta İstanbul gibi Kürtler’in yoğun olduğu yerlerde çocuklara anadilde (Kürtçe) eğitim veren okullar vardı; kimsenin ismi yasaklanmıyordu, Kürdistan’da Kürtler kendi kendilerini yönetiyorlardi. Ve Osmanlı bölünmüyordu! Gerçi Osmanlı daha sonra parçalandı / bölündü ama bu bölünme bu haklardan dolayı değil, bu hakları gasbeden İttihat ve Terakki zihniyetinin yanlış uygulamaları yüzünden oldu.

     Osmanlı döneminde Kürtler’in sahip olduğu haklar konusunda İsmail Beşikçi’nin kaleme aldığı bir yazıdan kısa bir alıntı yapmak istiyorum (http://www.Kürdistan-aktuel.org/dosya/6936-cumhuriyet-ve-kuertler.html):

     “Osmanlı yönetimi döneminde Kürtler’in dilleriyle, kimlikleriyle ciddî sorunları yoktu. Örneğin 1890’ların sonlarında, 1900’lerin başlarında, “Kürdistan” (1898), “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi” (1908), “Şark ve Kürdistan” (1908), “Kürdistan” (1908), “Amid-i Sevdâ” (1909), “Peyman” (1900), “Rojî Kûrd” (1913), “Yekbûn” (1913), “Hetewî Kûrd” (1914), “Jîn” (dergi, 1918), “Kürdistan” (1919), “Jîn” (gazete, 1919) gibi dergiler ve gazeteler çıkıyordu. Bu gazetelerin ve dergilerin çoğunluğu İstanbul’da çıkıyordu. Diyarbakır’da yayımlanan dergiler de vardı. Kürt Azm-i Kavi Cemiyeti, Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti gibi dernekler vardı. Bunlar legal yayınlar, legal kuruluşlardı. Bunlar hakkında zaman zaman soruşturmalar açılsa, yasaklamalar yapılsa da legal yayınlar, legal kuruluşlardı.”

     “24 Temmuz 1923’te, Lozan Antlaşması’yla Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. 29 Ekim 1923’te, Cumhuriyet ilân edildi. Cumhuriyet’le birlikte, Kürtler’in etnik varlığı, dili, kültürü inkâr edilmeye başlandı. Dünyada Kürt diye bilinen bir kavim, Kürtçe diye bilinen bir dil olmadığı, ‘Kürt denenler’in aslının Türk olduğu, ‘Kürtçe denen dil’in aslının Türk dilinin ilkel bir ağzı olduğu ısrarla vurgulandı. Ve bütün bunlar Cumhuriyet boyunca sistematik bir şekilde savunuldu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kürtler’in sahip olduğu haklar, Kürtler’le birlikte anılan haklar, Cumhuriyet döneminde Kürtler’in ellerinden alınmış, yasaklanmıştır. Bu yasağın sürdürülmesinin ancak baskı ve zor ile mümkün olacağı açıktır. Kürtler’in Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının yasaklanmasının hiçbir meşrû temeli yoktur. Böyle bir gasp eylemi Cumhuriyet kavramıyla da bağdaşmaz.”

     Bugün çeşitli aydınlar, sisteme göre yasak olan Q, W, X harflerini kullandıkları için cezalara çarptırılırken, Cumhuriyet’in hemen öncesi Osmanlı döneminde Kürtçe gazeteler çıkıyordu. İçeriği günümüz “Kürt sorunu” ile yakından ilgili olduğu için Bediuzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’nin 1908 tarihli nüshâsında “Mela Seîd” imzasıyla çıkan ve “Şireta Bediuzzeman Mela Seîdê Kûrdî”  diye başlayan makalesini hatırlatmakta fayda görüyorum. Yazı, hem Kürtçe kaleme alınmış olması hem de taşıdığı mânâ ve günümüze dahi hitab eden mesajı açısından önemli bir yere sahiptir:

     “Ey Gelê Kûrdan! Îttîfaqê de quwet, îttihadê de heyat, di biratîyê de seadet, hukûmetê de selamet heye. Kapika îttihadê û şirîta muhebbetê qewî bigrin, da we ji belayê xelas ke. Qenc guhê xwe bidinê, ezê tiştekî ji we re bibêjim.” (Ey Kürtler! İttifakta kuvvet, ittihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette selamet vardır. İttihat bağını ve muhabbet şeridini sağlam tutun, ta ki sizi beladan kurtarsın. İyi kulak verin, size bir şey söyleyeceğim)

     Gerek devlet ve gerekse Kürtler olarak Üstâd Bediuzzaman’a kulak vermediğimiz için bugün birçok sorunla karşı karşıyayız. Önemine binaen, içinde bulunduğumuz şartlarda önemi daha iyi anlaşılan Üstâd Bediuzzaman’in tavsiyelerine bu vesile ile bir daha kulak verelim (kısaltarak veriyorum): “Hun bizanin ku sê cewherê me hene; hifza xwe ji me dixwazin. Yek İslâmiyet e… Ê duduyan insaniyet e… Ê sisîyan millîyeta me ye.” (Biliniz ki, üç cevherimiz vardır; bizden muhafazalarını isterler. Birincisi İslamiyet’tir… İkincisi insaniyettir… Üçüncüsü milliyetimizdir)

     Burada Üstâd’ın, millîyeti İslamiyet ve insaniyet ile beraber kullanması, diliyle, kültürüyle, her haliyle millîyetimizi olduğu gibi muhâfaza etmenin en önemli görevlerimizden biri olduğunu gösteriyor. Bunu yaparken başka millîyetleri incitmeden, müsbet mânâda yapmak gerektiği ortadadır. Başka millîyetleri yok sayan, aşağılayan, küçümseyen millîyetçilik zaten menfî (zararlı / kötü) millîyetçilik olarak tarif edilir Üstâd Bediuzzaman tarafından.

     Devamla şunu yazıyor Üstâd Bediuzzaman: “Piştî wê, sê dijminê me hene, me xerab dikin: Yek feqîrtî ye… Ê duduyan cehalet û bêxwendinî ye… Ê sisîyan dijminî û îxtilaf e.” (Bunun ardından, bizim üç düşmanımız var; bizi harap ediyorlar. Biri fakirliktir… İkincisi, cehalet ve okumamışlıktır… Üçüncüsü, düşmanlık ve ihtilaftır)

     Üç dehşetli düşmana karşı silâhı / çareyi de kendisi sıralıyor: “Ku we ev seh kir, bizanin çara me ev e; ku em sê şûrê elmas bi dest xwe bigrin, ta ku em hersê cewherê xwe ji dest xwe nekin û hersê dijminê xwe ser xwe rakin. Û şûrê ‘ewil: Me’rîfet û xwendine.Ê duduyan: Îttifaq û muhebbeta millî ye. Ê sisîyan: Însanê bi nefsa xwe şuxla xwe bike û mîna sefîlan ji qudreta xelkê hêvî neke û pişta xwe nedetê.” (Siz eğer bunları işittiyseniz, biliniz bizim yegâne çaremiz şudur ki: Biz, üç elmas kılıncı elimize alalım. Ta ki bu üç cevherimizi elimizden çıkarmış olmayalım; bu üç düşmanı üstümüzden atalım. Birincisi adalet, maarif ve okuma kılıcıdır. İkincisi, ittifak ve milli muhabbettir. Üçüncüsü, herkes kendi işini bizzat kendisi yapsın, sefiller gibi başkasının kudretinden ümit beklemesin ve sırtını hiçbir vasiye dayamasın)

     Yazıyı şu önemli vasiyet ile bitiriyor: “Û wesîyeta paşî: Xwendin, xwendin, xwendin… Desthevgirtin, desthevgirtin, desthevgirtin…” (Son olarak da: Okumak, okumak, okumak.. El ele vermek, el ele vermek, el ele vermek…)

     Dikkat edilirse, Üstâd’ın bundan yüz yıl önce “düşmanımız” olarak sıraladığı “fâkirlik, cehâlet ve ihtilâf”, Cumhuriyet döneminden günümüze kadar sistem tarafından bize karşı tahrip edici silâhlar olarak kullanılmaktadırlar. Başta yasaklanmış isimlerimizi ve gasbedilmiş haklarımızı geri alabilmek için eğitime ve birliğe önem vermemiz gerektiği ortadadır.

     Bugünkü yöneticilerimize seslenmek istiyorum: İsimlerimizi geri verin. O isimler bizim hakkımız, size yâr olmaz; vicdanınız varsa altında ezilirsiniz. Artı, Osmanlı’ya muhabbetiniz var, o halde anadilde eğitim dahil Osmanlı döneminde sahip olduğumuz ama Cumhuriyet döneminde gasbedilen bütün haklarımızı eksiksiz veriniz. Bu haklarımızı vermediğiniz müddetçe ne bize ne de size rahat var. Hem haramdır haklarımız size; o haramla ölürseniz, yarın Mâhkeme-i Kübrâ’da o hakların gerçek sahibi Cenâb-ı Allâh’a nasıl hesap vereceksiniz, ne diyeceksiniz? Hem, günâhtır yapılan. Günâhınıza kefaret olsun diye haklarımızla birlikte Kürtler’e pozitif ayrımcılık yapınız. Cumhuriyet döneminde işlenen günâhın mes’ulü siz değilsiniz, farkındayım, ama şimdi haklarımızı verme konumundasınız.

     NASNAME

     7 EKİM 2011193 194 

195


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir