Yaseminler Gülümsüyordu Ellerimiz Kavuştuğunda – 8

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

ﮐﻟﻤﻪ ﺒﻰ ﺸﻌﺮ ٬ ﻨﻘﺎﺸﻰ ﻫﻨﺮﻫﺎﻯ

(Resim sanatı, sözcüksüz şiirdir.)

İran atasözü

08... 00

     Ferdâsı gün uykudan uyanır uyanmaz üstümüzü giyindik ve otelin 8. katında bulunan odamızdan çıkıp, 2. katta bulunan restorana, kahvaltıya indik.

     Dün geceyarısı İstanbul’dan Tahran’a uçup, bugünkü sabah kahvaltısı ile birlikte aramıza katılacak olan müzik sanatçısı Mikail’i de odasından alarak.

     27 ŞEHRİVAR: İRAN

     Sevinçle ve enerjik bir şekilde iniyoruz restorana.

     Dün geç uyandığımız ve kahvaltıyı kaçırdığımız için, sadece Mikail değil, üçümüzün de ilk kahvaltısı bu, Tahran’da.

     Öğle ve akşam yemeklerini garsonlara sipariş veriyorsun; ama kahvaltı “açık büfe”. Tabaklarımızı doldurup boş bir masaya geçip oturuyor ve başlıyoruz kahvaltımızı yapmaya.

     Artık üç kişiydik…   Mavi Marmara gemisinde birlikte yolculuk eden üç arkadaşın, o hadiseden sonraki ilk birlikteliği bu.

     Dünya tarihinin en kutlu ve insanlık ailesinin en şerefli deniz yolculuğunu gerçekleştiren Mavi Marmara gemisindeki iki müzik sanatçısından biriydi, Mikail (diğeri, sevgili Ömer Karaoğlu).

     Mikail ve Ömer Karaoğlu, Akdeniz’in masmavi sularındaki Gazze yolculuğunda, gece saatlerinde gemide, denizin ortasında düzenlediğimiz etkinliklerde ezgiler okur, gönlümüzün pasını / kirini silerlerdi.

     Her ikisinin de o kadar tatlı sesleri var ki, saatlerce dinlese doymaz insan. Gemide Mikail’i ve Ömer Karaoğlu’nu dinlerken buğulu gözlerimizle Akdeniz sularına bakar, “derinlere dalardık”:

     “Şehîd tahtında Râbbe gülümser,
     Ah binlerce canım olsaydı der,
     Şehîd tahtında Râbbe gülümser,
     Canım bedeli bir sofradan yer.
 
     Ümitsiz olmaz, ümitsiz olmaz,
     Sevdâsız olmaz, sevdâsız olmaz,
     Ümitsiz olmaz, ümitsiz olmaz,
     Sevdâsız olmaz, sevdâsız olmaz.
 
     Dağları oyup zindan etseler,
     Allâh nûrunu söndüremezler,
     Dağları oyup zindan etseler,
     Dâvâmın önüne geçemezler.
 
     Yarasız olmaz, çilesiz olmaz,
     Şehîdsiz olmaz, kurbansız olmaz,
     Yarasız olmaz, çilesiz olmaz,
     Şehîdsiz olmaz, kurbansız olmaz.
 
     Şehîd tahtında Râbbe gülümser,
     Ah binlerce canım olsaydı der,
     Şehîd tahtında Râbbe gülümser,
     Canım bedeli bir sofradan yer.
 
     Karanlık ölür, zûlümat ölür,
     Gözler önümde ve ölüm ölür,
     Karanlık ölür, zûlümat ölür,
     Gözler önümde ve ölüm ölür.
 
     Anladım artık, Uhud ve Bedir,
     Ve ümit, sevdâ, şehâdet nedir,
     Soludum kabr-i mâhşer ânını,
     Ümidi, şehîdi ve sevdâyı.”

 

     (Bu güzel dizeleri kaleme alan, bu güzel ezgiyi besteleyen ve seslendiren sanatçı kardeşlerimizin Allah bütün sıkıntılarını alsın, onlara herşeyi gönüllerine göre versin.)

     İstanbul’da yaşayan Mikail, 1972 Almanya doğumlu bir kardeşimiz. Bayburtlu bir ailenin çocuğu olarak, Kuzey Ren Vestfalya (Alm. Nordrhein – Wesfalen) eyaletinin Münster vilayetine bağlı Recklinghausen ilçesinde dünyaya geldi.

     İlkokulu Recklinghausen’da okuduktan sonra ailesi Türkiye’ye gönderiyor kendisini. İmam – Hatip Lisesi’ni bitiriyor. Üniversite sınavını kazanarak “diş protez teknisyenliği” bölümüne giriyor ancak bu bölümü beğenmeyerek okulu bırakıyor.

     İkinci kez sınavlara giriyor ve Erzurum Atatürk Üniversitesi “Alman Dili ve Edebiyâtı” Bölümü’nü kazanıyor. Ancak Almanya’daki çocukluk yıllarından beri hemhal olduğu ve özellikle bu dönemde hızlandırdığı sanatsal hayatına daha bir şevkle sarılan Mikail, musikî çalışmalarının yoğunluğu, albüm çalışmaları ve art arda verdiği konserler nedeniyle ikinci üniversite serüvenini de ikinci yılında kesmek zorunda kalıyor.

     Daha sonra sanatsal çalışmalarını rayına koyup rahatladıktan sonra üçüncü kez üniversite sınavına giren Mikail, bu kez Eskişehir Anadolu Üniversitesi “İşletme, Yönetim ve Organizasyon” Bölümü’ne giriyor ve buradan 2004 yılında başarıyla mezun oluyor.

     Mikail, henüz çocukluk yaşından itibaren müzik hayatının içinde olan bir sanatçı. Müzik eğitimini küçük yaşlarda Almanya’da alıyor. Şan ve solfej dersleri ile birlikte, bağlama ve gitar eğitimi alıyor.

     İlk albümü, “Filistin’den Kudüs’e” isimli Arapça bir marş albümü. Mikail, 1991 yılında “Nüans Prodüksiyon” isimli müzik şirketini kuruyor ve tam 90 adet müzik ve anlatı eseri kazandırıyor bize. Bununla da kalmıyor, aynı zamanda birçok sanatçının yönetmenliğini de yapıyor. 1992 yılında Abdullah Taşkıran, Taner Yüncüoğlu ve Abdulbaki Kömür’ün seslendirdiği “Şehadet Vakti” adlı bir marş albümü çıkarıyorlar. 1993 yılında ise “Yıpranmış Vakitler” isimli kendi ilk albümünü çıkarıyor, Mikail.

     Türkiye’deki İslamî kamuoyunun sevdiği ve beğenerek dinlediği bir sanatçı olan Mikail’in şu ana kadar 6 tane albümü çıktı: “Yıpranmış Vakitler”, “Süvariler”, “Hicranlı Yüzler”, “Azaların Vedâsı”, “Yâr-u Yâr” ve “Yüreğim ve Sen”.

      Mikail’in 2 tane albümü de şu anda hazırlık aşamasında; üzerinde çalışıyor. Pek yakında çıkacaklar: “Bir Mazlum” ve “Sevgi Marşları – 1”.

     Bayburtlu ama Erzurum’dan evli. Mikail’in kendisi Türk, hânımı Kürt, çocukları ise tabiî ki Kürt.

     Ayetullah Taleganî Caddesi (Fars. ﻄﺎﻟﻘﺎﺫﻰ ﺍﻴﺖﷲ ﺨﻴﺎﺒﺎﺫﻰ [Xiyabanê Ayetullah Taleqanî]) üzerinde bulunan Huweyze Oteli (Fars. ﻫﻭﻴﺯﻩ  ﻫﺘ۔ﻝ [Hotel Huweyze])’nde kahvaltımızı yaptıktan sonra, Sümeyye Caddesi (Fars. ﺴﻤﻴ۔ﻪ ﺨﻴﺎﺒﺎﻨ۔ﻰ [Xiyabanê Sûmeyye]) adresinde bulunan Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî])’ne gitmek üzere kıyâm ediyoruz.

     Üç kişiyiz; yürüyoruz… Yürüyoruz Tahran Sanat Enstitüsü’ne doğru.

     Sırtımızda heybemiz. Her birimizin de heybesi dolu; “kendi gıdaları”, “kendi besinleri” ile…

     Doğan’ın heybesinde “diller”, Mikail’in heybesinde “notalar”, benim heybemde “harfler”

     Doğan’ın heybesinde “çeviri”, Mikail’in heybesinde “beste”, benim heybemde “yazı”

     Doğan’ın heybesinde “sözlük, Arapça, Türkçe, Farsça, Kürtçe”, Mikail’in heybesinde “CD, albüm, marş, ezgi, ır”, benim heybemde “kitap, makale, deneme, şiir, edebiyat”

     Artık kimsenin gelip bizi otelden almasına gerek yok; yolu biliyoruz. Kendimiz gidiyoruz; yürüyerek.

     Ne de olsa “Tahranlı” sayılırız artık, ağacan… Üç saksı çiçeği; yürüyoruz, Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı”nda yürür gibi yürüyoruz: “Bir dal süzülür mavide / Al al bir yangın şarkısı / Bakmayın Tahran’da boy verdiğine / Kökü Mardin’de, Bayburt’ta, Elâzığ’dadır”…

     Dünyanın tamamı zaten üç günlük yol; Huweyze – Hozê Hûnerî arası ne kadar ki? Sadece birkaç dakika içinde varıyoruz oraya.

     Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) binasından içeri girince, ilk olarak İslamî Uyanış Edebiyatı (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺒﻴﺩﺍﺮﻯ ﻮﻴﮊﮦ [Wêje Bidarê İslamî]) Birimi Sorumlusu Nasır Zerrabî (ﺯﺮﺍﺒﻰ ﻨﺎﺼﺮ)’nin odasına çıkıyoruz.

     Mikail’i tanıştırıyoruz oradaki yetkililerle. Memnun oluyorlar; bize gösterdikleri sevgi ve muhabbetin aynısını O’na da gösteriyorlar. Tabiî Mikail de, bizim gösterdiğimiz sevgi ve muhabbetin aynısını onlara.

     Kahve ikrâm ediyorlar üçümüze. Bizde 3 × 40 = 120 yıl hatır bıraktıktan sonra, gezdirmek istediklerini söylüyorlar.

     Bugün, Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) bünyesindeki Resim Galerisi (Fars. ﻨﻘﺎﺸﻰ ﮜﺎﻟﺮﻯ [Galeriyê Neqqaşî])’ni gezeceğiz…

     Bugünkü “san’atımız”; dünya tarihinin ve insanlık ailesinin en en en eski san’atı: Resim.

     Nasır Zerrabî (ﺯﺮﺍﺒﻰ ﻨﺎﺼﺮ) Bey rehberlik ediyor bize; iniyoruz atölyeye… Resim Galerisi, en alt katta; ama, Sayın Zerrabî’nin odasının bulunduğu katta, tüm atölyeye kuşbakışı bakmak mümkün. Bunu yapıyoruz önce. Sonra aşağı iniyoruz.

     Bugün ne “sözcüklerle” konuşacağız, ne de “güftelerle”. Bugünkü “dilimiz”; tüm insanlığın konuştuğu “ortak dil”. Çünkü bugün “renklerle” konuşacağız; sarı, mavi, kırmızı, yeşil, turuncu, mor..

     “Sıcak renkler” (sarı, turuncu, kırmızı) ile “duygularımızı”, “soğuk renkler” (yeşil, mavi,  mor) ile de “düşüncelerimizi” paylaşacağız diğer insanlarla.

     “Ana renkler” (sarı, mavi, kırmızı) ile “ilim ve siyaset sohbeti”, “ara renkler” (yeşil, turuncu, mor) ile de “sanat ve edebiyat sohbeti” yapacağız diğer insanlarla.

     “Fresk tekniğini” kullanarak acılarımızı, mazlumiyetimizi, çilemizi, ızdırâbımızı, hayâl kırıklıklarımızı, “Guaj tekniğini” kullanarak da umutlarımızı, düşlerimizi, beklentilerimizi, özlemlerimizi, hayâllerimizi paylaşacağız diğer insanlarla.

     “Romantizm akımı” sanat çizgisinde resimler çizerek bulunduğumuz yerden dünyayı kurtaracağız, başka ülkeleri, binlerce kilometre uzaklıktaki toprakları, haritadaki yerini bile bilmediğimiz coğrafyaları kurtaracak, pasaportsuz ve vizesiz gidemediğimiz yerlerdeki zûlümleri ortadan kaldırmaya çalışacağız; “Gerçekçilik akımı” sanat çizgisinde resimler çizerek de onyıllardır bize en acımasız ve barbarca bir şekilde uygulanan ırkçı – şoven asimilasyon politikalarını ortadan kaldırmaya çalışacak, yasaklanan dilimiz Kürtçe’yi, dünyanın en güzel, en asîl ve en zengin dillerinden biri olan Kürtçemiz’i sosyal, siyasal, ekonomik, sanat ve edebiyat, eğitim ve öğretim, hayatın her alanında hâkim kılmanın kavgasını verecek, isimleri zorla değiştirilen, masa başında uyduruk Türkçe isimler verilen ve 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yerleşim biriminin eski gerçek isimlerine yeniden kavuşmasının haklı ve onurlu mücadelesini vereceğiz.

     “Soyut resimler” çizerek “doğruluğuna inandığımız ilkeleri, komşu ülkelerin topraklarında hâkim kılmanın” mücadelesini vereceğiz; “Somut resimler” çizerek de “doğruluğuna inandığımız ilkeleri, kendi ülkemizin topraklarında hâkim kılmanın” mücadelesini vereceğiz.

     Fırçamızı boyama kutusundaki “mavi” ve “mor” renklere batırarak dünyadaki tüm halkları kardeş bildiğimizi, yeryüzündeki bütün mazlum halklar için hak ve özgürlük, iyilik ve güzellik dilediğimizi, fırçamızı boyama kutusundaki “yeşil” ve “kırmızı” renklere batırarak da aynı hak ve özgürlükleri, aynı iyilik ve güzellikleri en başta kendi halkımız için de istediğimizi anlatacağız insanlara, tüm insanlığa.

     Başlıyoruz Resim Galerisi’ni gezmeye…

     Dört kişi, birlikte giriyoruz galerinin içine: Nasır Zerrabî (ﺯﺮﺍﺒﻰ ﻨﺎﺼﺮ), Doğan, Mikail ve bir de  “Renkli Seyyâh”…

     Galerinin üstü açık (yukarıdan seyredebilme imkânı bundan), duvarlar ise biribirinden güzel resimlerle donatılmış. Duvarda sergilenen resimlerin hepsi, bizzat oradaki ressamların çizdiği kendi tabloları.

     Galerinin içinde erkek ve bayan ressamlar var. Bayan ressamların sayısı, erkek ressamların nerdeyse üç katı daha fazla. Şaşırmıyorum bu duruma; resme bizim ülkemizde de bayanlar daha fazla ilgi gösteriyor.

     Öğrencilik yıllarımda da böyle idi, bu. Sınıfımızdaki kız öğrenciler, biz erkek öğrencilerden daha fazla severlerdi resim işini. Ortaokul ve lisede, öğrencilerin sanatsal eğitimini amaçlayan iki ders vardı: “Müzik” ve “Resim – İş”..

     Biz erkek öğrenciler “Müzik” dersini çok sever, fakat “Resim” dersinden hiç hoşlanmazdık. Kız öğrenciler ise tam tersi; “Resim” dersini çok sever, “Müzik” dersinden pek hoşlanmazlardı.

     Fakat bir noktayı, dürüstçe ve mertçe belirtmek zorundayım; kimse de gocunmasın: Sınıftaki kız arkadaşlarımızın “Resim” dersini sevmesi, bizim ise sevmememiz, “resim san’atına duyulan ilgi” ile birebir ilişkili bir durumdu. Fakat bizim “Müzik” dersini sevmemizin, sınıftaki kız arkadaşlarımızın ise sevmemesinin sanatla manatla alakası yoktu! Zaten “Müzik” derslerinde, bu sanatın eğitiminin verildiği falan da yoktu. Öğretmenler “Müzik” derslerinde genelde biz öğrencilere türkü söylettirir, bu durum biz erkek öğrencilerin hoşuna gider, her birimiz sırasıyla o karga sesimizle Küçük Emrah’tan, Müslüm Gürses’ten, İbrahim Tatlıses’ten arabesk okurduk. Eh, hiçbir kız öğrenci kalkıp da o kadar insanın içinde yüksek sesle türkü söylemeyeceğine göre, meydan biz erkeklere kalır, sınıftaki kız arkadaşlarımız da 45 dakika boyunca o karga sesimizi dinleme işkencesine katlanmak zorunda kalırlardı. Onlar sevmezdi bu yüzden bu dersi; bizim ise en sevdiğimiz dersti.

     Biz erkek öğrenciler için hayat sadece “arabesk” ve “futbol”dan ibaret olduğu için, sevmezdik resmi. Fakat kız öğrenciler resim yapmayı çok severdi; haliyle “Resim – İş” dersini de. Biz bırakın sevmeyi, dalga geçerdik bu tür şeylerle.

     Şimdiki aklımla düşünüyorum da, yaw arkadaş, biz sınıftaki kız arkadaşlarımızın ne kadar da gerisindeymişiz mantalite olarak…

     Tahran Sanat Enstitüsü bünyesindeki Resim Galerisi’nde ressamlar var. Tanışıyoruz kendileriyle; sohbet ediyoruz. Kimi usta ressam, kimi acemi ressam, kimi de henüz talebe, resim san’atı öğrencisi. Erkek ressamlarla da, hânım ressamlarla da oturup dakikalarca sohbet ediyoruz. Bize, yaptıkları san’at hakkında bilgiler veriyorlar; zirâ, her biri farklı bir tarzda, değişik bir ekolde resim yapıyor.

      İran bizim komşu ülkemiz ve bizler de “yaşasın küresel intifada” olduğumuz halde, demek ki yine de onlara karşı önyargılıymışız ki, çekiniyoruz yaklaşmaya, çekiniyoruz tanışmaya, konuşmaya. Fakat hal ve hareketleri, davranışları o kadar sıcak ve dostça ki, hemen yok ediyorlar muhatabının bu çekincelerini.

     Bizler, “Bacılar onlara baktığımızı görürlerse utanırlar, hemen yüzlerini çevirirler, o yüzden onlara taraf bakmayalım” diye düşünüyoruz ama tam tersi, onlara baktığımızı gördüklerinde hemen tebessüm ediyorlar bize; başlarıyla selam veriyorlar. Demek ki “kötülük”, bizim içimizde…

     İran toplumunda insanlar arası dostluk ve ilişki, pekçok toplumda olmadığı kadar doğal ve samimî. Kadın  ve erkek arasında da durum böyle. Karşı cinsten olanlarla çok rahat sohbet edilebiliyor. İçlerinde hiçbir kötülük, fesâdlık yok! Herkes doğal, herkes nasılsa öyle.

     Ve en güzeli de, herşey İslamî edeb ve hâyâ ölçülerine uygun.

     Ressamlarla sohbet ediyoruz. Bize yaptıkları san’atı anlatıyorlar. Bazıları oldukça “soyut” resimler yapıyorlar (bu ifadeyi “resme baktık baktık ama hiçbir şey anlamadık” şeklinde de okuyabilirsiniz 🙂 :)). Soruyoruz; “Burda ne anlatmak istediniz?” diye.  Öyle bir mutlu oluyorlar ki, bu soruyu kendilerine sorduğumuzda. Uzun uzun ve heyecanlı heyecanlı anlatıyorlar, çizdikleri resimde ne anlatmak istediklerini. (SAN’ÂT TEZLERİM – TESPİT No: 1: “Burda ne anlatmak istediniz?”… Bir ressamın, kendisine sorulmasından en çok hoşlandığı sorudur bu. Bir şairin ise, kendisine sorulmasından en çok nefret ettiği sorudur, bu aynı soru… (i)Çün ki; “Resim san’atı, sözcüksüz şiirdir”, ve fakat, “Şiir san’atı, renksiz resim” değildir.)

     (Yaw ben neymişim yaa… Şu ettiğim laflardaki felsefî derinliğe bakın! Şaka maka az adam değilim haa…)

     Sünnî toplumlarda resim san’atına karşı var olan olumsuz yaklaşım, Şiî toplumlarda pek yok. Bilhassa İran toplumunda resim san’atı, oldukça sevilen bir uğraş.

     Tâ Şahlık rejiminden beri, özellikle son İran şâhı Rıza Pehlevî’nin “güzel sanatlar mezunu” olan eşi Farah Diba Pehlevî’nin teşvik ve desteğiyle oldukça popüler duruma gelen ve kökleşen İran resim san’atı, 1979 İslam Devrimi’nden sonra daha bir yaygınlaşıp gelişiyor. Öyle ki, salt belli bir elit kesimin uğraştığı bir alan olmaktan çıkıp, muhafazakâr ve kırsal kesimlere kadar uzanıyor.

     İran resim san’atı uzun bir geçmişe sahip olup, İran tasavvufu ve edebiyatıyla iç içedir. “Tevhîd ve kulluk” anlayışı geleneksel İran resim san’atına özel bir form vermiştir. Bu form az çok heykel san’atında da kendini gösteriyor.

     İran’da şiir ve edebiyatta olduğu gibi, resim, heykel, minyatür (onlar “nigârkârî” diyorlar), hat, müzik, sinema, tiyatro gibi san’at dallarında da devletin tam desteği mevcut. San’at ve edebiyata İran’da verilen devlet desteği, özellikle diğer ülkelerdeki sanatçıların kendi devletlerine yönelik şikâyetleri dikkate alındığında, önemli bir tebriği ve takdiri hak ediyor gerçekten. İslam Cumhuriyeti devleti, halkı san’at ve edebiyata teşvik ediyor, halkın bu iki alana ilgi ve duyarlılığını arttırmak için maddî ve manevî destek sunmaktan imtina etmiyor.

     Devrimden sonra kurulan yeni rejimin “san’atın gücünü” keşfettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki bu, Batı ülkeleri dahil olmak üzere dünyadaki tüm san’at çevrelerinin İran’da “yıldızı sürekli parlayan” san’at çalışmaları hakkındaki ortak görüşüdür. En başta ama en başta “sinema” olmak üzere san’atın hemen her dalında İran, her geçen zaman zarfında dünyada daha çok söz sahibi olan bir ülke konumuna yükseliyor.

     Başkent Tahran’da Sanat Üniversitesi (Fars. ﻫﻨﺭ ﺪﺍﻨﺸﮝﺎﻩ [Danişgâhê Hûner]) adında ve sadece san’at eğitimi veren bir üniversitenin olması, buna verilebilecek en somut ve pratik örnek. Ayrıca Tahran Üniversitesi (Fars. ﺘﻬﺭﺍﻦ ﺪﺍﻨﺸﮝﺎﻩ [Danişgâhê Tehran])’nde  de “Güzel Sanatlar Fakültesi” (Fars. ﺰﻴﺒﺎ ﻫﻨﺭﻫﺎ ﺪﺍﻨﺸﮑﺪﻩ [Danişkedeh Hûnerhayê Ziba]) bölümü var.

     Bir noktayı özellikle belirtmek gerekiyor, konunun yanlış veya “yarım yamalak” anlaşılmaması için: İran’da san’ata karşı gösterilen toplumsal rağbet ve sanatçılara, san’at çalışmalarına verilen devlet desteği, İslam Devrimi ile birlikte başlamıyor. Bu pozitif durum, Şâhlık zamanında, devrik İran Şâhı’nın karısı Farah Diba ile birlikte başlıyor. Şâh’ın karısı Farah Diba’nın – “olumsuz” olarak görülen pekçok özelliğini bir tarafa bırakırsak – takdir edilecek bir özelliği vardı ki, o da bu hânımın san’ata âşık bir insan oluşuydu. Ki kendisi de, güzel sanatlar dalında eğitim almıştı. Hatta şu ilginç anekdotu da aktaralım: Şimdiki İslamî İran’da sanatçılar, habis Şâhlık rejiminden ve Şâh Rıza Pehlevî’den ne kadar nefret ederlerse etsinler, yine de Şâh’ın hânımı Farah Diba’nın san’at hayatına yaptığı bu katkıları hayırla yâd ederler. İranlı hiçbir sanatçı, Farah Diba’nın bu desteklerini yadsımaz / inkâr etmez. (Ki biz yarın, evet yarın, önce rahmetli İmam Humeynî’nin tek katlı ve iki odalı mütevazi evini, Ali Şeriatî’nin Hz. Fatımâ’nın evi için kullandığı ifadeyle “tarihten daha büyük olan o küçücük evini”, ardından da Şâh Rıza Pehlevî’nin gösteriş ve lüks budalası muhteşem sarayını gezecek, siz sevgili gönüldaşlarımızı bizzat Şâh’ın hânımı Farah Diba’nın çalışma odasına götüreceğiz. Farah Diba’nın sanatsever kişiliğini, sarayı gezerken daha iyi anlayacaksınız.)

     Ancak şu var: Şâh zamanında, Farah Diba tarafından san’ata verilen bu destek, toplumun sadece “elit” kesimini kapsıyordu; yani belli bir “sosyetik” zümreyi. Lâkin İslam Devrimi’nden sonra san’ata verilen bu destek hem daha bir arttırılıp güçlendiriliyor, hem de, tüm toplum katmanlarına kadar yaygınlaştırılıyor. Sadece belli bir elit ve sosyetik kesimin uğraşı alanı olmaktan çıkıp, toplumdaki her bireyin hayatının bir öznesi oluyor, san’at.

     Günümüz itibariyle İran’da resim san’atı, salt galerilerle ve akademi çevreleriyle sınırlı bir uğraşı değil. Hayatın her alanında ve toplum kesimlerinin tüm katmanlarında resim san’atının “renkli” izlerini gözlemlemek mümkün. Elbette bu durumu tek başına “bir san’at dalının Müslüman bir toplumda bu derece rağbet görüp sahiplenilmesi ve gelişmesi” şeklinde görmek bile çok şeyler ifade eder ancak, burada mevzubahis olan san’at dalının yüzyıllar boyunca ve halen dahi İslam dünyasının kahir ekseriyeti tarafından “günâh, haram” vb. yaklaşımlara muhatab olan resim san’atı olması, vakıânın ehemmiyetini daha bir arttırmaktadır diye düşünüyorum kanaatini taşımaktayım görüşündeyim fikrimi sorarsanız bana göre.

     Gezimizin daha önceki bölümlerinden de hatırlayacağınız üzere, İran’da caddeler ve sokaklar bile boydan “boya” resim san’atının en güzel örnekleriyle süslenmiş haldedir. Özellikle İslam akidesini, tevhidi, şehâdeti anlatan, halka anti – emperyalist ve devrimci bir bilinç kazandırmaya yönelik mesaj yüklü resimler, İran’da şehir ve caddelerin adetâ nakışı, süsü.

     İran’ın yetiştirdiği ve dünya çapında saygınlık kazanmış pekçok ressam ismi zikretmek mümkün. Cafer Rûhbaxş, Ferşîd Meşğalî, Nahid Hecîğat, Muhammed Ali Tarağizâd, Mahmud Cevadîpur, Ahmed Wekilî, Behruz Waqîpur, bunlardan sadece birkaçı. Fakat İranlı ressamlar arasında özellikle kadın isimlerin gücü kendisini hissettiriyor. Mina Nurî, Perviz Tanvalî, Semila Amir İbrahimî, Şadî Ğumçe, Aregu Aştar, Allar Şahbaz, Farah Usul, Rânâ Fernud, Gisela Varga, Fehime Salihî Firuz, o hünerli elleri ve usta fırçalarıyla İran resim san’atını zirveye taşıyan hânımlar.

     Hatta öyle ki, İran’daki kadın ressamlar arasında “örgütlenmeler” bile vardır. “Duyguların Tecellisi” (Fars.ﺍﺤﺴﺎﺴﺎﺖ ﺘﺠﻟﻰ  [Tecelliyê İhsasat]) ve “Sanatın Sonsuz Mavisi” (Fars. ﻫﻨﺭ ﺒﻰﮐﺭﺍﻨﻰ ﺁﺒﻰ [Abiyê Bikeranê Hûner]) gibi kadın grupları var; ayrıca “Plastik Sanatlar” (Fars. ﭘﻼﺳﺗﻴﮏ ﻫﻨﺭﻫﺎﻯ [Hûnerhayê Plastik]) isimli kurum var, “Ressamlar Derneği” (Fars.ﺘﺼﻮﻴﺭﮜﺭﺍﻦ ﺍﻨﺠﻤﻦ [Encûmenê Tasvîrgeran]) isimli dernek var. Sadece bu örnekler bile İran resim san’atına nasıl güçlü bir şekilde “kadın eli değdiğini” açıklamaya yetiyor.

     İran’ın geleneksel güzel san’atlarından biri de hat san’atıdır. Genelde ortak karakterlere sahip olan Farsça ve Arapça alfabenin yazıldığı ve yazının adetâ bir resim gibi işlendiği bu san’atta İran şiirlerinin yanısıra Qur’ân âyetleri, hâdisler ve büyük İslam şâhsiyetlerinin sözleri, son derece cazip kompozisyonlar halinde yazıya geçirilir.

     Hat san’atı da tıpkı resim, sinema ve geleneksel İran musikîsi gibi İslam Devrimi’nden sonra daha da yaygınlaşmış ve çok rağbet edilen bir san’at haline dönüşmüştür.

     Ancak İran’da resimden de, sinemadan da ve hatta tüm san’at dallarından da daha önemli bir san’at vardır ki, işte o geçmişte de günümüzde de “İran’ı İran yapan” dünyaca meşhur, dünyada eşi benzeri olmayan geleneksel İran mimarîsidir. İran mimarîsinin tarihi, İran’ın “İslamlaşmasından” önceki  dönemlere kadar uzanır. Bu dönemlere ait “Taht-ı Cemşîd”, “Kuruş Kabri” (İran’ın güneyinde, Şiraz kentine yakın bir yerde kuruludur), “Tak-ı Kesr” (İran’ın batısında) gibi görkemli yapılar günümüze kadar gelen en eski tarihî eserlerdendir.

     İzlerini ülkenin birçok yerinde görmek mümkün olan “İslam Dönemi İran Mimarîsi”, İranlılar’ın san’at ve bilim anlayışlarını, estetik zevklerini yansıtan en önemli öğelerden biridir. Zencan yakınlarındaki Sultaniye Kümbeti, İsfahan’daki Şeyh Lütfullah ve İmam Camiîleri, Yezd Merkez Camiî ve UNESCO tarafından İsfahan şehriyle birlikte “İnsanlık Mirası” olarak ilan edilen bütün bir Yezd şehri, İran İslam mimarîsinin başlıca yapıtlarına verebileceğimiz örneklerdir.

     San’at ve mimarî otoritelerinin ortak kanaati şudur ki, İran İslam mimarîsini büyüleyici kılan temel özellik, tevhidî san’at anlayışının yörelerle, ekonomik ve sosyal ilişkiler ve şehir planlamasıyla birleşmesinden başka birşey değildir.   

     Tekrar ediyorum, çünkü, özellikle kendi coğrafyasına ve kendi ülke gerçeklerine yabancılaşmış bir tevhidî anlayışın egemen olduğu bizim ülkedeki Müslüman camiâların bu son yazdığımız ifadeyi dikkatle okumalarında fayda vardır: “Tevhidî san’at anlayışının yörelerle, ekonomik ve sosyal ilişkiler ve şehir planlamasıyla birleşmesi”…

     Bizim “minyatür” dediğimiz san’ata ise İranlılar “nigârkârî” diyorlar. Çünkü Fransızca’dan alınma bir isim olan “minyatür”, küçük boyutlu, minimal çalışmaları adlandırmada kullanılıyor. İran’da resim tahsili yapan insanlar “minyatür” kelimesini kullanmazlar. Onlar “nigârkârî” derler; çünkü yaptıkları san’at “minyatür” kavramının ifade ettiğinden çok daha fazlasını ifade ediyor ve bunu adlandırabilecekleri tek ifade, Farsça olan “nigârkârî”.

     Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) bünyesindeki Resim Galerisi (Fars. ﻨﻘﺎﺸﻰ ﮜﺎﻟﺮﻯ [Galeriyê Neqqaşî])’nde geçirdiğimiz olağanüstü güzellikteki ve oldukça “renkli” saatlerden sonra, tekrar üst kata, Nasır Zerrabî (ﺯﺮﺍﺒﻰ ﻨﺎﺼﺮ)’nin odasına çıkıyoruz.

     Biraz oturup dinlendikten sonra, Çemiran (ﭽﻤﺮﺍﻦ) semtindeki Persian İstiklâl Oteli (Fars. ﺍﺴﺘﻘﻼﻝ ﭘﺮﺴﻴﺎﻦ ﻫﺘﻝ [Hotel Persian İstiqlâl])’ndeki kardeşlerimizin yanına gitmek istediğimizi söylüyoruz.

     Enstitü’nün bir çalışanı, bizi arabayla özel olarak götürüp bırakacak. O’nunla birlikte enstinünün bodrum katına, yani garaja iniyoruz.

     Tahran Sanat Enstitüsü’nün altı, tıpkı Avrupa’daki alışveriş merkezlerinin altı gibi arabalar için park yeri olarak düzenlenmiş. Bunu da bu vesileyle, görmüş ve öğrenmiş oluyoruz.

     Arabaya biniyor ve Çemiran semtine doğru yol alıyoruz. Dün akşam Zeki Savaş’ın arabasıyla karanlıkta yaptığımız yolculuğun aynısını, bu kez Sanat Enstitüsü’ne ait arabayla, gündüz gözüyle yapıyoruz.

     Yolculuk esnasında, tanışıp sohbet ediyorum direksiyon başındaki kardeşimle. İsmini, İran’ın hangi şehrinden olduğunu soruyorum. Zaten hemen yanındaki koltuğa oturmuşum; Doğan’la Mikail arkada.

     Kardeşimizin ismi Nadir Muradiyan (ﻤﻮﺭﺍﺪﻴﺎﻦ ﻨﺎﺪﺭ). Tahran Sanat Enstitüsü’nde görevli.

     Nadir Bey, İran’ın Kirmanşâh eyaletinin Kasr-ı Şirin (= Qasrê Şêrîn) kentinden olduğunu ve Kürt olduğunu söylüyor.

     Ma bunu duyan Vansiporlu Sediyani abê durur mu? Durmaz tabiî. Hemen bu kardeşimizle kaynaşıp sohbeti daha da koyulaştırdım ve arabanın içindeki bu sıcak sohbetimize felsefî, siyasî, tarihî, coğrafî, ayrıca adını arayan coğrafî, sosyolojik, psikolojik, teolojik, antropolojik, kronolojik, pedagojik, jeolojik, morfolojik, jeomorfolojik, biyolojik, biyosferolojik, fizyolojik, limnolojik, etnolojik, entomolojik, ekolojik, ekosistemolojik, ekopsikolojik, dendrolojik, fizyolojik, fitopatolojik, palinolojik, algolojik, agrostolojik, herbolojik, otoepürasyonolojik, molekülasyonolojik, kantitatifikasyonolojik, androlojik, anjiyolojik, dermatolojik, endokrinolojik, epidemiyolojik, gerontolojik, gastroenterolojik, hematolojik, hepatolojik, nefrolojik, onkolojik, otolarengolojik, paleopatolojik, pulmonolojik, serolojik, toksiyolojik ve immünolojik boyutlar kazandırdım.

     Nadir Muradiyan kardeşimizin memleketi olan Kürt şehri Qasrê Şêrîn (Kasr-ı Şirin), 1639 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile İran Safevî Şâhlığı arasında imzalanan ve halen geçerliliğini koruyan, bugünkü Türkiye – İran sınırının çizildiği Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın yapıldığı yer olduğu için, haliyle bu konu da konuşuldu.

     İstiklâl Oteli’ne varınca arabadan iniyor ve hep beraber otelin kapısından içeri giriyoruz. İçeride, 1639’daki antlaşmada Kasr-ı Şirin’in batı tarafında kalmış, ama 2011 yılında birkaç günlüğüne de olsa doğu tarafına geçmiş olan kardeşlerimizle buluşup hoşça vakit geçiriyoruz.

     Otelin oturma salonundaki bir masada, çok güzel bir “sohbet halkası” oluşturmuş, sohbet ediyoruz. Kimler mi? Kimler kimler yok ki? Türkiye Hukukçular Derneği Başkanı ve Uluslararası Hukukçular Birliği Kurucu Üyesi Av. Hüsnü Tuna, Yeni Akit Gazetesi Yazarı Ahmet Varol, İran Devlet Radyo ve Televizyonu (Sedâ û Simâ / İRİB) Türkçe Radyo Servisi Görevlisi M. Ali Akbulut, M. Ali Akbulut’un Eşi Vildan Akbulut, İsra Kültür Merkezi Başkanı, Kudüs TV Genel Koordinatörü ve Velfecr Sitesi Genel Yayın Yönetmeni Nureddin Şirin, Fıtrat Sitesi ve Ufkumuz Sitesi Yazarı Araştırmacı – Yazar Zeki Savaş, Avrupa Bayanlar Taekwondo Şampiyonu, Türkiye Bayanlar Taekwondo Şampiyonu ve Türkiye Bayanlar Taekwondo Millî Takımı Sporcusu Çiğdem Topçuoğlu, Çiğdem Topçuoğlu’nun Kaynı, Mavi Marmara Şehîdi ve Dünya Taekwondo Şampiyonu Çetin Topçuoğlu’nun Kardeşi Cumali Topçuoğlu, Özgür Yazarlar Birliği (ÖYB) Genel Sekreteri, Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (TOKAD) Yönetim Kurulu Üyesi ve Muş Alparslan Üniversitesi Araştırma Görevlisi Mütercim Doğan Özlük, Ses Sanatçısı Mikail ve bu fâkir kardeşiniz… (Tevazûya bakın tevazûyaa!.. Bi de beni beğenmiyorsunuz. Too, xılamalo tevhid eksenli!)

     Sohbet ediyoruz…

     Sohbetin ilerleyen dakikalarında, M. Ali Akbulut abi,

     – Gel Sediyani, seni İran’ın en ünlü sinema yönetmenlerinden biriyle tanıştırayım. Bütün dünyanın tanıdığı bir yönetmenle, diyor.

     Seviniyor ve heyecanlanıyorum:

     – Tabiî abi, çok sevinirim.

     Oturduğumuz masanın hemen arkasında, yanındaki insanlarla ayakta sohbet eden gözlüklü, uzun saçlı ve uzun sakallı adamın yanına götürüyor beni.

     Oh my God! I’m men közlerime inanamirem: Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ) bu… İran sinemasının en büyük yönetmenlerinden biri, hatta dünya sinemasının.

     M. Ali abi, bizi tanıştırıyor…

     Doğrusu, Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ) gibi sinema dünyasının bu büyük ismiyle sohbet etmek, hem de başbaşa ve özel olarak, oldukça mutlu ediyor beni. Her İranlı gibi O da, bir “İranlı nezaketi” göstererek başlıyor benimle konuşmaya. İltifât ediyor; edebiyatın çok önemli bir alan olduğunu, özellikle gezi edebiyatının apayrı güzelliklere sahip bir çaba olduğunu ifade ederek, yaptığım işe övgüler diziyor, çok önemli bir iş yaptığımı söylüyor, bir seyyâh ile tanıştığı için çok mutlu olduğunu söylüyor. Nezâket, ne de olsa her işin başlangıcı, İranlılar’da.

     İran sinemasının dünyaca ünlü yönetmeni Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ), tam adıyla Nadir Talibzâde Urdubâdî (ﺍﺮﺪﻮﺒﺎﺪﻯ ﻄﺎﻟﺐﺰﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺮ), hem yönetmen, hem oyuncu, hem yapımcı, hem sunucu ve ayrıca hem de, gazeteci.

     Yönetmenlik mesleğinde uzmanlık alanı “sinema filmi yönetmenliği” ve “belgesel yapımcılığı” olan Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ), halihazırda İran İslam Cumhuriyeti parlamentosunda,  İslamî Kültür ve İrşâd Bakanlığı (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺍﺭﺸﺎﺪ ﻔﺭﻫﻨﮓ ﻮﺯﺍﺭﺖ [Wezaretê Ferheng û İrşâd-i İslamî]) çatısı altında “Sinema Milletvekili”

     Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ),  aynı zamanda Sinema Araştırmaları ve Çalışmaları Merkezi (Fars. ﺴﻴﻨﻤﺎﻴﻰ ﻤﻂﺎﻠﻌﺎﺖ ﺘﺤﻘﻴﻘﺎﺖ ﻤﺮﻜﺯ [Merkezê Tehqîqat û Mutalaatê Sinemayî])’nin “Müdürü”…

     Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ),  bütün bunların haricinde, aynı zamanda İslamî Film ve Oyunculuk Eğitimi Merkezi (Fars. ﻔﻴﻠﻤﺴﺎﺯﻯ ﺁﻤﻮﺰﺶ ﺍﺴﻼﻤﻰ ﻤﺮﻜﺰ [Merkezê İslamî Amuzeş Filmsazî])’nde “Öğretim Üyesi”…

     1953 (Rumî 1332) Tahran doğumlu. Şâhlık rejiminde İran ordusunun önemli komutanı olan Orgeneral Mansur Talibzâde’nin oğludur.

     ABD’de Randolph Üniversitesi’nde “İngiliz Edebiyâtı” alanında “lisans” ve “yüksek lisans” diploması aldı; daha sonra Columbia Üniversitesi’nde “Film ve Yönetmenlik” alanında “lisansüstü” eğitimini tamamladı.

     1979 yılında gerçekleşen İslam İnqılâbı’ndan sonra İran Devlet Radyo ve Televizyonu (Sedâ û Simâ / İRİB)’nda “belgesel filmler ve programlar” yapmaya başladı ve san’at kariyerini daha da geliştirdi.

     Pekçok önemli sinema filmine ve belgesel programlara imza atan Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ)’ye “dünya çapında şöhret ve saygınlık” kazandıran, yönetmenliğini yaptığı 2008 yapımı “Mesih” (Fars. ﻤﻨﺠﻰ ﺒﺸﺎﺮﺖ [Beşaret Mencî]; İng. The Messiah) adlı filmdir ki, siz sevgili gönüldaşlarımızın da iyi bildiği bir filmdir, bu.

     45 dakikalık “The Messiah” adlı filmin prodüktörlüğünü Abdullah Saidî, sinemografisini Sadıq Miancî yapmaktadır. Filmin başrolünde ise Ahmed Süleymanî Nia oynuyor.

     2008 İran yapımı ve yönetmenliğini Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ)’nin yaptığı “The Messiah” adlı film, Hz. İsa (as) Peygamber’in hayatını anlatan mükemmel bir filmdir. Yalnızca İslam dünyasında değil, hatta daha çok ve özellikle Hristiyan Batı dünyasında büyük yankılar uyandıran ve olağanüstü bir ilgi gören “The Messiah”, İslam ve Hristiyanlık inançları arasındaki “ortak noktalara” vurgu yaparak hazırlanmış ve Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında “barış ve dostluğu pekiştirmek” gayesiyle çevrilmiş bir film olmasından ötürü, salt san’atsal açıdan değil, her açıdan önemli bir yapıttır.

     “The Messiah” filmi, gösterime girdiği ilk haftalardan itibaren Hristiyan Batı ülkelerin sinemalarında ardı ardına gösterilerek milyonlarca sinemasevere ve inançlı Hristiyanlar’a izlettirilmiş, başta bizzat Vatikan olmak üzere, onlarca Hristiyan devlet ve kuruluş, onlarca kilise, İslamî İran sinemasına ve İslam Cumhuriyeti devletine tebrik ve şükranlarını sunmuşlardır.

     İşte bu büyük ve bir o kadar da anlamlı başarının mimarı olan isim, Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ), bu değerli yönetmen ve sinemanın büyük ustası idi benimle başbaşa sohbet eden. Bana güzel sözler söylüyordu san’atın bu büyük ustası; bu büyük sanatçı bana iltifâtlar ediyordu. Gezi edebiyâtına yaptığım katkıların çok önemli olduğunu söylüyordu; şiirlerimi, gezilerimi, yaptığım çalışmaları övüyordu. “Nezaketen” söylenmiş dahi olsa (ki benim ülkemde o bile yok bize), bundan daha büyük mutluluk olabilir mi benim için?

     Bu büyük üstâdla İran sineması hakkında sohbet ediyoruz; daha doğrusu, o anlatıyor, engin birikimlerini paylaşıyor benimle; ben ise dinliyorum. Böyle önemli bir konuyu böyle önemli bir insandan dinlemenin kıvancını yaşayarak.

     Ancak sevinç ve kıvanç, yavaş yavaş heyecan ve ürkekliğe bırakıyor yerini bende. Çünkü vakit yavaş yavaş geliyor; artık sadece sayılı dakikalar kaldı Tahran’daki ilk konferansımı sunmaya.

     Nadir Talibzâde (ﻄﺎﻠﺐﺯﺍﺪﻩ ﻨﺎﺪﺭ)’ye söylüyorum bunu. Hemen “çocuklaşıyor” o uzun saçlı ve uzun sakallı dev adam. “Ne güzel, ne çok sevindim” diyor; “Hangi konuyu kapsıyor yapacağın konuşma?” diye soruyor; “Önceden haberim olsaydı gelip dinlerdim seni” diyor; “Ama akşam televizyondan izleyeceğim seni, yarın mutlaka gazete alıp okuyacağım konferansınla ilgili haberleri” diyor. Ne kadar da kibar bir insan…

     Büyük üstâd Nadir Talibzâde, büyük bir enerji oluyor bana yapacağım konuşmadan önce; heyecanımı bir nebze törpülüyor.

     Oradaki tüm kardeşlerimizden hatır isteyip ayrılıyoruz.

     Tahran Sanat Enstitüsü görevlisi Kirmanşâhlı Kürt kardeşimiz Nadir Muradiyan, Doğan Özlük, Mikail ve ben, Sanat Enstitüsü’nün arabasına binip aynı yolu geri dönüyoruz.

     Gelirken arabada oluşturduğumuz sohbet ortamı, şakalar, espiriler, hiçbiri yok bu kez. Sadece düşünce ve heyecan var.

     Nefesim düğümleniyor, parmaklarım titriyor, bacaklarım halsizleşiyor heyecandan.

     Tahran’daki ilk konferansımı vermeye gidiyorum.

     Arabanın camından dalgın gözlerle bakıp, içimden şu dûâyı okuyorum:

     “Allah’ım! İnsanların önünde konuşma yapmaya gidiyorum şimdi… Göğsümü genişlet. İşimi kolaylaştır. Dilimin bağını çöz ki konuşacağım sözleri iyi anlasınlar.” (Hz. Musa’nın yaptığı dûâ; Qur’ân-ı Kerîm, Tâhâ sûresi, 25. – 28. âyetler)

     Âmin.

sediyani@gmail.com

     SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ

     CİLT 6

FOTOĞRAFLAR:

08... 01

Tahran’da ilk kahvaltı

08... 02

İbrahim Sediyani, Doğan Özlük ve Mikail

08... 03

Tahran Sanat Enstitüsü bünyesindeki Resim Galerisi… Resim Galerisi, en alt katta; ama, Sayın Zerrabî’nin odasının bulunduğu katta, tüm atölyeye kuşbakışı bakmak mümkün. Bunu yapıyoruz önce. Sonra aşağı iniyoruz.

08... 04

Galerinin içinde erkek ve bayan ressamlar var. Bayan ressamların sayısı, erkek ressamların nerdeyse üç katı daha fazla. Şaşırmıyorum bu duruma; resme bizim ülkemizde de bayanlar daha fazla ilgi gösteriyor.

08... 05

Galerinin üstü açık (yukarıdan seyredebilme imkânı bundan), duvarlar ise biribirinden güzel resimlerle donatılmış. Duvarda sergilenen resimlerin hepsi, bizzat oradaki ressamların çizdiği kendi tabloları.

08... 06

Sünnî toplumlarda resim san’atına karşı var olan olumsuz yaklaşım, Şiî toplumlarda pek yok. Bilhassa İran toplumunda resim san’atı, oldukça sevilen bir uğraş… Tâ Şahlık rejiminden beri, özellikle son İran şâhı Rıza Pehlevî’nin “güzel sanatlar mezunu” olan eşi Farah Diba Pehlevî’nin teşvik ve desteğiyle oldukça popüler duruma gelen ve kökleşen İran resim san’atı, 1979 İslam Devrimi’nden sonra daha bir yaygınlaşıp gelişiyor. Öyle ki, salt belli bir elit kesimin uğraştığı bir alan olmaktan çıkıp, muhafazakâr ve kırsal kesimlere kadar uzanıyor.

08... 07

İran resim san’atı uzun bir geçmişe sahip olup, İran tasavvufu ve edebiyatıyla iç içedir. “Tevhîd ve kulluk” anlayışı geleneksel İran resim san’atına özel bir form vermiştir. Bu form az çok heykel san’atında da kendini gösteriyor. İran’da şiir ve edebiyatta olduğu gibi, resim, heykel, minyatür (onlar “nigârkârî” diyorlar), hat, müzik, sinema, tiyatro gibi san’at dallarında da devletin tam desteği mevcut. San’at ve edebiyata İran’da verilen devlet desteği, özellikle diğer ülkelerdeki sanatçıların kendi devletlerine yönelik şikâyetleri dikkate alındığında, önemli bir tebriği ve takdiri hak ediyor gerçekten. İslam Cumhuriyeti devleti, halkı san’at ve edebiyata teşvik ediyor, halkın bu iki alana ilgi ve duyarlılığını arttırmak için maddî ve manevî destek sunmaktan imtina etmiyor. Devrimden sonra kurulan yeni rejimin “san’atın gücünü” keşfettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ki bu, Batı ülkeleri dahil olmak üzere dünyadaki tüm san’at çevrelerinin İran’da “yıldızı sürekli parlayan” san’at çalışmaları hakkındaki ortak görüşüdür. En başta ama en başta “sinema” olmak üzere san’atın hemen her dalında İran, her geçen zaman zarfında dünyada daha çok söz sahibi olan bir ülke konumuna yükseliyor.

08... 08

İran’ın yetiştirdiği ve dünya çapında saygınlık kazanmış pekçok ressam ismi zikretmek mümkün. Cafer Rûhbaxş, Ferşîd Meşğalî, Nahid Hecîğat, Muhammed Ali Tarağizâd, Mahmud Cevadîpur, Ahmed Wekilî, Behruz Waqîpur, bunlardan sadece birkaçı. Fakat İranlı ressamlar arasında özellikle kadın isimlerin gücü kendisini hissettiriyor. Mina Nurî, Perviz Tanvalî, Semila Amir İbrahimî, Şadî Ğumçe, Aregu Aştar, Allar Şahbaz, Farah Usul, Rânâ Fernud, Gisela Varga, Fehime Salihî Firuz, o hünerli elleri ve usta fırçalarıyla İran resim san’atını zirveye taşıyan hânımlar. Hatta öyle ki, İran’daki kadın ressamlar arasında “örgütlenmeler” bile vardır. “Duyguların Tecellisi” ve “Sanatın Sonsuz Mavisi” gibi kadın grupları var; ayrıca “Plastik Sanatlar” isimli kurum var, “Ressamlar Derneği” isimli dernek var. Sadece bu örnekler bile İran resim san’atına nasıl güçlü bir şekilde “kadın eli değdiğini” açıklamaya yetiyor.

08... 09

Bir noktayı özellikle belirtmek gerekiyor, konunun yanlış veya “yarım yamalak” anlaşılmaması için: İran’da san’ata karşı gösterilen toplumsal rağbet ve sanatçılara, san’at çalışmalarına verilen devlet desteği, İslam Devrimi ile birlikte başlamıyor. Bu pozitif durum, Şâhlık zamanında, devrik İran Şâhı’nın karısı Farah Diba ile birlikte başlıyor. Şâh’ın karısı Farah Diba’nın – “olumsuz” olarak görülen pekçok özelliğini bir tarafa bırakırsak – takdir edilecek bir özelliği vardı ki, o da bu hânımın san’ata âşık bir insan oluşuydu. Ki kendisi de, güzel sanatlar dalında eğitim almıştı. Hatta şu ilginç anekdotu da aktaralım: Şimdiki İslamî İran’da sanatçılar, habis Şâhlık rejiminden ve Şâh Rıza Pehlevî’den ne kadar nefret ederlerse etsinler, yine de Şâh’ın hânımı Farah Diba’nın san’at hayatına yaptığı bu katkıları hayırla yâd ederler. İranlı hiçbir sanatçı, Farah Diba’nın bu desteklerini yadsımaz / inkâr etmez… Ancak şu var: Şâh zamanında, Farah Diba tarafından san’ata verilen bu destek, toplumun sadece “elit” kesimini kapsıyordu; yani belli bir “sosyetik” zümreyi. Lâkin İslam Devrimi’nden sonra san’ata verilen bu destek hem daha bir arttırılıp güçlendiriliyor, hem de, tüm toplum katmanlarına kadar yaygınlaştırılıyor. Sadece belli bir elit ve sosyetik kesimin uğraşı alanı olmaktan çıkıp, toplumdaki her bireyin hayatının bir öznesi oluyor, san’at.

08... 10

Günümüz itibariyle İran’da resim san’atı, salt galerilerle ve akademi çevreleriyle sınırlı bir uğraşı değil. Hayatın her alanında ve toplum kesimlerinin tüm katmanlarında resim san’atının “renkli” izlerini gözlemlemek mümkün. Elbette bu durumu tek başına “bir san’at dalının Müslüman bir toplumda bu derece rağbet görüp sahiplenilmesi ve gelişmesi” şeklinde görmek bile çok şeyler ifade eder ancak, burada mevzubahis olan san’at dalının yüzyıllar boyunca ve halen dahi İslam dünyasının kahir ekseriyeti tarafından “günâh, haram” vb. yaklaşımlara muhatab olan resim san’atı olması, vakıânın ehemmiyetini daha bir arttırmaktadır diye düşünüyorum.

08... 11

Başkent Tahran’da Sanat Üniversitesi adında ve sadece san’at eğitimi veren bir üniversitenin olması, buna verilebilecek en somut ve pratik örnek. Ayrıca Tahran Üniversitesi’nde de “Güzel Sanatlar Fakültesi” bölümü var.

08... 12

Ressamlarla sohbet ediyoruz. Bize yaptıkları san’atı anlatıyorlar. Bazıları oldukça “soyut” resimler yapıyorlar (bu ifadeyi “resme baktık baktık ama hiçbir şey anlamadık” şeklinde de okuyabilirsiniz 🙂 :)). Soruyoruz; “Burda ne anlatmak istediniz?” diye. Öyle bir mutlu oluyorlar ki, bu soruyu kendilerine sorduğumuzda. Uzun uzun ve heyecanlı heyecanlı anlatıyorlar, çizdikleri resimde ne anlatmak istediklerini. (SAN’ÂT TEZLERİM – TESPİT No: 1: “Burda ne anlatmak istediniz?”… Bir ressamın, kendisine sorulmasından en çok hoşlandığı sorudur bu. Bir şairin ise, kendisine sorulmasından en çok nefret ettiği sorudur, bu aynı soru… (i)Çün ki; “Resim san’atı, sözcüksüz şiirdir”, ve fakat, “Şiir san’atı, renksiz resim” değildir.)

08... 13

Tahran’ın kuzeyinde, Elbruz Dağları eteklerindeki Çemiran semtinde bulunan Persian İstiklâl Oteli’nin bahçesi

08... 14

Otelin bahçesinde, her taraftan su fışkırıyor

08... 15

İran’ın başkenti Tahran, tâ Hazar Gölü’ne kadar uzanan Elbruz Dağları eteklerinde kurulmuş bir şehirdir. Heybetli Elbruz Dağları’nın güney yamaçları Tahran şehrine tepeden ve küçümseyerek, kibirli kibirli bakarken, kuzey yamaçları ise Hazar Gölü’nün masmavi sularına imrenerek, gıpta ederek, o mavi sulara âşık olarak bakar.

08... 16

“Su, hayattır. Hayat ise, …”… Sözün bundan sonrası kişiden kişiye değişir. Bize göre, “san’at ve edebiyat”.

08... 17

TAHRAN HATIRÂSI… (Soldan sağa) Türkiye Hukukçular Derneği Başkanı ve Uluslararası Hukukçular Birliği Kurucu Üyesi Av. Hüsnü Tuna, Yeni Akit Gazetesi Yazarı Ahmet Varol, Avrupa Bayanlar Taekwondo Şampiyonu, Türkiye Bayanlar Taekwondo Şampiyonu ve Türkiye Bayanlar Taekwondo Millî Takımı Sporcusu Çiğdem Topçuoğlu, Çiğdem Topçuoğlu’nun Kaynı, Mavi Marmara Şehîdi ve Dünya Taekwondo Şampiyonu Çetin Topçuoğlu’nun Kardeşi Cumali Topçuoğlu, İsra Kültür Merkezi Başkanı, Kudüs TV Genel Koordinatörü ve Velfecr Sitesi Genel Yayın Yönetmeni Nureddin Şirin, Seyyâh İbrahim Sediyani ve Ses Sanatçısı Mikail.


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir