Bazı yerler bize böylesine yakın olmasına rağmen neden bu kadar uzak? Bize böylesine uzak olan bazı yerler de neden bu kadar yakın?
“Uzaklık” ve “yakınlık”, sadece metreyle, kilometreyle mi ölçülür? Ya da soruyu şu şekilde soralım: “Uzak” ve “yakın” denildiğinde yalnızca fizikî bir mesafe mi kastedilir?
Aslında “evet” ama aslına bakarsanız “hayır”. Veya, aslına bakarsanız “evet” ama aslında “hayır”.
Sizinle ötekinin arasındaki mesafeyi ölçerken, şayet bunu, ötekinin “nerede” durduğuna bakarak yaparsanız, sorunun cevabı “evet”tir. Zira bu durumda fizikî bir mesafedir söz konusu edilen. Ancak bunu, ötekinin değil de, kendinizin “nerede” durduğunuza bakarak yaparsanız, sorunun cevabı “hayır”dır. Çünkü bu durumda söz konusu edilen, fizikî bir mesafe değildir.
Mesafe ölçümünde belirleyici olan, ötekinin değil, sizin nerede durduğunuzdur. Ötekiyle aranızda ne kadar mesafe olduğunu, sizin kimliğiniz, yaşam tarzınız, duygu ve düşünceleriniz, hayata bakışınızı belirler.
Uzak ve yakın olanı siz belirlersiniz.
Örneğin, sizden yüzlerce veya binlerce kilometre ötede yaşayan ve hiç tanımadığınız, öyle birinin yaşayıp yaşamadığından dahi haberdar olmadığınız bir insanla aynı duyguları taşıyor, aynı düşünceleri paylaşıyor, aynı şeyleri seviyor ve aynı şeylerden nefret ediyor, zamanınızı aynı şekilde geçiriyor, aynı şeylere gülüyor, aynı şeylere ağlıyorsunuz. Ama buna karşılık, yanıbaşınızdaki kapı komşunuz olan, iyi tanıdığınız, biribirinize ziyaretlerde bulunduğunuz bir insanla tamamen farklı duygular taşıyor, farklı düşünceleri paylaşıyorsunuz. Onun sevdiğinden siz nefret ediyorsunuz, sizin nefret ettiğinizi o seviyor. Sizin üzüldüğünüz bir olay onu sevindirebiliyor, onu sevindiren bir olay sizi üzüntüye boğabiliyor.
Yüzlerce, binlerce kilometre ötede yaşayan ve hiç tanımadığınız, yüzünü bile görmediğiniz bir insanla bu kadar “yakın” iken, yanıbaşınızdaki kapı komşunuza bu derece “uzak” olabiliyorsunuz.
Demek ki “uzak” ve “yakın” olanı siz belirliyorsunuz. Sizin “nerede” durduğunuzdur belirleyici olan.
Bunun gibi, sizden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan ama yapıp – ettiklerinden haberdar olduğunuz, konuştuğunuz veya yazıştığınız tanıdıklarınız, akrabalarınız mevcut iken, kendileriyle aynı şehirde yaşadığınız halde hiç tanımadığınız, tanışamadığınız insanlar da var olabiliyor.
Başka bir örnek vermek istiyorum: Yanıbaşınızdaki Suriye, Irak, İran gibi ülkeleri hiç tanımadığınız, o ülkelerde yaşanan gelişmeler hakkında hiçbir bilginiz ve fikriniz olmadığı halde, sizden çok çok uzaklarda bulunan Almanya, Fransa, ABD gibi ülkeleri nasıl oluyor da bu kadar iyi tanıyor, bu ülkelerde yaşanan gelişmeler hakkında her türlü bilginiz ve fikriniz olabiliyor? (Bu satırları okurken bir şeyi fark ettiniz mi? Suriye, Irak ve İran’dan bahsederken “o” zamirini, Almanya, Fransa ve ABD’den bahsederken “bu” zamirini kullandım, farkında olmadan. Yanıbaşımızdaki komşularımız olan ülkelerden bahsederken “o ülkeler”, bizden çok çok uzakta ve üstelik farklı kıt’âlarda bulunan ülkelerden bahsederken “bu ülkeler” diyoruz. Ne garip, değil mi? Demek ki “uzak” veya “yakın” denildiğinde, gerçekten de fizikî bir mesafe değildir sözkonusu olan.)
Aynı şekilde, sizlere “Şam, Tehran, Erivan veya Tiflis denilince aklınıza ne gelir?” diye sorulduğu zaman dakikalarca düşünüyor ve verecek cevap bulamıyorsunuz. Zira komşularımız olan ülkelerin bu başkentleri hakkında hiçbir bilginiz yok. Arabayla birkaç saatte ulaşabileceğiniz “mesafede” olmalarına rağmen, sanki dünyanın öbür ucundaymışlar gibi “uzaktırlar” sizlere. Ancak, meselâ “Paris denilince aklınıza ne gelir?” diye sorulsa, hiç düşünmeden tıkır tıkır sayarsınız: “Eyfel Kulesi, Şanzelize, Seine Nehri, Ressamlar Caddesi, Disneyland, …”. Tıpkı “Brüksel denilince aklınıza ne gelir?” diye sorulduğu zaman “Avrupa Parlamentosu, Atomium, Mini – Europa, Çiş Yapan Çocuk Heykeli, Çiçek Halısı, …” diye sıraladığınız gibi.
Yunanistan bizim komşumuz. Hatta Yunan halkı ile 400 yıl boyunca birlikte yaşadık, aynı ülkenin vatandaşları idik, aynı bayrak altında yaşadık. İyi veya kötü, mutlu veya mutsuz, ama yaşadık. Buna rağmen bırakın Yunanca dilini, Yunan Alfabesi’ndeki harfleri bile nasıl oluyor da hiç tanımıyoruz?
Bizden binlerce km ötedeki Almanya, İspanya, Arjantin, Brezilya gibi ülkeler niçin “sanki yanımızdaymış gibi” yakındırlar da, bizzat komşu olduğumuz, aramızda sınır bulunan Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak ve Suriye niçin bize sanki “çoook uzaktaymışlar” gibidirler?
İngilizce’yi, Almanca’yı, Fransızca’yı öğrenmek için bu kadar hevesliyiz de, Kürtçe’yi, Farsça’yı, Arapça’yı, Ermenîce’yi, Gürcüce’yi, Yunanca’yı veya Bulgarca’yı neden öğrenmek istemeyiz?
Örneğin Türkiye’de sıradan bir insanın bile İngilizce bilmemesi ayıplanır ve bir eksiklik olarak görülürken, akademik kariyeri olan bir insanın bile bırakın Yunanca’yı, Arapça’yı veya Ermenîce’yi, Yunan, Arap ve Ermenî alfabelerindeki harfleri dahi tanımaması nasıl olur da gayet normal bir durum olarak karşılanabiliyor? Bir insanın, binlerce km ötedeki bir ülkede yaşayan bir halkın konuştuğu dili bilmemesi mi daha büyük bir cehâlettir, yoksa kendi komşusu olan ülkede kullanılan alfabedeki harfleri dahi tanımaması mı? Hangisi daha büyük cehâlettir sizce?
Şimdi siz sevgili okuyucularımıza bir soru sormak istiyorum. Hangi yaşta olursanız olun, ister 20 ister 60 yaşında olun, hangi sosyal sınıftan ve Türkiye’nin hangi bölgesinden olursanız olun, hepinize birden sormak istiyorum bu soruyu: Sizler, 7 tane komşusu olan Türkiye’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı insanlar olarak, yaşadığınız ülkenin, Türkiye’nin hiçbir komşusuyla, evet, bir tane bile komşu ülkeyle arasında “alfabe birliği” dahi bulunmadığını, bilmiyorum, bu yaşınıza kadar hiç fark ettiniz mi?
Bakın, Türkiye’de 1 Kasım 1928’de, yani yeni rejimin kuruluşundan beş yıl sonra “Harf Devrimi” yapıldı ve o tarihten beri Latin Alfabesi’ni kullanıyoruz. Fakat bizim 7 komşumuz var ve bunların hiçbirinde Latin Alfabesi kullanılmıyor. Yunanistan’da Yunan Alfabesi, Bulgaristan’da Kiril Alfabesi, Suriye, Irak ve İran’da Arap Alfabesi, Ermenistan’da Ermenî Alfabesi, Gürcistan’da ise Kart Alfabesi kullanılır. Türkiye’nin bir tane bile komşusuyla arasında “yazı birliği” yoktur.
Bu ne demektir, biliyor musunuz? Sizler, hangi yaşta ve hangi sosyal sınıftan olursanız olun, eğitim durumunuz ve kariyeriniz ne olursa olsun, sizler Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, yaşadığınız ülke topraklarını hangi tarafından terk ederseniz edin, hangi komşu ülkeye giderseniz gidin, ister yaya, bisikletle, arabayla veya atla, eşekle, uçakla, neyle giderseniz gidin, komşu ülke topraklarına ayak bastığınız andan itibaren “ümmî”, yani “analfabet”, yani “okuma – yazması olmayan cahil” konumuna düşüyorsunuz. Sizler bir komşu ülkeye gittiğiniz zaman, bırakın dil bilip derdini anlatmayı, oradaki trafik işaretlerini, tabelalarını dahi okuyamıyorsunuz; gittiğiniz yerin dilini bilmekten vazgeçtim, oranın yazılarını dahi okuyamıyorsunuz. Hangi komşunuza giderseniz gidin, gittiğiniz komşunun topraklarına ayak basar basmaz “kara cahil, sıfır cahil” pozisyonuna düşüyorsunuz. Çünkü 7 tane komşunuzun hiçbiriyle aynı alfabeyi kullanmıyorsunuz; bir tanesiyle bile aranızda “yazı birliği” yok!
Dünyada böylesi trajik bir duruma düşürülmüş başka bir ülke, başka bir millet var mıdır acaba şu güzelim gezegende? Sanmıyorum… Bu trajik durumun traji – komik tarafı ise, sizi bu pozisyona sokan egemen zihniyetin, bu icraatıyla övünmesi ve komşu ülkelere küçümseyerek bakması, suçu onların üzerine atmasıdır. Halbuki, alfabe değiştiren onlar değil; onlar, halihazırda kullandıkları yazılarını yüzlerce, hatta binlerce yıldır kullanıyorlar.
Böyle bir ülkenin, sürekli uzaklardaki devletlerle dostluklar ve ittifaklar kurması ve fakat öte yandan, kendi öz komşularıyla sürekli kavgalı olmasından, hep sorunlu olmasından, bütün komşularını düşman gibi görmesinden daha doğal ne olabilir?
Sohbetimizin başında sorduğumuz soruya tekrar dönelim: “Uzaklık” ve “yakınlık”, sadece metreyle, kilometreyle mi ölçülür? “Uzak” ve “yakın” denildiğinde yalnızca fizikî bir mesafe mi kastedilir?
Dedik ki, sizinle ötekinin arasındaki mesafeyi ölçerken, şayet bunu, ötekinin “nerede” durduğuna bakarak yaparsanız, sorunun cevabı “evet”tir. Zira bu durumda fizikî bir mesafedir söz konusu edilen. Ancak bunu, ötekinin değil de, kendinizin “nerede” durduğunuza bakarak yaparsanız, sorunun cevabı “hayır”dır. Çünkü bu durumda söz konusu edilen, fizikî bir mesafe değildir.
Evinizde ailenizle, akraba veya arkadaşlarınızla “İsim – Şehir” oyunu oynarken bile bunu gözlemleyebilirsiniz. Meselâ “ülke” bölümünde, A harfiyle başlayan bir ülke adı düşünürken, aklımıza hemen Almanya, Avusturya, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler gelir. Neden ilk olarak Azerbaycan, Arnavutluk gibi ülkeler gelmez? Aynı şekilde B harfiyle başlayan bir ülke adı düşünürken, aklımıza hemen Belçika, Brezilya, Büyük Britanya gibi ülkeler gelir. Neden ilk olarak Bosna – Hersek, Bulgaristan, Bahreyn veya Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler gelmez?
Günlük gazetelerde bulmaca çözerken de benzer bir durumla karşılaştığınızı hiç fark ettiniz mi, bilmiyorum. Meselâ, cevabı “Roma” olan bir soru “İtalya’nın başkenti”, cevabı “Amsterdam” olan bir soru “Hollanda’nın başkenti”, cevabı “Lizbon” olan bir soru “Portekiz’in başkenti”, cevabı “Oslo” olan bir soru da “Norveç’in başkenti” diye sorulur. Ancak, cevabı “Amman” veya “İslâmâbâd” ya da “Bişkek” veyahut “Bangkok” olan bir soru “Asya’da bir başkent” şeklinde sorulur. Bunun gibi, cevabı “Kahire” veya “Dakar” ya da “Nairobi” veyahut “Mogadişu” olan bir soru da “Afrika’da bir başkent” şeklinde sorulur. Peki, Avrupa’daki başkentler bizim için sanki ülkemizin şehirleriymiş gibi ayırt edici özellikleriyle bilinen, bu şekilde sorulan şehirler iken, Asya veya Afrika’daki başkentler neden bizler için sadece “Asya’da bir başkent”, “Afrika’da bir başkent” durumundadırlar. Bir adım ötesi neden yok?
Türkiye’de yaşayan sıradan bir insan bile, taa okyanuslar ötesindeki Amerika Birleşik Devletleri’nin minimum sekiz – dokuz tane eyaletinin ismini ezbere sayabilirken, akademik ünvanı olan bir insan bile hemen yanıbaşındaki Rusya Federasyonu’nun üç – dört tane özerk bölgesinin ismini nasıl olur da sayamaz? Kaldı ki, Rusya’daki bu özerk cumhuriyetlerde yaşayanların önemli bir kısmı Türkî topluluklardırlar; yani akrabadırlar, soydaştırlar.
Aynı şekilde, örneğin televizyon başında haber bültenlerini izlediğimizi farzedelim. Haberleri sunan kişi, “Şimdi Brüksel’deki muhabirimize bağlanıyoruz” dediğinde, Brüksel’deki o muhabir niçin o anda bize içgüdüsel olarak sanki çok yakın bir yerdeymiş gibi gelir? Buna karşın, haberleri sunan kişi, “Şimdi Beyrut’taki muhabirimize bağlanıyoruz” dediğinde, o anda, niçin Beyrut’taki o muhabirin sanki bize çoook uzak bir yerdeymiş hissine kapılırız? Neden, neden, neden?! Brüksel mi Türkiye’ye daha yakındır, yoksa Beyrut mu? Hatta bırakın Beyrut’u, yurtdışına bile çıkmaya gerek yok, İstanbul ve Ankara’da yaşayan pekçok insan için, Elâzığ, Diyarbakır veya Mardin bile Brüksel’den daha uzak bir şehir değil midir?
Ulusal TV kanallarında “Hava Durumu” izlerken mutlaka fark etmişsinizdir. “Dış merkezlerde hava durumu” anlatılırken neden önce Avrupa kıt’âsından başlanılır? “Yurtta hava durumu” bölge bölge ve il il anlatılırken, neden hep Marmara Bölgesi’nden başlanılır ve en son Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki iller anlatılır? Diyelim ki öyle yapmasalar, Güneydoğu’dan başlasalar ve en son Marmara Bölgesi’ni işleseler, garip mi olur? Tersinden mi yapmış olurlar?
Günümüzde yalnızca ülkeler ve topraklar işgal edilmiyor. Duygu ve düşünceler, beyinler ve kalpler de işgal ediliyor.
Buna izin vermeyelim. Yozlaştırılmaya, yobazlaştırılmaya karşı çıkalım. Bilinçli, kültürlü ve uyanık olalım. Aydın insanlar olmak olsun derdimiz.
Yakınımızda olanlar, ne yazık ki bizden uzaklaştırılmış. Yanıbaşımızda olanlar, sanki çok uzağımızdaymış gibi.
Atmamız gereken iki adım var:
Birincisi, yakınımızda olanların bizden uzak yapılmasına izin vermemek.
İkincisi, uzakları kendimize yakın etmek.
* * *
Çok değil, bundan daha 35 yıl öncesine kadar İslam dünyasının en modernleşmiş ve en çok Batılılaşmış ülkesi olan doğu komşumuz İran, 11 Şubat 1979’da gerçekleşen İslam Devrimi ile birlikte, bir anda dünyadaki tüm Müslümanlar’ın “ilgi ve cazibe merkezi” oluverdi, haklı olarak.
2 bin 500 yıllık Şâhlık rejimini tarihe gömen İslam Devrimi’nden bu yana geçen 33 yıla yakın zaman zarfında, başta Türkiye’dekiler olmak üzere, ilimle, düşünceyle, yazı ve kalemle iştiğal eden hiçbir Müslüman yoktur ki, en azından bir kerecik olsun, sırf meraktan da olsa İran’a gitmemiş, bu ülkeyi gezip görmemiş, İslam Cumhuriyeti nizamını yerinde gözlemleme imkânı bulmamış olsun.
Bunun tek istisnası galiba bendim. Belki birçoğunuza garip gelecek ama, İran’a bugüne dek hiç gitmemiş, görmemiştim.
Kısmet, nasip meselesi. Aslında en çok gitmek ve görmek istediğim ülkelerden biri olarak hep orada duruyordu; velâkin, hiç işim olmadı açıkçası.
Fakat yalnızca aksilikler değil, güzellikler de geldiğinde “hepsi birden geliyormuş” demek ki: İran’la bu yaşıma kadar hiçbir teması ve münasebeti olmayan ben, 2011 yılında, sadece son dört ay içinde iki dâvetiye birden aldım.
Evet; garip ama sevindirici. Sadece dört ay gibi kısa bir süre içinde, hem de bir değil iki dâvet birden aldım.
İlk dâvetiye, bana Mayıs ayı başlarında gelmişti. Resmî bir dâvet idi bu. 3 Haziran 1989 tarihinde vefât eden devrim lideri İmam Humeynî’nin aramızdan ayrılışının 22. sene-i devriyesinde tertiplenecek olan “Yas ve Anma Merasimleri” için ülkelerine dâvet ediyorlardı beni.
Dâvetiye beni mutlu etmişti; hiç düşünmeden kabul ettim. Mayıs ayı sonunda İran’a gitme hazırlıkları yaparken, o esnada bir hastalık geçirdim. Dolayısıyla, daha önce kabul etmiş bulunduğum dâveti iptal etmek zorunda kaldım.
Normal hayatıma devam ederken, Eylül ayı başında İran’dan, fakat bu kez bambaşka bir program için ve bambaşka bir kurumdan bir dâvet daha hasıl oldu.
Bunu da hiç düşünmeden hemen kabul ettim ve üstelik bu kez, yine bir aksilik çıkmasın diye kendimi de ona göre ayarladım.
Eylül ayı ortasındaydı bu program; Râbbim müsaade etti, gitmek nasib oldu.
* * *
Bizi İran’a dâvet eden kurum, başkent Tahran’da bulunan ve direk olarak İslam İnqılâbı Rehberi Seyyîd Ali Hûseynî Hamaneî’ye bağlı bir kurum olan İslamî Teblîğler Kurumu (Sazman-ı Teblîğat-ı İslamî) çatısı altında çalışma yürüten Sanat Enstitüsü (Hoze-yê Hûnerî) bünyesindeki İslamî Uyanış Edebiyatı (Wêje Bidar-ê İslamî).
Dâvetin sebebi, 2011 başında Tunus’ta başlayan, daha sonra Mısır’la devam edip oradan tüm Mağrib ve Ortadoğu ülkelerine sıçrayan ve “Yasemin Devrimi” olarak isimlendirilen halk ayaklanmaları ve bu halk devrimleri sürecinde edebiyatçılara ve sanatçılara düşen sorumluluklar bağlamında fikir alışverişi ve istişare, bizden iştirak etmemiz istenen birkaç sanatsal, edebî ve kültürel etkinlik ve bizden vermemiz istenen birkaç konferans.
Bu arada şu noktayı da belirtmeden geçemiyeceğim: Aynı konuda ve aynı tarihlerde başka bir program daha var Tahran’da. “Yasemin Devrimi” olarak isimlendirilen halk ayaklanmaları ile ilgili tertiplenen o programa da dünyanın dört bir yanından seçkin konuklar dâvet edildiler. Ancak o programın bizimle ilgisi yok.
Her iki program da aynı şehirde, Tahran’da, her iki program da aynı tarihlerde, her iki programın konusu da aynı, halk devrimleri, ancak öbür program “siyasî analiz ve düşünce” ekseninde tertiplenen bir programken, bizim dâvetli olduğumuz program “sanat ve edebiyat” ekseninde tertiplenen bir program.
Yani biz de “Yasemin Devrimleri” sebebiyle dâvet edilmiş bulunuyoruz ancak biz işin “siyasî analiz ve düşünce” boyutuyla değil, “sanat ve edebiyat” boyutuyla ilgiliyiz.
Tahran Sanat Enstitüsü, bu program için 3 sanatçı – edebiyatçı dâvet ediyor ve ilginç hatta güzel olan da, Yasemin Devrimleri ile Mavi Marmara arasında bir bağ kurmuş olacaklar ki, dâvet ettiği sanatçı – edebiyatçıları Mavi Marmara yolcuları arasından seçiyor. (Sözünü ettiğim diğer programa Türkiye’den dâvet edilenler de ekseri Mavi Marmara yolcuları arasından seçilmişlerdi)
Yasemin Devrimi’ni konu alan bu sanat ve edebiyat etkinliklerine üç kişi dâvetliyiz: Türkiye’den Özgür Yazarlar Birliği (ÖYB) Genel Sekreteri, Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (TOKAD) Yönetim Kurulu Üyesi, İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsanî Yardım Vakfı Tokat İl Temsilcisi ve Muş Alparslan Üniversitesi Araştırma Görevlisi Doğan Özlük ile Ses Sanatçısı Mikail (Mikail Kurt), Almanya’dan ise bu fâkir kardeşiniz.
Bir önceki gezimiz olan Balkan gezisini “WEFA gönüllüsü” olarak yapmıştım; bu seferki gezimiz olan İran gezisini ise “ÖYB üyesi” olarak yapacağım.
* * *
16 – 23 Eylül 2011 tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz 7 günlük İran gezisini anlatan “Yaseminler Gülümsüyordu Ellerimiz Kavuştuğunda” adlı bu yeni seyahat dosyamızda, sizlere Aryan topraklarını gezdireceğiz. Yanıbaşınızda oldukları ve sizlerle aynı ortak geleceğe sahip oldukları halde, biribirinize yabancılaştırıldığınız, hatta düşman ettirildiğiniz o coğrafyaların, o güzelim toprakların kokusunu sunacağız sizlere. Öz kardeşleriniz oldukları halde biribirinizden kopartıldığınız, biribirinizi artık hiç tanımadığınız ve anlamadığınız o güzel insanları evlerinizin içine kadar getirmek arzusundayız.
Tahran’da yaşayan kardeşleriniz, Elbruz Dağları’nın eteklerinde sizler için topladıkları çiçeklerle, İsfahan’da yaşayan kardeşleriniz de Zayendeh Rud Nehri kıyısında sizler için topladıkları çiçeklerle, evlerinize misafir olmak istiyorlar.
Misafirlere kapınız açık mı?
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 6
جمهوری اسلامی ايران / İran İslam Cumhuriyeti