Hükûmet ile İmralı arasında tekrardan başlayan görüşme ve müzâkereler, iyimser bir iklimin doğmasına ve kamuoyunda barış umutlarının yeniden yeşermesine yol açtı.
Yeni yıla iyimser bir havada girdik ve – Paris’teki olay gibi bir dizi aksilik olmazsa – bahara kadar hava daha da güzelleşecek.
Her ne kadar müzâkereler daha çok “PKK’nın silâh bırakması ekseninde” ele alınıyor ve taraflar arasında mutabakat sağlanan hususlar “Kürt sorunu”nu salt bir “terör sorunu”na indirgiyorsa da, silâhların susması bile tek başına önemli bir adımdır, tabiî ki.
Son otuz yıldır bu “kirli savaş” yüzünden 40 bin evlâdımızı toprağın altına gömdük. Üzerine toprak attığımız her can, asker, gerilla, köylü, esnaf, gazeteci, bizim evlâdımız, kardeşimizdir.
Hiçbir “hassasiyet, ilke, hedef, fikir, ideoloji, siyaset, cemaat, örgüt, hükûmet, devlet”in “insan hayatı”ndan daha kıymetli olmadığına inanıyorum ve “ölümü kutsayan” bir dînî anlayışa değil, “yaşamı kutsayan” bir dînî anlayışa sahibim. İnsanlara “şerefli bir ölüm” sunan değil, insanlara “şerefli bir hayat” sunan söylemleri ciddîye almamız gerektiğini düşünüyorum.
İdeolojik İslam’a değil, Ekolojik İslam’a imân etmiş bir Müslüman’ım.
Qûr’ân-ı Kerîm’de bana “devrim yapmamı, iktidara talip olmamı ya da devlet yıkıp devlet kurmamı” öğütleyen sadece birkaç âyet-i kerîme, yine Peygamber Efendimiz (saw)’in bu minvalde sadece birkaç hâdis-i şerîfi vardır. (Türkiye’daki İslamî camiâ içinde yetişen gençler, yıllar boyunca sadece bunların anlamını öğrenerek, dinleyerek, okuyarak büyürler)
Burada “sadece” ifadesini – hâşâ – “önemsizleştirmek” gayesiyle kullanmıyorum. Qûr’ân’da bir hususta yalnız bir tane âyet olması bile, biz Müslümanlar için bunun “ertelenemez bir sorumluluk ve yükümlülük” olması için kâfidir. Fakat burada anlatmaya çalıştığım konu, başka birşey.
Buna mukabil, yüce kitabımız Qûr’ân’da ve Resûl-i Ekrem’in tavsiyelerinde bana “çevreyi temiz tutmam gerektiğini, hayvanların ve bitkilerin de tıpkı insanlar gibi canlı olduklarını ve canlı olan herşeyin de özgürce yaşama hakkının olduğunu, doğanın da bir ‘hak öznesi’ olarak tanımlanması gerektiğini, toprağın insana değil insanın toprağa ait olduğunu, ormanların ‘ağaçlar topluluğu’ olarak değil ‘ekosistem’ olarak tanımlanması gerektiğini, su kaynaklarını temiz tutmam ve bilinçsizce kullanmamam gerektiğini, çölleşme ve çevre kirliliğine karşı mücadele etmem gerektiğini, ‘çarpık şehirleşme’nin iyi birşey olmadığını, doğa ile barışık yaşamasını bilmeyen insanların ve toplumların kendi aralarında biribirlerine karşı da barışık yaşamayı beceremeyeceklerini, bitkilere, ağaçlara, çiçeklere, ekinlere, evcil ve yabanî hayvanlara, akarsulara ve su kaynaklarına karşı merhamet duygularını yitiren devletlerin / yönetim anlayışının insanlara ve insanlığa ait anadiller, kültür, tarih ve medeniyete karşı da zorba, faşist ve asimilasyoncu bir tutum sergileyeceğini, bir ‘imtihân alanı’ olan bu dünya hayatında ‘fikir, mücadele ve dâvâ adamı’ olarak ‘devrimci’ bir şahsiyete sahip olmam ve fakat bir ‘devrimci’ olarak ‘insan merkezli’ (antroposentrik) bir hak mücadelesi değil, ‘yaşam ve ekoloji merkezli’ (biyo – ekosentrik) bir hak mücadelesi vermem gerektiğini, insanın doğa ve yeryüzünün ‘sahibi’ değil ‘emanetçisi’ olduğunu, minik minik karıncaların, arıların ve kelebeklerin hareketlerinde insanlar için sayısız ders ve ibretler bulunduğunu, karada ve denizde yaşayan bütün hayvanların ve havada kanatlarıyla uçan bütün kuşların tıpkı bizler gibi birer ‘Ümmet’ olduklarını, sadece aç bir hayvancağızın karnını doyurmanın veya insanların meyvâsından ve gölgesinden istifade edeceği bir ağaç dikmenin bile insana âhirette Cennet’i kazandırabileceğini” öğütleyen onlarca değil, yüzlerce âyet-i kerîme ve hâdis-i şerîf vardır.
Qûr’ân-ı Kerîm’deki âyetleri “konularına göre” bir sınıflandırmaya tabi tuttuğumuzda rahatlıkla göreceğiz ki, Qûr’ân’ın çok az bir kısmı Siyaset, önemli bir kısmı Tarih ve Sosyoloji, çok önemli bir kısmı Ahlâk, fakat en büyük kısmı, hatta belki de % 60 – 70 gibi büyük çoğunluğu Ekoloji’dir. Aynı durum Sünnet-i Nebewî’de de göze çarpar.
İdeoloji, insanları ve toplumları mahv û perişan olmaya, kavgaya, savaşa, fitne ve fesâda çağırır. Ekoloji ise insanları ve toplumları kurtuluşa, huzur ve emniyete, barış ve kardeşliğe, birarada yaşama kültürüne, eşit, adil ve paylaşımcı bir sosyobiliteye, bütün bunların sonucu olarak da mutluluk ve sevgiye dâvet eder.
* * *
Hem “Derin Türkçüler”e, hem “Derin Kürtçüler”e, hem de “Derin İslamcılar”a karşı kendimi böylece sağlama aldıktan sonra, şimdi asıl mevzûya girebilirim:
Yeni sürece toplumun geniş kesimlerinin destek vermesi, önemli bir olaydır. Bununla birlikte, süreç, medya merkezli yeni bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Bunun sebebi, yeni sürece, kendi kendisine “amiral gemisi” sıfatını yakıştıran ve köşe yazarlarının da sadece kendi kendisinden bahsettiği Hürriyet Gazetesi’nin de destek vermesi.
Hürriyet Gazetesi denince, mâlum, ilk akla gelen şey gazetecilik ve habercilik değil, sözkonusu gazetedeki “Türkiye Türklerindir” sözüdür. Medya merkezli yeni tartışma da, bu yüzden çıktı zaten.
Gazetenin “barış süreci”ni desteklemesi, diğer gazetelerdeki bazı köşe yazarlarının “Türkiye Türklerindir” sözünü gündeme getirmelerine, daha doğrusu hedef almalarına yol açtı, ister istemez.
Yeni Şafak Gazetesi, Radikal Gazetesi ve Taraf Gazetesi’nde yazan bazı kardeşlerim, Hürriyet Gazetesi’nin “barış süreci”ne destek vermesi üzerine, bu gazetenin logosundaki “Türkiye Türklerindir” sözünü gündeme getirip hedef aldılar ve hatta, “Madem samimîsiniz, o halde ilk adımı atın ve gazetenizdeki ırkçı sloganı kaldırın” teklifinde dahi bulundular. Hatta bu köşe yazarı kardeşlerimizden biri, işi Hürriyet’e akıl vermeye kadar götürüp, “ırkçı” dediği “Türkiye Türklerindir” sözünün yerine “Türkiye Hepimizindir” (ya da “Türkiye Herkesindir”) sözünü yazması gerektiğini bile açık açık yazdı, gazetesindeki köşeden.
Bu kardeşlerimiz, o “ırkçı” sözden yeni değil, öteden beridir rahatsızdırlar ve yeni süreçle birlikte bunu bir kez daha gündeme getirme şansı yakaladılar.
Öncelikle şunu ifade edeyim ki, Yeni Şafak Gazetesi, Radikal Gazetesi ve Taraf Gazetesi’nde yazan bu yazar kardeşlerimizin tamamı, benim kendilerine büyük sevgi ve saygı beslediğim ve samimîyetlerinden, dürüstlüklerinden, hele hele vicdanlarından zerre kadar şüphe etmediğim insanlardırlar.
Ve lâkin, bu köşe yazarı kardeşlerimin hoşgörülerine ve anlayışlarına sığınarak, Hürriyet Gazetesi’nin logosundaki “Türkiye Türklerindir” sözünü niçin yanlış bulduklarını, bu sözden hangi sebeplerden ötürü rahatsız olduklarını hâlâ dahi tam olarak anlayamadığımı söylemek istiyorum.
Neden derseniz, ben “Türkiye Türklerindir” sözünde hiçbir yanlışlık görmüyorum da ondan.
“Türkiye”, kelime olarak “Türkler’in yurdu, Türkler’e ait toprak parçası, Türkler’in olan ülke” demektir. Yani sadece “Türk” olanların “egemenlik hakkı”na sahip olduğu ülkedir, Türkiye.
Bu durumda “Türkiye Türklerindir” sözünün neresi yanlış?
“Türkiye Türklerindir” sözü, hem dilbilgisi kuralları bakımından, hem de mantık kuralları bakımından yüzde yüz doğru bir sözdür bence.
Öyle değil mi?
Nitekim dikkat ederseniz, devletin ismi “Türk devleti”dir, bayrağın ismi “Türk bayrağı”dır, ordunun ismi “Türk ordusu”dur, paranın ismi “Türk parası”dır, hatta Yeşilçam’ın çektiği o güzelim filmlerin ismi bile “Türk filmi”dir…
15 – 25 yaş arasında dinlediğimiz müziğin ismi “Türk pop müziği”, 25 – 35 yaş arasında dinlediğimiz müziğin ismi “Türk sanat müziği”, 35’inden sonra dinlediğimiz müziğin ismi de “Türk halk müziği”dir…
Hatta gol attığında sevinçten havalara zıpladığımız, galibiyetleriyle mutlu olup mağlubiyetlerine üzüldüğümüz millî takımın ismi bile “Türk millî takımı”dır … (Cumhuriyet Gazetesi “ulusal takım” diyor. Bir de TDK uydurması Kemalist Türkçe ile konuşmayı “Kürtçülüğün Esasları” arasında sayan Kürt medyası “ulusal” diyor. Kürt medyası hiçbir zaman “Kürt millî mücadelesi” demez meselâ, her seferinde “Kürt ulusal mücadelesi” der. Neden derseniz; çünkü Kürtçe’nin ve Kürdistan’ın yaşamasından daha önemli olan, Kemalizm’in yaşamasıdır. Örneğin; “vatan” kelimesi hem Hami – Sami hem de Hind – Avrupa dil ailesine ait bir kelimedir, yani Kürtçe’nin de dahil olduğu dil ailesinden, akrabamızdır “vatan” kelimesi. Fakat “yurt” kelimesi, tam tersine, Kürdistan’ı egemenliği altında tutan Turancı Türk egemen kültürün dayandığı Orta Asya’dan, Moğolca bir kelimedir. Mantıken baktığımızda, bu durumda Kürt çevrelerinin, yani Kürt medyasının ve Kürt aydınlarının “vatan” sözcüğünü “yurt” sözcüğüne tercih etmesi beklenir, değil mi? Oysa durum tam tersinedir. Ben yaklaşık 30 yıldır Kürt medyasını çok yakından takip ederim. Daha bugüne dek, bir kerecik bile olsun, Kürt medyasında bir tane Kürt için “vatansever” denildiğini görmedim; bilakis okuduğum her yazıda ve ellerine mikrofon alıp ağızlarını her açtıklarında zırt pırt “yurtsever” dediklerine şahîd oluyorum. Hind – Avrupa dil ailesine de ait “vatan / vatansever” kelimesini kullanmaktan özenle kaçınıp Moğolca, yani Şamanist Türkçe’ye ait “yurt / yurtsever” sözcüğünü Kürt medyasının ve aydınlarının bu kadar çok sevip kullanmalarının hikmeti ne ola ki? Çünkü Kemalistler’in Türk halkına zorla, dipçikle kabul ettiremediği bu seküler dili kullanmak, “Kürtçülüğün Esasları” arasındadır ve siz bu Kemalist dille konuşmadığınız müddetçe size hep şüpheli gözle bakarlar. Ben şunu öğrenmek istiyorum Kürtler’den: “Ben her şeyimle Kürt halkı için ve Kürdistan için çalıştığım zaman, neden ‘vatansever bir Kürt’ olmuyorum da, ‘yurtsever bir Kürt’ oluyorum?” Siz Kürt medyasını ve Kürt aydınlarının yazıp çizdiklerini ne kadar takip ediyorsunuz bilmiyorum, ama ben yaklaşık 30 yıldır yakından takip ederim. Size birşey söyleyeyim mi: İstisnasız bütün Kürt medyasının kullandığı ortak dil, Türk medyasında sadece Cumhuriyet Gazetesi’nin kullandığı dildir. Çünkü dedim ya, iyi bir Kürt veya iyi bir Kürdistanlı olmaktan daha önce lazım gelen şey, iyi bir Kemalist olmaktır!)
Dedik ki, Türk medyasındaki “Kemalist olmayan yayın organlarında” (en azından onlar arasında var böyleleri) kalem oynatan bazı yazar kardeşlerim, Hürriyet Gazetesi’nin logosundaki “Türkiye Türklerindir” sözünden pek bir rahatsız olmuşlar.
Söylediklerine göre, “ırkçı” ve “yanlış” bir sözmüş ve ya değiştirilmesi, ya da tamamen silinmesi gerekiyormuş.
“Türkiye Türklerindir” sözünün “ırkçı” ve hatta “faşist” bir söz olduğu konusunda bu kardeşlerimle hemfikirim; mamafih, hiiiiiç kusura bakmasınlar, kesinlikle “yanlış” bir söz değildir, yüzde yüz doğrudur.
“Türkiye”, kelime olarak “Türkler’in yurdu, Türkler’e ait toprak parçası, Türkler’in olan ülke” demektir. Yani sadece “Türk” olanların “egemenlik hakkı”na sahip olduğu ülkedir, Türkiye.
Bu durumda “Türkiye Türklerindir” sözünün neresi yanlış, sevgili kardeşlerim?
“Türkiye Türklerindir” sözü, hem dilbilgisi kuralları bakımından, hem de mantık kuralları bakımından yüzde yüz doğru bir sözdür bence.
Öyle değil mi?
Kalbinizi kırmak ve sizi incitmek istemem, ancak bu söze ve sözü yazan gazeteye cephe almakla, hele hele o sözü “Türkiye Hepimizindir” şeklinde değiştirmesini teklif etmekle, kendinizi gülünç duruma düşürdüğünüzün farkında mısınız?
Hem dilbilgisi kuralları bakımından hem de mantık kuralları bakımından yüzde yüz doğru olan bir sözü yazan gazeteye, dilbilgisi kuralları bakımından “yanlış” ve mantık kuralları bakımından da “yalan” bir sözü yazdırmaya çalıştığınızın farkında mısınız?
Hürriyet Gazetesi eğer ki sizi dinleyip “Türkiye Türklerindir” sözünü siler ve yerine “Türkiye Hepimizindir” sözünü yazarsa, doğru bir sözü silip yalan bir sözü yazmış olmaz mı?
Fakat yazılarınızı okudum. Ve yazılarınızdan anladığım kadarıyla, siz bu topraklar üzerinde milyonlarca Kürt, Laz, Arap, Çerkes, Ermenî, Rum, Gürcü’nün de yaşadığını, hem de binyıllardır yaşadığını kabul ettiğiniz için “Türkiye Türklerindir” sözünden rahatsız oluyorsunuz.
Bu ülkede sadece Türkler’in yaşamadığını kabul ettiğiniz için karşı çıkıyorsunuz “Türkiye Türklerindir” sözüne.
Pekâlâ…
O halde, sizin hiçbir şüphe duymadığım ve sonuna kadar inanıp güvendiğim o tertemiz vicdanınıza şu soruyu sormanın bence tam sırası:
Eğer bu ülkede sadece Türkler yaşamıyorsa, bu ülkede milyonlarca Kürt, Laz, Arap, Çerkes, Ermenî, Rum ve Gürcü de yaşıyorsa, o halde “bu ülkenin aydın, revşen ve onurlu, erdemli insanları olarak” karşı çıkmamız ve tartışmaya açmamız gereken, iki kelimelik “Türkiye Türklerindir” sözündeki ikinci kelime midir, yoksa birinci kelime mi?
Bunu sizin tertemiz vicdanınıza soruyorum.
* * *
Değerli köşe yazarı kardeşlerim!
Sizin bu yaptığınız neye benziyor, biliyor musunuz?
Bir köy düşünün. Güzel bir köy. Ve bu köyün de şirin mi şirin bir bahçesi var. İçinde elma ağaçlarından armut ağaçlarına, erik ağaçlarından şeftali ağaçlarına, ceviz açağlarından dut ağaçlarına varıncaya dek envâ-i çeşit meyvâ ağaçlarının bulunduğu, güzel mi güzel bir meyvâ bahçesi.
Günün birinde bu köyde birşeyler oluyor, köyün kaderi değişiyor; devrim oluyor veya ihtilâl oluyor, her neyse.
Köyün yönetimini ele geçiren yeni “Ağa”, gidip o, içinde elma ağaçlarından armut ağaçlarına, erik ağaçlarından şeftali ağaçlarına, ceviz açağlarından dut ağaçlarına varıncaya dek envâ-i çeşit meyvâ ağaçlarının bulunduğu meyvâ bahçesinin giriş kapısına şöyle bir tabela asıyor: “Elma bahçesi”..
İçinde sadece elma ağaçları yok, her çeşit meyvâ ağacı var. Fakat köyün yeni ağası, bu ismi münasip görüyor: “Elma bahçesi”.
Bu durum köylüleri rahatsız ediyor, tabiî ki. Özellikle köyün âlimleri, dînî rehberleri ağaya şiddetle karşı çıkıyorlar. Âlimler, “Bahçedeki tek meyvânın elma olmadığını, Allâh’ın meyvâları çeşit çeşit yarattığını, diğer meyvâları inkâr edip hepsine ‘elma’ demenin ırkçılık olduğunu, Allâh’ın âyetlerini inkâr etmek anlamına geleceğini” söyleyerek ağaya başkaldırıyorlar.
Fakat ağa, çok zalim ve çok merhametsiz. Köyde kendisine karşı çıkanların evlerini yakıp yıkıyor, köyde katliâm yapıyor, isyan eden İslam âlimlerini köy meydanında darağacına çekerek idam ediyor. Elindeki silâh ve asker gücüyle köyde tam bir zor ve baskı uyguluyor, zorbalık estiriyor.
Bütün muhalefeti susturuyor, ağa. Ve köyde “armut, erik, ceviz, dut”, bütün bu meyvâ isimlerini yasaklıyor. Yeni köy yasasına göre, ne kadar meyvâ varsa hepsine “elma” denilecek.
Yüzyıllar boyunca her çeşit meyvâ ağacının bulunduğu ve köylülerin “Meyvâ bahçesi” olarak adlandırdığı o bahçede, yine her çeşit meyvâ var, ama artık ismi “Elma bahçesi.”
Gel zaman git zaman, kardaş halim çok yaman, gel bize bazı bazı, aradan uzuuuuuun bir zaman geçiyor. Bu uzun süre içinde, hani büyüklerimiz, âlimlerimiz derler ya, “Bir zûlmü yaşamaktan daha acı olan, o zûlmü kanıksamaktır, artık onu normal ve doğal görmektir” diye, bu ğayr-i insanî ve ğayr-i mantıkî durum, ne yazık ki zaman içinde artık kanıksanıyor, normal karşılanıyor. Tabiî her dönemde, bunu normal karşılamayan erdemli ve vicdanlı insanlar çıkıyor, fakat onlar da ağanın korkusundan seslerini çıkaramıyorlar.
Siz “köşe yazarı” kardeşlerim de, bu erdemli ve vicdanlı insanlar arasındasınız, natürlich doğal olaraktan tabiî.
Gelgelelim, günün birinde bu köyün gazetesi, tabiî bu gazete ağanın en sadık bekçisi, köyün gazetesi şöyle bir slogan yazıyor logosuna: “Elma bahçesinde elma ağaçları bulunur.”
Tabiî köyün gazetesinde çıkan bu söz, köyde ağaya karşı olan ve ona karşı hınçla dolu olan herkesi rahatsız ediyor.
Siz de rahatsız oluyorsunuz. Çünkü vicdanınız var. Vicdanınız sizi rahatsız ediyor. Buna karşı çıkma sorumluluğu taşıyorsunuz, haksızlığa karşı itiraz etmezseniz, vicdanen rahat etmeyeceksiniz.
Köyün gazetesiyle kavga ediyorsunuz. “Elma bahçesinde elma ağaçları bulunur” yazdığı için, gazeteyi “ırkçılık” ve “ayrımcılık” yapmakla suçluyorsunuz.
Köyün gazetesine karşı çıkmakla doğru bir iş yapıyorsunuz ve onu o kavramlarla itham etmekle de isabet kaydediyorsunuz.
Fakat bunu yaparken, bir şeyi yanlış yaptığınız için, farkında olmadan – affınıza sığınarak söylüyorum – kendinizi çok gülünç duruma düşürüyorsunuz.
Çünkü siz, bahçedeki armut, şeftali, erik, dut ağaçlarını gösterip, köyün gazetesine “Elma bahçesi”nde sadece elma ağaçları olmadığını, başka meyvâ ağaçları da olduğunu ispat etmeye çalışıyorsunuz. Ve bundan da daha gülüncünü yapıp, gazeteden o ibareyi “Elma bahçesinde armut ve erik ağaçları da bulunur” diye değiştirmesini teklif ediyorsunuz.
Halbuki gazetenin yazdığı sözde yanlış birşey yok. “Elma bahçesinde elma ağaçları bulunur”; çok doğru söylüyor gazete. Bunun neresi yanlış? Saçma olan, sizin söylediğiniz sözdür: “Elma bahçesinde armut ve erik ağaçları da bulunur.”
Oysa madem ki o bahçede sadece elma ağaçları yok, madem ki o bahçede elma ağaçlarından armut ağaçlarına, erik ağaçlarından şeftali ağaçlarına, ceviz açağlarından dut ağaçlarına varıncaya dek envâ-i çeşit meyvâ ağaçları var, o halde yapmanız gereken şey, o bahçeye “Elma bahçesi” ismini veren ve oraya “Elma bahçesi” tabelasını asan ağanın yakasına yapışıp ondan hesap sormanız olmalıdır.
Ama bunu yapmıyorsunuz. Ağadan korkuyorsunuz çünkü. Korkuyorsunuz, çünkü ağanın topu tüfeği var, silâhı askeri var. Sizin ise yok. Ağanın elindeki her türlü silâh ve askerî güce karşılık, sizin sadece kaleminiz ve kelamınız var.
Ağaya karşı çıkarsanız sizi öldürür, veya hapseder, sürer, size kötülük yapar.
Ağaya gücünüz yetmediği için, gidip köyün gazetesiyle uğraşıyorsunuz. Halbuki gazetenin yazdığı şeyde yanlış birşey yok. “Elma bahçesinde elma ağaçları bulunur”; bu sözde yanlış olan ne?
Fakat yanlışlık, ve işte sizi de beni de ve hepimizi de rahatsız eden o “ırkçılık” şu ki, gazete bizim köyün bahçesini kastediyor ve kastettiği o bahçede sadece elma ağaçları yok.
Öyleyse…
Benim sevgili gazeteci – yazar kardeşlerim, benim can dostum güzel insanlarım, gözlerinin yağında iki yumurta kırdığım kardeşlerim, elma yanaklarından makas alıp havaya atarak rövaşata yaptığım güzel kardeşlerim, varlıklarına tahammül edemediğim fakat yokluklarına da dayanamadığım âzîz dîn kardeşlerim, madem ki köyümüzün bahçesinde sadece elma ağaçları yok, madem ki bahçemizde Allâh-û Teâlâ’nın nimeti olan her çeşit meyvâ ağaçları var, öyleyse yapmamız gereken, köyün gazetesinin yakasına yapışıp gazeteye “Elma bahçesinde armut ve erik ağaçları bulunur” gibi absürd ve mantıksız bir sözü yazdırmaya çalışarak kendimizi gülünç duruma düşürmek değil, madem ki bahçede her çeşit meyvâ var, o halde yapmamız gereken, ağanın yakasına yapışıp “Elma bahçesi” tabelasını ve o ismi değiştirmeye çalışmaktır.
Onu niye yapmıyorsunuz?
* * *
Sizin için yazı bitti; fakat yazıda pek fazla Kemalist ve Moğolca kelimeler kullanmadığım için, bizim cenahtaki “ulusal” ve “yurtsever” kardeşlerim anlamamış olabilirler diye düşünerek son bir paragraf daha ekleyeyim:
Örnek – 1:
Mısır ve Tunus’ta devrim olduktan sonra Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu ülkelere gittiler. Orada hem Mısır halkına hem Tunus halkına ne dediler, biliyor musunuz? Şunu dediler: “Size Türk halkının selamını getirdik.”
Peki hiç düşündünüz mü, bu ülkede milyonlarca Kürt, Laz, Arap, Çerkes, Ermenî, Rum, Gürcü yaşadığı halde ve “diktatörlük sevdalısı” birkaç manyağı saymazsak ülkedeki herkes Mısır ve Tunus devrimlerini desteklediği halde, artı, Başbakan Erdoğan’ın kendisi de Gürcü olduğu halde, neden oradaki kardeşlerimize sadece Türk halkının selamını götürdüler?
Niye mi?
Niye olacak; “Türkiye Türklerindir” de ondan.
Örnek – 2:
Mavi Marmara gemisinde 9 kardeşimiz şehîd oldu. Aralarında Kürt de var, Arap da var, Çerkes de var. Buna rağmen Mavi Marmara şehîdleri anısına Gazze’de yaptırılan anıtın ismi nedir, biliyor musunuz? “Türk Şehîdliği”…
Niye mi?
Niye olacak; “Türkiye Türklerindir” de ondan.
Örnek – 3:
Ben Frankfurt’ta yaşıyorum. Kürd’üm. Anne babam Kürt, onların anne babaları Kürt, onların da anne babaları Kürt, onların onların da anne babaları Kürt. Kem gözlere şiş; yedi sülâle Kürt.
Allâh muhâfaza; yarın öbürgün Frankfurt’ta arabamla giderken kaza yapsam ve ölsem, ertesi günkü Alman gazeteleri benim ölüm haberimi şöyle verirler: “Frankfurt’ta yaşanan trafik kazasında bir Türk hayatını kaybetti.”
Niye mi?
Niye olacak; “Türkiye Türklerindir” de ondan.
sediyani@gmail.com
UFKUMUZ
13 OCAK 2013