Karakoçan Sohbeti

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

   (Hollanda’dan yayın yapan “Karakoçan İnfo” (www.karakocan.info) sitesi, geçtiğimiz günlerde bizimle bir röportaj yaptı. Oldukça keyifli geçen röportajda hoş sorular soruldu. Söyleşiyi sevgili okuyucularla paylaşmak istiyorum. Ben sohbetten büyük keyif aldım, dilerim siz de okurken aynı keyfi alırsınız. – İ. S.)

     * * *

     – İbrahim Sediyani kimdir?

     – Bana sorulacak en zor soruyu sordunuz. Bir insana kendi kendini tarif ettirmek, onu zor durumda bırakmaktır. Sonuçta o kişi aynanın karşısına geçip yapmayacaktır bunu.

     Özellikle ortaokul dönemlerindeki yazılı sınavlarda, çok “kazık” sorular ile karşılaştığımız zaman, sınava başlamadan önce öğretmene, “hocam, istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?” diye sorardık. Ama röportajda öyle bir şansınız yok tabiî ki.

     İbrahim Sediyanî sıradan, herhangi biridir. Sizin, benim gibi bir insandır. Ben nasılsam, O da öyledir. Ayırt edici özellikleri, gerçekçi olmayı bir türlü öğrenememesi, haddinden fazla idealist olması, mevcut dünyanın içinde değil de sürekli olarak hayâl ettiği dünyada yaşaması, hayata daima iyimser bakması, bardağın hep dolu tarafını görmesidir. Bir de gerek yaşam çizgisi, gerekse meslekî konumu itibariyle her çeşit insanla tanışması, farklı dînî ve ideolojik çizgide, farklı etnik ve coğrafî kökenden toplumların arasına karışması, birlikte olması, ama en önemlisi de, girdiği her toplumda birşeyler öğrenebilmesi, karşılaştığı her farklı insandan birşeyler kapabilmesidir. Bu da O’nu herkesin dilini konuşabilen bir insan yapıyor.

     Yaptığı faaliyetler ve yürüttüğü çalışmalar noktasında ise İbrahim Sediyani, okumayı yaşamanın can damarı olarak gören, araba kullanırken bile birşeyler okuyan bir okuyucu, yazı yazarken yaşadığı keyfi hiçbir şeyde yaşamayan, kalemle arasında nikâh kıymış bir yazar, toplumsal yapılar, kavimler ve milletler konusunda onca donanımına rağmen o toplumları meydana getiren bireyleri ve insanları tanımakta büyük güçlük çeken ve insanları tanıma noktasında hep cahil kaldığı için sürekli zararlı çıkan bir sosyolog, mesleğine âşık olan ama sürekli “savaş muhabiri” olma düşü kuran bir gazeteci, neresi en tehlikeliyse ve en çok geri kalmışsa oraya gitmek isteyen bir gezgin ve içi boş bir kalple en güzel aşk şiirleri yazabilen bir şâirdir.

     – Gazeteci ve yazarsınız. Bu mesleğe severek mi başladınız?

     – Evet, severek başladım. Kendim tercih ettim. Hayatım boyunca hayâlini kurduğum meslek buydu ve elde ettim, elhamdulillah. Kendimi bildim bileli yazıyorum. Bu aslında benim hobim, özel zevkimdir. Bugün yeryüzünde 6 milyar insan yaşıyor ve bunların çok azına kendi hobisini meslek olarak yapmak nasip olmuştur. Ben de bu şanslı azınlık içinde olduğum için inanılmaz mutluyum. Alemlerin rabbi olan Allah’a ne kadar şükretsem, azdır.

     – İdealleriniz nedir ya da neydi?

     – Meslek ve kariyer noktasında konuşuyorsak, hayatta hedeflediğim birçok şeyi başardığımı söyleyebilirim. Neyin hayâlini kurduysam çoğunu elde ettim, hangi mutluluğu tatmak istedimse tattım.

     Hayâlci, aşırı derecede idealist bir insanım. Hayata optimist bakarım, karamsarlık nedir bilmem. En olmadık durumda en olmayacak arzular peşinde koştum, ama bir kısmını gerçekleştirdim.

     Başarıya giden yolda dûânın büyük gücüne inanan bir insanım. Dûâ, müthiş bir enerji, muhteşem bir kudret. En etkileyici dûâ, başkalarının sizin için yaptığı dûâdır. Sizin kendiniz için yaptığınız dûâ ile bir başkasının sizin için yaptığı dûâ, derece olarak aynı değildirler. Başkaları size dûâ ederse, o dûâ muhakkak kabul olur.

     2005 Ramazanı’nda Pakistan’da 87 bin kişinin hayatına mal olan büyük depremden üç ay sonra, Ocak 2006’da bu ülkeye gittim. Bir hafta orada kaldım, Kurban Bayramı’nı orada geçirdim. Depremzedelere yardım etmek amacıyla tek başıma gittim oraya. Almanya’daki rahatlığı bırakıp, benden 6 bin kilometre ötedeki bu ülkeye, Keşmir’e gittim. Dünyanın en yüksek yerleri olan Himalaya Dağları’na, hem de Ocak ayında, kışın ortasında. Tamamen kişisel inisiyatifimle gitmiştim, hiçbir kuruluş veya derneğe bağlı kalmadım. Ailemin, çocuklarımın rızkından kesip muhtaç durumdaki o insanlara götürdüm. Bir kamyon dolusu mal dağıttım, 2 bin Avro sadaka götürdüm, 28 adet kurban kestim. Orada bulunduğum bir hafta boyunca binlerce insanın hayır dûâsını aldım. Kadın, erkek, yaşlı, çocuk, binlerce kişi bana dûâ etti.

     İnanır mısınız, Pakistan’a gidip geldikten sonra birdenbire bütün hayatım değişti.

     – Yazılarınız neden bu derece büyük ilgi görüyor? Okuyucular neden sizin yazılarınıza ilgi gösteriyorlar? Sizin kaleminizi farklı kılan nedir? İnsanların diğer yazarlarda arayıp da bulamadığı ama sizde buldukları ne olabilir?

     – İnsanların benim yazılarımda bulduklarını diğer yazarların yazılarında bulamamaları gibi, diğer yazarların yazılarında bulduklarını benim yazılarımda bulamamaları da bir realitedir. Yani tek taraflı değil, işteş bir durum sözkonusu. Elbette her yazarda her şeyi bulabilmek mümkün değil; bunun gibi her yazarın de kendine özgü bir üslûbu, anlatımı vardır. Her ses sanatçısının farklı bir gırtlak yapısına sahip olması gibi, her forvet oyuncusunun kendine özgü bir topa vuruş tekniğinin olması gibi.

     Yazılarımı büyük bir titizlikle yazıyorum. “Şu ortamda fazla özenip ekstradan emek harcamak saçmalıktır” veya “nasıl olsa şunun okuyucu kapasitesi şu kadar” ya da “aman niye kendimi yıpratayım ki, bunun için şuradan buradan araştırma yapayım ki” veyahut da “oturup gündeme ilişkin bir şeyler karalayayım, yarım saat içinde yazıyı bitirip göndereyim ve kurtulayım” gibi bir düşüncem kesinlikle ama kesinlikle yok. Okuyucuya saygısı olmayan bir yazar, bence hiç eline kalem bile almasın. “Makale yazmak” iddiasıyla eline kalem alan bir yazar, şayet yazısını iki saat içinde bitirip yayıncı kuruluşa gönderiyorsa, bence o kişi herhangi bir yere yazı yazmayı bıraksın; illa da “kalem oynatmak” istiyorsa, gitsin, uzaktaki bir ahbabına veya yakınına mektup yazsın. Bu söylediklerim tabiî ki haftalık, 10 günlük veya 15 günlük yazanlar için geçerli. Günlük makale yazanlar bunun dışındadır.

     Yazılarımı emek vererek tamamladığımın okuyucular farkında. Bahsettiğiniz “ilgi” bundan dolayı olabilir. Okuyucu biliyor. “Görmez” sandığınız her şeyi görüyor. Bakın, size bazı örnekler vereyim: “Sediyani ile Devr-i Âlem” adlı makalemi aylarca süren bir çalışma sonucu bitirdim. Bugün hangi yazar, bir internet sitesinde yazacağı bir yazı için günlerce, haftalarca değil, aylarca emek verir? Belki vardır ama ben tanımıyorum. Bir makale için aylarca emek sarfettim; şehir kütüphanesinde sayısız kitaplar karıştırdım; bir makale için 100’den fazla kitaba başvurdum. “Pakistan Modeli” adlı makalem için bir ay emek harcadım; bu makaleyi yazabilmek için 15 kitap okudum. “FİFA Dünya Kupaları’nda İslam Ülkeleri” adlı yazı için 3 hafta harcadım. “İnanırsak Başarırız” için yine aynı süre miktarınca çalışma yaptım.

     Bir de şu var: Yazılarıma kendi duygularımı ziyadesiyle katıyorum. Bu da okuyucunun hoşuna gidiyor. Okuyucular yazılarında kendilerine ait bir şeyler buluyorlar. Yazılarımı sohbet havasında yazıyorum, sanki karşımda birileri oturuyor ve ben onlarla sohbet ediyormuşum gibi yazıyorum.

     Güncel konularda pek yazmıyorum. Daha doğrusu, herkes yazdığı için ben yazmıyorum. Ben hep farklı şeyler yazmak, değişik şeyler söylemek istiyorum. Okunup iki gün sonra unutulacak yazılar değil, kalıcı şeyler yazmak istiyorum.

     Okuyucularım hakkında yüzeysel de olsa biraz fikir sahibiyim. Okuyucularımın bir kısmı siteye yorum yazıyor, bir kısmı bana mail çekiyor, bir kısmı da beni isim listelerine ekleyip MSN’de sohbet ediyor benimle. Bu öncüller üzerinden yaptığım gözlem çok ilginçtir: Beni okuyan, seven, takip eden okuyucular içinde, benimle aynı düşünce ve çizgide olmayanların sayısı, olanların sayısından daha fazla. Bunu hayretler içinde gözlemledim. Ben İslamî bir yazarım ama yazılarım, İslamî olmayan veya o düşünceyi taşımayan insanlar tarafından daha çok ilgi görüyor.

     – Bir gazeteci ve yazar olarak, sizce, Türkiye’deki basın ve edebiyat dünyasının en büyük talihsizliği nedir?

     – Basın ve edebiyat dünyamızın en büyük talihsizliği, okuması olmayanların yazar, yazması olmayanların gazeteci yapılmasıdır.

     – Kaç yıldır Karakoçan dışındasınız?

     – 13 yıldır Almanya’dayım. Ondan önce 1 yıl Eskişehir’deydim, ondan da önce 2 yıl Diyarbakır’daydım, daha önce ise 3 yıl İstanbul’daydım. Sanırım epey oluyor ama arada bir “sıla-i rahim” yapıyoruz tabiî ki.

     – Yaşadığınız yeri nasıl seçtiniz?

     – Üniversite okumak için geldiğim Almanya’da evlendim ve böylece burada kaldım.

     – En son ne zaman Karakoçan’a gittiniz?

     – En son 2006 yılının Ramazan ayında gittim. Almanya’da yengem (abimin hanımı) vefat etti. 43 yaşındaydı ve kanser hastasıydı. Cenazesini götürdük ve 10 gün kadar kaldım. Bu olayı “Bir Yanı ‘Düğün’, Bir Yanı ‘Ölüm’dür Hayatın” adlı yazımda anlatmıştım.

     – Karakoçan’da eksikliğini gördüğünüz başlıca 3 şey nedir?

     – En büyük eksiklik, ilçede bir kütüphanenin olmayışı. İkincisi, ilçenin yayın organı bir gazetenin bulunmaması. Bir diğeri ve aslında en önemlisi de, bilhassa “çarşı” olarak adlandırdığımız kent merkezinde mevcut olan “feodal kürsü kültürünün”, işyerlerinin bulunduğu bu merkezi sadece erkeklere mahsus bir yaşam alanı haline getirmesi ve bayanların, hele hele tek başına alışverişe çıkmaktan çekinmesi, hatta ciddî olarak korkması.

     – Karakoçan’la ilgili unutamadığınız anınız var mı?

     – Olmaz olur mu? Çoktur. İstanbul’da lise okurken, sömestri tatilinde memlekete dönüyorduk. Urfalı bir arkadaşım vardı, illa “birlikte yolculuk yapalım” dedi. O Urfa’ya gidecekti, ben ise Karakoçan’a. “Urfa Cesur” adlı otobüs şirketinden Gaziantep’e iki bilet aldık. Anteb’e kadar birlikte yolculuk yapacak, orda ayrılacak ve herkes kendi memleketine gidecekti. İstanbul – Harem Otogarı’nda ikindi vakti başlayan yolculuk, ertesi gün öğle 12:00 sularında Anteb’de bitti. Gaziantep’te iner inmez, her birimiz kendi memleketimize bilet almaya çalıştık. Urfa’ya saat başı araç vardı ama Karakoçan’a yalnızca bir otobüs, o da akşam 19:00’da kalkıyordu. Yani 7 saat sonra. Böyle olunca arkadaşım da mecburen o saat için kendine bilet aldı. Beni Gaziantep’te yalnız bırakacak hali yoktu tabiî ki, sonuçta O getirmişti beni oraya. 7 saat boyunca Anteb’de dolaştık. Boş bir arsada maç yapan insanların arasına karışıp onlarla futbol oynadık, Beslenspor basketbol kulübünün antrenmanını izlemeye gittik. Sözünü ettiğim tarih, Ocak 1989. Gaziantep’teki “Beslen” makarna firmasının spor kulübü olan Beslenspor’un Türkiye 1. Basketbol Ligi’nde şampiyonluğa oynadığı yıllardı. Hatta lakabı da vardı, “Güneydoğu’nun Gururu Beslenspor” deniyordu.

     Saat 19.00’da ikimizin yolları ayrıldı, yalnız kaldım. Karakoçan’a doğru yolculuğum başladı. Gaziantep’ten yola veren otobüsüm, geceyarısı 03:00 gibi Karakoçan ilçe merkezine vardı. Elimde iki çanta olduğu halde otobüsten indim ve kent merkezine biraz uzak olan evime doğru yürümeye başladım. Henüz 16 yaşındaydım. Ocak ayıydı, yerde yarım metrelik kar vardı, çok soğuktu. Vakit geceyarısıydı ve dışarıda hiç kimse yoktu. Neyse, içimdeki korku ile beraber hızlı adımlarla yürümeye başladım.

     Tam bizim mahalleye yeni girmiştim ki, yolda, 4 tane yabanî kurdun saldırısına uğradım. Bilirsiniz, kış gecelerinde dışarısı pek güvenli değildir. Aç kurtlar bazen yerleşim birimlerine inerler. Açlıktan olacak, dilleri dışarıya sarkmış ve ağızlarından salya akan, üstelik bayağı iri cüsseli tam dört tane kurt, vahşî kurtlar, aynı anda üzerime fırladılar. Kurtlar üzerime atladıklarında tamamen boğazıma nişan alıyorlardı, kocaman dişleriyle boğazımdan yakalamaya çalışıyorlardı. Her bir elimde bir çanta vardı. Havadaki kurtlara elimdeki çantaları nasıl savuruyor, nasıl vurup yere indiriyordum onları, halen dahi o günü düşündükçe akıl – sır erdiremiyorum gerçekten. Demek ki ecel gelmeyince olmuyormuş. Fakat kurtlar çok çevikti, yere indirdiğim her bir kurdun düştüğü yerden kalkıp tekrar saldırması arasında saniye bile geçmiyordu. Düşünün: Ocak ayı, yarım metrelik kar var, hava buz gibi, eksi kim bilir kaç derece ve vakit, geceyarısı 03:00 suları. Hiç kimse yok, herkes uyuyor, Allah’ın bir kulu bile uyanık değil.

     Kurtlarla boğuşmam saniyeler mi, dakikalar mı sürdü bilmiyorum ama işte biraz sonra ihtiyaç duyduğum o mucize gerçekleşti. O gece mahallenin bütün köpekleri bir araya gelmişler, grup halinde dolaşıyorlardı. Kurtlar beni parçalamaya çalışırken, birden, sayılarının 10 – 15 arası olduğunu tahmin ettiğim köpekler aynı anda kurtlara saldırmaz mı? Müthiş bir meydan muharebesi oldu? Kurtlar kaçmaya başladılar, köpekler de peşlerinden onları kovaladı.

     Ben alelacele kendimi hemen yakınımdaki tavuk kümesine attım. Kümeste saklanmaya başladım. Korkudan tir tir titriyordum, dişlerim biribirine vuruyordu. Gözlerimden korkudan yaşlar dökülüyor, hatta gözkapaklarımın titreşim içinde olduğunu hissediyordum. İçi tavuk dolu kümesin içinde saatlerce bekledim, o soğukta. Dışarıdan hiçbir ses gelmiyordu ama ben kümesten çıkmaya korkuyordum. Saatler sonra etrafın gittikçe aydınlanmaya başladığını fark ettim. Derken, ezan okunmaya başladı. Kış mevsiminde günler kısadır, sabah namazı vaktinin ne kadar geç girdiğini bilirsiniz. Ona göre, kümesin içinde kaç saat kaldığımı hesaplayın. Ben hâlâ çıkmaya korkuyorum. Az sonra ayak sesleri işittim. Camiye gitmekte olan biri hemen önümdeki yoldan yürüyüp geçti.

     Bundan cesaret alarak çıktım kümesten ve hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladım. Evimin kapısını çaldım. Kapıyı açan annemin beni görürkenki halini hiç unutmam. Kadıncağız donup kalmıştı. Yüzüm korkudan sapsarıydı. Üstüm başım ise baştan sona tavuk pisliği olmuştu.

     Olanları anlattım, dehşete düştüler. O gün hiç dışarı çıkmadım. Uyudum ve bütün gün evde, sobanın önünde oturdum. Hem korku psikolojisini üzerimden atmamış, hem de dün geceden dolayı soğuk almıştım. Ancak ertesi gün çıkabildim kent merkezine. İlçede beni gören, koşar adım yanıma gelip “geçmiş olsun” diyordu. Kısa sürede olay duyulmuş, ilçede herkes başıma geleni konuşuyordu.

     – Karakoçanlı olduğunuz için gurur duyduğunuz 3 şey nedir?

     – İslam’da gurur yoktur. Bir Müslüman‘da gurur olmaması lazım. Şuralı veya buralı olmak, şu kabileye, etnik kökene sahip olmak, şu coğrafyada doğmak, hiçbir zaman üstünlük veya ayrıcalık sebebi olamaz. Karakoçanlı veya Solhanlı olmak, Elâzığlı, Trabzonlu, Antalyalı veya Ispartalı olmak, Türk, Kürt, Laz veya Arap olmak, sarı saçlı ya da esmer olmak, erkek veya kadın olmak ne övünülecek birşeydir, ne de utanılacak birşey.

     İslam, ırka veya kavmî kökene göre, doğduğu coğrafyaya, ait olduğu aileye veya aşirete, kabileye göre üstünlüğü kabul etmez, kavim ve ırk dâvâsı gütmeyi de “cahiliye” olarak niteler. Allah-û Teâlâ, “üstünlük ancak takvâ iledir” buyuruyor. Yani, “kim ki en çok Allah’tan sakınırsa, kim ki O’nun azîz dînini en güzel şekilde yaşarsa, kim ki İslam’a daha çok hizmet ederse” üstün olan odur. Üstünlük, Allah’a secde ile olur, kula kulluk etmeyi reddedip yalnızca Allah’a kulluk etmekle olur. Soyadından veya sürdüğü arabanın plakasının 23 plakalı olması, 24, 25 veya 26 olması ile değil. Misak-ı Millî sınırları içinde doğmuş olmak, Orta Asya’dan at sırtında dörtnala gelmiş olmak veya Mezopotamya’nın yerlisi olmakla değil. Solaryuma gitmeye ihtiyaç bırakmayacak denli güzel bir cilt rengine sahip olmakla değil. Cinsiyete bağlı olarak da değil, mavi veya pembe nüfûs cüzdanına sahip olmakla da üstünlük olmaz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşı olmak, İran İslam Cumhuriyeti vatandaşı olmak, Federal Almanya Cumhuriyeti vatandaşı olmak veya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin vatandaşı olmak da değildir. Örnek olarak zikrettiğim devletler arasında derece farkı ve üstünlükten söz edilebilir, ancak sırf o devletin vatandaşı olarak doğdu diye insanları arasında değil. Cüzdanınızın şişkinliği veya yediğiniz lokmanın büyüklüğüne göre de üstünlük olmaz.

     İslam’da siyahın beyaza, kadının erkeğe, Kürd’ün Türk’e, Yüksekovalı’nın Gökçeadalı’ya, fakirin zengine “takvâ”dan başka hiçbir üstünlüğü olamaz. Olduğunu kabullenmek, cahiliyedir. Allah’a iman etmiş ve İslam bayrağının gölgesine sığınmış bir Yunan, Ermenî, Japon, Rus veya Eskimo, bir Müslüman olarak benim kardeşimdir. Ancak Allah’a isyan eden ve nefsini Şeytan’a teslim etmiş bir Türk veya Kürt, öyle değildir.

     Bakın, aslında azıcık olsun düşünme melekemizi harekete geçirdiğimizde anlayabileceğimiz denli basittir ama, yine de, şöyle bir anlatım tarzına başvurayım: İnsan vücûdunun en önemli uzuvları durumunda bulunan ve davranışları belirlemede etken olan 3 organ vardır; beyin ve kalp ikilisi, mide ve cinsellik (edep) organları. İnsanlar, bunların harekete geçirmesiyle davranışlarına yön verirler. Bunların derece olarak üstünlükleri de insan vücûdunda, tıpkı bu üstünlük sırasına göre yukarıdan aşağıya doğru yer alır. En üstünü olan beyin (akıl) ve kalp en üstte, ondan sonra gelen mide (karın) ortada ve edep (hayâ) organları da en alçak derecede olandır.

     Dünya üzerinde var olan düşünce ve inançları, siyasî çizgi veya ideolojileri kategorilere ayırdığınız zaman, her birinin bu organlardan birine dayandığını görürsünüz.

     İslam, insanların beynine ve kalbine hitap eder, çünkü bir inanç ve düşünce bütünlüğüdür. Qur’ân- Kerîm insanlara hitâb ederken, “ey akıl sahipleri” diye hitap eder. Muhatablarına “akletmiyor musunuz?” diye sorar. Açık hakikatlere rağmen inkâr etmeye inat edenleri “kalpleri mühürlenmiştir” diye niteler. İslam dâvâsına gönül vermiş ve Kelime-i Tewhid bayrağının dalgalanması için mücadele veren bir insan, beynine (aklına) ve kalbine (yüreğine) göre davranıyor demektir.

     Kapitalizm, Komünizm ve Sosyalizm ise kaynağını mideden alır ve mideye hitap eder. Esas aldığı şey ekonomidir, gelir dengesidir, geçimdir. Kapitalist, komünist veya sosyalist bir insan, midesine göre davranıyor demektir, onun davranışlarına yön veren, midesidir.

     Irkçılık, millîyetçilik ve ulusalcılık ise kaynağını edep organlarından, cinsel organlardan alır ve onlara hitap eder. Çünkü soy sopa, kavme ve etnik kökene bağlı bir ideolojidir, üreme organlarına dayalı olan bir siyasî çizgidir. Milliyetçî, kavmiyetçi, ulusalcı bir insan, insan vücûdunun en aşağılık organlarına göre davranış sergileyen insanlardır. Onların davranışlarına, hal ve hareketlerine yön veren, cinsellik organlarıdır, üreme organlarıdır. Düşünce merkezleri kafalarının içinde değil, pantolonlarının içindedir.

     Bunun için diyorum ki, siz toplumlara, ülkenize ve dünyaya “ey iman edenler” veya “ey akıl sahipleri” diye hitap ettiğiniz zaman, insanların beyinlerini ve kalplerini muhatab almış oluyorsunuz, çünkü beyne ve kalbe çağrıda bulunuyorsunuz. Siz toplumlara, ülkenize ve dünyaya “ey emekçiler” veya “tüm dünyanın işçileri birleşin” ya da “ey proleterya gençliği” ya da “ey işçi sınıfı” diye hitap ettiğiniz zaman, insanların midelerini muhatab almış oluyorsunuz, çünkü mideye çağrıda bulunuyorsunuz. Bunun gibi, siz “ey Türk gençliği” veya “ey şanlı ulusun kahraman evladı” ya da “necip millet” diye hitap ettiğiniz zaman, insanların üreme organlarını muhatab almış oluyorsunuz, çünkü cinsel organlara çağrıda bulunuyorsunuz.

     – Sayın Sediyani, bu zevkli söyleşi için teşekkür ediyoruz.

     – Çok keyif aldığım bu söyleşi için asıl ben size şükranlarımı sunuyor, Karakoçan İnfo’ya çalışmalarında başarılar diliyorum.  

     KARAKOÇAN İNFO

     12 NİSAN 2008

atatürk ilkokulu 1984


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir