Şeyh Said Sohbeti – 1

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

 

şeyh said sohbeti

     Laik – kemalist esaslar üzerine kurulan ve bunu ırkçı – şoven bir çizgide hayata geçiren Cumhuriyet rejimine karşı gerçekleştirilen ilk büyük kıyam hareketi olan 1925 Şeyh Said Kıyamı’nın aziz rehberi Palu’lu Şeyh Said’in Diyarbakır’da idam edilerek şehîd edilmesinin 87. sene-i devriyesini idrak ediyoruz.

     İslam ve Kürdistan tarihinin o büyük liderini saygıyla, minnetle, özlemle ve rahmetle anıyoruz.

     Şeyh Said Efendi ve kıyamını daha iyi anlayabilmek, kıyamın mesajını günümüz insanlarına en temiz ve doğru bir şekilde (kıyamın özünü ve gayesini saptırmadan) aktarabilmek için, UFKUMUZ sitesi olarak Şeyh Said ve Kıyamı üzerine konunun uzmanı olan iki isimle saatler süren bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşiyi de bir sohbet havasında ifa ettik.

     9 – 10 Haziran 2012 günü Diyarbakır Prestij Otel’de gerçekleştirilen geniş katılımlı kongre neticesinde kuruluşunu ilân eden ve kısa adı AZADÎ olan “Ji Bo Maf, Dad û Azadîyê Înîsiyatîfa Îslamî ya Kurdistanê” (Hak, Adalet ve Hürriyet için Kürdistan İslamî İnisiyatifi) vesilesiyle, Şeyh Said ve Kıyamı’nın uzmanı olan bu iki ismin Diyarbakır’da biraraya gelmesini UFKUMUZ sitesi okuyucuları için bir fırsat olarak gördük ve kendileriyle Şeyh Said ve Kıyamı üzerine bir sohbet tertip etmek istediğimizi ilettik. Sağolsunlar, bizi kırmadılar.

     Her ikisi de “AZADÎ İnisiyatifi Kurucu Üyesi” olan bu iki isimle Diyarbakır’daki Ufuk Kültür ve Eğitim Derneği (UFUKDER) merkezinde yaptığımız ve dernek üyelerinin de dinleyici olarak hazır bulunduğu bu güzel sohbetimiz, üç saatten fazla sürdü.

     Bütün yönleriyle Şeyh Said Efendi’yi, öncesi, gelişimi ve sonrasıyla Şeyh Said Kıyamı’nı konuştuğumuz bu sohbette, verdikleri değerli bilgilerle bizleri aydınlatan isimlerden biri, ömrünü Şeyh Said dâvâsına adamış, Şeyh Said’in mezar yeri ve “iade-i itibar” gibi konularda hukukî mücadeleler yapmış, TBMM’ye mektuplar yazmış, kendisi bizzat Şeyh Said ailesinden, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in torunu olan Av. Muhammed Dara Akar.

     Diğer isim de, yıllardır Şeyh Said hakkında yaptığı araştırmalarıyla bilinen, şu anda da “Bütün Yönleriyle Şeyh Said ve Kıyamı” adı geniş kapsamlı ve belgeli / kaynaklı verilerle hazırladığı kitabını yazmakla meşgul olan, denilebilir ki Şeyh Said’in kendi ailesindeki fertler haricinde Şeyh Said hadisesini en iyi bilen isim, aynı zamanda sitemiz yazarı da olan İbrahim Sediyani.

     İlgiyle okuyacağınız ve oldukça uzun sürecek olan, bölüm bölüm yayınlayacağımız bu dosya, ne sadece söyleşidir ne de sadece sohbet. İkisi birdendir ve bu diziyi takip ederken, Şeyh Said ve Kıyamı ile ilgili çok detaylı bilgi sahibi olacak, ayrıca daha önce hiçbir yerde okumadığınız, duymadığınız bilgilerle karşılacaksınız.

     Şeyh Said’in torunu Av. Muhammed Dara Akar ve gazeteci yazar İbrahim Sediyani ile Diyarbakır’daki bu sohbeti, UFKUMUZ okuyucuları için sitemizin emektarları Fikrî Amedî, Burhan Farqinî ve İdris Fidâ gerçekleştirdi.

     UFKUMUZ sitesi olarak, Şeyh Said ve Kıyamı ile ilgili bugüne kadar yapılmış belki de en doyurucu, en kapsamlı ve ayrıntılı söyleşiyi / sohbeti okuyucularımızın isitifadesine sunmanın haklı kıvancını yaşıyoruz.

UFKUMUZ.COM

*

*    *

02

     UFKUMUZ – Öncelikle bizleri kırmadığınız ve değerli vakitlerinizden ayırarak bize bu sohbeti yapma imkânı tanıdığınız için UFKUMUZ sitesi olarak tüm okuyucularımız ve müdavimlerimiz adına teşekkür ediyoruz.

     Sayın Muhammed Dara Akar! Sizler Şeyh Said ailesinden biri olarak, hem konuya vakıf olmanız hem de bu hususta yıllardır verdiğiniz hukukî mücadele ile tanınan bir avukatsınız. Sayın İbrahim Sediyani! Siz de Şeyh Said’le ilgili araştırmalarınız ve konuya vakıf olmanızla biliniyorsunuz. Ayrıca tekrardan memlekete hoşgeldiniz.

     Biz bugünkü sohbetimizde siz değerli kardeşlerimizden şöyle bir yöntem takip edilmesini istirham ediyoruz: Sayın Sediyani’den Şeyh Said Kıyamı hakkında, tarihsel arkaplanı, öncesi ve sonrasıyla, kıyamın gelişimi ve seyri hakkında bize ayrıntılı bilgiler aktarmasını, Sayın Akar’dan da bu konuda şu ana kadar hiçbir yerde yazılmamış, kaleme alınmamış ve söylenmemiş, ilk defa duyacağımız bilgiler ve anekdotlar paylaşmasını rica ediyoruz.

     Bunu motamot bir ropörtaj şeklinde değil de bir sohbet havasında konuşmak istediğimizden, ve sizler de zaten buraya hazırlıksız geldiğinizden, yani elinizde döküman ve kaynak bulunmadığından, belli bir kronolojik periyoda uymadan, istediğiniz şekilde bir sıralama takip ederek sohbetinizi gerçekleştirebilirsiniz.

     Sayın Akar, sizinle başlayalım…

     Şeyh Said Efendi ile yakınlık dereceniz nedir?

03

     AV. MUHAMMED DARA AKAR – Öncelikle teşekkür ediyorum; bu akşam beni buraya dâvet ettiğiniz için; bir hasbihâlde bulunmak ve bu önemli mevzûyu konuşmak üzere.

     Şeyh Said Efendi’nin kardeşi olan Şeyh Tahir Efendi’nin torunuyum ben. Şeyh Tahir Efendi de, Genç (Dara Hênê diyoruz biz), Lice, Hani cephelerinin komutanlarındandır. Aynı zamanda Fâkih Hasan da o cephenin komutanıdır.

05

     Şeyh Tahir Efendi’ye bağlı Zaza aşiretleri, Dımılî yani, Botî, Taws, ondan sonra Mıstan, Murtezan gibi aşiretlerin başında Diyarbekir’e yürüyor.

     Neticede 7 kardeş bunlar. En büyükleri Şeyh Said Efendi’dir. Babaları Şeyh Mahmud Fevzî vefât ettiğinde, bunlar Hınıs’tadır. En büyükleri de Şeyh Said Efendi olduğu için, kardeşlerinin hem babası hem abisi, kardeşlerinin ticaretini ve hukukunu da yürüten bir aile reisidir.

     Hınıs’ta Şeyh Mahmud Fevzî Efendi’nin kayınpederi, Ali Ağa gillerdir. Bunlar Karlıova’ya yerleşmişler ama aslen Bingöl tarafından, Zıktî aşiretindendir. Bingöl Genç’ten gitmişler, Hınıs’a yerleşmişlerdir. Şeyh Mahmud Efendi de gidiyor, onların kızıyla evleniyor. Gülfem Hatun’dur bizim ninemizin ismi. Şeyh Tahir Efendi ile Şeyh Mehdî Efendi’nin annesidir.

     Kayınpederi olan Ali Ağa diyor ki, bak bunu da bir yerde söylemedik yani, ilk defa burada söylüyoruz, “Sen şimdi bu medreseyi kuruyorsun, talebe yetiştireceksin, şimdi bunların masrafı vardır, bunların iaşesi lazımdır. Sen şimdi halktan toplarsan kıymetin düşer; yani köylü yoksul, perişan zaten; insanlardan sen talebeler için tayin diye toplarsan millet belki mecburen verir ama hoş olmaz. İstersen gel bunu ben sana ucuz bir şekilde satayım.” Yani damadına diyor ki, “Bir kısım senin paran, bir kısım da ben sana satayım. Ama çok da öyle kâr değil, yani usulen.”

     Kayınpederi Ali Ağa da bizim Kolhisar dediğimiz yeri satın alıyor; bir kısım da tabiî etrafında hali vakti yerinde olan insanlar destek oluyor ve medreseyi orada kuruyor. O toprakların üzerinde ve kimseden de birşey istemiyor. O topraklar dediğimiz, ekilip biçilen topraklar değil, meradır. Buğday arpa falan yok; ottur, otlaktır. Orda koyun besliyorlar, hayvancılık yapıyorlar. Onun gelirini de talebelerin yemesi içmesi, medresenin masrafları için kullanıyorlar.

     Şeyh Mahmud Efendi çok güçlü bir karakterdir. Babası Şeyh Ali Septî’den sonra O’nun gölgesinde kalmamış. Güce güç katmış bir mânâda. Ne yapmış meselâ? Şeyh Ali Septî Hazretleri Palu – Çapakçur civarlarında teblîğe başlamış. Şeyh Mahmud Fevzî ise daha güneye ve daha kuzeye açılmış. Meselâ kendisi Hınıs’a yerleşmiş, fakat durmadan usunmadan bütün bu Kürdistan’ın Fırat havzasında, yani birçok vilayette sürekli gezip teblîğ eden bir insandır. Örneğin yılda bir iki defa Piran’a iner, Piran’da Piran ağalarıyla sürekli bir teması var.

     Robert Olsen ve Martin van Bruneissen de söylüyor: Kürdistan’da mirlikler lağvedildikten sonra, mirlikler ve beylikler ortadan kaldırıldıktan sonra, sosyal, siyasal ve ilmî bir boşluk doğuyor. O noktada şeykler bu boşluğu dolduruyor. Şeyhler bir nevî toplum önderi oluyorlar. Hatta ağalar, mirler ve beyler şeyhlerin müridi oluyor.

     Evlilikleri de stratejiktir, Şeyh Mahmud Efendi’nin.

     UFKUMUZ – Stratejik derken?

     M. DARA AKAR – Şöyle ki: Meselâ en kuzeydeki bir bey ailesi olan Erzurum’daki Hınıslı Ali Ağagil, güçlüdür, Serhat bölgesinin güçlü bir bey ailesidir, onların kızıyla da evlenmiştir, fakat en güney uçtaki Eğil – Piran bey ailelerinden, yani Diyarbekir civarından da Emine Hatun isimli bir hânımı da zevce olarak alır. Farklı uçlardaki bu güçlü ailelerle bu akrabalıklarının temelinde amaç, Kürdistan’da bir örgütlenme yapmaktır.

     İyi bir stratejisttir, Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmud Fevzî Efendi. Yani evliliklerinde de, çocuklarını evlendirirken de, bu stratejiyi yürütmüştür. Yani bu nedir? Kürdistan’ın siyasal boşluğu, Kürdistan’ın aleyhineydi. Paramparça oluyor, kan dâvâları oluyor, biribirlerini öldürüyorlar, eziliyorlar falan. Ama güçlü bir irade etrafında bunlar biraraya gelince, bu defa barış, sulh, selamet oluyor, böyle olunca da ziraatta ve birçok şeyde de ilerleme oluyor. Kan dâvâlarından ve biribirlerini öldürmeden kaynaklanan yoksulluğu da bertaraf ediyorlar. Meselâ bu bizim Bitlis ve Van taraflarında, Ağrı taraflarında Mala Ğaws ve Hizan şeyhleri, oraları bir bakıma örgütlüyor.

     Bu, tahmin ediyorum Şeyh Mewlânâ Halîd hazretlerinin terbiyesinde yetişmek, O’nun rihle-i tedrîsinde yetişmekle alakalı bir şeydir. Tâ oralara gidiyor. Yani Mewlânâ Halîd’i iyi anlamak lazım, iyi analiz etmek lazım. Bir de tevarüs eden millî bir damar var. O da çok önemlidir.

     UFKUMUZ – Millî damar derken?

     AKAR – Şeyh Said Efendi Hadisesi, Kürt tarihinin ve İslamî kıyâm hareketlerinin çok önemli bir merhalesidir. Cumhuriyet’in de ilk kıyâmıdır, geniş kıyâmıdır. Yani ondan evvel de kıyâmlar, hadiseler vardı. Şeyh Ubeydullâh Nehrî hareketi var, Ali Şêr Efendi’nin var. Ama Cumhuriyet döneminin hem ilk Kürt kıyâmı hem de ilk İslamî kıyâmı, Şeyh Said Kıyâmı’dır, hadisesidir.

04

     Bu kıyâmın nedeni de, herkesin kanaati de, araştıranların da kanaati de o yöndedir ki, hem İslamî hem Kürdistanî boyutu vardır. 1924 Anayasası’nda Kürtler’in red ve inkâr edilmesi ve Kürtler’in Mustafa Kemal tarafından vaadedilen haklarına kavuşamaması neticesinde Kürtler’in bir tepkisidir.

     Tabiî birçok faktör beslemiştir bu hadiseyi. Yani sadece “anayasada hak verilmedi, bu kadar kitle harekete geçti” demek, sosyolojik bir okuma değildir. Yani ciddî iktisadî sosyal boyutu var, ciddî bir fikrî başkaldırı var, ciddî bir mazlumiyet duygusuyla hareket etme var.

     İsterseniz ben sosyal ve iktisadî boyutunu söyleyeyim: Bütün savaş yıllarında, ister Cihan Harbi ister 93 Harbi ister Kurtuluş Harbi, Kürdistan hak ile yeksân oldu nerdeyse. Erkek kalmadı; insanlar perişan hale geldi; ve çok ağır vergilerle Kürtler’in beli büküldü adetâ. Cumhuriyet kurulduğunda da, bu yükün katmerleşerek, yani Kürtler’in omuzuna yeni yüklerin getirildiğini görüyoruz. Bir moralsizlik var halkta; ciddî bir yoksullaşma başgösteriyor. Tabiî ben kendime birlikte materyal getirmedim şu anda; fakat elimde bununla ilgili birtakım materyaller var; fakat ülkenin Kurtuluş Harbi öncesi ve sonrası iktisadî açıdan ne kadar gerilediğini gösteren materyaller var, rakamsal veriler var. Bu faktörler de etkili olmuştur. Tabiî bunlar talî faktörlerdir ama neticede kitlesel bir hareketin sosyal ve iktisadî boyutları da olmalı. İnsanlar hem bir zalim yönetime karşı haraket ederler, ama aynı zamanda o hareketi kitleselleştiren birçok faktör vardır. Onların hepsini yanyana koyduğunuzda meseleyi anlama imkânına kavuşursunuz.

     Diğer bir tanesi meselâ, çok fazla şey yapılmıyor, Şeyh Said Efendi ve arkadaşları Mustafa Kemal’in zihninde neler olduğunu biliyordu. Zihninde şunun olduğunu; bunlar öğrenmişti; hatta zihninde değil, bunlar konuşmalarında geçiyordu Ankara’da, içki sohbetlerinde veyahut da dost ahbap sohbetlerinde; Kürtler’in büyük ailelerinin Batı’ya göçertilmesi ve asimile edilmesi, Kürdistan’a da Balkan ve Kafkas göçmenlerinin yerleştirilmesi projesi. Bunu duyuyordu yani Şeyh Said Efendi ve arkadaşları; haberler geliyordu kendilerine, Ankara’dan ve İstanbul’dan müvekkiller, değerli insanlar, eski siyasetçiler sürekli bu bilgileri Şeyh Said Efendi’ye, Halîd Cibranî Bey’e, Yusuf Ziya Bey’e falan taşıyordu. Tehlike büyüktü; adım adım gelen bir tehlike vardı.

     Diğer taraftan Mustafa Kemal’in modern bir ulus devlet kurma çabası ve laik bir devlet kurma çabası, bütün bunları biliyorlardı. Daha Belgrad’da ataşeyken Mustafa Kemal, fikrini etrafındaki insanlara zaten söylüyordu. O’nu zaten tanıyordular.

     Pek yazıldığını görmedim ama bu bir vakıâdır, Şeyh Said Efendi ile Cibranlı Halîd Bey Erzurum’da sohbet ediyorlar, daha 1922 – 23 yılları falandır; Şeyh Said Efendi Mustafa Kemal’in çok tehlikeli bir noktaya doğru gittiğini, zihninde Kürtler’le ilgili ve İslam Ümmeti ile ilgili çok tehlikeli fikirler taşıdığını, bunu arkadaşlarıyla da paylaştığını söylüyor.

     UFKUMUZ – Yirmi kaçtı Hocam?

     AKAR – 22 – 23 yıllarında. Cumhuriyet daha kurulmamış. Çünkü I. Meclis henüz varken, henüz Mustafa Kemal çok da böyle teşhir olmamışken, Yusuf Ziya Bey gibi insanlar henüz Meclis’teyken. Lozan Görüşmeleri’nde biliyorsunuz, Yusuf Ziya Bey onların çok da şeyi oluyor, İsmet İnönü’ye ciddî yüklenmeleri falan oluyor; “Siz hani Kürtler’i de temsil ettiğinizi söylüyorsunuz ama Kürdistan’ı bölüyorsunuz” diyorlar, hani “Musul ve Kerkük’ü dışarıda bırakarak Kürdistan’ı bölmüş oluyorsunuz” şeklinde Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey’in itirazları var.

06

     Hadise şu: Şeyh Said Efendi, Halîd Bey’e diyor ki, “Bu Kemal çok tehlikeli şeyler yapacak, farkında mısın? Tedbir düşünmüyor musunuz? Bunun zihninde bazı projeler var ve sözü de etkilidir, etrafını gittikçe zenginleştiriyor, kadrosunu oluşturuyor.”

     Halîd Bey diyor ki, “Sen niye bu kadar bunu şey yapıyorsun? Ya ben tanıyorum O’nu; yapamaz, edemez. Senin dediğin şekilde tehlikeli hale gelemez. Kâzım Karabekir Paşa var, o var bu var, ne adamlar var! Kemal bu kadar ileri gidemez.” Bu konuşmalar daha Cumhuriyet yokken oluyor.

     Şeyh Said Efendi daha o zaman, diyor ki, “Bu çok tehlikeli gidecek. Bu adam bütün bu adamların başını yiyecek ve bu adam diktatör olacak.”

     Cibranlı Halîd Bey diyor, “Şeyhim, endişe etmenize gerek yok. Ben O’nu tanıyorum. Bu kadar da büyütülecek, korkutulacak bir adam değil.”

     Onlar büyük ihtimalle de başka İttihatçı kadrolardan veyahut da daha güçlü komutanlardan bu tehlikeyi beklerken, Mustafa Kemal demek ki kendisini maskelemiş.

     Halk arasında Mustafa Kemal’in Kürt olduğuna dair yaygarayı da koparmış yani, tuhaf birşey.

     UFKUMUZ – Ciddi mi? Kim yapıyor bunu?

     AKAR – Aynı Mustafa Kemal’in kadrolarıdır ve Mustafa Kemal eliyle… Meselâ Silvan’a, birçok yere, aslında Mustafa Kemal’in Kürt olduğu yalanını yayıyorlar. Çünkü görmemişler, etmemişler. “Kemal çıkmış; kimdir; aslında Kürt’tür ve Kürtler için ortaya çıkmış!”

     Evet; bakın bu çok ilginçtir. Ben bunu yaşlılardan çok dinledim ve birçok yerden duydum. Meselâ Silvan Beyleri’ne, şu an Silvan Beyleri var, “Mala Beg” diyorlar, onların elinde bir mektup var Mustafa Kemal’in yolladığı, bir fotokopisini almak lazım, onlarla görüşmek lazım, tabiî Arabî harfleriyle, “Ben zaten Kürtler’i xelas eylemek, kurtarmak için üzere bu yola çıktım, bana destek verin” diyor mektubunda. Yani “Ben sizdenim” anlamına getiriyor.

     Daha önce de burda, Rus Cephesi’ne giderken burda kalmış, 16. Kolordu’da, Silvan’a gitmiş, Bitlis’e gitmiş, Hizan’da şeyhlerle görüşmüş, burdaki mahallî şeyhlerle böyle bir münasebeti var.

     Kürtler nelerden hoşlanır? Nasıl tavlanır? Bunları biliyor o yıllarda. Kürtler’in dîndar, takvâ ehli bir toplum olduğunu, hele hele dîn bahsi olduğunda Kürtler için akan suların durulduğunu, bunu biliyor. O şekilde de Kürtler’e mektuplar gönderiyor,  kandırmaya çalışıyor, destek almaya çalışıyor. Ama bunun tehlikesini ilk sezen Şeyh Said Efendi’dir. 

     UFKUMUZ – Sayın Sediyani, size dönelim. Siz bugüne dek Şeyh Said’le ilgili yazdığınız yazılarda, bu kıyamın 1925’te başlamadığını ve Cumhuriyet’le de sınırlı olmadığını söylediniz hep. Bu hadisenin yüzyıllar öncesinden başlayan bir direniş ekolünün devamı ve en zirve noktası olduğunu dile getirdiniz. Bize tarihsel süreci anlatabilir misiniz? Sanırım 1639 Bağdad Seferi’ne kadar dayanan bir tarihsel arkaplanı var, değil mi? Bunu birçok defa yazdınız ve okuduk. Fakat rica etsek, burada çok ayrıntılı bir şekilde anlatabilir misiniz?

     İBRAHİM SEDİYANİ – Öncelikle ben de bu güzel sohbet ortamında bulunmaktan son derece mutluyum ve bunun için çok teşekkür ediyorum. Ayrıca yıllar sonra yeniden Diyarbekir’de olmanın sevincini kelimelerle anlatamam.

     Evet… Şeyh Said hadisesi, Cumhuriyet’ten sonra, 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan bir hadise değil, ondan tâ üçyüz yıl önce, 1639 Bağdat Seferi ve Qasrê Şêrîn (Kasr-ı Şirin) Antlaşması ile başlayan bir hadisedir.

     Şeyh Said Efendi’nin dedesinin dedesinin dedesi, yani 6. kuşaktan dedesi olan Seyyîd Haşîm ile başlıyor.

07

     Şeyh Said’in Seyyîd Haşîm’e kadar soyu şu şekildedir: Şeyh Said, O’nun babası Şeyh Mahmud Fevzî, O’nun babası Şeyh Ali Septî, O’nun babası Molla Kasım, O’nun da babası Molla Haydar, O’nun da babası Seyyîd Hacı Hüseyin el- Hüseynî, O’nun da babası Seyyîd Haşim.

     Seyyîd Haşim’i anlatmak istiyorum; yani Şeyh Said’in dedesinin dedesinin dedesini. Çünkü hakikaten, Seyyîd Haşim anlatılmadan Şeyh Said anlatılamaz.

     UFKUMUZ – Buyurun hocam…

     İ. SEDİYANİ – Osmanlı padişâhı IV. Murad, 1639 tarihinde meşhur Bağdad Seferi’ne giderken yolda Diyarbekir’e uğruyor. Bağdat Seferi öncesi Kürdistan ulemâsından biat almak isteyen IV. Murad, Diyarbekir’de birkaç gün konaklıyor.

08

     IV. Murad Diyarbekir’deyken, Seyyîd Haşîm’in uzaktan amcasıoğlu olan akrabası Azîz Mahmud Urmevî’nin evinde misafir oluyor.

     IV. Murad, Diyarbekir ve çevresindeki âlimlerden biat almak için bir ziyafet veriyor ve bölgedeki tüm İslam âlimlerini, şeyhleri ve ağaları yemeğe dâvet ediyor. Lakin Seyyîd Haşîm ve bazı âlimler, Bağdad’daki Müslümanlar’ın kanının akmasına vesile olmamak için bu dâvete icabet etmiyorlar. Seyyîd Haşîm, maiyetindeki gücüyle sefere iştirak etmediği gibi, IV. Murad’ın ahlakî zaafiyetleri ve içkiye olan düşkünlüğünden ötürü O’na biat etmez.

     Ancak Seyyîd Haşîm, bölgenin en önemli isimlerinden biridir ve IV. Murad’ın Bağdad Seferi’nin dînî ve şer’î açıdan meşrûluğunu tasdik ettirmek için Seyyîd Haşîm’in biatını alması şarttır. Zaten IV. Murad bu amaçla Diyarbekir’e gelmiş, Diyarbekir’de konakladığı günlerde bilinçli olarak Seyyîd Haşîm’in amcasıoğlu Azîz Mahmud Urmevî’nin evinde kalmıştır ki, bu davranışı bir nevî “jest” olarak algılansın ve biat alma konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamasın.

     UFKUMUZ – Yani bilinçli olarak Seyyîd Haşim’in amcasıoğlu Azîz Mahmud Urmewî’nin evinde kalıyor, öyle mi? Bu davranışı jest olarak görülsün ve Seyyîd Haşim yumuşayıp biat etsin?

     SEDİYANİ – Evet… IV. Murad, Diyarbekir’de konakladığı günlerde bilinçli olarak Seyyîd Haşîm’in amcasıoğlu Azîz Mahmud Urmevî’nin evinde kalıyor. Biat alma konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamamak için.

     Ancak ziyafete dâvet edilen Seyyîd Haşîm bu yemeğe iştirak etmeyince, IV. Murad kendisine, evine bizzat elçiler göndertiyor ve Sultan’a biat etmesi teklif ediliyor. Seyyîd Haşîm ise IV. Murad’ın elçiler yoluyla gönderdiği biat isteğine şu sözlerle karşılık veriyor:

     “Ben, idaresi altındaki memlekette içkiyi yasaklayıp kendisi sarayında içki içen adama biat etmem!”    

     Cesareti görüyor musunuz?…

     Zaten Şeyh Said’in bütün dedeleri böyle. Ailede, pek az insanda var olan büyük bir cesaret vardır. Aile bireylerinin en çok dikkat çeken ve ilk olarak hemen farkedilen özelliği, Allâh’tan başka hiç kimseden korkmamalarıdır.

     Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük ve güçlü bir devletin padişâhı olan, üstelik Osmanlı padişâhları arasındaki en gaddar ve acımasız isimlerden biri olup kendi öz kardeşini bile gözünü kırpmadan öldürebilen IV. Murad gibi güç ve azamet sahibi bir padişâha, küçük bir köyde müderris olmaktan başka hiçbir özelliği olmadığı ve ders verdiği talebelerinden başka kimsesi olmadığı halde, biat isteğine karşılık, “Ben, idaresi altındaki memlekette içkiyi yasaklayıp kendisi sarayında içki içen adama biat etmem!” cevabını vermek, az bir olay değildir. Böyle bir tavır, her babayiğidin harcı değildir.

     Bu duruma oldukça sinirlenen IV. Murad, aynı teklifi birkaç defa daha göndertir ama her seferinde olumsuz cevap alıyor. Seyyîd Haşîm’in yanısıra bölgedeki diğer âlimlerden de hiçbiri Sultan’a biat etmez. Aynı şekilde, Kürdistan’ın ileri gelen ailelerinden biri olan Bedirhanî ailesi ve bunlardan başka bazı şeyh ve aileler de padişâh IV. Murad’ın çağrısını geri çeviriyorlar.

     İmdi… IV. Murad, Kürdistan ulemâsından biat alamadan Bağdad Seferi’ne çıkmak zorunda kalmıştır ki, biat alınmadığı için bu sefer zaten ğayr-i meşrû bir seferdir ancak Sultan Murad buna rağmen sefere gitmekten caymaz.

     Kürdistan ulemâsından biat alamadığı için onlara karşı öfkeli ve hınçla dolu olan IV. Murad, Bağdad Seferi akabinde İran Safewî Devleti ile Kasr-ı Şirin Antlaşması’nı da Kürt ulemâsına hiç sormadan ve Kürt mîrlerine danışmadan imzalar. Osmanlı ile İran arasında 1639 yılında imzalanan ve tarihte ilk kez Kürdistan topraklarını parçalayıp ikiye bölen bu antlaşma, Kürtler’e hiç danışılmadan imzalanmıştır.   

      İslam ulemâsı cevaz vermemiştir Kasr-ı Şirin’e… Yani bu ne demektir, biliyor musunuz? Bu şu demektir: Kürdistan’ı bölen sınırlar İslam’a göre ğayr-i meşrûdur.

     Çünkü hem Osmanlı tarafında hem de İran tarafında, bu antlaşma için ve Kürdistan topraklarını ikiye bölmek için İslam ulemasından fetvâ çıkartılamamıştır. Osmanlı tarafında sultan, İran tarafında da şâh, ulemâya baskı yaptığı halde, onları zorladığı halde bu fetvâyı çıkartamamışlardır. Dolayısıyla Kürdistan’ı ilk kez parçalara bölen ve bugün halen varlığını koruyan İran – Türkiye sınırı, İslam’a göre ğayr-i meşrû ve haram sınırlardır.

     1639 yılı, Kürdistan toprakları ve bu topraklar üzerinde binlerce yıldır yaşayan Kürt halkı için bölünmüşlük ve parçalanmışlık ile geçen acı tarihinin başlangıcıdır. Çünkü bu tarihte, günümüzde İran Kürdistanı’nın Kirmanşâh vilayetine bağlı bir Kürt kenti olan Qasrê Şêrîn’de Osmanlı ile İran arasında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile birlikte Kürdistan toprakları tarihte ilk kez ikiye bölünüp parçalanır. Kürdistan’ın batısı Osmanlı’nın, doğusu da İran’ın payına düşer.

     300 yıl sonraki Lozan Antlaşması’yla 5 parçaya bölünecek olan Kürdistan, ilk kez orada, 1639’da iki parçaya ayrılır. Kasr-ı Şirin Antlaşması ile birlikte ilk kez aynı dili konuşan, hatta akraba olan insanlar biribirlerinden kopartılırlar.

     Kürdistan topraklarının iki ayrı devlet arasında bölünüp üleştirilmesi, Kürdistan’da irşâd ve tedrisat faaliyetleriyle meşgul olan İslam âlimlerinde, o dönemler halkın tartışılmaz öncüleri olan ulemâ kesiminde isyan derecesinde büyük bir hoşnutsuzluğa yol açıyor. Öyle ki, bu parçalanmaya duyulan tepki ve öfkenin fiilî bir isyana dönüşmesi için sadece bir kıvılvım yeterlidir.    

     İşte Kürdistan’daki ulemâ ve fukehânın, şeyh ve mollaların Osmanlı ve İran’a bu derece tepkili oldukları ve Kürtler arasındaki hoşnutsuzluğun bu derece ileri boyutta olduğu bir zamanda, Osmanlı padişâhı IV. Murad zaten Bağdad’dadır ve İstanbul’a dönerken eyaletin merkezi Diyarbekir’e uğramak isteyecektir.

     Büyük bir felâketin bas bas “geliyorum” diye bağırması demektir bu.

     Kürdistan eyaletinin o zamanki başkenti Diyarbekir’de yaşamakta olan Seyyîd Haşîm (yani 1925’te laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanan Şeyh Said’in dedesinin dedesinin dedesi olan Seyyîd Haşim), bu tepkilerin başını çekmektedir.

     IV. Murad, Bağdad Seferi’nden dönerken, beklendiği gibi Diyarbekir’e uğrar. Fakat bu seferki gelişi, tamamen intikam almak, hesap sormak ve kendisine biat etmeyi reddeden Seyyîd Haşîm’e haddini bildirmek amaçlıdır.

     Bağdad Seferi’ne giderken uğradığı Diyarbekir’de Seyyîd Haşîm’in amcasıoğlu Azîz Mahmud Urmevî’nin evinde misafir olan IV. Murad, Bağdad Seferi dönüşünde Diyarbekir’e yeniden uğradığında ise Kabî (Bağıvar) mahallesinde bir eve misafir oluyor.

     IV. Murad, Diyarbekir’deki bu ikinci konaklamasında yeniden ziyafet tertip ediyor. Diyarbekir’in Kabî (Bağıvar) mahallesinde verilen bu seferki yemek, Bağdad Seferi Zaferi’ni ve Kasr-ı Şirin Antlaşması’nı kutlamak içindir.

     IV. Murad, bir yandan Kabî semtinde yemek verirken, bir yandan da emrindeki orduya, Çılsıtun (Kırkdirek) köyünde yaşayan ve gidişte kendisine biat etmeyen Seyyîd Haşîm’i tüm ailesiyle birlikte kılıçtan geçirmelerini, medresesini taş üstünde taş kalmamacasına yıkmalarını, Çılsıtun köyünü insanlarıyla komple ateşe verip yakmalarını, hatta civar köylerin de tamamen yakılıp yıkılmasını emreder.

     Tarih, Haziran 1639…

     Yer, Diyarbekir’e bağlı Bismil ilçesinin Çılsıtun köyü…

09

     IV. Murad’ın verdiği emir yerine getiriliyor ve Çılsıtun başta olmak üzere Bismil’in köyleri katliâma uğruyor. Canını kurtarabilen birkaç çocuk ve kadından başka, herkesin canına kastediliyor. Köyler boşaltılıp yıkılıyor ve köy halkından sağ kalanlar sürgün ediliyor.

     Suçları (!) saltanatı kabul etmemek, saltanata ve saraya değil, Qûr’ân ve Sünnet’e dayalı bir İslamî yönetim istemek, ülkeleri Kürdistan’ın parçalanmasına, aile ve akrabaların biribirlerinden kopartılmasına rıza göstermemek, kendi topraklarında, kendilerine yapılan zûlmü onaylamamak ve İslâmdışı kültürü özümseyememek. Bunun cezası da katliâm ve sürgün, kan ve şehâdet…

     Osmanlı padişâhı IV. Murad, 1639 senesinde, yani Bağdad Seferi’ni yapıp İran’la Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalayıp döndükten sonra uğradığı Diyarbekir’de korkunç bir katliâma imza atıyor. Yüzlerce savunmasız insan acımasızca kılıçtan geçiriliyor. Onlarca köy yakılıp yıkılıyor. Çılsıtun Katliâmı’nda, padişâha biat etmeyi reddeden halkın rehberi Seyyîd Haşîm, bütün ailesiyle birlikte katlediliyor. Seyyîd Haşîm’in kendisi, hânımı ve çocukları kılıçtan geçiriliyor.

     Bu olaya “İkinci Kerbelâ” adı veriliyor. Sebebi ise, tıpkı Kerbelâ’da Hz. İmam Hüseyin (as) ve yârenleri katledilirken, katliâm emrini veren Yezid’in sarayda ziyafet vermesi örneğinde olduğu gibi, Seyyîd Haşîm ve diğer âlimler ile insanlar Çılsıtun’da katledilirken, katliâm emrini veren IV. Murad’ın Kabî’de ziyafet vermesidir.

     Bu korkunç katliâmdan Seyyîd Haşîm’in sadece bir çocuğu sağ olarak kurtuluyor. Henüz 5 yaşında bir çocuk olan en küçük oğlu Hüseyin.

     İşte, 1925 tarihinde laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı gerçekleştirilen İslamî halk ayaklanmasının âzîz rehberi Şeyh Said, 1639 yılındaki o katliâmdan sağ kurtulan tek çocuk olan 5 yaşındaki Hüseyin’in soyundan gelmektedir.

     Şeyh Said’in şeceresinin, Molla Haydar’ın dedesi ve Seyyîd Hûseyn el- Hûseynî’nin babası Seyyîd Hâşîm’den itibaren “sır” olması, bu katliâm sebebiyledir. Çünkü bu olay sırasında her yer ateşe verildiği için, Şeyh Said’in soy kütüğü ile ilgili mâlumat da yanar, kül olur. Gerçi Şeyh Said’in babası Şeyh Mahmud Efendi’nin babası Şeyh Ali Sebtî, birçok kez konuşmalarında, “Biz seyyîdiz, Resûlullâh’ın soyundanız” gibi ibareler kullanır, ama şecere imhâ edildiği için Şeyh Said soyu daha sonra seyyîdlik iddiâsında bulunmaz.

     1639 Çılsıtun Katliâmı’nda Seyyîd Haşîm ailesiyle ve medresesindeki onlarca talebesiyle birlikte katlediliyor, köyler yakılıp yıkılıyor ve çocuk – kadın ayrımı gözetilmeden yüzlerce insan öldürülüyor. Hatta öyle ki, IV. Murad’ın Diyarbekir’e ilk uğradığında evinde misafir olduğu ve ziyafet verdiği Azîz Mahmud Urmevî de ailesiyle birlikte kılıçtan geçiriliyor. Bu korkunç katliâmda hızını alamayan IV. Murad, bölgede yaşayan küçük bir dînî azınlık olan Zerdüştler’i bile kılıçtan geçirtip katleder.

     UFKUMUZ – Evine misafir olduğu, ekmeğini yediği adamı kılıçtan geçiriyor, öyle mi? Hem de hanımı ve çocuklarıyla birlikte…

     SEDİYANİ – Evet…

     Şeyh Said’in altıncı göbekten dedesi olan ve Haziran 1639’da Osmanlı padişâhı IV. Murad’a biat etmeyi reddettiği için tüm ailesiyle birlikte katledilen Seyyîd Haşîm, aslen bugünkü Irak Kürdistanı’ndan, 16 Mart 1988 tarihinde kimyasal silâh kullanılarak gerçekleştirilen korkunç Halepçe Katliâmı’nın işlendiği Halepçe ilçesinin de kendisine bağlı bulunduğu Süleymaniye vilayetindendir.

     Seyyîd Haşîm, Süleymaniye’den Diyarbekir’e göçüp Bismil ilçesinin Çılsıtun (Kırkdirek) köyüne yerleşiyor. O’nunla birlikte, vaktinde Süleymaniye’den İran’ın Urmev şehrine yerleşmiş olan uzaktan amca çocuğu, Azîz Mahmud Urmevî de Diyarbekir merkeze yerleşir ve burada hizmet etmeye başlıyorlar (IV. Murad’ın Bağdad Seferi’ne giderken evinde kalıp ziyafet verdiği Azîz Mahmud Urmevî).

     Seyyîd Haşîm, Bismil civarındaki aşiretlerle ilgilenip medresede talebe yetiştirirken, Azîz Mahmud Urmevî de Diyarbekir şehir merkezinde Kadirî tarikatının bir şeyhi olarak halkı irşâd ediyor. Bu teblîğlerin neticesinde Azîz Mahmud Urmevî’nin mürîdlerinin sayısının 40 bini bulduğu, Seyyîd Haşîm’in ise yüzlerce talebesinin olduğu söyleniyor.

     Haziran 1639’da kendisine “Ben, idaresi altındaki memlekette içkiyi yasaklayıp kendisi sarayında içki içen adama biat etmem!” diyerek biat etmeyi reddeden Seyyîd Haşîm’i ailesiyle birlikte katleden Osmanlı padişâhı IV. Murad, bu acımasız katliâmı gerçekleştirdikten sadece 8 ay sonra, 8 Şubat 1640’ta içkiden ölüyor.

     İçki müptelası olduğu için siroz hastalığına yakalanıp henüz 28 yaşında ölüm döşeğine yatan IV. Murad, ölüm döşeğinde olduğu son günlerinde dahi öz kardeşi İbrahim’in öldürülmesini emretmiş, ancak emri yerine getirilmeyip ölümünden sonra İbrahim tahta çıkmıştır.

     Evet…

     Tarihin cilvesine bakın ki, 1639’un Haziran ayında katledilen Seyyîd Haşîm’in altıncı kuşaktan torunu olan Şeyh Said de, 300 sene sonra yine Haziran ayında idam edilecektir.

     Ve yine aynı vilayette; Diyarbekir’de.

     Biri Osmanlı idaresi tarafından, biri de Cumhuriyet idaresi tarafından.

     Üstelik ve en ilginci de, hem 1639’da Seyyîd Haşîm’i kılıçtan geçiren IV. Murad ve hem de 1925’te torununun torununun torunu Şeyh Said’i darağacına asıp idam eden Mustafa Kemal Atatürk, her ikisi de, evet her ikisi de aşırı içki kullanmaktan dolayı siroz hastalığına yakalanıp öldüler.

(devam edecek)

     Fikrî Amedî – Burhan Farqinî – İdris Fidâ

     UFKUMUZ SÖYLEŞİ / DİYARBEKİR

     29 HAZİRAN 2012

10


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir