Hayrettin Karaman’a 3 Basit Soru

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     Allah-û Teâlâ, bir topluma, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar utanmaz, ne kadar sahtekâr olduğunu, bundan daha açık ve net nasıl göstersin?

     Öyle bir ayna tutmuş ki Rabbim yüzümüze, bütün çirkinliğimiz ve hatta iğrençliğimiz olduğu gibi meydanda.

     Şanslıyız aslında. İdrak edebilirsek, bu duruma şükretmemiz lazım.

     Qur’ân-ı Kerîm’deki kıssaları okuduğumuzda, Allah-û Teâlâ’nın böyle bir aynayı daha önce İsrailoğulları’na tuttuğunu görürüz. Allah, bütün ikiyüzlülüklerini, yalancılıklarını ve sahtekârlıklarını İsrailoğulları’na çok açık ve net bir şekilde göstermişti de, onlar yine de imân ve hakikate teslim olmamış, o yanlış tavırlarını sürdürmekte ısrar etmişlerdi.

     Farkında mısınız bilmiyorum ama, son birkaç aydır aynı netlikte bir aynayı bize de tutuyor, Allah-û Teâlâ.

     Aynadaki görüntüden rahatlıkla anlaşılıyor ki, bizim İsrailoğulları’ndan hiçbir farkımız yokmuş aslında.

     Kutsal kitaplarda kendilerinden öfkeyle bahsedilip lânetlenen İsrailoğulları ile günümüz Türkiye’sinde yaşayan İslamcılar arasındaki bu tıpatıp benzerlik, bir Müslüman olarak beni kahrediyor. İsyan ediyorum!

     Kimse kendini kandırmasın; ne kadar çirkin ve hatta iğrenç olduğumuz, bu aynada çok net bir şekilde görünüyor.

     İsrailoğulları ile İslamcılar arasındaki şu tıpatıp benzerliğe bakın: Hiç utanmadan yalan söyleyebiliyoruz; yalan söylerken Allah’ı bile kandırabileceğimize inanıyoruz; başkalarına hakkı tavsiye ediyor ama kendimiz tam tersini yapıyoruz; kendimiz için istediğimiz hiçbir şeyi diğer kardeşlerimiz için istemiyoruz; Allah’ın insanlara ve toplumlara bahşettiği en temel hakları bile ve üstelik Allah’ın adını kullanarak gaspetmeye çalışıyoruz; “Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş gibidir” hadis-i şerîfini dilimizden düşürmeyip, ondan sonra da kaliâmların hesabını soran insanlara küfürbaz bir dille saldırabiliyoruz; dünyanın her yerinde ve yaşanan her hadisede haklının karşısında, haksızın ve zalimin yanındayız; ırkçılık ve ayrımcılığı dilimizle kınıyor ama âlâsını kendimiz yapıyoruz; dilimizden barış ve kardeşlik söylemi düşmüyor ama başta komşu ülkeler olmak üzere dünyanın her yerinde savaş ve terörü bizzat biz kızıştırıyoruz; egemen gücün güvenini ve itibarını kazanabilmek için dînimizi ve ilkelerimizi bile rahatlıkla ayaklarımızın altında çiğneyebiliyoruz; bizler kendi dînî ve itikadî ilkelerimizi böyle pervasızca çiğnerken, bize karşı “Uyarıcı” görevini yapan ve bize terkettiğimiz İslamî ilkelere geri dönüp Qur’an’ın emirlerine sıkı sıkıya sarılmamız çağrısını da “ateistler” yapıyor…

     Ateistler İslam’a göre konuşuyor; biz ise nefsimize göre.

     Ateistler ellerine Qur’an-ı Kerîm âyetlerini ve Peygamber-i Ekrem (saw)’in hadis-i şerîflerini alıp “Gelin sorunlarımızı Qur’ân ve Sünnet ışığında çözelim” çağrısı yapıyor; biz ise “TC Anayasası” ve “Ülkenin kendine has şartları” deyip buna yanaşmıyoruz.

     Ateistler “Kürt sorununa” İslamî çözüm istiyor; biz ise AK Parti Hükûmeti zor duruma düşmesin ve bu Hükûmet ile birlikte kavuştuğumuz rahatlık bozulmasın, elde ettiğimiz imkânlar elimizden kaymasın diye buna yanaşmıyoruz.

     Ateistler “Kürt sorununu çözmek için Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım ve Hz. Muhammed neyi emrediyorsa onu yapalım” çağrısı yapıyor; biz ise bunları “AK Parti’yi yıpratma çabası” diyerek mâhkum ediyor, “Aman hükûmetimiz zarar görmesin” çağrısı yapıyoruz.

     Ateistler “Allah ve Resûlü her türlü ırkçılığı, millîyetçiliği ve kavmiyetçiliği yasaklamıştır” diyor, biz ise ırkçılığın, millîyetçiliğin ve kavmiyetçiliğin bayraktarlığını yapıyoruz.

     Ateistler çıkardıkları gazetelerde ve yazdıkları köşe yazılarında topluma Sevgili Peygamberimiz Hz. Mûhâmmed’in (anam, babam ve çocuklarım O’na fedâ olsun) “Vedâ Hutbesi”ni okuyor; biz ise çıkardığımız gazetelerde ve yazdığımız köşe yazılarında topluma Hükûmet’in yalanlarını okuyoruz.

     Ateistler “Allah adaleti emreder” diyor, “Hz. Muhammed haksızlığı kabul etmez” diyor, “Allah katında hiçbir etnik topluluk diğer etnik topluluktan, hiçbir dil diğer bir dilden üstün olamaz” diyor, “Kim ki kendisi için istediği bir hakkı diğer kardeşleri için de istemedikçe, gerçek anlamda imân etmiş sayılmaz” diyor; biz ise “TRT Şeş var ya, daha ne istiyorsunuz?” diyoruz, “Aman Hükûmet’e birşey olmasın” diyoruz, “Bu hakları verirsek, bu sefer de başka haklar talep ederler” diyoruz.

     Ateistler bizim en utanç verici riyâkarlığımıza cevap verirken ve ikiyüzlülüğümüzü eleştirirken bile bunu bizleri hiç incitmeden, gayet medenî ve saygılı bir dille yapıyorlar; biz ise onların doğrularına ve dürüst sorularına cevap verirken bile küfürbaz bir dil kullanıyor, kahvehane ağzıyla konuşuyor, onlara saldırgan bir üslupla karşılık veriyoruz.

     Bir toplum için, hele hele kendisini hakkın ve adaletin yolcusu olarak gören, kendisini “İslamî” olarak tanımlayan bir camiâ için bundan daha zelîl, bundan daha utanç verici bir durum olabilir mi?

     Geçmişte bizler “İslam gelecek, zûlüm ve haksızlık bitecek”, “Bütün sorunların çözümü İslam’dadır”, “Qur’an-ı Kerîm bütün sorunlarımıza çözüm getiriyor” ve hatta “Kürt sorunu ancak Qur’ân’ın hakemliğinde çözülür” dediğimiz için, yemediğimiz hakaret, görmediğimiz zûlüm, bize yapıştırılmadık etiket kalmadı; “gerici” dendi bize, “mürteci” dendi, hatta “hain” dendi, “işbirlikçi” dendi.

     Bugün ise, ateistinden liberaline, solcusundan Kürtçü’süne, BDP’sinden PKK’sına, hatta Ermenî’sinden Musevî’sine kadar herkes “Kürt sorununa İslamî çözüm” istiyor. Samimî veya değil, içtenlikle ya da mahsusçuktan, ama bir gerçek var ki, herkes ama herkes “İslamî çözüm” diyor.

     Bunu kabul etmeyen, “Kürt sorunu”nda İslamî çözüme ve Qur’ân’ın hakemliğine yanaşmayan ise sadece bir kesim var aramızda: İslamcılar.

     İçine düştüğümüz şu zelîl duruma, yaşadığımız şu utanca bakın: Ülkemizin en büyük ve artık kangrenleşmiş sorunu olan “Kürt sorunu”nu nihâi olarak çözmemiz ve bu büyük dertten artık tamamıyla kurtulup gerçek anlamda kardeş halklar olabilmemiz, şu cennet ülkemize, toprağına ve suyuna, denizlerine ve ırmaklarına, havasına ve kokusuna ağaçların ve kuşların bile sevdâlı olduğu bu “yeryüzü cenneti” ülkemize barışın, huzurun, dostluk ve kardeşliğin gelmesi için, ateist aydınlar “İslamî çözüm” istiyor, solcu aydınlar “İslamî çözüm” istiyor, Kürt millîyetçisi aydınlar “İslamî çözüm” istiyor, hatta Ermenî aydınlar ve Musevî aydınlar bile “İslamî çözüm” istiyor.

     Buna yanaşmayan, bundan korkan, bundan ürken, İslamî çözüm geldiğinde Kürtler’le ve Lazlar’la eşit olacağını bildiği için bundan kaçınan, sadece bir kesim var: İslamcılar.

     Yiğit insan Malcolm X, “Dünya üzerinde yaşanan tüm hadiselerin biribiriyle direk ilişkisi vardır; görünürde aralarında hiçbir bağ olmadığı zannedilen olaylar arasında bile aslında güçlü bir sebep – sonuç ilişkisi vardır” dediğinde, pek kimse anlamamıştı O’nun ne demek istediğini.

     Son iki yıl içinde yaşadıklarımıza bakınca, çok iyi anlıyorum o büyük insanın bu sözleriyle ne demek istediğini.

    Belki hiçbiriniz farkına varmamışsınızdır; ama bakın, son iki yıl içinde yaşadığımız ve görünürde aralarında hiçbir bağ olmadığı sanılan hâdiseler arasında aslında nasıl da güçlü bir bağ var:

     Mayıs 2010 tarihinde, haksız bir ambargo altında yaşayan mazlum Gazze halkına insanî yardım götürmek amacıyla Akdeniz sularına bir gemi yolculuğu düzenliyoruz: Mavi Marmara.

     Gemide toplam 587 kişiyiz. Tamamen insanî duygularla ve “zalimlere karşı mazlumların yanında olmak” hassasiyetiyle gerçekleştiriyoruz bu yolculuğu.

     Mavi Marmara yolcuları olarak, kendimize “Ashab-ı Sefine” (= Gemi Arkadaşları) ismini takıyoruz; içinde bulunduğumuz kutlu mavi gemimize de, dünyanın 36 ayrı ülkesinden, farklı dil ve kavimlerden insanlar bulunduğu için “Nûh’un Gemisi” adını veriyoruz.

     Bizler daha Akdeniz yolculuğuna başlamadan, siyonist İsrail rejimi tehdit üzerine tehdit yağdırmaya başlıyor; “Gelirlerse gemileri vururuz” diyor. Bunun blöf olmadığını göstermek için de, Akdeniz’de açıkça askerî tatbikat yapıyor.

     Bizler yine de yılmıyor ve geri adım atmıyoruz; zirâ bu yolculuğu yapmakta kararlıyız. Hatta birçoğumuz, gemi yola vermeden, ailemize ve çocuklarımıza “vasiyetimizi” yazıyor ve “helâllik” istiyoruz.

     “Nûh’un Gemisi” Mavi Marmara, 27 Mayıs 2010 günü Antalya limanından Gazze’ye doğru yolculuğa başlıyor.

     İsrail’in askerî tatbikatları ve “Gelirlerse gemileri vururuz” tehditleri ortadayken, aklı başında bir hükûmetin yapması gereken nedir? Böyle bir durumda, aklı başında bir hükûmetin yapması gereken, şu iki yoldan biridir: Ya geminin Antalya limanından yola çıkmasına izin vermeyecek, ya da, madem ki içinde bir tane asker ve bir çakı bile olmayan bu sivil yolcu gemisinin Akdeniz’e açılmasına izin verdi, o halde açıkça yapılan tehditlere karşı onu koruyacak.

     Başka bir yolu var mı? Ancak Hükûmet geminin kalkışına izin verdiği gibi, onu korumak için de hiçbir tedbir almıyor. Çoğunluğu kendi vatandaşlarından oluşan 587 insanı bile bile ölüme gönderiyor.

     30 Mayıs akşamı saat 22:00 sularından başlayarak, ertesi günün sabahına kadar, tam 6 saat boyunca İsrail savaş gemileri tarafından taciz ediliyoruz. 6 saat boyunca gemimizi taciz ediyorlar. Ve bizler 6 saat boyunca uydu yoluyla haber gönderiyoruz Türkiye’ye, Hükûmet’ten yardım istiyoruz; “Taciz altındayız, İsrail ordusu etrafımızı sardı, bize yardım edin” diye yalvarıyoruz.

     Fakat Hükûmet kılını bile kıpırdatmıyor. (Verdiğim bilgilerde bir yanlışlık varsa Adalet, Kalkınma ve Ustalık Dönemi Partisi milletvekilleri beni uyarıp düzeltsinler!)

     31 Mayıs 2010 sabahı gemiler Akdeniz açıklarında, uluslararası sularda İsrail ordusunun saldırısına uğruyor. 1 saat 20 dakika boyunca gemimiz kurşunların ve bombaların hedefi oluyor. Aralarında dünya taekwondo şampiyonumuzun da bulunduğu 9 tane kardeşimiz şehîd ediliyor; 54 kişi de yaralanıyor.

     Bu korkunç saldırı karşısında dünya ayağa kalkmış.

     Peki, günlerdir tehdit edilen ve saldırıya uğrayacağı kesin olan Mavi Marmara gemisi, 31 Mayıs sabahı İsrail saldırısına uğradığında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu neredeydi?

     İkisi de “dünyanın sonu”na kaçmışlardı; Şili’ye. Dünyanın tâ en sonuna gitmiş, saldırıdan sonra ordan bağırıp çağırıyorlardı. (Buradaki “dünyanın sonu” ifadesini hakaret amacıyla kullanmıyorum. Bu ülkenin ismi olan “Şili” [Chile], bir Kızılderili dili olan Quechua dilinde bir kelimedir ve “dünyanın sonu” demektir. KAYNAK: Adını Arayan Coğrafya, sayfa 46)

     İsrail ordusu gemimize saldırırken bizler İsrail karasularına sadece 72 mil uzaklıktaydık; ancak bu saldırıdan bir yıl önceki “Van Minüt” çıkışıyla Selahaddîn Eyyubî’nin bile pabucunu dama atan, saldırıdan bir yıl sonra da Mısır’daki İhvan-ı Müslîmin cemaatine Laiklik tavsiye ederek Mısırlılar’a “ikinci bir Tosun Paşa vakası” yaşatan, “Türkçe dışındaki dillere hayat hakkı bile tanımayan” Türkiye’nin başbakanı olarak “tam 4 tane resmî dili olan” İspanya’nın eski başbakanı Zapatero ile birlikte Medeniyetler İttifakı’na “eşbaşkanlık” yapan, “Kürdistan ve Lazistan gibi kadim coğrafî isimlerin yasak olduğu, bir hakikat olan bu isimleri zikretmenin bölücülük olarak suçlandığı” Türkiye’nin başbakanı olarak “Katalonlar’ın yaşadığı bölgenin isminin Katalonya ve 2. resmî dilinin Katalonca, Basklılar’ın yaşadığı bölgenin isminin Bask (= Euskadi)  ve 2. resmî dilinin Baskça, Galliler’in yaşadığı bölgenin isminin Galiçya ve 2. resmî dilinin Galiççe olduğu” İspanya’nın eski başbakanı Zapatero ile birlikte Medeniyetler İttifakı’na “eşbaşkanlık” yapan Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun bulunduğu Şili karasularına okyanus ötesi uzaklıktaydık. (Medeniyetler İttifakı’nın iki eşbaşkanından biri olan Zapatero’nun ülkesi İspanya hakkında verdiğim bilgilerde bir yanlışlık varsa, Medeniyetler İttifakı’nın diğer eşbaşkanı olan, Almanya’daki ve sadece 51 yıldır burada yaşayan 2 milyon Türk’e “anadilde eğitim” fakat Türkiye’deki ve kendilerinden önce orada yaşayan 20 milyon Kürd’e “TRT Şeş” tavsiye eden, “yaradılanı Yaradan’dan ötürü seven” Başbakan Erdoğan beni uyarıp düzeltsin!)

