Yaseminler Gülümsüyordu Ellerimiz Kavuştuğunda – 3

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

ﻤﻴﺎﺎﻮﺮﺪ ﺒﻴﺮﻮﻥ ﺴ۔ﻮﺮﺍﺥ ﺍﺯ ﻤ۔ﺎﺮﺮﺍ ﺧ۔ﻮﺶ ﺯﺒ۔ﺎﻥ

(Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.)

İran atasözü

     Ferdâsı gün uykudan uyandığımızda ikimizin de gözleri ilk olarak saate gitmiş ve bakar bakmaz da biribirimizi “Ulaaa kalk kalk, saat 11 olmuş!” diye çığlık atarak çağırmıştık.

     Kahvaltıyı kaçırmış olmanın korkusuyla alelacele üstlerimizi giyindik ve otelin 8. katında bulunan odamızdan çıkıp, asansörle 2. kattaki restorana indik.

     26 ŞEHRİVAR: İRAN

     Korktuğumuz başımıza gelmişti.

     Sabahları saat 11’e kadar yapılan kahvaltı servisi bitmişti. Tüh, ne yapacaz şimdi?

      Uyuyakalmıştık. Dün gece yorgun argın yatağa girdiğimizden, İran’daki bu ilk günümüze kahvaltısız başlayacaktık. Doğan Özlük ve ben, kendi aramızda alternatif bir yol bulmaya çalıştık:

     – Gel İbrahim abi, resepsiyon katındaki büfeye gidelim, kek mek bişeyler, Allah ne verdiyse…

     – Tamam Doğan abi, gidelim.

     Yüksek bir binadan müteşekkil otelimizin 2. katında restoran vardı ve burada günde üç öğün yemek veriliyordu. En alt katta (zemin kat) ise resepsiyon, büfe, mescîd ve bir de internet odası bulunuyordu. Alt kattaki her şey 24 saat açık. Odalarımız ise tââ 8. kattaydı.  “Yükseklik korkusu” olan bir insan olarak odamızın penceresinden bile aşağıya bakamadığımı sanırım söylemeye gerek yok.

     Resepsiyon katındaki büfede, Doğan kardeşin o veciz ifadesiyle “kek mek bişeyler” alıp oturduk ve aperatif bir kahvaltı yaptık.

     İran’da bulunacağımız bir hafta boyunca ikâmetgâh adresimiz olacak olan Huweyze Oteli (Fars. ﻫﻭﻴﺯﻩ  ﻫﺘ۔ﻝ [Hotel Huweyze]), Tahran şehrinin tam orta noktasında, Ayetullah Taleganî Caddesi (Fars. ﻄﺎﻟﻘﺎﺫﻰ ﺍﻴﺖﷲ ﺨ۔ﻴﺎﺒﺎﺫﻰ [Xiyabanê Ayetullah Taleqanî]) üzerinde, bu caddenin Üstâd Nejatullahî Caddesi (Fars. ﺫﺠ۔ﺎﺖﺍﻟﻟ۔ﻬﻰ ﺍﺴﺘﺎﺪ ﺨ۔ﻴﺎﺒﺎﻨﻰ [Xiyabanê Ústâd Nejatullahî]) ile kesiştiği noktadadır.

     İran’da bulunacağım süre boyunca buradaki ikâmetgâh adresimin büyük İslam âlimi, İslam dünyasının son yüzyılda yetiştirdiği en büyük filozoflardan ve azîz İslam İnqılâbı’nın da öncü isimlerinden biri olan, özellikle sol kesimler üzerinde büyük bir etki bırakan ve İran’daki sosyalist gençliğin Şâhlık rejimine karşı verilen İslamî devrim haraketlerine katılımını sağlayan isim olan, paylaşımcı ve eşitlikçi bir rûha sahip olduğu, bıraktığı sayısız eserlerinde sosyal adaleti, paylaşımcılığı savunduğu için geliştirdiği düşünsel ve harekî çizgi Batı dünyasında “İslamî Sosyalizm” veya “Sosyalist İslam” gibi tanımlarla nitelenen Ayetullah Mahmud Taleganî (1911 – 79)’nin ismini taşıyor olacağı, bana tarifi imkânsız bir sevinç ve mutluluk vermişti. Öyle ki, ilk başlarda bu duruma inanmakta güçlük çekiyordum.

     Aslında sadece bu değil, öyle bir ülkeye gelmişim ki, mahallelerin, caddelerin, sokakların ve parkların isimleri, lise yıllarımızdan bu yana dilimizden düşürmediğimiz isimleri taşıyor idiler. Daha önce benzerini Hacc için gittiğim Hicaz’da, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de yaşadığım bu tarifsiz güzellikteki durumla şimdi bir kez daha karşı karşıyaydım. (Büyük İslam âlimi ve filozofu Ayetullah Taleganî’nin mübarek hayatı ve mücadelesini Seyahatname’nin ilerleyen bölümlerinde çok geniş ve ayrıntılı bir şekilde ele alacağız, inşallah.)

     Tahran’daki Huweyze Oteli (Fars. ﻫﻭﻴﺯﻩ  ﻫﺘ۔ﻝ [Hotel Huweyze]), İran genelinde otel ağı bulunan Kewser Oteller Grubu (Fars. ﻜــﻭﺜﺮ ﻫﺎﻯ ﻫـﺘﻞ ﮜﺮﻭﻩ [Gurveh Hotelhayê Kewser]; İng. Kosar Hotels Group) adlı turizm ve konaklama şirketine ait bir oteldir.

     Yıllık binlerce ziyaretçiyi misafir eden Kewser Oteller Grubu, halihazırda İran genelinde 6 tane otel ve 2 tane de kültür / eğlence kompleksine sahip olan güçlü bir işletmedir. Şirketin bir de web sitesi var; www.kosaronline.com … 

     Kewser Oteller Grubu’na ait otel ve kompleksler şunlardır:

     – Huweyze Oteli (Fars. ﻫﻭﻴﺯﻩ  ﻫﺘ۔ﻝ [Hotel Huweyze]) → TAHRAN

     – Özgürlük Oteli (Fars. ﺁﺯﺍﺪﻯ ﻫﺘﻞ [Hotel Azadî]) → İSFAHAN

     – Kudüs Oteli (Fars. ﻘـﺪﺱ ﻫﺘﻞ [Hotel Qûds]) → MEŞHED

     – Samen Oteli (Fars. ﺛﺎﻤـﻦ ﻫﺘﻞ [Hotel Samen]) → MEŞHED

     – Beyaz Kenar Oteli (Fars. ﻜـﻨﺎﺮ ﺴﻔﻴﺪ ﻫﺘﻞ [Hotel Sefid Kenar]) → BENDER ANZALİ

     – Kewser Apartman Oteli (Fars. ﻜﻮﺜﺮ ﺁﭙﺎﺮﺘﻤ۔ﺎﻦ ﻫﺘﻞ [Hotel Apartman Kewser]) → RAMSER

     – Şahîd Yerleşim ve Eğitim Kompleksi (Fars. ﺸﺎﻫﺪ ﺍﻘﺎﻤﺘﻰ ﻤﺠﺘﻤ۔ﻊ [Muctemea İqameti Şahed]) → QUM

     – İsar Kültür ve Eğlence Kompleksi (Fars. ﺍﻴﺛﺎﺭ ﺘﻐﺭﻴﺤ۔۔ﻰ ﻮ ﻔ۔ﺭﻫﻨﮝ۔۔ﻰ ﻤﺠﺘﻤ۔ﻊ [Muctemea Ferhengî û Teğrihî İsar]) → QAZVÎN

     Bizim misafir olduğumuz, başkent Tahran’daki Huweyze Oteli, 4 yıldızlı bir otel olup, şehrin tam merkezinde yer almaktadır ve önemli bina ve adreslere yakındır. Otelin tam 117 tane odası var. Hepsi de banyolu ve klimalı olan bu odalar, tek ve çift kişilik. Bütün odalarda ayrıca buzdolabı ve televizyon bulunuyor. Otelde misafir odaları haricinde restoran, büfe, mescîd, internet odası, konferans salonu, sauna, jakuzi, kuaför, çamaşırhane ve emanethane bulunuyor.

     Huweyze Oteli, şehrin tam orta yerinde olduğu için, pekçok önemli bina, kurum, park veya tesise yakın bir mesafede bulunuyor. Otelin hemen karşısında Refah Bankası (Fars. ﺮﻔـﺎﺡ ﺒﺎﻨﮏ [Bank Refah]) var. Bu kocaman bina, canımızı sıkıyor. Çünkü bizim odamızın tam karşısında ve bütün manzarayı kapatıyor. Bu banka binası olmasa, 8. kattaki odamızın penceresinden baktığımızda şehrin tüm manzarasını görebilirdik belki.

     Refah Bankası’nın yan tarafında ise “Yasê Sepîd” (ﺴﭙﻴﺪ ﻴﺎﺱ) adlı uluslararası seyahat acentası var. Fatih – Çarşamba’yı ve Karagümrük’ü gezip görmek isteyen İranlı seyyâhlar başvurularını bu acentaya yapıyorlar. Onun da az ötesinde Sedaret Bankası (Fars. ﺼ۔ﺎﺪﺭﺍﺖ ﺑﺎﻨﮏ [Bank Saderat]) bulunuyor.

     Sedaret Bankası’nın hemen arkasında Arad Hastanesi (Fars. ﺍﺭﺍﺪ ﺒﻴﻤﺎﺭﺴﺘـﺎﻨﻰ [Bimarıstanê Arad]), yan tarafında ise 502 Hastanesi (Fars.  ۵۰۲ ﺒﻴﻤﺎﺭﺴﺘـﺎﻨﻰ [Bimarıstanê 502]) var. Bunlardan Arad Hastanesi sivil, 502 Hastanesi ise askerî bir hastane. Hastanenin isminin neden “502” olduğunu bilmiyorum. (Bunu da başka bir arkadaşımız gidip araştırsın. Her şeyi de benden beklemeyin yahu!)

     502 Hastanesi’nin hemen ötesinde ise Tahran’da meşhur olan bir okul var. İsmi, Feragiran Enstitüsü ve Medresesi (Fars. ﻔـﺭﺍﮜـﯿﺭﺍﻦ ﻜـﺎﺭﻭﺪﺍﻨﺶ ﺪﺒﯿﺭﺴﺘﺎﻦ ﻤﺪﺭﺴـﻪ [Medrese û Debirestan Kar û Daniş Feragiran]).

     Okulun önü ise geniş bir spor kompleksi. Bu alanda Şehîd Şirudî Spor Kompleksi (Fars. ﺸﯿﺭﻭﺪﻰ ﺸـﻬـﯿﺪ ﻭﺭﺯﺸﻰ ﻤﺠﻤﻭﻋﻪ [Mecmuah Werzeşî Şehîd Şirudî]) ve Tahran İl Futbol Federasyonu (Fars. ﺘـﻬﺭﺍﻦ ﺍﺴـﺘﺎﻦ ﻔﻭﺘﺒﺎﻞ ﺍﻨﺠﻤـﻦ [Encûmen Futbal Ostan Tehran]) binası bulunuyor.

     Geçelim otelimizin arka tarafına… Huweyze Oteli’nin hemen arkasında, çok ama çok özel bir bina var. Burası, eski ABD Büyükelçiliği… Bu bina niye mi çok özel? Behey gafil, bu bina işte devrimden sonra İranlı öğrencilerin işgal edip içerideki Amerikalı diplomatları tam 444 gün rehin tuttuğu ve ABD’nin tüm gizli belgelerine el koyduğu binadır.

     1979… İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi üzerinden dokuz ay geçmiş… İran takviminde “13 Âbân” gününe denk gelen “4 Kasım” günü, İslam Devrimi’nden sonraki İran’ın en önemli ve tarihî günlerinden biri yaşanıyor…

     Tahran’daki ABD Büyükelçiliği hâlâ çalışıyor. Çalışıyor çalışmasına ama, “casus yuvası” gibi… Bunun bilincinde olan İranlı genç devrimci öğrenciler, Eylül ayından başlayarak elçilik binasını gizli gizli takip ediyorlar. Kimler giriyor, kimler çıkıyor, kaçta açılıp kapanıyor, hangi saatlerde kapısının önünde ve bahçesinde ne tür hareketlilikler yaşanıyor; bütün bunların hepsi takip ediliyor.

     Tamamen öğrencilerin ve gençlerin düşünüp yaptıkları bir iş bu. Henüz 7 ay önce kurulmuş olan İslam Cumhuriyeti devletinin de haberi yok olan bitenlerden.

     Baskına birkaç gün kala, kendilerini “İmam Humeynî’nin Yolundaki Öğrenciler” olarak adlandıran bu devrimci gençlerin elçilik binasını takipleri daha bir yoğunlaşıyor. Beş kişilik bir öğrenci grubu, ABD Elçiliği’ni gören ayrı ayrı binaların çatılarına yerleştiriliyor. Elçilik korumalarının görev yerleri ve zamanları, en ince ayrıntısına kadar öğrenilmiş artık. Bir yandan da bina hakkında bilgiler toplanıyor.

     O unutulmaz 4 Kasım 1979 günü, sabah saat 06:30’da elçiliğe yakın bir yerde toplanıyor öğrenciler. Çok erken bir vakitte hazır oluyorlar. Elçilik henüz açılmamış bile.

     Bir buçuk – iki saate yakın bir bekleyişten sonra, elçilik açılıyor. ABD’li elçilik görevlileri ve çalışanları, binaya giriyorlar.

     Derken, saat 09:00’a doğru, bütün dünyayı ayağa kaldıracak o muhteşem eylem başlıyor: Genç bir kız öğrenci, elindeki metal kesici ile büyükelçilik etrafındaki zincirleri kırmaya başlıyor. Elçilik korumalarının daha “Bu çarşaflı bayan ne yapıyor orda?” demesine kalmadan, baskın başlıyor… Kızlı – erkekli yüzlerce genç öğrenci “Allah-û Ekber” nidâlarıyla dalıyorlar elçilik binasına…

     ABD Elçiliği’ndeki toplam 66 kişiyi esir alan eylemciler, içerideki bütün belgelere ve evraklara el koyuyor. Belgelerde neler yok ki neler?!.. Öğrenciler, ABD emperyalizminin İran’da çevirdiği tüm dolapları, yaptığı tüm casusluk faaliyetlerini, içeride hangi hainlerle işbirliği içinde olduğunu, bütün bunların hepsini ifşâ ediyorlar…

     Özgürlük ve bağımsızlık için Şâhlık rejimine ve ABD emperyalizmine karşı sadece son 16 yıl içinde milyonlarca ferdini kurban veren şehîdperver İran halkı ABD’ye ardı ardına tokat vuruyordu fakat, bu tokatların en esaslısını ve en anlamlısını, kızlı – erkekli genç öğrenciler atıyorlardı…

     Öğrenciler, ABD Elçiliği’ndeki 66 kişiyi esir alıyorlar ve içeride rehin tutuyorlar. İran polisi ve askeri bile giremiyor içeri. Esirleri ne kendi devletlerine, ne de başka bir devlete teslim ediyorlar.

     Dünya, bu olayı konuşuyor… Diplomatlar günlerce içeride rehin tutuluyor. Öğrenciler ise, elçilik binasının pencerelerinden ve balkonlarından “Allah-û Ekber”, “Merg ber Emrika” (Amerika’ya Ölüm) sloganları atıyorlar…

     Toplam 66 kişiyi rehin alan aktivist öğrenciler, eylemin 11. gününde bu 66 rehineden 14’ünü serbest bırakıyorlar.

     Şimdi, eylemi gerçekleştiren bu gençlerin nasıl bir siyasî bilince ve evrensel duyarlılığa sahip olduklarına dikkatli bir şekilde bakalım:

     Rehin alınan 66 kişinin tamamı ABD’li. Daha sonra 14 kişi serbest bırakılıyor. Serbest bırakılan 14 kişiden 13’ü “kadın”, 1’i ise erkek ama “siyahî”; yani Afro – Amerikan… Rehin tutmaya devam ettikleri geri kalan 52 kişinin tamamı ise “erkek” ve “beyaz”…

     Öğrenciler, bilinçli bir şekilde ortaya koydukları bu davranışlarıyla dünyaya iki mesaj vermek istemişlerdi. Bu mesajlarını da basın organlarına şöyle anlatıyorlardı öğrenciler:

     1 – İslam’ın kadına verdiği değerin büyüklüğü; İslam hukukunda savaş halinde bile kadınlara eziyet edilmeyeceği,

     2 – İmam Humeynî’nin yolundan giden Müslümanlar’ın ezilen halklara destek verdiği ve Beyaz Adam’ın zûlmü altındaki milletlerle dayanışma halinde olduğu, ABD’deki siyahîleri de Asya ve Afrika halklarıyla kardeş gördükleri.

     Evet… Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalıyor, ama İranlı öğrenciler ABD’li diplomatları serbest bırakmıyorlardı.

     Düşünün… Tahran’da bir bina ve o binanın içinde aylarca bekleyen, içeride diplomatları aylarca rehin tutan öğrenciler…

     Aylar geçtikten sonra, çaresizlik içindeki ve dünyaya rezil rüsvâ olmuş olan ABD devleti, Tahran’daki elçilik binasında rehin tutulan diplomatlarını kurtarmak için askerî bir operasyon düzenliyor. 24 Nisan 1980 tarihinde, yani elçilik işgalinden 5 buçuk ay sonra “Kartal Pençesi Operasyonu” adı verilen operasyonda, ABD’ye ait bir grup C – 130 askerî nakliye uçağı ve 8 adet RH – 53 helikopteri, (Pakistan veya Afganistan tarafından gelerek) İran’ın doğusuna iniyorlar…

     Fakat İran’ın, kendi topraklarında yabancı bir askerî gücün gerçekleştirdiği bu operasyona karşı kılını bile kıpırdatmasına gerek yok! Niye mi? Bakın ondan sonra ne oluyor:

     İki helikopter kum fırtınası nedeniyle arızalanırken, üçüncü bir helikopter de iniş sırasında hasar alıyor. Helikopterlerden biri de C – 130 uçaklarından biriyle çarpışıyor. Kaza sonucunda 8 Amerikalı deniz piyadesi ölüyor, çok sayıda Amerikan askeri de yaralanıyor. Operasyon böylece iptal ediliyor ve başarısız bir şekilde arkalarına bile bakmadan kaçıyorlar. Kendi kendilerine geliyorlar, kendi kendileriyle çarpışıyorlar, kendi kendilerini öldürüyorlar ve kendi kendilerine geri dönüyorlar. (Takdir-i İlahî öyle değil böyle olur!)

     Temmuz 1980’de, elçilik binasında 8 aydır rehin tutulan Amerikalı diplomatlardan biri daha serbest kalıyor. MS (Multiple Sclerosis) hastalığı teşhisi konulan bu Amerikalı, sağlık sorunları nedeniyle serbest bırakılıyor. Geriye kalıyor, 51 rehine…

     Ekim 1980’de, yani elçilik işgali üzerinden bir yıl geçtikten sonra (6 gün sonra tam 1 yıl olacak) ve İran – Irak Savaşı’nın başlaması üzerinden bir ay geçtikten sonra, ABD rehineleri kurtarmak için ikinci bir askerî operasyona hazırlanıyor. Fakat ilk seferki acemilik ve düştüğü komik durum, tedbir almaya yöneltmiş Sam Amca’yı… Bu seferki operasyonu yapacak olan birlikler, uzun bir zamandır sırf bu operasyon için özel olarak eğitilip yetiştirilmiş. Ve operasyonda kullanılacak olan YMC – 130 H Herkül tipi uçak, sırf bu eylem için özel olarak dizayn edilip hazırlanmış… Bu sefer herşey tamam yani! Operasyon tereyağından Sylvester Stallone çeker gibi kolay olacak, anlayacağınız…

     Bu operasyonu gerçekleştirip rehineleri kurtaracak olan YMC – 130 H Herkül askerî uçağı, operasyon öncesi günlerde Amerika’da ardı ardına tatbikatlar yapıyor. 29 Ekim 1980 günkü tatbikatta ise, o da kendi kendine kaza yapıp düşüyor. Böylece ikinci operasyon, daha yapılmadan iptal ediliyor. (Takdir-i İlahî işte… Cenab-ı Mevlâ’nın işine ne karışabiliriz ki?)

    Öğrencilerin 4 Kasım 1979’da başlattıkları bu eylem, İran devletinin ve diğer arabulucu devletlerin öğrencilerle yaptıkları görüşmeler ve pazarlıklar sonucu, 20 Ocak 1981 günü sona erdiriliyor… Rehineler serbest bırakılıyor ve ülkelerine gönderiliyor…

     Amerikalı diplomatlar, 4 Kasım 1979 – 20 Ocak 1981 arası, yani 1 yıl 2 ay, yani tam 444 gün öğrencilerin elinde rehin kalıyorlar. Bir elçilik binasının içinde…

     İran devleti, bu öğrencilerle gurur duyuyor. Öğrenciler, yaptıkları bu muhteşem eylem dolayısıyla onurlandırılıyorlar.

     4 Kasım 1979’da Tahran’daki ABD Elçiliği’ni basıp casusluk faaliyetleri yapan Amerikalı diplomatları rehin alan öğrencilerin bu ilginç ve dünyayı ayağa kaldıran eylemini “ölümsüzleştirmek” isteyen İran İslam Cumhuriyeti devleti, 4 Kasım (13 Âbân) gününü “resmî bayram” ilân ediyor.

     Bugün İran’da her 4 Kasım günü “Öğrenci ve Gençlik Günü” olarak kutlanmaktadır. Resmî bayramdır; okullar tatil ve resmî daireler kapalıdır. 4 Kasım günlerinde o eylemi yâd eden etkinlikler düzenlenir. (GÖNÜLDAŞLARIMIZ İÇİN İLGİNÇ BİR BİLGİ NOTU – 1: Bundan 32 yıl önceki o devrimci eylemi gerçekleştiren öğrencilerden birinin, o zamanlar genç bir öğrenci olan şimdiki cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad olduğu iddiâ edilmektedir. Ahmedinejad’ın o eylemciler arasında olduğu iddiâsı da o olayda 444 gün boyunca içeride rehin tutulan Amerikalı diplomatlar tarafından ve fakat, aradan 30 yıl geçtikten, yani Ahmedinejad cumhurbaşkanı olduktan sonra ortaya atılmıştır. 30 yıl önce İranlı öğrencilerin elinde bir yıldan fazla rehin kalan ABD’li diplomatlar, öğrenciler arasında Mahmud isminde bücür, kısa boylu ve çok keskin bakışlı bir genç olduğunu, bu gencin şimdiki cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad olduğundan yüzde yüz emin olduklarını, zira Ahmedinejad’ın geçen 30 yıl içinde yaşlandığı halde yüz şeklinin ve simâsının hiç değişmediğini söylemektedirler. Ancak bu iddiânın doğru olup olmadığı bilinmiyor. Çünkü İran devleti o eylemi gerçekleştiren öğrencilerin kimlikleri hakkında bilgi vermiyor… GÖNÜLDAŞLARIMIZ İÇİN İLGİNÇ BİR BİLGİ NOTU – 2: İş bu 4 Kasım günü, yani “Öğrenci ve Gençlik Günü” İranlılar için öyle önemli ve anlamlı bir gündür ki, İran’ın bugünkü kendi iç politik retoriğinde bile, dış dünyada farklı ideolojik çizgilerin kavgası olarak zannedilse de gerçekte tamamen iki ayrı Müslüman kesim arasında cereyen eden iktidar kavgasında, örneğin “Yeşilciler” olarak adlandırılan kesimin öncülüğünü yapan Mir Hüseyin Musawî – ki kendisi İslam Cumhuriyeti’nin eski başbakanıdır, hânımı Zehrâ Rahneverd ise İslam Devrimi’nin sembol kadınlarındandır – bile, son politik kavga sürecinde, Ahmedinejad’a karşı yürüttüğü muhalefet hareketinde 4 Kasım olayını kullanmak istemiş, meselâ geçtiğimiz yıl, taraftarlarını 4 Kasım 2010 günü meydanlarda protesto gösterileri yapmaya çağırmıştır. Yani kendi hareketini, 4 Kasım 1979’daki öğrencilerin hareketiyle “özdeşleştirmeye” çalışmıştır… GÖNÜLDAŞLARIMIZ İÇİN İLGİNÇ BİR BİLGİ NOTU – 3: Siz sevgili okuyucularım için 4 Kasım hadisesini kaleme aldığım bu bölüm, tam da 4 Kasım hadisesinin yıldönümüne tevafuk etti. Sizler bu önemli hadiseyi, hadisenin yıldönümünde okuyacaksınız. Fakat bu durum, özellikle yaptığım bir ayarlama sonucu oluşmadı. Sadece denk geldi.)

     “Mahallemizi” tanımaya devam edelim (Hiciv var; cümle iki ayrı anlamda kullanılmış)… Otelimizin arkasındaki elçilik binasının hemen arkasında ise, geniş ve olağanüstü güzellikte bir kompleks var. Burası, bir adı da Sanatçılar Parkı (Fars. ﻫﻨﺮﻤﻤﻨﺩﺍﻥ ﭙﺎﺮﮎ [Park Hûnermendan]) olan Sanat Bahçesi (Fars. ﻫﻨﺮ ﺒﺎﻏ۔ﻰ [Bağê Hûner])… Tam “bize hitâb eden” bir yer yani, anlayacağınız… Sanat Bahçesi’nin içinde İranşehir Tiyatrosu (Fars. ﺍﻴﺮﺍﻨﺸ۔ﻬ۔ﺮ ﺘﻤ۔ﺎﺸ۔ﺎﺨ۔ﺎﻨﻪ [Temâşâxane İranşehr]) ve İran Sanatçılar Binası (Fars. ﺍﻴﺮﺍﻦ ﻫﻨﺮﻤﻨﺪﺍﻨ۔ﻰ ﺨ۔ﺎﻨﻪ [Xane Hûnermendanê İran]) bulunuyor…

     Bu arada, ileriki bölümlerde sıkça söz edeceğiz gerçi ama, şimdiden bir hususu belirtelim: Sanat ve edebiyat, İran’ın iki can damarı… Bu ülkede hayatın  her alanına sanat ve edebiyat hükmediyor.

     İranlılar hakikaten bambaşka bir millet. Sanatla yatıp edebiyatla kalkıyorlar. Şiirle yatıp tiyatroyla kalkıyorlar. Ağıtla yatıp ezgiyle kalkıyorlar. “Söz” ile yatıp “beste” ile kalkıyorlar.

     İran’da gezdiğimiz süre boyunca, gördüğümüzde gözlerimize inanamadığımız ve dakikalarca seyretmekten kendimizi alamadığımız çok ama çok ilginç manzaralara şahîd olduk. Örneğin İran’da herhangi bir yerde dolaşırken veya yürüyüşe çıkarken, adım başı karşımıza o kadar ilginç sahneler çıkıyordu ki, anlatması bile bir hoş. Doğal bir ortamda veya diyelim ki bahçeli bir yerde yürüyorsunuz; bir de görüyorsunuz ki biri odur az ötede ağaçların arasına gizlemiş kendisini. Merak edersiniz, bu adam (veya kadın) ağaçların arasında gizli gizli ne yapıyor diye. Biraz yaklaşıp çaktırmadan dikizliyorsunuz. Gördüğünüz manzara olağanüstü güzellikte: Kadın (veya adam), ağaçların arasında oturmuş, elinde kâğıt kalem, önünden geçen suyun akıntısına bakıp şiir yazıyor. Demek ki, ilhâm gelmiş orada… Veya önünde tuval elinde fırça, karşısındaki güzel manzaraya bakarak resmini yapıyor… Ki bunların tümünü, paylaşacağız sizlerle. Fotoğraflarını bile çektik gizli gizli; bakarken hayretler içinde kalacaksınız. Biraz da “paparazzilik” yaptık yani, anlayacağınız. Kendimiz çektik diye söylemiyorum ama, “kartpostallık” fotoğraflar bunlar…

     Şiir, hele hele şiir, bu ülkede adetâ “saltanat sürüyor” desek, mübalağa etmiş olmayız. Hayat eşittir şiir, burada… Örneğin Türkiye’de halihazırda şiir kitapları resmen kan ağlıyor. Yayınevleri bile artık şiir kitabı basmaya yanaşmıyor. Çünkü satılmıyor, elde kalıyor. Oysa, bizzat burada tanışıp dost olduğumuz yazarlar ve edebiyatçılardan öğrendiğimiz bilgiye göre, İran’da en çok satan kitaplar şiir kitapları… Şiir kitapları, ekmek ve peynir gibi satılıyor İran’da. Bizim ülkemizde şairler daha karnını bile doyuramazken, burada şairler herkesten daha çok kazanıyor…

     Doğrusunu söylemek gerekirse, şiirle, sanatla, edebiyatla, duygu ve gönül dünyasıyla bu kadar çok “içli” dışlı olan insanları, sanırım dünya üzerinde bir İran’da, bir de Makedonya’da görürsünüz… Aslında, şöyle orijinal bir tespit yapayım da, belki ben de tarihe geçerim: Makedonya toplumu, bu açıdan bakarsak, İran toplumunun Balkanlar’daki farklı bir varyantı…

     Sanat, edebiyat, resim, tiyatro, şiir, ağıt, ezgi, estetik, güzellik, göz zevki, duygu ve gönül dünyası, bu ülkede herşey demek… Dış dünyaya daha çok siyasî çizgisiyle ve ABD’ye karşı anti – emperyalist duruşuyla yansıyor İran ama, kendi içinde hiç de öyle değil. Siyasî çizgi veya ideolojik duruş, yukarıda anlattığım bütün o güzelliklerden çok daha sonra geliyor. Bu kadar romantik insanların yaşadığı ve bunca güzelliklere sahip bir ülkenin, dünyayı ellerine geçirmiş ve mazlum halkların kanlarını içmeye doyamayan emperyalist güçler tarafından bu kadar çirkin gösterilmesi, bu derece karalanması ve manipüle edilmiş dünya kamuoyu tarafından böylesine olumsuz bilinmesi, acınası bir durum hakikaten. Galiba tek suçu, İslamî esaslara göre yönetilen bir ülke olması…

     İran’da hemen her gün ve hemen her köşede bir etkinlik, bir program var. Yüzde doksanı sanatsal ve edebî programlar bunlar. Sanata, edebiyata, resime, tiyatroya, özellikle ve özellikle de şiire doymuyorlar. Örneğin bizde, Türkiye’de sıklıkla paneller, konferanslar tertiplenir ve bunlar siyasî programlardır. Yer yer sanatsal ve edebî programlar da yapılır ama bunlara tek tük insan gider. Allah aşkına; bir tiyatroya, bir resim sergisine, bir orkestra dinlemeye kaç kişi gidiyor bizde? İran’da ise tiyatro, resim sergisi, orkestra senfonisi, insanların akın akın gittiği etkinlikler. Böyle bir organizasyon oldu mu, resmen hücûm ediyorlar.

     Bu ülkede sanat ve edebiyat “yaşamın merkezinde” yer aldığı için, toplumun arasından çıkmış olan yazarlar, aydınlar, entellektüeller siyasî ve İslamî mesajlarını daha çok “bu dille” vermeyi tercih ediyorlar. Bizdeki aydınlar ve entellektüeller gibi ajite edici bir dil kullanmazlar. Siyasî ve ideolojik bir mesaj bile olsa bunu “tatlı bir dille” anlatmayı tercih ediyorlar. “Tatlı dilin yılanı bile deliğinden çıkaracağına” inanıyorlar. Muhatabına propaganda yapmak veya “beynini yıkamak” değil, “kalbini fethetmek”tir asıl mârifet.

     İran toplumunun sosyolojik ve karakteristik yapısı hakkında aktardığımız bu birkaç anekdot, zaten İran’ı ziyaret etmiş olan / eden herkesin yakından ve rahatlıkla müşahade ettiği / edebileceği özelliklerdir. Bu ülkeye gelip gören herkes görüyor / söylüyor. Ki bütün bunları, gezimizi takip ederken sizler de çok yakından ve rahatlıkla gözlemleyeceksiniz.

     Doğan’la otelin zemin katındaki büfede aperatif kahvaltımızı yaptıktan sonra bir daha saati kontrol ettik, 12’ye geliyordu. Günün bundan sonraki akışının nasıl olacağını öğrenmemiz için, bizi İran’a dâvet eden ve misafirleri olarak bu ülkede bulunduğumuz Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨ۔ﺭﻯ ﺤ۔ﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî])’nü aramamız gerekiyordu.

     Doğan kardeşim benden bir gün önce geldiği ve zaten mükemmel derecede Farsça bildiği için onlarla tanışmıştı ve telefon numaraları vardı.

     – Şimdi, İbrahim abi, bundan sonra ne yapacağız, biz mi Sanat Enstitüsü’ne gideceğiz yoksa onlar mı bizi otelden alacaklar, ne zaman buluşacağız, hiç bilmiyorum. Bunu öğrenmek için adamlara bir telefon açalım…

     – Tamam abi, bir ara bakalım…

     Doğan cep telefonunu çıkardı ve Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨ۔ﺭﻯ ﺤ۔ﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) bünyesindeki İslamî Uyanış Edebiyatı (Fars. ﺍﺴ۔ﻼﻤ۔ﻰ ﺒﻴﺪﺍﺮﻯ ﻮﻴﮊﻩ [Wêje Bidarê İslamî]) biriminin sorumlusu Nasır Zerrabî (ﺿﺮﺍﺒ۔ﻰ ﻨﺎﺼﺮ)’yi aradı.

     Doğan Özlük ile Nasır Zerrabî telefonda konuşurken, ben de Doğan’ın karşısına geçmiş, hayranlık dolu ifadelerle ve ışıltılı gözlerle O’nu seyrediyordum. Ben Doğan’ın Farsça bildiğini biliyordum ama böyle anadili gibi rahat ve seri konuştuğunu bilmiyordum.

     Doğan Özlük’ü Farsça konuşurken seyretmek, başlıbaşına bir keyif… Farsça zaten çok tatlı bir dil; hatta dünyanın en tatlı dillerinden biri. Doğan kardeş ise, yakından tanıyanlar bilirler, sohbeti ve konuşması şeker gibi tatlı olan bir insan… Eh, böylesine tatlı bir dili olan insan, böylesine tatlı bir dil olan Farsça konuşursa, emin olun, saatlerce dinleseniz doymazsınız. Ne dediğini anlamasanız dahi…

     İşte bu özelliğinden dolayı, Doğan sizden bir şey istediği zaman veya bir ricası olduğunda, hayatta geri çevirmezsiniz, çeviremezsiniz. Çünkü o kadar tatlı bir dili var ki, insan kırmak istemiyor. Bunları arkadaşlık duygularıyla söylediğimi sanmayın. O’nu yakından tanıyanlar, ne demek istediğimi gerçekten anlıyorlardır…

     Ben geçen yıl, Mavi Marmara gemisinde tanışmıştım Doğan Özlük’le… Daha bir yıl oluyor tanışalı. Ve o hadiseden sonra da, Tahran’daki bu birliktelik, ikinci buluşmamız.

     Mavi Marmara gemisinde, 1948 Filistin İslamî Direnişi’nin lideri ve “Qûdüs Muhâfızı” olarak anılan Şeyh Raid Salah ile bir ropörtaj gerçekleştirmiştim. İşte o ropörtajda, tercümanlığımı Doğan Özlük yapmıştı. Bu arada belirteyim: Arapça, aslen Mardin – Midyatlı olan Doğan kardeşin anadilidir…

     Geçen yıl Mavi Marmara gemisinde tercümanlığımı (Arapça – Türkçe / Türkçe – Arapça) yapan Doğan Özlük, kurban olduğum Allah’ın işine bakın ki, şimdi de Tahran’da vereceğim konferanslarda ve çeşitli kurumlarla yapacağım görüşmelerde tercümanlığımı (Farsça – Türkçe / Türkçe – Farsça) yapacak. Ne ilginç, değil mi? (Yahu Doğan kardeş, Allah seni benim alnıma “mütercim” diye mi yazdı?)

     Doğan kardeşim ve ben, Türkiye’de kurulmuş bulunan Özgür Yazarlar Birliği (Kürt. ﻋ۔ﺎﺯﺍﺪ ﻨﯞﻴﺴﮑ۔۔ﺎﺮﻴﻦ ﻴﻴﮑ۔ﺘﻴﻴ۔ﺎ [Yêkitîya Nvîskarên Azad]) adlı kurumu temsilen bulunuyoruz İran’da. Ve bizim buraya gelişimiz, Özgür Yazarlar Birliği’nin “ilk yurtdışı seferi” anlamına geliyor, aynı zamanda.

     1977 doğumlu bir abimiz olan Doğan Özlük, aslen Mardin (Mêrdîn) ilimizin Midyat (Midyad û Éstîl) ilçesinden ama Tokat (Dar’un- Nasr) şehrimizde yaşıyor. Anadili Arapça. Farsça’yı “su gibi” konuşuyor. Türkçe’yi – ince k sesini çıkaramamak haricinde – biliyor. Kürtçe’yi konuşamıyor ama anlıyor. Freng dillerini ise nazar değmesin diye es geçiyorum…

     Özgür Yazarlar Birliği (Kürt. ﻋ۔ﺎﺯﺍﺪ ﻨﯞﻴﺴﮑ۔۔ﺎﺮﻴﻦ ﻴﻴﮑ۔ﺘﻴﻴ۔ﺎ [Yêkitîya Nvîskarên Azad])’nin genel sekreteri olan Doğan Özlük, aynı zamanda, merkezi Tokat ilimizde bulunan Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (TOKAD)’nin yönetim kurulu üyesi. Ve ayrıca, Muş Alparslan Üniversitesi’nde “araştırma görevlisi” olarak çalışıyor şu anda. Bütün bunlara ilaveten, yine Tokat ilimizde yayınlanan “Tasfiye” adlı aylık edebiyat dergisinin yazarıdır. Türkçe olarak yayınlanan ve Kürtçe eserlere de ağırlıklı olarak yer veren bir yayın organı olan bu dergi, “Direnen Edebiyat” mottosuyla yayın hayatını sürdürüyor.

     Yetenekli ve girişken bir kardeşimiz.

     Doğan kardeşin daha üç hafta önce bir kızı olmuş. Evinde bebek var. Bebeğe çok ilginç bir isim koymuş, Özlük ailesi: “Rachel”

     ABD’li yiğit aktivist Aliene Rachel Corrie (1979 – 2003)’nin adını koymuşlar kızlarına… Amerikalı bir barış gönüllüsü ve Uluslararası Dayanışma Hareketi (İng. International Solidarity Movement) üyesi olan 1979 doğumlu bu yiğit kız, 16 Mart 2003 tarihinde, Gazze Şeridi’nde Filistinliler’in evlerini yıkmak üzere harekete geçen bir İsrail buldozerini engellemek için önüne çıkmış (“beyaz olduğum için beni öldürmezler” ümidiyle) ve siyonistler buldozerle üzerinden geçerek O’nu fecî şekilde ezip öldürmüşlerdi.

     Doğan kardeşin kızının ismi “Rachel” olduğu için, İran’da birlikte olduğumuz bir hafta boyunca takılıyorum kendisine. Niye mi? Eh, benim oğlumun ismi de “Malcolm” ya…

     Sanırım “vaka-yı hayriye”yi anladınız…

     Doğan’ın kızı ABD’li aktivist Rachel Corrie’nin adını taşıyor; benim oğlum da ABD’li siyahî lider Malcolm X’in adını taşıyor… Eh, gençler kararını vermiş zaten; bize de sadece “babalık görevimizi yerine getirmek” kalıyor…

     Gerçi arada biraz yaş farkı var ama olsun, Cenab-ı Allah yazmışsa kim bozabilir? Tahran’da hatırı sayılır büyükleri ayarladım bile; ol vakit geldiğinde gidip isteyecekler Rachel’i oğluma…

      Allah aşkına siz söyleyin; sizce de yakışık almaz mı? Düşünsenize; “düğün davetiyeleri” de acayip fiyakalı olur haa: “Kızımız Rachel ile oğlumuz Malcolm’ın bu en mutlu günlerinde siz sevgili dostlarımızı da aramızda görmekten büyük mutluluk duyarız… Babası: Ağa-yê Doğan Özlük… Babası: Ağa-yê İbrahim Sediyani…”

     Müstakbel dünürüm Doğan Özlük telefon konuşmasını bitirdikten sonra sevinçle bana döndü ve,

     – İbrahim abi, tanışma programı saat 4’teymiş. Bizi 3’te otelden, buradan alacaklar abi, dedi.

     – Ooo, bu süper işte abi. Desene şimdi 3 saatlik bir zamanımız var. Bu fırsatı değerlendirelim.

     – Evet abi, programlar başlayınca o etkinlikten bu etkinliğe git, boş bırakmazlar bizi.

     – O zaman hadi, Doğan abi. Gezelim Tahran’ı 3 saat.

     – Nereye gidelim abi?

     – Laa yevrüm ben ne bileyim neresi yakın neresi uzak? Buraları sen biliyon..

     – (Gülerek) Tamam hadi kalk, Firdevsî Meydanı’na götüreyim seni.

     – Vaaay, isme bak!… Firdevsî haa? Firdevs-i Tusî…

     – Yohhh, ne bekliyordun peki? Johann Wolfgang von Goethe mi olacaktı?

     – (Gülerek) Hadi hadi, çok konuşma, gidiyoruz…

     Firdevsî Meydanı’na gitmek üzere büyük bir sevinç ve heyecanla kalktık yerlerimizden. Tahran Sanat Enstitüsü’ndeki buluşma ve tanışma programının öğleden sonra olması ve şimdi üç saatlik bir serbest zamanımızın olması bizi çok mutlu etmişti.

     İkimiz de oldukça neş’eliydik. Bu sevinçle otelin dış kapısından çıkıp kendimizi Ayetullah Taleganî Caddesi’ne attık..

     Evet… Keyfimize diyecek yoktu. Geçen yıl Gazze’ye doğru Akdeniz’in masmavi sularında yolculuk ettik. Şimdi ise, Tahran’ı gezecektik.

     Firdevsî Meydanı’na gitmek üzere Ayetullah Taleganî Caddesi üzerinde yürürken, insanların şaşkın bakışlarına hiç aldırış etmeden, “yolda yürüyen iki deli” gibi türkü söyleye söyleye gidiyorduk:

     “Sen gelmezsen Arguvan’a gidemeeeeem, vallâh billâh gidemeeeeem,
     Malatya’ya gidemeeeeem, Pötürge’ye gidemeeeeem.
 
     Ben böyle diyarı neyleyim sensiiiiiz,
     Sen gelmezsen Arguvan’a gidemeeeeem,
     Sensiz adım atan dînsiz imânsııııız,
     Sen gelmezsen Arguvan’a gidemeeeeem, vallâh billâh gidemeeeeem,
     Malatya’ya gidemeeeeem, Pötürge’ye gidemeeeeem, vay,
     Sen gelmezsen Elâzığ’a gidemeeeeem, imânıma gidemeeeeem,
     Diyarbekr’e gidemeeeeem, ben Tokat’a gidemeeeeem, vay,
     Sen gelmezsen ben Mardin’e gidemeeeeem, vallâh billâh gidemeeeeem,
     Adıyaman’a gidemeeeeem, ben Siirt’e gidemeeeeem, vay,
     Sen gelmezsen Erzurum’a gidemeeeeem, imânıma gidemeeeeem,
     Adana’ya gidemeeeeem, ben Sivas’a gidemeeeeem, vay.
 
     Sensiz gezmem Avrupa’yı Asya’yııııı,
     Beraber dolaşsak çölü sahrayııııı,
     Değişemem bir teline dünyayııııı,
     Sen gelmezsen ben Tahran’a gidemeeeeem, vallâh billâh gidemeeeeem,
     İsfahan’a gidemeeeeem, ben Meşhed’e gidemeeeeem, vay,
     Sen gelmezsen Hamedan’a gidemeeeeem, imânıma gidemeeeeem,
     Urmiye’ye gidemeeeeem, Senendec’e gidemeeeeem, vay,
     Sen gelmezsen ben Tebriz’e gidemeeeeem, vallâh billâh gidemeeeeem,
     Mehâbâd’a gidemeeeeem, ben Zencan’a gidemeeeeem, vay,
     Sen gelmezsen Zahidan’a gidemeeeeem, imânıma gidemeeeeem,
     Kirmanşâh’a gidemeeeeem, ben Şiraz’a gidemeeeeem, vay.”

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 6

FOTOĞRAFLAR:

03... 1

İran’ın başkenti Tahran’daki Ayetullah Taleganî Caddesi

03... 2

Ayetullah Taleganî Caddesi üzerinde günlük yaşam cıvıl cıvıl akıyor… Fotoğrafta, sol taraftaki yakın bina Huweyze Oteli, sağ taraftaki gökdelen ise Refah Bankası binası…

03... 3

İran’da bulunacağımız bir hafta boyunca ikâmetgâh adresimiz olacak olan Huweyze Oteli, Tahran şehrinin tam orta noktasında, Ayetullah Taleganî Caddesi üzerinde, bu caddenin Üstâd Nejatullahî Caddesi ile kesiştiği noktada bulunuyor

03... 4

Tahran’daki Huweyze Oteli, İran genelinde otel ağı bulunan Kewser Oteller Grubu adlı turizm ve konaklama şirketine ait bir oteldir

03... 5

Yıllık binlerce ziyaretçiyi misafir eden Kewser Oteller Grubu, halihazırda İran genelinde 6 tane otel ve 2 tane de kültür / eğlence kompleksine sahip olan güçlü bir işletmedir

03... 6

Yüksek bir binadan müteşekkil otelimizin zemin katında resepsiyon, büfe, mescîd ve bir de internet odası bulunuyor. Alt kattaki her şey 24 saat açık. Odalarımız ise tââ 8. katta.

03... 7

Huweyze Oteli, 4 yıldızlı bir otel olup, şehrin tam merkezinde yer almaktadır ve önemli bina ve adreslere yakındır. Otelin tam 117 tane odası var. Hepsi de banyolu ve klimalı olan bu odalar, tek ve çift kişilik. Bütün odalarda ayrıca buzdolabı ve televizyon bulunuyor. Otelde misafir odaları haricinde restoran, büfe, mescîd, internet odası, konferans salonu, sauna, jakuzi, kuaför, çamaşırhane ve emanethane bulunuyor.


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir