Laik – kemalist esaslar üzerine kurulan ve bunu ırkçı – şoven bir çizgide hayata geçiren Cumhuriyet rejimine karşı gerçekleştirilen ilk büyük kıyam hareketi olan 1925 Şeyh Said Kıyamı’nın aziz rehberi Palu’lu Şeyh Said’in Diyarbakır’da idam edilerek şehîd edilmesinin 87. sene-i devriyesini idrak ediyoruz.
İslam ve Kürdistan tarihinin o büyük liderini saygıyla, minnetle, özlemle ve rahmetle anıyoruz.
Şeyh Said Efendi ve kıyamını daha iyi anlayabilmek, kıyamın mesajını günümüz insanlarına en temiz ve doğru bir şekilde (kıyamın özünü ve gayesini saptırmadan) aktarabilmek için, UFKUMUZ sitesi olarak Şeyh Said ve Kıyamı üzerine konunun uzmanı olan iki isimle saatler süren bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşiyi de bir sohbet havasında ifa ettik.
9 – 10 Haziran 2012 günü Diyarbakır Prestij Otel’de gerçekleştirilen geniş katılımlı kongre neticesinde kuruluşunu ilân eden ve kısa adı AZADÎ olan “Ji Bo Maf, Dad û Azadîyê Înîsiyatîfa Îslamî ya Kurdistanê” (Hak, Adalet ve Hürriyet için Kürdistan İslamî İnisiyatifi) vesilesiyle, Şeyh Said ve Kıyamı’nın uzmanı olan bu iki ismin Diyarbakır’da biraraya gelmesini UFKUMUZ sitesi okuyucuları için bir fırsat olarak gördük ve kendileriyle Şeyh Said ve Kıyamı üzerine bir sohbet tertip etmek istediğimizi ilettik. Sağolsunlar, bizi kırmadılar.
Her ikisi de “AZADÎ İnisiyatifi Kurucu Üyesi” olan bu iki isimle Diyarbakır’daki Ufuk Kültür ve Eğitim Derneği (UFUKDER) merkezinde yaptığımız ve dernek üyelerinin de dinleyici olarak hazır bulunduğu bu güzel sohbetimiz, üç saatten fazla sürdü.
Bütün yönleriyle Şeyh Said Efendi’yi, öncesi, gelişimi ve sonrasıyla Şeyh Said Kıyamı’nı konuştuğumuz bu sohbette, verdikleri değerli bilgilerle bizleri aydınlatan isimlerden biri, ömrünü Şeyh Said dâvâsına adamış, Şeyh Said’in mezar yeri ve “iade-i itibar” gibi konularda hukukî mücadeleler yapmış, TBMM’ye mektuplar yazmış, kendisi bizzat Şeyh Said ailesinden, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in torunu olan Av. Muhammed Dara Akar.
Diğer isim de, yıllardır Şeyh Said hakkında yaptığı araştırmalarıyla bilinen, şu anda da “Bütün Yönleriyle Şeyh Said ve Kıyamı” adlı geniş kapsamlı ve belgeli / kaynaklı verilerle hazırladığı kitabını yazmakla meşgul olan, denilebilir ki Şeyh Said’in kendi ailesindeki fertler haricinde Şeyh Said hadisesini en iyi bilen isim, aynı zamanda sitemiz yazarı da olan İbrahim Sediyani.
İlgiyle okuyacağınız ve oldukça uzun sürecek olan, bölüm bölüm yayınlayacağımız bu dosya, ne sadece söyleşidir ne de sadece sohbet. İkisi birdendir ve bu diziyi takip ederken, Şeyh Said ve Kıyamı ile ilgili çok detaylı bilgi sahibi olacak, ayrıca daha önce hiçbir yerde okumadığınız, duymadığınız bilgilerle karşılacaksınız.
Şeyh Said’in torunu Av. Muhammed Dara Akar ve gazeteci yazar İbrahim Sediyani ile Diyarbakır’daki bu sohbeti, UFKUMUZ okuyucuları için sitemizin emektarları Fikri Amedî, Burhan Farqinî ve İdris Fidâ gerçekleştirdi.
UFKUMUZ sitesi olarak, Şeyh Said ve Kıyamı ile ilgili bugüne kadar yapılmış belki de en doyurucu, en kapsamlı ve ayrıntılı söyleşiyi / sohbeti okuyucularımızın istifadesine sunmanın haklı kıvancını yaşıyoruz.
Doyumsuz sohbetin 5. bölümünü ilginize sunuyoruz.
UFKUMUZ.COM
*
* *
UFKUMUZ – Muhammed Dara Akar Hocam, yani bir rejim kuruluyor. Ve bu yeni rejim, nerdeyse bu toprakların bin yıllık rengini ve yapısını komple değiştiriyor, alt üst ediyor. Hilafet kaldırılıyor, Laiklik geliyor. Anasır-ı İslam anlayışı kaldırılıyor, Türk ulusçuluğu geliyor. Kürtler, Lazlar, Araplar, Gürcüler, herşey inkâr ediliyor. Kürtçe yasaklanıyor, Kürdistan haritadan siliniyor. Batılılaşma hareketi ile birlikte Müslüman toplumun arasında içki, zinâ, her türlü ahlaksızlık yerleştiriliyor, yerleştirilmeye çalışılıyor. Alfabe değiştiriliyor, kılık kıyafet değiştiriliyor. Şeyh Said Kıyamı da öyle bir kıyam ki, Cumhuriyet tarihi boyunca ve bu laik – ulusçu ve ırkçı rejime karşı verilen onlarca kıyamın hiçbirine benzemiyor. Çünkü Şeyh Said Kıyamı, bütün bu saydığımız tepeden inmeci değişikliklerin ve bozulmaların sadece birine veya birkaçına değil, nerdeyse hepsine birden yapılmış kollektif bir kıyam. İslamî desen, Kürdî desen, sosyal desen, siyasî desen, dînî desen; kıyamın tüm boyutları var.
MUHAMMED DARA AKAR – Evet…
UFKUMUZ – Bize bu kıyamın ön hazırlıkları hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Şeyh Said neler yapıyor, kimlerle görüşüyor?
M. DARA AKAR – Şeyh Said Efendi, basiretli bir âlim ve ileri görüşlü bir liderdi. Cumhuriyet’i kuran İttihad ve Terakki kadrolarının nasıl da İslam’a muhalif bir zihniyette olduklarını, onların daha İslamî değerleri pervasızca kullandıkları günlerde fark etmişti. Biliyordu Şeyh Said, ittihatçı kadroları çok iyi çözmüştü.
Henüz ülkedeki ulemânın ve Müslüman âlimlerin genelinin bu kadro hakkındaki kanaati müsbet iken ve onların halk desteğini alabilmek için İslamî kavramları kullandıklarının farkında değilken, Şeyh Said sezmişti bunu. Görüyordu.
Düşünün ki, Şeyh Said Efendi, daha Cumhuriyet kurulmadan, 1922’lerden başlayarak çevresindeki insanlara M. Kamâl ve arkadaşlarının dîni, namazı, orucu ortadan kaldırmak için hareket ettiklerini söylüyordu. Herkes M. Kamâl ve arkadaşlarının bol bol “Allâh, Kitab, Peygamber” sözleri geçen konuşmaları karşısında mest olurken, Şeyh Said bölgedeki aşiretlere mektuplar yazarak, bunların “kâfir” olduğunu söylüyordu.
Gayr-i İslamî bir temel üzerinde yükselen lâik bir rejimin gelecekte sergileyeceği İslam ve Kürdistan düşmanlığı tutumunu âlim ve halk önderi ferasetiyle önceden sezen Şeyh Said Efendi, beraberindeki diğer İslam ulemâsıyla birlikte fisebilillâh cihad ve kıyam bayrağını açıp, İlâ-yı Kelimetullâh için Tevhîd sancağını yükseltmeye karar veriyorlar.
Şeyh Said ve O’nun gibi olan Kürdistan’daki İslam uleması harekete geçiyorlar.
1924 yılının Eylül ayında, yani kıyamın başlamasından şöyle beş ay kadar önce, Şeyh Said’in yaşadığı bölgede, Erzurum ili Pasinler ilçesinde büyük bir deprem oluyor. Depremde 60 küsûr insan enkaz altında kalarak hayatını kaybediyor.
Henüz bir yıllık olan yeni Cumhuriyet’in reis-i cumhuru M. Kamâl Atatürk, deprem vesilesiyle Pasinler’e geliyor. Ankara’ya dönerken de, Erzurum valisi ve emniyet birimine, Şeyh Said’in kayınbiraderi Cibranlı Halîd Bey ile Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey’in tutuklanmasını emrediyor.
Çok ilginç bir hadisedir bu… TC’nin cumhurbaşkanı, deprem felâketi için geldiği Pasinler’de, TBMM milletvekillerinin tutuklanmasını emrediyor.
Her ikisi de “Azadî” cemiyetinin kurucuları olan Cibranli Halîd Bey ile Yusuf Ziya Bey hakkında Atatürk’ün tutuklama emri vermesinin sebebi, “Bölücük; bağımsız Kürdistan devleti kurmaya çalışmak”.
Ancak Atatürk’ün tutuklama emrinden haberdar olunca, ikisi de firar ediyor. Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, bir ay kadar sonra yakalanıyor. Ondan bir buçuk ay sonra da, Şeyh Said’in kayınbiraderi Cibranlı Halîd Bey gözaltına alınıyor. Cibranlı Halîd aynı gece Erzurum’dan Bitlis Cezaevi’ne götürülüyor.
Müslüman Kürt önderlerin niyetini yakından ama sessizce izleyen Ankara, daha şüphe aşamasında iken bastırmak üzere, 1924 sonbaharında Şeyh Said’in kayınbiraderi Cibranlı Halîd Bey ile Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey’i tutuklamıştı.
Fakat laik rejim için asıl önemli olan, Kürt halkının asıl liderleri olan Şeyh Said ile Seyyîd Abdulkadîr idi.
Ankara bu işi de gürültü çıkarmadan ve halkı uyandırmadan sessizce yapmak istiyordu.
Nitekim Türk devletinin güvenlik kuvvetleri, 21 Aralık 1924 günü Şeyh Said’in Kolhisar’daki evinin kapısını çalıyorlar. Gelen askerler, Bitlis’te tutuklu bulunan Halîd Bey’in bazı açıklamalarının bulunduğunu, bunların doğruluğunu araştırmak için ifadesine başvurma gereğinin duyulduğunu söyleyerek tanık olarak ifadesinin alınması için Bitlis’e davet ediyorlar.
Mevsim kıştır… Kar kalınlığı yer yer metreleri buluyor… Hınıs’tan Bitlis’e işleyen araç yok. Tek yolculuk aracı, at. Atların ise kar denizinde adım atma imkânları yok…
Bu durumda Şeyh Said’in yürüyerek gitmesi gerekiyordu ki, bu da imkânsız. Şeyh Said, kar ve kış koşullarını hatırlatarak, eğer amaç “ifadeye başvurmaksa” bunu Hınıs’ta da yapabileceklerini, dolayısıyla Bitlis’e gitmesinin gereksiz olduğunu söylüyordu.
Yasaya göre, uzaktaki dâvâ tanıkları en yakın mâhkemede ifade verebiliyorlardı. Şeyh’in yasayı hatırlatması, zorunluluk kapısını kapatmıştı. “Tanıklık etmesi için” kapısına gelenler, Ankara ile temastan sonra, Hınıs’ta ifadesinin alınmasına karar veriyorlar.
Erzurum Valiliği’nin bir emriyle Şeyh Said Efendi 22 Aralık 1924 günü Hınıs Karakolu’na götürülüyor. Kendisine halkı isyana hazırlamak suçu isnad ediliyor. Şeyh Said suçlamaları reddediyor. Ortada bir delil olmadığından, Hınıs Kaymakamı Maksun Bey Erzurum’a telgraf çekerek Şeyh Said Efendi’nin mâsum, iftiraların asılsız olduğunu bildiriyor ve Şeyh Said serbest bırakılıyor.
Bu hadise üzerine Şeyh Said, kolay av olmaktansa halka karışmaya karar veriyor ve kararını uyguluyor.
Şeyh Said Hınıs’taki mâhkemede ifade verdikten sonra serbest bırakılıyor, ama göz hapsinde tutuluyordu. Köyü, evi ve yolu denetim altına alınmıştı. Evinin çevresi ajan kaynıyordu.
Şeyh Said evinde göz hapsinde. Her an yeniden kapısını çalabilirler. Bunun üzerine, Kolhisar’dan ayrılmaya karar veriyor.
Günlerden Cuma. Her zaman Cuma namazını kıldığı Kolhisar Camiî’ne gitmiyor o gün. Hınıs’a iniyor. Cemaate namaz kıldırıyor ve hemen ardından da atına binip yola çıkıyor.
Said Efendi, 27 Aralık 1924 günü Hınıs ilçesinden Qırıkan köyüne geliyor. Mir Selim Zirkanî ile bölgenin tüm ileri gelenleri, Şeyh Said Efendi’yi burada ziyaret ederler. Ziyaret esnasında Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza Efendi de Halep’ten Qırıkan’a gelmiştir.
Şeyh Said, kararını ilk olarak burada açıklıyor. Bu karar, “Şerîât-ı Ğarra-i Ahmedîyye” için harekete geçmektir.
27 Aralık 1924 tarihinde Erzurum’ın Hınıs ilçesine bağlı Qırıkan köyünde Şeyh Said ve beraberindeki İslam alimlerinin yaptıkları toplantı ve bu toplantı sonucunda Şeyh Said Efendi’nin yayınladığı fetvâ, laik Türk devletine karşı Kürdistan’daki ayaklanmayı başlatan olaydır. Kıyam, bu fetvâ ile başlamıştır.
Şeyh Said’in 27 Aralık 1924 günü Hınıs’ın Qırıkan köyünde yayınladığı ve kıyamı başlatan fetvâ şudur:
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Kurulduğu günden beri Dîn-i Mûbîn-i Ahmedî’nin (saw) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarına, Qûr’ân ahkâmına aykırı hareket, Allâh ve Peygamber’i inkâr ettikleri ve Hâlife-i İslam’ı sürdükleri için ğayr-i meşrû olan bu idarenin yıkılmasının bütün Müslümanlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyet’e tabi olanların mal ve canlarının Şer’îât-i Ğarra-i Ahmedî’ye göre helâl olduğunu bildiririm.
‘Allâh yolunda cihad edin ve öldürün!…’
4 Kanun-i Sanî 1341
Emîr’el- Mücahîdîn El Seyyîd Mûhâmmed Said El Naqşibendî”
Kıyamı bu fetvâ başlatıyor. Ve bu fetvâdan, kıyamın ne için yapıldığı, 1925 Ayaklanması’nın niçin çıktığı apaçık ortada.
Ancak Hınıs ve Varto bölgelerindeki Alevî aşiretler hükûmet safında olduklarından, – ki seebini de bir önceki konuşmamda söylemiştim -, onların katılımı mümkün görünmüyordu. Bunun üzerine Şeyh Sâîd, Xormek aşireti reislerine şu mektubu yazıyor:
“Xormek aşireti reislerinden Halîl, Velî ve Haydar ağalara,
Es- Selamun aleykum we râhmetullâhi we bereketuhu we lehu’l- hamd.
We’l- minne hidâyet-i Rabbanî ile Dîn-i Mûbîn-i Ahmedî’yi kâfir olan Mustafa Kemal’in yed-i zûlmünden tahlîs etmek ğazası niyetiyle Suşar’a hareket edildi. Bu Ğâzâ ile Cihad’ın mezheb ve tariqat tefrîq edilmeden (mezhep ayrım gözetilmeden) LÂ İLÂHE İLLALLÂH – MÛHÂMMEDÛN RESÛLULLÂH diyen bütün İslam muwahhîdleri üzerine farz olduğundan, mine’l- qadîm memleketimizde büyük bir ğayret ve şecaat sahibi olan Müslüman aşiretinizin de Şerîât-i Ğarra-i Ahmedîyye’ye ve bu Cihâd-ı Ekber’e ittibâ edeceğinize itimâdım berkemâldir.
Yâ eyyuhe’l- Ensâr,
Dînimizi ve namusumuzu bu mülhîdlerin elinden kurtaralım. Size istediğiniz yerleri verelim. Bu dînsiz hükûmet, bizi de kendisi gibi dînsiz yapacak. Bunlarla cihâd farzdır.
4 Kanun-i Sanî 1341
Emîr’el- Mücâhîdîn El Seyyîd Mûhâmmed Said El Naqşibendî”
Şeyh Sâîd, yeni kurulan rejim hakkında fetvâsını vermiş ve kıyâm kararı almıştır.
27 Aralık’taki toplantının sonunda, Kürdistan alimleri elele verip Allâh’ın Dînî’ni yüceltmek ve ayaklar altında çiğnenen İslam ve Qûr’ân’ın izzetini muhafazâ etmek için başlattıkları bu cihadda “sonuna kadar sabr ve sebat edeceklerine” dair ahitleşirler. Toplantının yapıldığı evde şu sloganlar atılmaktadır:
“Fisebilillâh cihadda ya şehâdet ya zafer!… Allâh-û Ekber!… Allâh-û Ekber!… Allâh-û Ekber!…”
Toplantı bittikten sonra Şeyh Said Efendi, hareketi başlatmak üzere evinin yolunu tutuyor.
Şeyh Said eve dönüyor ve 2 Ocak 1925 günü hânımına durumu izâh ederek, evden ayrılacağını ve devlete karşı ayaklanacağını söyleyince hânımı tedirgin oluyor. Endişe ediyor, haklı olarak. Sonuçta, az bir olay değil yani.
Hanımı diyor ki: “Bey bey! Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun? Sen gidersen bizim nâmusumuzu kim koruyacak? Bizim nâmusumuzu hiç düşünmez misin?”
Şeyh Said hânımına şu cevabı veriyor: “Hânım hânım! İslam’ın nâmusu ayaklar altındadır. Qûr’ân-ı Kerîm’in nâmusu ayaklar altında çiğnenmiş. Devletin başındakiler Allâh’a ve Peygamber’e savaş açmış. Sen kalkmış ‘Bizim nâmusumuz ne olacak?’ diye soruyorsun!”
Hânımı, engel olamayacağını anlıyor; kocasına hak veriyor ve hayatındaki en büyük dayanağı olan kocasını bir daha hiç göremeyeceğini anladığı için, gözyaşı döküyor. Hem böyle bir eşe sahip olduğu için duyduğu övünç, hem de bir daha O’nu asla göremeyecek olmanın verdiği hüzün, bu mübarek hânımın gözlerinin ıslanmasına sebep oluyor ister istemez.
Şeyh Sâîd, şu sözleri söyleyerek hânımından ve evinden ayrılıyor:
“Hânım! Yarın ben kıyâmet gününde Allâh’ın ve Peygamberi’nin huzuruna suçlu olarak çıkmak istemiyorum. O zaman Allâh bana ‘Ey Said! İslam dîninin hükümleri ayaklar altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu halde niye başkaldırmadın?’ diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebanîleri beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun Allâh’a ki, yalnız ben ve elimdeki âsâ bile kalsa bâtılın karşısına çıkıp kıyâm edeceğim. Şehîd olana kadar da mücâdelemden asla dönmeyeceğim. Hem, ne ben Hz. Hüseyin’den daha makbulüm ve ne de siz O’nun ailesinden, Ehl-i Beyt’inden daha makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allâh’a emânet olun!”
Şeyh Said evinden ayrılıyor.
UFKUMUZ – Bu aynı zamanda hânımını son görüşü, değil mi Hocam? Bir daha hiç görmüyor…
M. DARA AKAR – Evet… Hânımıyla son konuşmasıdır. Vedâ konuşmasıdır…
Hânımıyla vedâlaşan Şeyh Said, kıyâm hazırlıkları için Hınıs’tan ayrılırken, bu kez de kardeşi Şeyh Bahaddîn’e uğrar. Kardeşini de açıklar kararını.
Şeyh Bahaddîn, ağabeyi Şeyh Said’e askerinin ve gerekli mühimmâtının olmadığını, dolayısıyla biraz daha ihtiyatlı davranması gerektiğini söylediğinde, Şeyh Said Efendi şu cevabı veriyor:
“Allâh (cc) bana kıyâmet gününde, ‘Bu kadar zengindin, ilmin vardı; sen bunlarla ne yaptın? Sana hem ilim hem zenginlik verdiğim halde, bu imkânlarla Dîn-i İslam’ı yüceltmek ve Qûr’ân’ı hâkim kılmak için ne gayret gösterdin?’ diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim?”
Şeyh Bahaddîn susar; hiçbir şey söylemez.
Kardeşinin o düşünceli haline şefkat duygularıyla bakıp tebessüm eden Şeyh Said, Şeyh Bahaddîn’e şunları söylüyor:
“Bahaddîn, Bahaddîn! Hiç merak etme, mahzun olma. Ben Diyarbekir’de asılacağım, sen de Qûr’ân okurken şehîd olacaksın.”
UFKUMUZ – Subhanallâh…
AKAR – Evet… Bunları söylemek Şeyh Said’in içine nasıl doğdu bilmiyoruz ama, hakikaten de aynen öyle oldu. Şeyh Said Diyarbekir’de idam edildi, kardeşi Şeyh Bahaddîn de rejim askerleri tarafından Qûr’ân üzerinde şehîd edildi.
Şeyh Said Efendi çalışmalara başladığında Şeyh Bahaddîn Efendi Hınıs’ta kalıyor. Şeyh Said’in kıyâm hazırlıklarından haberdar olan Türk devleti, O’nu ve tüm kardeşlerini takip etmektedir.
Şeyh Bahaddîn Efendi, âdeti olduğu üzere her ikindi namazından sonra pencere kenarında Qûr’ân-ı Kerîm okuyup dûâ ederdi. Yine bir gün bu haldeyken, kıyâm daha başlamamışken ve hazırlık aşamasındayken, evine baskın düzenleyen devlet güçleri tarafından şehîd edilir. Qûr’ân-ı Kerîm okurken şehîd edilen Şeyh Bahaddîn’in kanı Qûr’ân’ın üzerine dökülür.
Bu vukuatla kıyâmın bir an önce patlak vermesi düşünülmüştür.
Şeyh Said’in kardeşi Bahaddîn Efendi, kıyâmın ilk şehîdidir. Kıyâm henüz başlamadan şehîd edilmiştir ancak kıyâmla bağlantılı olarak şehîd edildiği için, 1925 Şeyh Said Kıyâmı’nın ilk şehîdi olarak kabul edilir.
UFKUMUZ – Allâh şehâdetini kabul etsin… İbrahim Sediyani Hocam, Şeyh Said Efendi hânımından helâllik diledi ve vedâlaştı, evinden tamamen ayrıldı. Kardeşi Şeyh Bahaddîn evinde Qûr’ân okurken şehîd edildi. Şeyh Said yollara düştü, görüşmelere başladı. Buyrun hocam…
İBRAHİM SEDİYANİ – Şeyhim Mûhâmmed Dara Akar’dan Allâh razı olsun. Kendimi zor tutarak dinledim…
Şeyh Said Efendi hânımıyla o meşhur vedâ konuşmasını yapıp evden ayrıldıktan sadece iki gün sonra, 4 Ocak 1925 günü, Şeyh Said ve çok sayıda Kürdistan âlimi Qırıkan köyünde ikinci bir toplantı yapıyorlar.
Aynı köyde ikinci toplantı. Fakat bu, Şeyh Said Efendi’nin ailesiyle helâlleştikten ve evden ayrıldıktan sonraki ilk toplantısıdır.
Bu toplantıda Şeyh Said Efendi şu fetvâyı veriyor:
“Biz Kürtler’i ve Türkler’i bağlayan sadece dîn kalmıştı. Türk devleti dîni de kaldırdı ve artık bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey kalmadı.”
Çok ilginç bir fetvâdır bu. Üzerinde dikkatle tefekkür etmek gerek. Bizzat Şeyh Said Efendi’nin fetvâsıdır.
Bu fetvâdan, benim kanaatime göre, anlaşılması gereken şudur: Kıyam hem İslam için hem Kürdistan için yapılmıştır. İslam devleti ve Kürdistan devleti için. Daha doğrusu şöyle; İslamî esaslara göre yönetilen bir Kürdistan. Yani, “Kürdistan İslam Devleti”…
Nitekim kıyamı baştan sona incelersek, ki hepsini konuşacağız, her merhalesinde bu çok açık bir şekilde görülüyor.
Esasında biribirine zıt şeyler de değil bunlar, hani… Bilâkis biribirlerini destekleyen şeylerdir. Dînsiz vatan olmaz, vatansız dîn olmaz. İslam bulutların üzerinde yaşanmayacağına göre, O’nu yaşatmak için vatana ihtiyaç vardır. Bir ülkede yaşayan insanlar da dînsiz yaşamayacağına göre, o vatanın ve o milletin Dîn’e ve dînî esaslara ihtiyacı vardır.
Hani günümüzde bazı çevrelerden şöyle bir sual işitiriz ya: “Şeyh Said hareketi İslamî bir hareket midir yoksa bir Kürt hareketi midir?”… Bence bu soru, “Berlin Almanya’da mıdır yoksa Avrupa’da mı?” sorusu gibi saçma bir sorudur. Ya da ne bileyim, “Filistin halkı Müslüman mıdır yoksa Arap mıdır?” sorusu gibi bir sorudur bu.
UFKUMUZ – 🙂 🙂 🙂
SEDİYANİ – Sonuçta biri dîn, biri kavmiyettir. Her iki özellik biraradadır. Bir dîni başka bir dînle, bir kavmi başka bir kavimle mukayese edersiniz ama dîn ile kavmiyet arasında mukayese olmaz.
Meselâ, “Şeyh Said hareketi İslamî bir hareket midir yoksa Hristiyanî bir hareket midir?” diye sorulsa, cevabım “İslamî harekettir” olacaktır. Aynı şekilde, “Şeyh Said hareketi bir Kürt hareketi midir yoksa bir Türk hareketi midir?” diye sorulsa, cevabım “Kürt hareketidir” olacaktır. Fakat, “Şeyh Said hareketi İslamî bir hareket midir yoksa bir Kürt hareketi midir?” sorusunun cevabı olmaz. Olmaz çünkü sorudaki mantık yanlıştır.
Yani siz, “Elma bir bitki midir yoksa bir hayvan mı?” diye sorabilirsiniz. Ben de size, “Elma bir bitkidir” derim. Fakat siz, “Elma bir bitki midir yoksa bir meyve mi?” diye sorarsanız, mantıksız bir soru olur. Sorunun mantığı yanlıştır. Çünkü her ikisidir de.
UFKUMUZ – Evet… Çok doğru.
SEDİYANİ – Devam edelim… Nerde kalmıştım?
UFKUMUZ – Qırıkan’daki toplantıda…
SEDİYANİ – Şeyh Said Efendi’nin Qırıkan köyünde gerçekleştirdiği bu toplantıya Miralay Selim Zirkanî ve Bingöl ilinin Kaniya Reş, yani şimdiki uydurma resmî ismiyle Karlıova ilçesinden Cibranlı Baba Kâmil’in yanısıra bölgenin tüm âlimleri, şeyh, ağa ve aşiret temsilcileri katılmıştı.
Şeyh Said Efendi burada öyle bir konuşma yapıyor ki, öyle bir konuşma yapıyor ki, dağları eritecek, akan suları durduracak bir konuşmadır bu. Kürdistan’ın en önde gelen bütün âlimleri, şeyhler, ağaları ve aşiret reislerine hitaben Şeyh Said Efendi, oradaki herkesi duygudan gözyaşına boğan ve tarihe geçen şu anlamlı konuşmayı yapıyor:
“Muhterem mü’mînler, kıymetli mücahîdler!
Laik ve dînsiz Cumhuriyet’e karşı yapılacak bir cihad, vakt-i risâlette yapılan tüm savaşlardan daha sevaplıdır. Cennet artık zahmetsiz ve mücadelesiz olarak bütün muvahhîdlerin kapılarına kadar gelmiş bulunuyor.
Kürt milletinin âzîz büyükleri!
Siz istiyor musunuz ki çocuklarınız Allâh’ı ve Peygamber’i tanımadan, dînsiz bir şekilde yetişsin?
Siz istiyor musunuz ki kızlarınız ve hânımlarınız hicâbını atsın, başıaçık bir şekilde cemiyetin arasına karışsın?
Siz istiyor musunuz ki yaşadığınız muhitte meyhaneler açılsın, sokağınızda sarhoşlar dolaşsın?
Siz istiyor musunuz ki gazeteler her gün dîninize ve nâmusunuza küfür etsin?
Değerli kardeşlerim!
Biz eğer bu dînsiz hükûmete karşı çıkmazsak ve sesimizi çıkarmazsak, bu dînsiz hükûmet bizi de kendisi gibi dînsiz yapacaktır. Dînsiz olarak yaşamak mı daha makbuldür, yoksa Müslüman olarak ölmek mi?
Azîz Müslümanlar!
İnanın bana, şu birkaç günlük fanî dünyada Hristiyanlar gibi boynuna haç takıp yaşamaktansa, İslam için ve Allâh yolunda olacak bir ölüm, çok daha hayırlıdır.”
Şeyh Said’in bu konuşması oradakilerin hepsini ağlatıyor ve toplantıda bulunan herkes gözyaşlarına boğuluyor.
Üçüncü toplantı iki gün sonra, 6 Ocak 1925 günü Kaniya Reş ilçesinde yapılıyor.
Toplantı, “Baba Kâmil” lakabıyla çağrılan Cibranlı Kâmil Bey’in evinde gerçekleştiriliyor. Toplantıya, Şeyh Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza Efendi ve Zirkan ile Cibran aşiret reislerinden birkaç kişi de katılıyor.
Dördüncü toplantı da ondan iki gün sonra, 8 Ocak 1925 günü Bingöl’ün Solhan ilçesine bağlı Melıkan köyünde yapılıyor.
Toplantı, Şeyh Said’in dayısı Şeyh Abdullâh Melıkanî’nin evinde gerçekleştiriliyor.
Hareket ilk kez burada şekillenir ve organize bir yapıya bürünür. Şeyh Said Efendi ile dayısı Şeyh Abdullâh Melıkanî öncülüğündeki mücahidler, kimin hangi bölgeleri kontrol edeceğini belirler ve bu yönde kararlar alırlar.
Şimdi burada, ilginç birşey var. Unutmadan…
Bir yıl kadar önce, yani 1924 yılının başlarında Şeyh Said Efendi, Bingöl’e bağlı Çan köyünde yaşayan Şeyh Eyyüb’e bir mektup yazmış ve mektubunda, hükûmetin getirdiği dînsizliğe karşı kuvvet ile mücadele etmenin gerekliliğini vurgulamıştı.
Şeyh Said, aslen Diyarbekir ilinin Miya Farqîn, yani Silvan ilçesinden olup Bingöl’e yerleşmiş bulunan Çanlı Şeyh Eyyüb’e bu mektubu yazdığında Cumhuriyet kurulalı daha 3 ay olmuştu.
Şeyh Eyyüb bu teklifi kabul etmeyerek Şeyh Said’e şu cevabı vermişti: “Millet muhacîrlikten yeni dönmüş. Cihan Harbi’nde yıpranmışız. Hükûmete karşı hükûmet lazımdır. Cihan Harbi’nde ben cephede alay komutanlığı yaptım. Hükûmetin de milletin de gücünü biliyorum.”
Ancak geçen zaman Şeyh Said’in öngörülerini haklı çıkarmış, bu süre zarfında Şeyh Eyyüb vefât etmişti.
Bu mektuplaşmadan tam bir yıl sonra, Melıkan köyünden çıkıp gelen Şeyh Said tekrar Çan’a, bu kez Şeyh Mustafa ve vefât etmiş olan Şeyh Eyyüb’ün kardeşi Şeyh Hasan ile görüşmek için geliyor. Şeyh Hasan o sıralar Çan Nahiye Müdürü idi. Şeyh İbrahim ise Çapakçur Müftüsü idi ve “kaymakamlık vekâleti” görevini yapıyordu.
Fakat geçen zaman Şeyh Said’in yeni kurulan rejim hakkındaki öngörülerini haklı çıkardığı, Halifelik kaldırıldığı ve dîn işleri ile devlet işleri biribirinden ayrıldığı için, şimdi artık hepsi “kıyamın vacip olduğuna dair” Şeyh Said ile tam bir fikir birliği içindeydiler.
Şeyh Said, 9 Ocak günü Çan köyüne geliyor. Şeyh Said’in gelişinden dolayı, başta Sekeran aşireti, Az aşireti, Erdûrûk aşireti ve Ziktî aşireti olmak üzere bölgenin tüm aşiret temsilcileri, şeyhler ve ağalar da Çan’da toplanırlar.
Şeyh Said Efendi, cemaat namazı için toplanılan Çan Camiî’nde “Xacegan Hıtmı” adı verilen bir hatim indirtir. 30 tane alimin her biri Qûr’ân-ı Kerîm’den bir cüz okuyor, böylece bir oturuşta Qûr’ân’ın tamamı hatmediliyordu. Buna “Xacegan Hıtmı” diyorlar.
Hatim merasiminden sonra Şeyh Said Efendi halka hitaben bir konuşma yapıyor.
Şeyh Said’in 9 Ocak 1925 tarihinde Çan Camiî’nde yaptığı konuşmayı, isterseniz bizzat o konuşmanın bir canlı şahîdinden dinleyelim. Şeyh Said o konuşmayı yaptığında 14 yaşında olan ve Şeyh Said Efendi’nin o konuşmasını bizzat orada canlı olarak dinleyen Çanlı Şeyh Mûhâmmed Rıda, Şeyh Said’in o konuşmada şunları söylediğini aktarıyor:
“Muhterem Müslümanlar,
Gâvurlar memleketimizi işgal edince onları bu topraklardan kovmak için canımızla ve kanımızla savaştık. Allâh bizleri muvaffak etti, işgalcileri kovduk.
Fakat onların bıraktığı yerde, dînsiz bir hükûmet kuruldu. Bu devlet İslamî bir devlet değildir. Müslümanlar’ın halifesini sürdüler, tekke ve zaviyeleri, medreseleri kapattılar.
Okullarda küçük çocuklara dînsizliği öğretiyorlar. Namus mefhumunu kaldırdılar. Kızlarımızın başını açıp oğlanlara aynı sıraya oturtarak onlara dînsizliği öğretiyorlar.
Müslüman kızların başlarındaki İslamî hicabı çıkartıp onlara İngiliz serpuşunu giydiriyorlar.
Azîz Müslümanlar,
Biz bir mektup yazıp hükûmete teklif götüreceğiz. Attığı dînsizlik adımından geri dönmesini, “Devletin dîni İslam’dır” hükmünü yeniden anayasaya koymasını isteyeceğiz. İnşallâh hükûmet girdiği yanlış yolun farkına varır ve çağrımıza müsbet yanıt verir, tekliflerimizi kabul eder.
Yok eğer kabul etmezse, işte o zaman, biz bu hükûmete karşı kuvvet yolunu kullanacağız ve kanımızın son damlasına kadar savaşacağız.”
12 Ocak günü Simsor köyüne gelen Şeyh Said Efendi, Simsor aşiretinin ağa ve hocalarıyla toplantılar yapıyor. Toplantıdan sonra halkın arasına katılan Şeyh Said, halktan biâtla ilgili mazbatalar alıyor.
Daha sonra ayrılan Şeyh Said, yolda Kes ve Fahran köylerine ve ordan da tekrar dayısının bulunduğu Melıkan’a uğruyor.
14 Ocak günü Bingöl merkeze bağlı Velan köyüne gelen Şeyh Said Efendi, Velan’da bir gece konaklıyor. Ertesi gün, kıyamın başkenti Dara Hênê, yani şimdiki uyduruk resmî ismiyle Genç’e doğru hareket ediyor.
15 Ocak 1925, önemli bir tarihtir.
Şeyh Said Efendi, bugün büyük bir kalabalıkla Dara Hêne vilayet merkezine, yani bugünkü Bingöl’ün Genç ilçesi, o zamanlar ilçe değil vilayet idi, geliyor. Şeyh Said, Dara Hênê vilayet merkezinde muhteşem bir kalabalık tarafından görkemli bir şekilde karşılanıyor. Şehir halkı, Şeyh Said’i karşılamak ve o büyük liderin nûrlu yüzünü görmek için çoluk çocuklarıyla sokaklara inmiştir.
Neler olup bittiğini anlayamayan hükûmet erkânı ve valilik, tam anlamıyla şok geçirmektedir. Devlet yetkilileri Şeyh Said’i hiç tanımadıkları halde, bütün bir şehir halkının çocuklarıyla birlikte bir şenlik havasında meydanlara çıkması ve gelen ziyaretçilere gösterdikleri olağanüstü ilgi ve sevgi üzerine, gelen ziyaretçilerin çok önemli kişiler olduğunu anlar ve onlar da şehir halkıyla birlikte karşılama törenine katılırlar.
Düşünebiliyor musunuz?
Dünya tarihinde ve siyasî mücadele tarihinde benzeri olmayan çok ilginç bir olay yaşanmaktadır o gün, Dara Hênê’de. İnanması hakikaten güç ama gerçek; Şeyh Said’i Dara Hênê vilayetinde bizzat vali ve devlet yetkilileri karşılar. Hem de, resmî bir karşılamadır bu.
Fakat Dara Hênê valisi ve devlet yetkilileri Şeyh Said’i tanımamakta, O’nun devlete karşı ayaklanma başlatmak için şehre geldiğini bilmemektedirler. Sadece halkın gösterdiği muhteşem ilgi ve görkemli sevgi üzerine, Şeyh Said’in önemli bir kişi olduğunu anlamışlardır, o kadar. 🙂 🙂 🙂
Dara Hênê vilayet merkezine gelip atından inen Şeyh Said’e ilk koşan ve elini uzatıp tokalaşan kişi, bizzat validir.
UFKUMUZ – 🙂 🙂 🙂
SEDİYANİ – Şeyh Said Efendi, burada halkın kendisine gösterdiği saygı ve sevgi üzerine çok hoşnut olur.
Dara Hênê’de tam altı gün kalıyor, Şeyh Said. Bu süre içinde, Solhan, Karakoçan, Karlıova ve Dara Hênê şeyhleri ve ağaları biraraya geliyorlar. Burada yapılan istişâreler, alınan önemli kararlar, hemen her tarafa bildiriliyor.
Şeyh Said Efendi’nin Dara Hênê’deki günleri bereketli geçiyordu. Orada Yêğkî aşireti ağalarına misafir olmuştu.
Ancak ilk geldiğinde halkın gösterdiği coşkulu sevgi seline bakıp kendisi de bu akıntıya kapılan ve bizzat gidip Şeyh Said’i ayakta karşılayıp tokalaşan Dara Hênê Valisi, bu sevgi yumağının günlerce sürmesi ve azalacağına her geçen gün daha da artması karşısında rahatsız olmuş, hatta işkillenmiş, bazı “şey”lerden şüphelenmişti.
Dara Hênê Valisi, Şeyh Said hakkında daha fazla sahibi olmak ve niçin ilçe ilçe, köy köy gezip sonra da Dara Hênê’ye geldiğini öğrenmek istiyordu.
Dara Hênê Valisi, bunları öğrenmek için, dönemin “tek parti”si olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Dara Hênê Teşkilât Başkanı Simsorlu Rüşdü Bey’î makamına çağırıyor ve kendisinden Şeyh Said ve ziyaret sebebleri hakkında bilgi almak istiyor.
Vali soruyor, “Şeyh Said Melıkan’a niçin gitmiş?”. Rüşdü Bey cevap veriyor, “Uzun süreden beridir akrabalarını görmemiştir. Melıkan’da dayılarını görmeye gitmiştir.”… Vali soruyor, “Çan’a niçin gitmiş?”. Rüşdü Bey diyor, “Çan’da kayınlarını görmeye gitmiş.”… Vali soruyor, “Dara Hênê’ye niçin gelmiş?”. Rüşdü Bey diyor, “Dostlarıyla birlikte olmaya, misafir olmaya gelmiş.”… Vali soruyor, “Peki nedir bu kadar tezahürat? Milletin çoluk çocuğuyla, hânımlarıyla sokağa çıkıp sabahtan akşama kadar “Allâh-û Ekber” diye bağırması ne demek oluyor, Rüşdü Bey? Milletin ellerindeki bu sopalar, bu silâhlar, bunların bir izahatı olmalı. Neler oluyor, söyler misin?”. Rüşdü Bey diyor, “Vali Bey! Şeyh Said Efendi, ilim ve irfanla bilinmiş bir zât ve memleketin sulh ve sükûnuyla uğraşmasından dolayı sayılan ve sevilen bir âlim olduğundan, memleketimizin geleneği olması münasebetiyle millet O’nu böylesi bir tezahüratla karşılamaya layık görmüştür.”… Vali soruyor, “Peki O’nunla görüşmem mümkün olur mu?”. Rüşdü Bey diyor, “Kendisine ileteyim görüşmek istediğinizi. Eğer kabul ederse, olur.”.. Vali Bey izah ediyor, “Çünkü Ankara’dan bana telgraf gelmiş, yukarıya bilgi vermem gerekiyor.”…
Rüşdü Bey Şeyh Said’in yanına gidip, valinin kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Şeyh Said Efendi ise, “Valiye söyle, kendisiyle görüşürüm ama üç şartım var” der.
Şeyh Said’in görüşme için valiye sunduğu üç şart şunlardır:
1 – Yatsı namazından sonra olacak. Kış mevsiminde olduğumuz için namaz vakitleri arasındaki süreler dardır. Yatsıdan sonra olursa, rahat görüşürüz. Ayrıca valinin evinde görüşeceğiz, makamında değil.
2 – Valinin hânımı huzurumuza çıkmayacak, gelip erkeklerin arasında oturmayacak.
3 – Görüşme esnasında vali başaçık oturmayacak. Biz evinde misafir olduğumuz süre boyunca başına takke takacak.
Rüşdü Bey durumu valiye iletince, vali şartları hemen kabul eder.
Valinin evinde görüşme gerçekleşiyor. Ancak bu görüşmede hiçbir tatsızlık çıkmadığı gibi, dostça bir misafirlik ve hoşça bir sohbet ortamında görüşme tamamlanıyor. Onlar valinin misafirperverliğinden, vali de onların dostluğundan hoşnut olarak biribirlerinden ayrılıyorlar.
Şeyh Said Efendi 21 Ocak günü Lice ilçesine uğruyor. Burada Lice halkı ve Liceli âlimlerle bir toplantı yapıyor. Dört gün sonra, yani 25 Ocak günü ise Hani ilçesine uğruyor ve burada Şeyh Şerif ile buluşuyor.
Şeyh Şerif ile görüştükten sonra, Hanili Salih Bey ile görüşüyor. Daha sonra da Babeğli Şeyh Mûhâmmed’in iki oğlu Şeyh Adem ve Şeyh Fethullâh ile buluşuyor.
Şeyh Said, ilk kez Hani’de yayınladığı fetvâ ile laik Türkiye Cumhuriyeti devletini “Tağutî bir devlet”, Mustafa Kamâl Atatürk’ü de “Tağut” olarak niteliyor. Şeyh Said Efendi yeni rejim için “Tağut” nitelemesini ilk kez burada kullanıyor.
Burada tam 11 gün kalan Şeyh Said, 5 Şubat günü Hani’den ayrılıyor.
5 Şubat 1925 Perşembe günü Hani’den ayrılan Şeyh Said, 8 Şubat 1925 Pazar günü, o zamanlar, şimdiki Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı bir köy olan, şimdi ise “Dicle” adıyla Diyarbakır’ın bir ilçesi olan Piran’a geliyor.
UFKUMUZ – Hmmm… Kıyam başlıyor, değil mi?
SEDİYANİ – Evet… Şeyh Said’in Piran’a geliş amacı, bu köyde yaşayan en küçük kardeşi Şeyh Abdurrahîm’i ziyaret etmektir.
Şeyh Said, Piran’da kardeşinin yanında birkaç gün kalma arzusundadır.
(devam edecek)
Fikri Amedî – Burhan Farqinî – İdris Fidâ
UFKUMUZ SÖYLEŞİ / DİYARBEKİR
14 KASIM 2012
AĞLADIKÇA YEŞİLE ÇALAR GÖZLERİN
Kirpiklerin arasından ayışığı yolla karanlık dünyama
ağlamaklı bakışlarında umut hiç eksilmesin
Hiroşima gözlerinden ihaneti bilmez bir ulus ver bana
ve yüreğinde birşeyler sakla hep acıya dair
ağladıkça benimsin sen
ağladıkça benim
güldüğün an kaybedersin beni
“bir damla su” kadar sevmenin ağır bedelidir bu
ağladıkça yeşile çalar gözlerin
çırılçıplak yıkansınlar ülkemin çocukları
gözlerindeki denizin yakamozlarında
gözyaşları boşalsın kirpiklerin arasından
ve düşsün bir damlası
Harran dudaklarıma.
Daha dün Serhat göğsüme yaslanırken
ve ellerimle okşarken Bahteran saçlarını
şimdi gözyaşlarınla ıslattığın bir mektup göndermişsin
ülkeler ötesi uzaklarından
nehirler dağlar ötesi
kavgalar ölümler savaşlar ötesi uzaklarından
yakın olmak için yalnızlığıma
yoksamak için beklentilerimi
kaç damla yaş döktürdün sayamadım
Van Gölü sularına bakan gözlerimden
beni ağlatma güneşe sevdalı topraklarda
sen ağla
senin gözyaşların taşırsın Van sularını
bir gözünde Muradiye
bir gözünde Beyazçeşme
her birinde bir şelâle olsun gözlerinin
ben ağlarsam zûlümdür adı ihanettir
sen ağlarsan sevgidir bağlılıktır
hatta İslam’dır adı
Sümeyye’dir Fatımâ’dır Zeyneb’dir
yağmurdur doğaya yeşil rengini veren
ağladıkça yeşile çalar gözlerin
ve ben sevdalıyım Zilan gibi
rengini kavak ağaçlarından alan Erciş gözlerine.