     Bitmedi… Film devam ediyor.

     İsrail ordusunun, Mavi Marmara gönüllülerinin “Nûh’un Gemisi” adını verdiği Mavi Marmara gemisinde katliâm yapmasından çok değil, sadece bir buçuk yıl sonra, bu kez Türk ordusu, bizzat Hz. Nûh (as) Peygamber’in memleketi olan ve gerçek “Nûh’un Gemisi” olayının yaşandığı, ayrıca eski gerçek ismi de “Şehr-i Nûh” olan Şırnak topraklarında korkunç bir katliâma imza atıyor.

     Şehr-i Nûh (Şırnak) ilinin Qilaban (Uludere) ilçesine bağlı Roboskê (Ortasu) köyünde, o toprakları bölüp parçalayan “sınır”da, dikenlitellerin başucunda 35 köylünün üzerine bombalar yağdırıp hunharca katlediyor.

     Tek suçları “Ümmeti bölen sınırların” iki tarafında rızık peşinde koşmak olan, yaşları 15 – 19 arasında değişen 35 gencecik insan.

     35 çocuk!

     “Nûh’un Gemisi” Mavi Marmara’da katledilen insanların en genci 19 yaşındayken, “Hz. Nûh’un Memleketi” ve gerçek “Nûh’un Gemisi” olayının yaşandığı Uludere’de katledilen insanların ise en yaşlısı 19 yaşında.

     “Nûh’un Gemisi” Mavi Marmara’da katledilenler “uluslararası sular” dedikleri denizin ortasında katledilirken, “Hz. Nûh’un Memleketi” ve gerçek “Nûh’un Gemisi” olayının yaşandığı Uludere’de katledilen insanlar ise “uluslararası sınırlar” dedikleri dikenlitellerin başucunda katlediliyorlar.

     Ancak yazının başında dedim ya; Allah-û Teâlâ, bir topluma, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar utanmaz, ne kadar sahtekâr olduğunu, bundan daha açık ve net nasıl göstersin?

     Öyle bir ayna tutmuş ki Rabbim yüzümüze, bütün çirkinliğimiz ve hatta iğrençliğimiz olduğu gibi meydanda.

     31 Mayıs 2010 günü “Nûh’un Gemisi” Mavi Marmara’da İsrail ordusu katliâm yapıp 9 kardeşimizi öldürürken meydanları inleten, ülkeyi ayağa kaldıran İslamcılar, 28 Aralık 2011 günü “Hz. Nûh’un Memleketi” ve gerçek “Nûh’un Gemisi” olayının yaşandığı Uludere’de Türk ordusu katliâm yapıp 35 evlâdımızı öldürürken kıllarını bile kıpırdatmadılar / kıpırdatmıyorlar.

     Bu katliâma en ufak bir tepki göstermedikleri gibi, hükûmetten hesap sormadıkları gibi, hesap sormaya kalkanlara da manşetlerden ve köşelerinden kahvehane ağzıyla saldırıyor, bütün küfürbazlıklarını ortaya koyuyorlar.

     “Nûh’un Gemisi” Mavi Marmara’da İsrail ordusu katliâm yapıp 9 kardeşimizi öldürdükten sonra meydanlara çıkıp “Tevrât diyor ki: ÖLDÜRMEYECEKSİN” diye haykıran Başbakan Erdoğan, “Hz. Nûh’un Memleketi” ve gerçek “Nûh’un Gemisi” olayının yaşandığı Uludere’de Türk ordusu katliâm yapıp 35 evlâdımızı öldürdükten sonra, çıkıp bu katliâmı yapanları tebrik ediyor, şimdi de “Tazminatsa tazminat! Daha ne istiyorsunuz?” diyor.

     Uludere katliâmı olduktan birkaç gün sonra, kendilerini “İslamî kuruluşlar” olarak niteleyen birkaç İslamcı STK, İstanbul’da ortak bir toplantı düzenliyorlar. İsimleri lazım değil; kimler olduklarını tahmin edebilirsiniz. Bunlar, son bir yıldır Suriye için kendilerini yırtıp parçalayan çevreler.

     Kendilerini – ve üstelik, sadece kendilerini – “İslamî kuruluşlar” olarak niteleyen bu derneklerin, Uludere katliâmından sonra İstanbul’da düzenledikleri “ortak toplantı”da, kamuoyu önünde söyledikleri kelimesi kelimesine şu: “Bizim inancımıza göre bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. İşte bunun için biz Uludere’deki köylülerin öldürülmesine karşıyız.” Bitti, bu kadar!…

     Ve üstelik, bunu bile, bu kadarını bile söylemeden önce, toplantının hemen başında – kimse onları yanlış anlamasın diye – şu açıklamayı yapma ihtiyacı duyuyorlar: “Biz aslında buraya Mavi Marmara dâvâsının son durumu ve hukukî mücadelenin seyri hakkında son bilgileri paylaşmak amacıyla toplandık. Fakat bu arada, Şırnak’ın Uludere ilçesinde istenmeyen bir hadise yaşandı. Şimdi burada hazır toplanmışken, son yaşanan Uludere olayı hakkında birşey söylemezsek ayıp olur, yakışmaz. Onun için mecburen Uludere hakkında da açıklama yapacağız. Fakat yanlış anlamayın haa, biz buraya Uludere için toplanmadık, Mavi Marmara için toplandık.”

     Kendilerini – ve sadece kendilerini – “İslamî kuruluşlar” olarak niteleyen bu derneklerin, Uludere katliâmından sonra İstanbul’da düzenledikleri “ortak toplantı”da, kamuoyu önünde utanmadan, hiçbir hâyâ duygusu taşımadan söyledikleri, kelimesi kelimesine bu.

     O zaman bu “İslamî kuruluşlar”a sormak gerekmez mi: Filistin’de siyonist rejimin işlediği cinayetler karşısında neden çılgına dönüyor, ülkeyi ayağa kaldırıyorsunuz? Çıkıp bir “ortak toplantı” düzenleyin ve şunu söyleyin: “Bizim inancımıza göre bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. İşte bunun için biz Filistin’deki insanların öldürülmesine karşıyız.” Bitti, bu kadar!…

     Bir kısmınız Suriye için, bir kısmınız Yemen için, bir kısmınız Bahreyn için neden kendinizi yırtıp parçalıyorsunuz? Çıkıp bir “ortak toplantı” düzenleyin ve şunu söyleyin: “Bizim inancımıza göre bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. İşte bunun için biz Suriye’deki veya Yemen’deki ya da Bahreyn’deki insanların öldürülmesine karşıyız.” Bitti, bu kadar!…

     İçinizden birileri çıkıp da hâlâ hâlâ ısrar ederse, bu katliâmların hesabını daha da sormaya devam ederse, küfürbaz gazeteleriniz “Suriye için akıtılan gözyaşları Suudî rejimine cansuyudur” ya da “Bahreyn için akıtılan gözyaşları İran’a cansuyudur” manşetini atsın, olsun bitsin! Ya da siyonist katiller Gazze’ye bomba yağdırıp Gazzeli çocukları katlettiğinde başsayfada Knesset’teki Arap milletvekillerinin (meselâ Hanin Zuabi’nin) fotoğrafını yayınlayıp üzerine “Katil Sensin!” manşetini atsın, olsun bitsin!

     Bitmedi…

     Öncelikle, Uludere katliâmını sorgulayanlar ve hesabını sormaya kalkanlar da, erdemli ve onurlu bir iş yapıyorlar ama, onlar da bu sorgulamalarını “yanlış yerden başlayarak” yapıyorlar. Çünkü o günâhsız çocukları “kimin öldürdüğü” veya “vur emrini kimin verdiği”nden çok daha önemli bir soru var, sorulması gereken: “Niçin öldürüldüler?”

     Hiç uzatmadan söyleyeyim niçin öldürüldüklerini: O insanlar, o gariban köylüler, orada “uluslararası sınır” diye örülen dikenliteller olduğu için öldürüldüler…

     Bu topraklarda üzerinde yaşayan en cahil, en hayâl aleminde gezinen, en “biz bütün sınırlara karşıyız”, en “ırkımız inancımızdır – vatanımız dünya”, en tevhid eksenli, en vahiy eksenli, en AKP’nin arka vagonu eksenli, en “Sedd’uz- Zeraî” eksenli İslamcı’nın bile anlayabileceği bir dilde söyleyeyim: Ümmet bölünmüş olduğu için öldürüldüler…

     İşte görüyorsunuz; dönüp dolaşıp Malcolm X’in söylediklerine geliyoruz tekrar: “Dünya üzerinde yaşanan tüm hâdiselerin biribiriyle direk ilişkisi vardır; görünürde aralarında hiçbir bağ olmadığı zannedilen olaylar arasında bile aslında güçlü bir sebep – sonuç ilişkisi vardır.”

     Türkiye’de neredeyse herkesin yüksek sesle, hatta bağıra bağıra Uludere katliâmını konuştuğu bir sırada, “âlim” gibi ağır sorumluluk gerektiren bir sıfatı taşıyan Hayrettin Karaman, “Ümmeti bölmenin haram olduğunu anlatmaya çalışan” 4 tane yazı yazıyor.

     Peş peşe; art arda.

     Ve bunları yazarken, Uludere’deki katliâmdan tek satır bile söz etmiyor!..

     Milletin gündemi “Uludere”, kendi gündemi de “Ümmetin bölünmesi haramdır” olduğu halde, aslında böylesine önemli bir fırsatı yakalamış olduğu halde, tam 4 tane yazı yazıyor ve bu yazılarında bir cümleyle bile olsa lafı Uludere’ye getirmiyor; en azından kendi savunduğu tezleri desteklemek amacıyla dahi olsa yapmıyor bunu.

     Öyle ya; Uludere’deki katliâmın, Uludere’deki dikenlitellerin, Uludere’deki Türkiye – Irak sınırının “Ümmetin bölünmesi” ile ne alakası var?

     Kürdistan coğrafyasını beş parçaya bölen sınırların, 50 milyonluk Müslüman Kürt halkının yaşadığı topraklara örülen ve akrabayı akrabadan, dayıkızını halaoğlundan ayıran dikenlitellerin “Ümmetin bölünmesi” ile bir alakası olmuş olsaydı, hayâl aleminde gezinen, utanmadan ve hiçbir hâyâ duygusu taşımadan “biz bütün sınırlara karşıyız” diye yalan söyleyen, “ırkımız inancımızdır – vatanımız dünya” masalları okuyan, “Sedd’uz- Zeraî” eksenli, tevhid eksenli, vahiy eksenli, AKP’nin arka vagonu eksenli, “Yeni bir dünya mümkün” eksenli, “Başbakan’ın uçağına biniyorum” eksenli, “ne Şiî’yiz ne Sünnî – Amerikancı’yız Amerikancı” eksenli, “Soğuk Savaş döneminde Ehl-i Kitab olan ABD şimdi de Ehl-i Sünnet oldu” eksenli, “kendi ülkesinde Kürtler’e karşı TC’nin yanında, dünyada ise İran’a karşı ABD’in yanında” eksenli, “Peygamber Ocağı NATO” eksenli, “Zamanın Zeynebi Hillary Clinton” eksenli, “Katar İslam Emirliği” eksenli, “Suriye’yi halledersek sıra İran’a gelecek” eksenli, “Hazret-i Muaviye” eksenli, “eksen zaten yoktu ki kaysın” eksenli İslamcılar, Allah’ın her günü gazetelerinde ve televizyonlarında Uludere’de katledilen o gariban köylüler için “Kaçakçı” ifadesini kullanırlar mıydı?

     Söyler misiniz, Allah aşkına: Kürdistan’ı beş parçaya bölen o dikenlitellerin “Ümmetin bölünmesi” ile bir alakası olsaydı, bir tane İslamcı çıkıp da Uludereli köylüler için “Kaçakçılık yapıyorlar” der miydi?

     Bu nasıl bir İslam ve nasıl bir Şeriât’tır ki, Erbil ile Bağdat arasında sınır çizmeye – haklı olarak – “Haram’dır” diyor ve hatta buna teşebbüsün bile cezalandırılması gerektiğini söylüyor; aynı şekilde, Diyarbakır ile Ankara arasında sınır çizmeye – yine haklı olarak – “Haram’dır” diyor ve hatta buna teşebbüsün bile cezalandırılması gerektiğini söylüyor; ve fakat öte yandan, Erbil ile Diyarbakır arasında çizilmiş olan sınır hakkında tek kelime bile etmiyor!…

     Bu nasıl bir İslam ve nasıl bir Şeriât’tır ki, Kürtçe konuşan Erbil ile Arapça konuşan Bağdat arasında sınır çizmek HARAM, Kürtçe konuşan Diyarbakır ile Türkçe konuşan Ankara arasında sınır çizmek HARAM, Kürtçe konuşan Senendec ile Farsça konuşan Tahran arasında sınır çizmek HARAM; ve fakat öte yandan, her ikisi de Kürtçe konuşan Diyarbakır ile Erbil arasında, her ikisi de Kürtçe konuşan Batman ile Senendec arasında, her ikisi de Kürtçe konuşan Nusaybin ile Qamîşlo arasında sınır çizmek GAYET DOĞAL, ve hatta “HELÂL”…

     Bu nasıl bir İslam ve nasıl bir Şeriât’tır ki, Kürtler’le Türkler’in biribirlerinden kopartılmasına – yüzde yüz haklı olarak – HARAM diyor, Kürtler’le Araplar’ın biribirlerinden kopartılmasına – yine yüzde yüz haklı olarak – HARAM diyor; ve fakat öte yandan, Kürtler’in kendi aralarında beş parçaya bölünüp ailelerin biribirlerinden kopartılmasına hiçbir şey demiyor, ağzını açıp tek kelime bile etmiyor?..

     Böyle bir Şeriât hangi kitapta yazıyor, sayın pek muhterem Hayrettin Karaman Hocam?…

     Qur’ân-ı Kerîm’i geçtim, hatta İncil’i ve Tewrat’ı da geçtim, Budistler’in ve Şintoistler’in kutsal kitaplarında bile böyle bir Şeriât var mı?

     Eğer ki siz bir “âlim” iseniz (ki % 100 öylesiniz) ve ben de bir “câhil” isem (ki % 200 öyleyim), o zaman bu câhil kardeşinize izâh edin de, ben de öğreneyim böyle bir Şeriât nasıl olur da oluyormuş?

     Böyle bir Şeriât yok, sayın Karaman… Sen buna “Şeriât” diyebilirsin, ama bu benim âzîz dînim İslam’ın Şeriâtı değil.

      Bu Şeriât İslam’ın Şeriâtı’na hiç mi hiç benzemiyor, muhterem Hocam! Bu Şeriât daha çok “Adalet, Kalkınma ve Ustalık Dönemi Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Kürt sorunu yoktur; Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunu vardır Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “TRT Şeş var ya; daha ne istiyorsunuz Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Tazminatsa tazminat; bu konuyu kapatın artık Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “NATO Füze Kalkanı Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Peygamber Ocağı NATO Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Zamanın Zeynebi Hillary Clinton Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Suriye’yi halledersek sıra İran’a gelecek Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Soğuk Savaş döneminde Ehl-i Kitab olan ABD şimdi de Ehl-i Sünnet oldu Şeriâtı”na benziyor, bu Şeriât daha çok “Hazret-i Muaviye ve Hazret-i Yezid Şeriâtı”na benziyor.

     Bunlar size hakaret sözleri değil, sayın Hocam, bunlar hakaret sözleri değil. “Âlimin varlığı alemin varlığı gibi, âlimin ölümü de alemin ölümü gibidir” ve geçmişte yaşayan âlimlerin başına da hep aynı şey gelmiştir; âlimleri “düşünmeye” sevkeden, âlimleri “birazcık tefekkür etmeye” zorlayan, âlimleri az biraz olsun “Neler oluyor?” deyip silkinmeye, kendine gelmeye sebep olan, hep bizim gibi câhil cühelâlar olmuştur. Onun için bu fâkir kardeşinizin şu yazısını da “hakaret amaçlı yazılmış şeyler” olarak değil, “bir câhilin bi âlimi düşünmeye, tefekkür ve muhâmeye sevketme teşebbüsü” olarak kabul buyurunuz, lütfen.

     Muhterem Hayrettin Karaman Hocam;

     Siz diyorsunuz ki, daha doğrusu demek istiyorsunuz ki, demeye getiriyorsunuz ki, demek istemiyorum ama bana zorla dedirtiyorsunuz ki, demiyeyim demiyeyim diyorum ama ısrarla dedirtiyorsunuz ki, dememek için kendimi zor tutuyorum ama siz yine de ne edip edip bana dedirtiyorsunuz ki, desem de boş demesem de boş ama siz bunu bile bile bana zorla dedirtiyorsunuz ki, demesem içimde kalacak desem başım belaya girecek ama siz beni tehlikeye atma pahasına zorla dedirtiyorsunuz ki, Kerkük ile Bağdat arasında sınır çizmek, Erbil ile Basra arasında sınır çizmek, Süleymaniye ile Samarra arasında sınır çizmek, Diyarbakır ile Ankara arasında sınır çizmek, Batman ile Konya arasında sınır çizmek, Elâzığ ile Trabzon arasında sınır çizmek, Karakoçan ile Fatih Çarşamba arasında sınır çizmek, hatta İbrahim Sediyani kardeşimin doğduğu Sêdiyan köyü ile benim, Hayrettin Karaman hocanızın memleketi Çorum arasında sınır çizmek HARAM’dır.

     Amennâ…

     Buna hiç ama hiçbir itirazım yok; bir Müslüman olarak. (İslamcı değil; Müslüman… Dînci değil dîndarım; İslamcı değil Müslüman’ım; Kürtçü değil Kürd’üm; sosyalist değil sosyalım, hümanist değil insanım; millîyetçi zaten olamam çünkü ismim İbrahim olduğu için tek başına milletim.)

     İki gönül bir olduktan sonra, Sêdiyan ile Çorum arasına hangi güç sınır çizebilir?

     Peki sayın Hocam, bu sınırlar şu anda var mı? Yok.

     50 sene sonra olabilir mi? Allah’tan başka kimse bilemez.

     150 sene sonra olabilir mi? Allah’tan başka kimse bilemez.

     550 sene sonra olabilir mi? Allah’tan başka kimse bilemez.

     1934 sene sonra olabilir mi? Allah’tan başka kimse bilemez.

     O zaman sayın Hocam, lütfen “cesaretimi cehaletime yorumlayın”, size bir soru sormak istiyorum: 1500 yıllık kutlu İslam tarihinde hangi İslam âlimi kalkıp da “gerçekte olmayan, ileride olması muhtemel, eh belkim olabilir işte, sadece hayâl ve fantezi” olan konularda fetvâ vermiş de, siz kalkıp böyle bir şeye teşebbüs ediyorsunuz?

     Peygamber Efendimiz (saw) bile “Ben ğaybı bilemem” derken, size – hâşâ – ğaybdan haber mi geldi?

     Bizim halen dahi fıkıhlarına göre âmel ettiğimiz mezhep imâmları bile (siz benden daha iyi bilirsiniz) aslında kendi zamanları için bu fetvâları vermişken, siz hangi hak ve yetkiyle 150 yıl sonrasının, 550 yıl sonrasının, olup olmayacağı da belli olmayan, hayâl ürünü ve fantezi şeyler için fetvâ veriyorsunuz?

      Bir İslam âliminin yapması gereken, kendi dönemindeki sorunlar için fetvâ vermek olmalı değil midir?

     Biz şu anda 2012 yılını idrak ediyoruz, sevgili Hocam… Ve şu anda, benim doğduğum Sêdiyan ile sizin doğduğunuz Çorum arasında hiçbir sınır yok. Sêdiyan ile Çorum “yêkvücûd” evelallâh.

     50 yıl sonra, 150 yıl sonra, 550 yıl sonra bile böyle bir sınırın olup olmayacağını Allâh’tan başka hiç kimse bilemez.

     Ancak şu anda, içinde bulunduğumuz 2012 yılında, hayâl değil fantezi değil apaçık bir gerçek, Şırnak’ın Uludere ilçesi ile hemen karşısında bulunan Duhok’un Zaxo ilçesi arasında sınır var; Uludere ile Zaxo arasında dikenliteller örülmüş.

     Ve işte o sınırda, o dikenlitellerin dibinde 35 mâsum çocuğu havadan bombalayarak katlettiler, bundan altı ay önce.

        Ve siz, sayın Hocam, hemi de bir İslam âlimi olarak siz, tamamen hayâl ürünü ve fantezi olan Sêdiyan ile Çorum arasında sınır çizmenin HARAM olduğuna dair peş peşe 4 tane makale kaleme alıyor, ve fakat, hayâl değil fantezi değil apaçık gerçek olan Uludere ile Zaxo arasındaki sınırdan tek kelime bile bahsetmiyorsunuz.

     Muhterem Hayrettin Karaman Hocam;

     Benim hayatlarını okuduğum, eserlerinden istifade etme şansı bulduğum tüm İslam âlimleri, karşıdaki kişi cahil cühelânın teki de olsa ve hatta sorularını saygısızca bir üslûpla bile sorsa, benim tanıdığım bütün İslam âlimleri, kendisine soru yönelten kişileri hep ciddîye almış ve o soruları cevapsız bırakmamıştır.

     Beni adam yerine koyar mısınız bilmem; fakat size, mutlaka cevaplandırmanızı istirham ederek, 3 tane soru sormak istiyorum. Hepsi de çok basit sorular.

     Bu 3 soruya, Yeni Şafak Gazetesi’ndeki köşenizden açıkyüreklilikle, sözü çoğaltıp bulandırmadan, yani benim gibi bir câhilin bile anlayabileceği netlikte bir dille cevaplandırırsanız, bundan mutluluk duyacağım:

     1 – İslam coğrafyasının kalbinde yer alan Kürdistan topraklarının 5 parçaya bölünmesi ve İslam ümmetinin bir ailesi olan Kürt halkının 5 ayrı statüye dağıtılıp biribirinden kopartılması, İslam Şeriâtı’na göre MEŞRU mudur, yoksa HARAM mı?

     2 – Ümmeti bölmek HARAM ise, o zaman Uludere’de katledilen köylüler niçin KAÇAKÇI oluyor?

     3 – Dünyanın her tarafındaki mazlum coğrafyalara, hem de “Gelirse vururuz” tehditlerine bile aldırmadan korkusuzca ve yüreklice sefere çıkabilen “Nûh’un Gemisi” Mavi Marmara, neden 6 aydır, bizzat “Hz. Nûh’un Memleketi” olan ve gerçek “Nûh’un Gemisi” olayının yaşandığı Uludere’ye sefer düzenlemiyor?

     Birinci soruyu; bir buçuk milyarlık “İslam ümmetinin bir ferdi” olarak soruyorum.

     İkinci soruyu, 20 yıllık gazetecilik, yazarlık ve şairlik hayatım boyunca en çok dikenliteller konusunda yazılar yazmış, 20 yıl boyunca dikenlitellerin iki yakasında yaşanan dramı okuyucularıma aktarmış ve şiirlerimi de genellikle dikenliteller üzerine kurgulayarak kaleme almış bir “Müslüman gazeteci, yazar ve şair” olarak soruyorum.

     Üçüncü soruyu da, Mavi Marmara gemisinin o onur ve izzet yolculuğunda bizzat bulunma şerefini yaşamış, Mavi Marmara gemisiyle hayatımın en güzel ve en anlamlı yolculuğunu yapmış, gemide bir buçuk saat boyunca İsrail ordusunun kurşun ve bombalarına hedef olmuş, saldırı esnasında geminin en üstündeki “direnişçi grubu”nun içinde yer alan, gözlerimin önünde arkadaşlarımın öldürüldüğü, İsrail askerlerinin gemimizi teslim aldıkları anonsu yapıldıktan ancak sonra üstümdeki tişört ve pantolonun tamamen kanlar içinde kaldığını farketmiş, diğer tüm yolcularla birlikte denizin ortasında 7 saat boyunca işkence görmüş, esir alınarak Negev Çölü’nün ortasındaki bir hapishaneye atılmış “Mavi Marmara gazisi” olarak soruyorum.

     Allah’ın selamı, râhmeti ve bereketi üzerinize olsun, Hayrettin Karaman Hocam.

sediyani@gmail.com

     UFKUMUZ

     27 MAYIS 2012

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir