İbrahim Sediyani ile Balkanlar Üzerine

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

 

 

52... 0

     İran’da Balkanlar’a yönelik çalışma yürüten tek kurum olan İranBalkan (ﺍﻴﺮﺍﻦ ﺒﺎﻠﮑﺎﻦ) adlı kurumun başkanı Dawud Wefaî (ﺪﺍﻮﺪ ﻮﻔﺎﻴﻰ)’nin, İran’ın başkenti Tahran’da benimle yaptığı “Balkan sohbeti”ni ilgi ve değerlendirmenize sunuyorum.

     İranBalkan adlı bu kurum, İran’da Balkanlar’a yönelik çalışma yürüten tek kurumdur. Dr. Ali Şeriâtî ekolünden gelen entellektüellerin kurup yürüttüğü ve Ali Şeriâtî çizgisinde olan bir kurumdur. Râhmetli Ali Şeriâtî’nin kızı Susen Şeriâtî (ﺴﻮﺴﻦ ﺸﺮﻴﻌﺘﻰ) de bu kuruma katkıda bulunan isimlerden biri.

     Mâlumunuz olduğu üzere, Seyahâtname’nin şu anda okumakta olduğunuz 6. cildi olan İran gezisinden önce, Seyahâtname’nin 5. cildi, Arnavutluk ve Makedonya’yı kapsayan Balkan gezisiydi. Ve Balkan seyahâtnamemiz, biz İran’ı ziyaret ederken yeni bitmişti.

     Benim hiçbir şeyden haberim yok; “Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri” adıyla 21 bölüm halinde kaleme aldığım Arnavutluk ve Makedonya gezisi, her bölümü İran’da iş bu İranBalkan kurumu tarafından Farsça’ya tercüme edilip ilgiyle takip edilmiş. Bunu ben, İran’a gelince öğreniyorum.

     * * *

     – Ağa-yê Sediyani, Balkan gezinizi “Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri” adıyla kaleme aldınız. 21 bölüm süren Balkan Seyahatnamesi, hangi ülkeleri kapsıyordu ve kaç günlük bir gezi yaptınız?

     – Kasım 2010 tarihinde, Kurban Bayramı’nı geçirmek üzere Arnavutluk ve Makedonya’yı kapsayan 4 günlük bir gezi yaptım. 3 gün Arnavutluk, 1 gün Makedonya.

     – Hangi şehirleri gezdiniz?

     – Arnavutluk’ta başkent Tiran, Petrele, Burrel, Klos, Elbasan, Makedonya’da ise Struga ve Ohri.

     – Neden Arnavutluk ve Makedonya?

     – Arnavutluk ve Makedonya, Hristiyan Avrupa kıt’âsının iki Müslüman ülkesidirler. Hele Arnavutluk ki, tüm Avrupa kıt’âsında, nüfûsunun dörtte üçünden fazlasının Müslüman olduğu tek ülkedir. Arnavutluk’un bu sıfatını birkaç yıl önce bağımsızlığını kazanan Kosova da paylaşmaya başladı ama, dikkatinizi çekerim, Kosova da Arnavut. Üstelik, bu iki coğrafyayla biz yüzyıllar boyunca birlikte yaşadık; aramızda ortak bir tarih ve geçmiş var. Orada bizim bağları kopardığımız, yetim bıraktığımız, boynubükük bıraktığımız kardeşlerimiz var. Öz kardeşlerimiz hem de.

     Bir Müslüman olarak, hele hele “kalem” gibi dünyanın en ağır eşyasını eline almış bir insan olarak, yanıbaşımızda duran ve ortak bir tarihe de sahip olduğumuz Müslüman coğrafyaları görmemiş, tanımamış olmam, bu topraklar ve burada yaşayan Müslümanlar hakkında böylesine cahil olmam, bana çok ama çok dokunan bir eksiklik. Bu topraklar ve halklar konusunda bu kadar cahil kalmayı kendime yediremezdim. İşte bu yüzden burayı seçtim.

     Bu toprakları seçmekle ve bu geziyi yapmakla, ne kadar müsbet bir tercihte bulunduğumu, gezerken daha yakından müşahade ettim. Arnavutluk, sadece Arnavut ciğeri yerken aklımıza gelmesi gereken bir ülke olmamalıdır. Makedonya da, sadece Yunanistan’la arasındaki problemlerin konu edindiği haberlerini okurken hatırladığımız bir ülke olmamalıdır. Ya da, sadece spor kulüplerimiz bu ülkenin takımlarıyla maç yaptıkları zaman…

     – Önce Arnavutluk’tan başlayalım… Arnavutluk nasıl bir ülke, kendine özgü özellikleri nelerdir?

     – Arnavutluk Balkanlar’ın merkezinde olan bir ülke. % 75’i Müslüman, % 25’i Hristiyan. Bu % 75’in % 80’i Sünnî, % 20’si de Bektaşî olarak bilinmektedir. % 25’lik Hristiyan nüfûsun da % 15’i Ortodoks, % 10’u Katolikler’den oluşmaktadır.

     Arnavutluk’un yerküresinde bulunduğu nokta oldukça ilginçtir. Ekvator’a ve Kuzey Kutbu’na EŞİT UZAKLIKTA bulunmaktadır. Yani Arnavutluk, kuzey yarımkürenin tam ortasındadır.

     Arnavutluk, tarihi boyunca gün yüzü görmeyen, oldu olası dertli bir coğrafya. Müslüman olmadan önce Bizans’ın, Müslüman olduktan sonra da Osmanlı’nın en çok başını ağrıtan eyaleti oldu. Allâh-û Teâlâ’nın en güzel toprakları ve en muhteşem doğal güzellikleri verdiği, ve fakat alnına en acılı yazgıyı yazdığı bir ülke. Özellikle son yüz yıllık yakın geçmişi, tamamen acılarla dolu. 20. yy’ın ilk yarısını Faşizm işgali ve bombardımanı, ikinci yarısını da Komünizm baskısı ve zûlmü altında geçirdi, Arnavutlar. Arnavutlar Müslüman olmadan önce, yani Hristiyan iken de Roma İmparatorluğu’nun ve çevre Hristiyan kesimlerin hışmına uğrayan bir kavimdi. Çünkü Hristiyanlık’ın Begomil mezhebindendiler. 10. yy’da ortaya çıkan ve Bulgar bir râhib olan Begomil tarafından kurulduğu için O’nun adını taşıyan bu mezhep “Teslîs”i kabul etmiyordu; “Tek İlâh” inancına sahipti ve Hz. İsa (as)’yı “Allâh’ın oğlu” değil “Allâh’ın kulu ve elçisi” olarak kabul ediyordu. Begomil mezhebine mensup oldukları için İslam’la tanıştıklarında Müslüman olmaları kolaylaşmış, İslam’ı gönüllü bir biçimde kabul etmişlerdir. Bizans egemenliği altında “Teslîs inancından”, Osmanlı egemenliği altında da “saltanat yönetiminden” hoşnut olmayan Arnavutlar, her iki imparatorluğun da en çok başını ağrıtan kavmi oldular. Aslında Arnavutlar, hem Hristiyan oldukları dönemde, hem de Müslüman oldukları dönemde, mensubu oldukları dînin “sahîh olanına” meyilli bir fıtrat taşımışlar; dînin bozulmuş veya hakim güçlerin menfaatine göre biçimlendirilmiş şekline razı olmamışlardır. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ise tamamen farklı bir kaderin kurbanı olmuşlardır. Yarım yüzyıl boyunca dış saldırılar ve işgallerle boğuşup ayakta kalma savaşı verdikten sonra yarım yüzyıl da ateist bir devletin zûlüm ve baskısı altında yaşamışlar; bu dönemde ise dîn adına neleri varsa hepsini kaybetmişlerdir. Şu anda ise yoğun bir misyonerlik çemberine alınmış durumdadırlar.

     – Komünizm ve Enver Hoca döneminde nasıl bir ülkeydi, Arnavutluk? O dönemin korkunç uygulamaları hakkında oradaki insanlardan, o dönemi yaşayan canlı tanıklardan doyurucu bilgiler almışsınızdır muhakkak…

     – Namaz kılmanın cezası İDAM idi.

     Çocuğunuzu sünnet ettirmenizin cezası İDAM, artı, bütün ailenizin ve akrabalarınızın sürgün edilmesi.

     Otomobilinize “Bismillâh” diyerek binmeniz bile, evet, sadece bu davranışınızın cezası, 7 yıl hapis!

     Arnavutluk’ta 1944 – 1991 yılları arasında, tam 47 yıl boyunca hüküm süren Komünizm Rejimi (Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti), tüm dînî değerlere ve inançlara savaş açılan bir dönemdi. İlk başta Stalinist, sonra da Maoist olan diktatör Enver Hoxha (Enver Hoca) tarafından yönetilen bu dönemde Arnavutluk, dünyada, ateizmi, yani dînsizliği, “devletin resmî dîni” olarak kabul eden yegâne ülkeydi. Enver Hoxha da, diktatörlüğü boyunca en çok, “insanlık tarihinin ilk ateist devletini kurmakla” övünürdü. Doğruydu da. 1967 yılında yaptığı resmî bir açıklamada, artık Arnavutluk’ta dîn diye bir şeyin kalmadığını övünerek ilan etmişti, Enver Hoxha. Bu zât, Arnavutluk’u 11 Ocak 1946’dan ölümüne, yani 11 Nisan 1985’e kadar yönetmişti.

     “Tarihin ilk dînsiz devleti”, ne hazindir ki, Müslüman bir ülkenin topraklarında kuruluyor ve yine ne hazindir ki, bu ateist devleti kurup iktidarı boyunca başta İslam olmak üzere tüm dînlere savaş açan ve bütün ibadetleri yasaklayan tağutun ismi “Enver Hoxha” idi; ki bu tağut, medrese kökenli bir aileden geliyordu ve ailesinin soyadı da bundan ötürü “Hoxha” (Hoca) idi. Sadece kendi Müslüman halkına değil, apaçık Allâh’a karşı savaş açan Enver Hoxha adlı bu diktatör, bir İslam âliminin torunuydu. Dedesi, Osmanlı döneminde müftüydü.

     Komünist Blok’un henüz sapasağlam ayakta durduğu Soğuk Savaş döneminde, Karl Marx’ın “Dîn afyondur” sözüne uyan istisnasız tüm komünist devletler dîne karşı savaş açmışlardı ancak sadece biri, sadece Arnavutluk, ateizmi, yani dînsizliği resmî olarak anayasasına koymuştu. “Tarihin ilk ateist devletini kurmakla” övünen Enver Hoxha, 1967’de yaptığı bir açıklamada, Arnavutluk’ta artık dîn diye bir şeyin kalmadığını ilan etmişti.

     Komünist rejim Arnavutluk’ta dîn düşmanlığını devletin resmî ideolojisi ve anayasal bir prensip haline getirmişti. Komünizm’in çöküşüne kadar uygulamada olan anayasanın 37. maddesi ülke yönetimini “ateist propagandayı yaygınlaştırmak” ve “tarihî materyalizmi bütün ülke halkına kabul ettirebilmek için gereken çalışmaları yürütmekle” yükümlü tutuyordu. Yine aynı anayasanın 55. maddesinde “dînî kurumların ve sosyalist rejimle bağdaşmayan kuruluşların kurulmasının yasak olduğu” ifade ediliyordu. Bu ülkede 60’lı yılların sonuna kadar, yani komünist rejimin sadece ilk 25 yılında 2 bin 169 cami ve kilisenin kapısına kilit vuruldu. Müslümanlar’ın dînî işlerini yürütmekten sorumlu yüksek müftülük ilğa edildi. Dînî görevlerin yerine getirilmesi yasaklandı.

     Enver Hoxha’nın demir yumruğu altında İslam’ın tüm görüntülerinden arındırılan ve “dünyanın ilk ve tek ateist devleti” ilan edilen Arnavutluk, Arnavut halkındaki İslam’a yönelik aidiyet duygusuna karşı yürütülen savaşın en barbar şekillerle ortaya konduğu bir yer olmuştu. “Bilimsel ateizm” adı altında eğitim müfredatına konulan dersler, toplumun dînden arındırılması için basılan kitaplar, yapılan filmler ve her türlü propaganda malzemesi ile Arnavut halkı en basit dînî bilgilerden dahi uzaklaştırılmıştı.

     Komünist dönemde Arnavutluk’ta İslam’a karşı topyekûn bir savaş başlatılmıştı. Bu savaş, devletin “Lufta Kundër Zakoneve Prapanike” (Çağdışı Uygulamalara Karşı Savaş) adlı kültür (!) programı çerçevesinde yürütülüyordu. Bu savaşla Arnavutluk’ta tesettür kıyafeti giyme (Hicâb), alkol ve domuz etinden kaçınma gibi İslamî vecibeler ortadan kaldırılmakla yetinilmiyor, “Allâh, Yaratıcı, âhiret” inancı da sökülüp atılıyordu. Komünist Arnavutluk’un medya ve san’atında Müslümanlar çoğunlukla “Prapanikë” (Çağdışılar), “Tradhëtarë” (Dönekler), “Aziatikë” (Asyalılar), “Fanatikë” (Fanatikler), “Bixhozçinj” (Kumarbazlar), “Barbarë” (Barbarlar) ve “Përdhunues” (Irz düşmanları) olarak resmediliyordu. Müslümanlar, ana görevleri “İslamlaştırma yoluyla Arnavutluk’u Avrupa’dan koparıp feodal Asya’nın bir parçası yapmak” olan kötülük yüklü bir misyona sahip insanlar olarak tanıtılıyordu.

     Enver Hoxha döneminde, Arnavutluk’ta yaşayanların yarısına yakını ülkeyi terk ederek Kosova, Makedonya ve Montenegro gibi yerlere göç ettiler. Kalan yarı nüfûs ise “Tüm dünyanın gözü üzerimizde, vatanımızı işgal edecekler!” şeklindeki yoğun korkutucu propagandanın etkisinde kalarak koruganlarının içerisinde yıllarca ülkelerini işgal edecek hayalî düşmanı beklediler. Bu dönemin en belirgin işaretleri, ülkenin hemen her yerinde görebileceğiniz, “bunker” olarak adlandırılan koruganlardır. Enver Hoxha’nın kendi halkına yönelik olarak geliştirdiği korkutucu propagandanın ana temasına göre, ABD, SSCB, Almanya, Yunanistan, Yugoslavya, İtalya, kısacası tüm dünyanın gözü Arnavutluk’tadır ve bir işgale karşı Arnavutluk’u korumak ülkenin her ferdinin ilk görevidir. Bu konuda sistemli olarak yapılan korkutucu propaganda o denli başarılı oldu ki, sonunda Arnavutluk gibi 3 milyondan biraz fazla insanın yaşadığı bir ülkede tam 700 bin “bunker” (korugan) yapıldı. Her aileye bir korugan yapılıyor ve herkes koruganında işgale karşı direniş tatbikatları yapıyordu. Arnavutlar’ın kendi ifadesiyle, tüm bunker’lere harcanan para ve malzemeyle ülkenin en az yarısı yeniden inşâ edilebilirdi ki halihazırda Arnavutluk’taki yıkık dökük, çoğunun penceresi olmayan binaların durumu göz önüne alındığında bu gerçek ortaya çıkmaktadır. Yine Enver Hoxha tarafından, bunker’lerin sağlamlığını sınamak maksadıyla, sorumlu mühendislerin tasarladıkları bunker’lerin içine sokularak üzerlerine bomba attırdığı ve mühendislerin zarar görmedikleri de bilinmektedir.

     1957 nüfûs sayımına göre Arnavutluk’un % 73’ü Müslüman (% 60 Sünnî, % 13 Bektaşî), % 24’ü ise Hristiyan (% 14 Ortodoks, % 10 Katolik) olarak belirlenmişti. Oysa buna karşılık, örneğin başkent Tiran’da bugün sadece 8 tane cami varken tam 114 tane kayıtlı kilise bulunmaktadır. Arnavutluk’un genelinde bilinen kilise sayısı ise 1115.

     Örneğin başkent Tiran’da, 1932 yılında nüfûsu 100 bin iken şehirde tam 28 cami bulunuyordu. Şu anda ise, 2010 yılı itibariyle nüfûsu 1 milyon iken şehirde sadece 8 cami bulunuyor. Evet, aradan geçen 78 yıl içinde oluşan bu büyük çelişki, insanı hayretlere düşürecek derecede. 100 bin nüfûslu Tiran’da 28 cami varken (1932), 1 milyon nüfûslu Tiran’da sadece 8 cami (2010). Ve dahası, şu anda, 1 milyonluk Tiran’da sadece 8 camiye karşılık tam 114 tane kilise.

     Arnavutluk’ta onyıllar boyunca hâkim olan Komünizm rejimi, dîn adına, İslam adına hiçbir şey bırakmadı, maalesef. 1991 yılına kadar süren korkunç Komünizm dönemi boyunca rejim tarafından birçok imam öldürüldü, hapsedildi veya sürüldü. Mescîdler, camiler yıkıldı, bütün camiler tiyatroya, bale salonuna veya ahıra çevrildi. Dînî kitaplar yasaklanarak yok edildi. Komünistlerin Arnavut Müslümanlar’a karşı katliâmları, 1990 sonrası Müslüman nesillerin İslamî geçmişleri hakkında bütüncül bir cehalete uyanmalarına yol açtı. Bu nedenle Arnavutluk’un 1967 öncesinin Müslüman çoğunluğu 1991 yılında İslamî kimlikleri hakkında çok belirsiz fikirlere sahipti.

     1967’ye kadar Arnavutluk’ta 1666 cami varken, Komünizm’in yıkıldığı 1991 tarihinden bu yana geçen 20 yıllık bir süre boyunca Arnavut Müslümanlar tüm ülke çapında ancak ve ancak 500 tane camiyi yeniden inşâ etmeyi başarabildiler. Bugün Arnavutluk, 500 civarında camiye ve 350 kadar imama sahiptir. Bu, her 10 bin kişiye bir imam ve her 7 bin kişiye bir cami düştüğü anlamına gelmektedir.

     Rakamlar hakikaten içler acısıdır. Yürek parçalayıcıdır.

     “Tarihin ilk ateist devletinin ilan edildiği” 1967, telafisi belki yüzyıllar boyunca mümkün olmayacak büyük bir “kırılma noktası” olmuştu, Müslüman Arnavutluk için. Fakat İslam dünyası, olanlardan haberdar bile değildi; haberdar olan çok az bir kısmı ise, ilgisizdi!

     İslam ümmeti hep Filistin için “1967 öncesini – 1967 sonrasını” konuşuyordu ama, kimse Arnavutluk’un “1967 öncesini – 1967 sonrasını” kendisine dert edinmiyordu!

     Oysa 1967 yılında İslam ümmeti, Ümmet-i Mûhâmmed (saw), en büyük kırılmayı Filistin’de değil ARNAVUTLUK’ta yaşamıştı.

     – 1991 tarihinde Komünizm yıkıldı. Şimdi de Balkanlar’daki Müslüman nüfûsun karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, Misyonerlik. Seyahatname’de detaylıca anlatmışsınız. Doğrusu okurken bile insan ürperiyor…

     – Tüm dünyada olduğu gibi, Balkanlar ve Arnavutluk’ta da, vahşî ve ilkel bir rejim olan Komünizm, tarihin çöplüğüne atıldı; hakkettiği yere.

     Ancak Komünizm’in yıkılışından sonra, bu coğrafyadaki Müslüman toplulukların başına musallat olan başka bir musibet var şimdi: Misyonerlik…

     … Ve emin olun, bu seferki tehlike, Komünizm tehlikesinden çok daha büyük ve üstelik, uluslararası boyutları ve limitsiz dış destekleri de olan çok daha kapsamlı bir tehlike.

     Komünizm’in yıkılışından sonra, Batılı Hristiyan güçlerin ve emperyalist odakların en büyük korkusu, bu coğrafyadaki Müslüman topluluklar ve coğrafyanın dünyadaki Müslümanlarca unutulmuş olan İslamî dinamikleri oldu. Korku, beraberinde olağanüstü bir ilgi doğurdu. Kimi bölgelerde (örneğin Bosna) Müslümanlar katliâmlarla, soykırımlarla ortadan kaldırılmaya çalışılırken, kimi bölgelerde de (örneğin Arnavutluk) Müslümanlar sistematik bir biçimde Hristiyanlaştırılmaya çalışıldı ve bu çalışmalar daha bir hızlandırılarak devam etmektedir. Ancak birinci tür saldırıyı hemen görebilen ve tepkisini ortaya koyabilen İslam dünyası, ikinci tür saldırıyı pek göremedi. Halen dahi net biçimde görebilmiş değil, mâlesef.

     Balkan toprakları, misyoner teşkilat ve kuruluşlarının cirit attığı bir alan durumunda şu anda.

     Tüm Balkanlar, misyonerlerin cirit attığı bir alan durumunda halihazırda. Beyaz Adam bu topraklarda öyle hummalı ve sistematik bir misyonerlik faaliyeti yürütüyor ki, 20. yy başlarında Afrika kıt’âsında yürütülen misyonerlik faaliyetleriyle kıyaslanabilecek kapsamlıkta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

     Osmanlı Devleti’nin dağılmasıyla birlikte yaşanan parçalanma ve bölünmeden ilk nasibini alan, Balkanlar olmuştu. Nüfûsunun % 75’ten fazlası Müslüman olan Arnavutluk toprakları Sırbistan, Yunanistan, Makedonya, Karadağ ve Sancak’a verildi; altı parçaya bölündü. Sırplar ve Hırvatlar, Bosnalı Müslümanlar üzerinde hükümranlık kurmaya kalkıştılar. Bir zamanlar çoğunluk olan Müslüman halklar bu yolla azınlık konumuna düşürüldüler. İkinci sınıf vatandaş kabul edilen Balkan Müslümanları, sürgün, asimilasyon ve dînlerini terk etmeleri yönünde baskılara maruz kaldılar. Tehcire zorlanan Balkan Müslümanları Sırplar, Yunanlar, Makedonlar, Karadağlılar, Bulgarlar ve Hırvatlar tarafından ağır, sürekli ve yoğun bir şekilde baskı ve işkencelere maruz bırakıldılar.

     Balkanlar’da Türkiye’den sonra en çok Türk nüfûsunu barındıran ülke olan Bulgaristan’da 30 Haziran 1995 tarihi itibariyle Dîn İşleri Kurulu’na kayıtlı toplulukların sayısı 30’dur. Bunların 5 tanesi bilinen Bulgar Ortodoks Kilisesi, Müslümanlar’ın Dînî Teşkilâtı, Katolik Kilisesi, Ermenî Ortodoks Kilisesi ve Yahudî Hahamlığı’dır. Kalanların hemen tamamını ise Methodistlik’ten Evangelistlik’e, Mormonlar’dan Luthercilik’e kadar uzanan ve genel olarak “Protestanlık” ortak ismi altında toplanabilecek Hristiyan misyonerlik teşkilâtlarına ait kiliseler ve küçük topluluklar teşkil eder.

     Bulgaristan’da özellikle Protestan Hristiyanlar’ın (Evangelist, Methodist, Yehova Şâhîdleri) faaliyetleri çok güçlüdür. Protestanlar çalışmalarını daha çok bir milyon civarında oldukları tahmin edilen Müslüman Romanlar (Çingeneler) arasında yürütüyorlar. On yıl öncesine kadar büyük çoğunluğu Müslüman olan Romanlar’ın, bugün pek çoğu Hristiyan olmuş bulunuyor. Romanlar arasındaki misyonerlik çalışmaları genellikle Almanya, İsviçre ve ABD destekli misyoner teşkilâtları tarafından yürütülüyor. Buralarda faaliyet gösteren misyonerler çok zengin teşkilâtlarca desteklendikleri için Romanlar’a yıllardır büyük gıda ve giysi yardımları yapmış ve bu yolla Müslüman Romanlar’ı kiliselere çekmişlerdir. Misyonerler yine Romanlar’ın yoğun olarak yaşadığı bütün şehir ve köylere kilise evler yapmaktadırlar. Ayrıca başarılı ve zeki Romanlar’ı Bulgaristan’daki enstitülerinde veya yurtdışındaki okullarında eğitip daha sonra “rahib” olarak görevlendirmektedirler. Aynı zamanda yetimhaneler, hastane ve klinikler yaparak buralardaki Müslümanlar’ı Hristiyanlaştırmak için çalışmaktadırlar. Bu çalışmalar sonucunda özellikle Sofya, Montana, Vidin, Vratsa, Küstendil gibi Batı Bulgaristan’da yaşayan Romanlar maalesef İslamiyet’ten büyük ölçüde koparılmış durumdadır. Bulgaristan’daki misyonerlik faaliyetleri daha çok Smolyan, Devin, Kirkovo gibi Pomak Müslüman bölgelerinde de yürütülmektedir. Misyonerler son birkaç yıldır da Türk köylerinde kaset ve kitap dağıtma, film seyrettirme gibi birtakım çalışmalar yapıyorlar.

     Romanya’da hepsi de ABD Misyonerlik Kuruluşu’na bağlı toplam 59 misyonerlik teşkilâtı bulunuyor. ABD menşeli bu kuruluşlarda toplam 345 misyoner faaliyet yürütmektedir. Bu misyonerlerin 198’i Amerikalı, 147’si Romen vatandaşı ve 9’u da çeşitli ülkelerden yabancılardır. Ülkeyi baştan başa yayın alanı içerisine alacak 12 Protestan Hristiyan radyo istasyonunun kurulması çalışmaları yürütülmektedir.

     Bosna – Hersek’teki savaşa kadar bölgede 5 ayrı Protestan misyoner teşkilâtına bağlı 28 cemaat halinde 1203 kayıtlı Protestan vardı. Savaş ve savaş sonu dönemde bu sayı azalacağına artmıştır.

     Sırp “çetnik”lerinin Bosna ve ardından Kosova’da akıttıkları kan ve işledikleri suçlar, uluslararası güçlerin bu ülke topraklarında konuşlanması ile önlendi. 1996 yılında çokuluslu Bosna – Hersek NATO İstikrar Gücü (SFOR) Bosna – Hersek’te ve 1999 yılında Kosova Barış Gücü (KFOR) Kosova’da uluslararası yönetimler kurdu. Ancak bu yabancı güçler Bosna ve Kosova’ya girdiklerinde pekçok misyoner örgütü de beraberlerinde getirdiler. Bosna ve Kosova’daki Sırp vâhşeti sona erdiğinde, geriye ekonomisi ve altyapısı mahvolmuş, Avrupa’nın en yoksul iki ülkesi kaldı. Bu durum geniş imkânları ve muazzam parasal kaynakları arkasına alan misyonerler için çok rahat faaliyet yürütme fırsatı demekti. 40 yıla yakın bir süre Enver Hoxha’nın yönettiği Arnavutluk, 33 yıl boyunca Todor Jivkov’un iktidarda kaldığı Bulgaristan ve 35 yıl boyunca Tito’nun idare ettiği Yugoslavya Cumhuriyeti’ne bağlı ülkelerde de durum bundan farklı değildi. Müslüman halklara yönelik isim değiştirme, ana dilde konuşma, kıyafet, ibadet etme, eğitim kurumu açma yasağı uygulanan Arnavutluk, Bulgaristan ve Yugoslavya’daki Müslümanlar’ın içinde bulunduğu maddî ve manevî sıkıntılar, misyoner örgütlerin bu ülkelerdeki faaliyetlerinde büyük rahatlık sağlıyordu.

     Kosova, insanî yardım maskesine bürünen Batılı misyonerlerin hedeflerinin başında geliyor. 700’den fazla Batılı kuruluş bölgede açık ya da gizli misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Birleşmiş Milletler (BM) Kosova Misyonu İdaresi raporunda bile, Kosova’da 71 misyoner kuruluş yer aldığı ve bunların çoğunluğunun Kuzey Amerika ve İngiltere’den gelen Protestan gruplardan oluştuğu açıkça belirtiliyor. Balkanlar’da ilk kez 1991’de faaliyete başlayan Cross World bugün Kosova’nın farklı şehirlerinde spor salonlarına, eğitim odalarına, ofislere ve bilgisayar kurslarına sahip. Aynı şekilde Kosova’da faaliyet gösteren World English Institute (WEI) adlı bir İngilizce kursu halka dağıttığı broşüre İncil’den âyetlerle başlıyor ve gençleri ABD’li, İngiliz ve Kanadalı öğretmenler nezaretinde İncil’den derslerin verildiği kursa dâvet ediyor. Sosyal yardım kuruluşları, hastaneler, okullar, dil merkezleri, yetimhaneler gibi bilindik misyonerlik yöntemlerinin yanısıra ABD’nin ülkenin siyasetindeki belirleyici rolü, Kosova’yı misyonerler için çok daha kolay bir av haline getiriyor. Öyle ki, binlerce Kosovalı 4 Temmuz’da ABD’nin bağımsızlık sevincini, 11 Eylül’de de yasını paylaşmak için şehir ve köylerde sokaklara dökülüyor. “Gökte Tanrı, Yerde Amerika” deyişi Kosovalılar arasında oldukça yaygın.

     Makedonya’da Arnavutlar ve Müslümanlar azınlık olduklarından dolayı dîn ve kültürlerine daha iyi sahip çıkıyor ve bu tür faaliyetlere prim vermemeye çalışıyorlar. Hâkim Makedonlar’ın Arnavutlar’a karşı tutumu, önceki yıllarda yaşanan dîn, etnik köken eksenli gerginlikler, misyonerlik faaliyetlerini ve Batı kültürünün egemenlik kurma çabalarını Makedonya’da epeyce kırıyor.

     Makedonya’da 5 ayrı Protestan misyoner kuruluşuna bağlı 19 cemaate kayıtlı 1500 civarında Protestan vardır. Protestan misyonerler yayınlarında bu ülkede yaşayan Türkler’i, Müslüman Arnavutlar’ı ve Müslüman Çingeneler’i bilhassa hedef kitle olarak işaret etmektedirler.

     Arnavutluk, Avrupa’daki ilk Müslüman devlet olarak ortaya çıktığı 1913 yılından beri, Arnavut halkını Hristiyanlaştırmak isteyen misyoner örgütler tarafından şiddetli ve sürekli bir saldırı altında tutuluyor. En kötü Hristiyanlaştırma dalgası, komünist rejimin çöktüğü yıl olan 1991’den sonra yaşandı. İslam’ın kültürel ve dînî altyapısına büyük zararlar veren komünistler, İslam’dan uzaklaştırılan Arnavutluk’un Hristiyanlaştırılması için gerekli tüm imkânları sağlamış oldular.

     Dîn değiştiren Arnavutlar’a Arnavutluk’ta ve Avrupa ülkelerinde politik ve ekonomik destek olunuyor. Komünizm sonrası, ekonomisi mahvolmuş olan bu ülkede, birçok insan yüksek mevkiîlerde iş bulabilmek için dîn değiştirdi. Öyle ki bugün Arnavutluk’un başta devlet başkanı, istihbarat şefi, Tiran valisi, başta ekonomi bakanı olmak üzere akademisyenler, yargı görevlileri gibi üst düzey yöneticilerin hepsi Hristiyan. Yani ülkede yaşayan % 20’lik Hristiyan kesim, % 80’lik Müslüman çoğunluğa muazzam bir üstünlük sağladı. Gelinen bu noktada Müslüman Arnavutlar’ın emniyet, ordu, üniversite ve çeşitli kuruluşlarda memur olma ihtimali dahi ortadan kalkmış durumdadır.

     Bunun en önemli sebebi de, % 20’lik Hristiyan kesimin Batılı ve Hristiyan devletlerden gördüğü yoğun ilgi ve aldığı sınırsız desteğe karşın, % 80’lik Müslüman çoğunluğun İslam dünyası tarafından ve dünyadaki diğer Müslüman kardeşleri tarafından tamamıyla unutulması, ilgisiz bırakılması, hatta tamamen kendi kaderine terkedilmesi.

     1991 yılından sonra sınırlarını Batılı ülkelere açan Arnavutluk, Protestan, Mormon, Yehova Şâhîdleri, Evanjelist, Kalvinist, Adventist, Tele – Evanjelist, Kadıyanî ve Bahaîlerin akınına uğradı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2006 tarihli “Arnavutluk Raporu”na göre Arnavutluk’un nüfûsu 3 milyon 600 bindir. Ülkede dînî vakıf, grup ve kuruluş 245’i bulmaktadır. Tiran Adliyesi’ne kayıtlı bu 245 dînî kuruluşun sadece 34’ü Müslümanlar’a, 189’u Hristiyanlar’a aittir. Bu 189 kurum Amerika ve Batı Avrupalı Hristiyan misyonerlere aittir. Kaldı ki Arnavutluk nüfûsunun dörtte üçü Müslüman’dır. Misyoner örgütler arasında ilk sırada Amerikalılar yer almakta, diğerlerini ise Batı Avrupalı ve – en az sayıda – Ortadoğulular oluşturmaktadır. Burada 33 ABD misyonerlik teşkilâtına bağlı 127 Amerikalı, 21 Arnavut ve 37 başka ülkelerden misyonerler vardır. Bu ülkedeki Kanadalı misyonerlik kuruluşlarının sayısı 5, Kanadalı misyonerlerin sayısı ise 2’dir. Ülkede 1995 yılı itibariyle 80 Hristiyan tarikat ve dînî teşkilâta bağlı yüzlerce misyoner faaliyet göstermektedir. Aynı rapora göre Arnavutluk Dîn İşleri Komitesi 2004 yılında 1084 yabancı misyonere devamlı oturma izni vermiştir. Ülkede dînî eğitim veren 101 okulun yalnızca 7 tanesinin Müslümanlar’a ait medreseler olduğunu, bu medreselerden yılda mezun olan öğrenci sayısının 100’ü aşmadığını, buna mukabil her yıl 2600 civarı Hristiyan öğrencinin mezun olduğunu göz önünde tutarsak Hristiyan dünyanın çalışma hızı, imkânı ve azmi ile Müslümanlar’ın çalışmalarının kıyas bile kabul etmeyeceğini anlarız.

     Bu misyonerlerin tamamına yakını 1990’dan sonra bu ülkeye gelmişlerdir. Bunlar hatta birbirleriyle rekabet halindedirler ve sokaklarda propaganda malzemesi dağıtmaktadırlar.

     Müslüman Arnavutluk’un “yeniden diriliş” umudu, uyuyan Müslüman dünyanın büyük okyanusunda kaldı. Onlar, ülkelerindeki istilâcı binlerce Hristiyan misyoner, işadamı, görevli, enstitü ve organizasyona bakıp Müslüman dünyanın da bir gün kendisini yenileyerek, Avrupa’nın eşiğinde yaşayan dîn kardeşlerini hatırlayacaklarına dair umutlarını muhafaza ediyorlar. Ancak şimdiye kadar Müslüman dünya, saldırgan tarihî Hristiyanlık’ın gemlenemeyen ağzında, İslam dünyası okyanusundan çok uzakta, dostane olmayan bir bölgede ölüm – kalım savaşı vermek zorunda olacak Arnavutluk Müslümanları’nı, onların Avrupalı görünüşleriyle hatırladı.

     Müslüman Arnavutluk’un yeni sahipleri, İslam’dan dönen bir mürted olarak ömrünün sonuna kadar bir Haçlı savaşçısı olarak Müslümanlar’a karşı savaşmış olan Skënderbej (İskender Bey) ile yine Müslüman bir ailenin kızı olarak Katolik olarak büyütülüp misyoner yapılmış olan Nënë Tereza (Rahibe Teresa)… Müslüman bir ülkenin yeni sahipleri ne yazık ki bunlar…

     1997, Arnavutluk’taki Müslümanlar için gerçek anlamda bir “dönüm noktası” oldu. Müslümanlar âdeta, geçmişteki acılarına yeniden döndürüldüler.

     Yunanlar ve CIA, 1997’de Sali Berisha’nın demokratik rejim yapısına karşı yapılan darbeyi desteklediklerinde, demokrasinin ana destekçileri olan Arnavut Müslümanlar için yeni bir zûlüm dalgası başlatılmış oldu. Eski komünist ve zimmî geçmişiyle, fundamentalist Arnavut ve Ulahlar’ın baskın olduğu Arnavutluk Sosyalist Partisi (Partia Socialiste e Shqipërisë), 1997 yılında iktidara geldi. Onların İslam’a karşı olan nefretleri tüm politik hareketleri ile ortaya konuluyordu ve bazı Batılı analistler Sosyalist Parti’yi ve onun rejimini “biraz Ortodoks eğilimli” olarak değerlendiriyorlardı. Onların yönetiminin ilk dönemi boyunca sosyalistler Arnavutluk’ta İslam’a karşı ikinci bir Haçlı Savaşı’nı yürüttüler ve ülkede birçoğu Araplar tarafından işletilen İslamî organizasyonları kapattılar. Dînî pratiğe sahip Müslümanlar ve imamlar, zûlüm ve kötü muameleye tabi tutularak bezdirildiler. Bunların yapılmasında devletin gizli servisi kullanıldı ve “küresel teröre karşı savaş” mazaretiyle sosyalist rejim, İslam’a genel bir düşmanlık yöneltti. Hükûmetin desteklediği gazeteler, kutsal değerlere sövgü ve İslam karşıtlığı dalgası başlattılar. Onların zûlüm dalgaları süresince sosyalistler Batı’nın rıza ve desteğine sahiptiler. Sosyalistler, Müslüman Arnavutluk’un iyi bir İslam karşıtlığı koruyucusu olarak görüldüğünden onların politik manipülasyonları ve ahlaksızlıkları Batı tarafından desteklendi. Yönetim süresince sosyalist hükûmetin bakanlarının baskın sayısı sonucu yönetim Ortodoks Hristiyan idi.

     Arnavutluk ve Kosova’da, Amerikan karşıtı olanlar sansür ediliyor, ekonomik ve politik açıdan yıpratılıyorlar. Son 20 yıl boyunca Arnavutluk ve Kosova’da bazı Arnavutlar ve yabancılar Amerikalılar tarafından kaçırılmıştır. “Teröre karşı savaş” olarak anılan dönem boyunca Amerikalılar, Arnavutluk ve Kosova’da sivil toplum, medya ve politik hareketler üzerinde demir yumruk politikası uyguladılar. Bir ülkede Amerikan karşıtı hislerin olması ya da en azından bunların konuşulabilmesi için gereken ilk şey,  zengin, bağımsız ve uluslararası politikalar hakkında iyi eğitilmiş bir sivil toplumun varlığıdır. Maalesef Arnavutluk ve Kosova’da bu tür bir sivil toplum yok. Bugün Arnavutluk ve Kosova’da çalışan STK’ların büyük çoğunluğu varlığını Amerikan ve Avrupa parası ile sürdürmektedir. Ve bu insanlar için kendilerini besleyen eli eleştirmek çok zordur.

     11 Eylül, Arnavutluk’ta 1997 yılında başladı. 1997’deki iç savaş ülkeyi bir girdaba çekti. Müslüman Arnavutlar için politik zûlmün başlangıcı bir dönem olan sosyalistleri iktidara getirdi. 1997’den 2005 yılına kadar Amerikalılar, büyük çoğunluğu Arap ve Pakistanlı olan birçok Müslüman’ı Arnavutluk’tan kovdu, zûlmetti ve öldürdü. Amerikalılar, 11 Eylül sonrası dünyanın her yerinde ne yaptılarsa bunları daha evvel Arnavutluk’ta denemişlerdi.

     Türkiye Dışişleri Bakanı sevgili Ahmet Davutoğlu, 2007 yılındaki bir görüşme esnasında ünlü Arnavut tarihçi Olsi Jazexhi’ye, “Arnavut millîyetçiliğinin Hristiyan temellerde yükseltilme çabasının farkında olduğunu” söylemiş ve bunu örnekleriyle açıklamıştı. Tespitinde haklı olsa da, bununla mücadele için fiilen ortaya konulan yolların kifayetsizliğini görmemesi şaşırtıcıydı. Zira Türkiye’nin bölgedeki çabalarının yetersizliğini ve kimi zaman anlamsızlığını vurgulayanlar, sadece bölgeyi takip eden Türkiyeliler’le sınırlı değil. Bilge insan râhmetli Aliya İzzetbegovič’in yanında bir ömür geçirmiş olan Prof. Dr. Cemaludin Latič, Türkiye’den Millî Gazete’ye verdiği bir ropörtajda, “Türkiye, sadece Mostar Köprüsü için 2 – 3 milyon Euro harcamak yerine, sürgüne gönderilmiş ve geri dönmüş Boşnak Müslümanlar’ın hayata tutunmaları için yalnızca yarım milyon Euro gönderseydi çok daha müsbet bir iş yapmış olurdu. Öyle zannediyorum ki, Müslüman Boşnaklar’ın farklı şekilde yardıma ihtiyacı varken, dağa taşa para harcamak onlara daha kolay geliyor. Ancak unutmasınlar ki, Avrupa’nın orta yerinde Müslüman ve Osmanlı kültürünün yaşamasını istiyorlarsa önce insanı yaşatmaları gerekir. Müslümansız taşın hiçbir anlamı yok. Belgrad ve Niš’te olduğu gibi bir zaman sonra sahipsiz kalan herşey Sırp ve Hırvat vâhşetinden nasibini alacaktır” demişti.

     Oysa Arnavutluk’taki Müslümanlar’ın ve hatta tüm Balkan Müslümanları’nın temel ve acil ihtiyacı taş, köprü, kurban eti, yiyecek – içecek, giyecek, elbise vb. şeyler değil. Tadı “bal” ama kaderi “kan” olan, nehirlerin hüzünlü hüzünlü aktığı, her akarsuyun akıntısında yüzlerce, binlerce acı hâtıranın bulunduğu Balkan coğrafyasında yaşayan Müslümanlar, tamamen boynubükük, öksüz ve kimsesiz bırakıldı. Müslümanlar namaz kılmasını bilmiyorlar, ortaokula giden Müslüman çocuklar Peygamber (saw)’lerinin ismini dahi bilmiyorlar.

     Burada yaşayan ama yüz yıla yakın zamandır unuttuğumuz, ortak bir geçmişimiz olduğu halde tamamen koptuğumuz, kendi kaderlerine terkettiğimiz Balkan Müslümanları’nın İslamî bilincini yeniden kazanmaya, Tewhîd akidesiyle yeniden tanıştırılmaya ihtiyacı var. Binlerce misyoner teşkilâtın cirit attığı ve bunların da emperyalist güçler tarafından desteklendiği bir coğrafyada, Qûr’ân mesajının taşıyıcılığını yapmak, buradaki kardeşlerle “dâvetçi” bir kimlikle buluşmak, sanırım bizim Müslüman kuruluşlara ağır hatta tehlikeli geliyor. Çünkü bunlar, “mayınlı alanlar”… 

     İnsana yatırım yapmak, “bedel” gerektiriyor çünkü. İnsana yatırım yapmaya niyetlenmişseniz, bunun bedeline de hazır olmalısınız. Ancak dağa, taşa, mideye, üst başa yatırım yapmak, bedeli olmayan, üstelik mevcût hükûmetinizin de arkanızda olmasıyla popülaritesi de oldukça yüksek bir iş.

     Haçlı dünyası yüzlerce misyonerlik teşkilâtı ve binlerce misyoneriyle Balkanlar’da harıl harıl çalışırken, sadece son birkaç yıl içinde Arnavutluk’un Müslüman nüfûsunun % 3, 1’i Hristiyanlaştırılırken, Kosova’da bütün evler misyonerler tarafından tek tek taranıp ziyaret edilirken ve hatta, ülkedeki tüm evler ziyaret edildiği için şimdi ülke ikinci kez yenibaştan taranırken, Bulgaristan’daki Müslüman Çingeneler para ve maaş karşılığı Hristiyanlaştırılırken, biz olan biteni sadece seyretmekle yetiniyoruz. Yaptığımız, Qûr’ân-ı Kerîm’den daha fazla elimize alıp taşıdığımız bayraklarımızı, afişlerimizi, logolarımızı oraya buraya asarak, dünyanın farklı coğrafyalarında “Osmanlıcılık” oynamak…

     Balkanlar’daki Müslümanlar’ı tamamen kendi kaderlerine terkedip, başlarındaki musibetten zor bela da olsa zaten kurtulmuş olan Mısır ve Tunus halklarına meydanlardan selam göndermek daha kolay çünkü.

     Mısır, Tunus vs. coğrafyalardaki Müslümanlar’ın yaşadıkları sorunları atlatması, başlarındaki musibetlerden kurtulması için dışarıdaki Müslümanlar’a – dolayısıyla bize de – ihtiyaçları yoktur. Onlar kendi kendilerine yetiyorlar.

     Onlara lazım olan şey sadece bilinç ve cesaret idi ve bunu kazandıkları vakit başlarındaki musibetlerden birkaç gün içinde kurtulabildiklerini hep birlikte gördük.

     Bizler yıllar yılıdır, bizlere hiç ihtiyaçları olmayan coğrafyalardaki Müslümanlar’ın sorunlarıyla ilgileniyor, onların dertleri ve gündemleriyle yatıp kalkıyoruz. Buna mukabil, bizlere çok acil olarak ihtiyaçları olan, onlara verebileceğimiz en ufak bir selama ve dayanışmaya bile şiddetle ihtiyaçları olan Balkan Müslümanları’nı ise tamamen unuttuk, kendi kaderlerine terkettik.

     Bizlere hiç ihtiyaçları olmayan coğrafyaların gündemleriyle ve sorunlarıyla yatıp kalkarken, bizlere şiddetle ihtiyaçları olan coğrafyaların sorunlarını gündemimize bile almadık.

     Arnavutluk ve Makedonya gezisinden önce ben durumun vehâmetinin bu derece korkunç olduğunu bilmiyordum. Fakat oraları gördükten sonra anladım ki, bizim aslında gece gündüz Balkan Müslümanları ile ilgilenmemiz gerekiyormuş.

     Çünkü onlar Mısır, Tunus ve diğer coğrafyalardaki Müslümanlar gibi “kendi kendilerine yeter” durumda değildirler. Dışarıdaki Müslümanlar’ın uzatacağı ele şiddetle ihtiyaçları var. Çok acil hem de.

     Bizler mâlesef Balkan Müslümanları’nı tamamen unuttuk, kendi kaderlerine terkettik.

     Oysa 25 Nisan 1993’te uçakla Tiran Havaalanı’na inen Papa II. Jean Paul, Arnavutluk’a ayak basar basmaz, eğilip toprağı öperken, sanki Arnavutluk’u yeniden kutsuyordu.

     Hayatınızda ilk kez gittiğiniz veya çoook uzun yıllar sonra ilk kez gittiğiniz bir memlekette, oraya ayak basar basmaz eğilip toprağı öpmenizin ne anlama geldiğini, dünyadaki herkesin anlayabileceği kanaatindeyim. Çünkü bu davranış, kültürden kültüre veya topluluktan topluluğa ya da coğrafyadan coğrafyaya farklı anlamlar taşıyan bir davranış değildir.

     Eğilip toprağı öpmek, dünyadaki her kültürde, her toplulukta ve her coğrafyada aynı anlama gelen bir davranıştır.

     – Seyahâtname’de, çok ilgimizi çeken ve okuduğumuzda oldukça şaşırdığımız bir bilgi vermiştiniz. Arnavutluk’un başkenti Tiran’ın, adını bizim başkentimiz Tahran’dan aldığı bilgisi. Siz aynı zamanda “Adını Arayan Coğrafya” kitabının yazarısınız ve bu “yer isimleri” konusunda uzman bir isimsiniz. Olayı bir kez daha anlatabilir misiniz?

     – Evet… Aslında, son gezdiğim başkent olan Tiran’dan hemen sonra, şimdi gezdiğim başkentin de Tahran olması, çok ilginç bir tevafuktur. Zirâ Seyahâtname’de de anlattığım üzere, Arnavutluk’un başkenti “Tiran”, adını İran’ın başkenti “Tahran”dan alıyor.

     Tiran her ne kadar Arnavutluk’un başkenti ve en büyük şehri ise de, tarihi o kadar da eski değildir. Osmanlılar zamanında, Arnavut bir paşa olan Sulejman Bargjini (Süleyman Bargyini) Paşa tarafından 1614 tarihinde küçük bir köy olarak kurulmuştur.

     1614 tarihinde bu küçük köyü kuran Süleyman Paşa (Sulejman Bargjini), köye, şu anda İran İslam Cumhuriyeti’nin başkenti olan Tahran (Tehran)’ın isminden esinlenerek “Tiran” adını verdi.

     Yeniçeri Ocağı’nda yetişen Arnavut bir Osmanlı paşası olan Süleyman Paşa, sadece Tiran köyünü kurmakla kalmamış, bu bölgeye pekçok cami, çarşı ve hamam da kazandırmış bir kişilikti. Türbesi (Arn. Tyrbja e Sulejman Pashës; Türk. Süleyman Paşa Türbesi) bugün başkent Tiran’dadır. Şehirde Süleyman Paşa’nın ayrıca bir heykeli de vardır ve bu heykel, “Sheshi Sulejman Pasha” (Süleyman Paşa Meydanı) isimli meydandadır.

     Süleyman Paşa, büyük bir askerî dehaya sahip, Osmanlı – İran Savaşları’na “komutan” düzeyinde katılmış ve Safewî ordusuna karşı büyük başarılar kazanmıştı. Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, İran Safewî ordusuna karşı bu başarıları kazanırken, muzaffer ordunun komutanı Süleyman Paşa, Safewî Devleti’nin hüküm sürdüğü İran coğrafyasına hayran kalmış, İran ülkesinin, bu toprakların güzelliğine adetâ âşık olmuştu.

     Süleyman Paşa yalnızca doğuda İran Safewî İmparatorluğu’na karşı değil, batıda Haçlılar’a karşı yapılan savaşlarda da “komutan” düzeyinde yer almış, Osmanlı ordusunun Haçlı güçlerine karşı yaptıkları savaşlarda komutanlık yapmış, orduyu yönetmişti.

     Tahran Belediyesi’nin yerinde olsam, Tiran Belediyesi’ne “kardeş şehir” anlaşması imzalamak için teklif sunardım. 🙂 🙂

     – Bunu Tahran Belediyesi’ne söyleyelim o zaman? 🙂 🙂

     – Evet söyleyelim. 🙂

     – Arnavutluk’tan Makedonya’ya geçerken, sınırda arabayı durduruyor ve iki ülke sınırını yürüyerek geçiyorsunuz. Seyahâtname’de siz bunu anlatırken, “KÜRDİSTAN” ve “MAKEDONYA” isimleri arasında bir özdeşlik kurarak, çok ilginç ve çarpıcı bir şekilde anlatmışsınız. Nasıl bir duyguydu o?

     – Arnavutluk’tan Makedonya’ya hep birlikte yürürken, birden Sivaslı arkadaşımız Murat’ın elinde pasaportunu sallayıp, “Bakın arkadaşlar, pasaportumda ne yazıyor?” demesi üzerine Murat’ın pasaportu elden ele dolaşmıştı. Hepimiz şaşkın bakışlarla Murat’ın pasaportundaki o damgaya, damganın üzerindeki o 9 harflik ibareye bakıyorduk.

     Murat’ın pasaportunda büyük büyük harflerle “KURDİSTAN” yazıyordu.

     Murat bir iş gezisi için Kürdistan’ın başkenti Erbil (Hewlêr)’e gitmiş. Güney Kürdistan’a gidip gelirken doğal olarak pasaportuna da Kürdistan’a giriş – çıkış yaptığına dair damga vurulmuş.

     İşin çok ama çok tuhaf olan, insana “tevafukun bu kadar güzeli de ancak böyle olur” dedirten bir durum vardı ortada ki, o hakikaten çok ilginç olan durum şuydu: Türkiye “Kürdistan” ismini kabul etmiyordu; Yunanistan da “Makedonya” ismini kabul etmiyordu. Biz ise, elimizde Türkiye’nin varlığını kabul etmediği “KÜRDİSTAN” damgası bulunan bir pasaportla, girişinde Yunanistan’ın kabul etmediği “MAKEDONYA” tabelası bulunan topraklara ayak basıyorduk.

     Bu kadar ilginç bir olay olabilir mi hakikaten?!

     Bütün dünya Kürdistan’a “Kürdistan” diyor; Türkiye hariç! Bütün dünya Makedonya’ya “Makedonya” diyor; Yunanistan hariç!

     Türkiye’ye göre Kürdistan diye birşey yok! Yunanistan’a göre de Makedonya diye birşey yok! Oysa biz, üzerinde aslanlar gibi “KÜRDİSTAN” yazan bir pasaportla üzerinde aslanlar gibi “MAKEDONYA” yazan bir tabelanın dikili olduğu ülkeye giriş yapıyorduk.

     Tevafukun bu kadar güzeli de ancak böyle olurdu.

     Biz elimizde KÜRDİSTAN pasaportuyla MAKEDONYA tabelasının dikili olduğu ülkeye ayak basarken, aslında hem Türk şovenizmine ve inkârcılığına, hem de Yunan şovenizmine ve inkârcılığına en güzel cevabı veriyorduk.

     Türkiye ve Yunanistan, hâlâ Kürdistan ve Makedonya için “öyle bir yer yok” deyip dursunlar! Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî ne güzel söylemiş: “Bir şeyi sen bilmiyorsun, tanımıyorsun diye o şey yok demek değildir.”

     Halbuki, daha ortada “Türkiye” diye birşey yokken “Kürdistan” vardı ve aynı şekilde, daha ortada “Yunanistan” diye birşey yokken de “Makedonya” vardı. Sonsuza kadar da var olacaklar, inşallâh.

     – Gelelim Makedonya’ya… Makedonya nasıl bir ülke, kendine özgü özellikleri nelerdir?

     – Makedonya coğrafyası, bugün bağımsız Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Kosova ve Arnavutluk arasında 6 parçaya bölünmüş bir coğrafyadır. Bağımsız Makedonya, Yunanistan Makedonyası ve Bulgaristan Makedonyası bu ülkenin “büyük parçalarını”, Sırbistan Makedonyası, Kosova Makedonyası ve Arnavutluk Makedonyası ise bu ülkenin “küçük parçalarını” oluşturur. Toplam yüzölçümü 67 bin km² olan ve toplam nüfûsu 4 milyon 900 bin civarında belirtilen tarihî ve coğrafî Makedonya’nın 6 parçasından sadece biri “Makedonya Cumhuriyeti” adıyla bağımsızlığını kazanmış durumdadır.

     2 milyon 52 bin 722 nüfûslu Makedonya Cumhuriyeti, çok dînli ve çok mezhebli bir ülkedir. Ülke nüfûsunun % 64, 7’si Ortodoks Hristiyan, % 34, 3’ü Sünnî Müslüman, % 1’i ise Katolik Hristiyan’dır. Ülkedeki Müslümanlar etnik köken olarak genelde Arnavut, Boşnak, Türk ve Çingene iken 160 bini Makedonya’da, 40 bini de Arnavutluk’ta yaşayan 200 bin kadar Müslüman Makedon da vardır. Makedonya’daki İslamî anlayış, hemen hemen tüm Balkan ülkelerinde olduğu gibi kuvvetli bir şekilde tasavvufî kökenlere yaslanır. Makedonya’da toplam 1200 kilise ve 400 cami vardır.

     Aynı zamanda çok dîlli ve çok kavimli bir ülkedir. Ülke nüfûsunun % 64, 18’i (1 milyon 297 bin 981 kişi) Makedon, % 25, 17’si (509 bin 83 kişi) Arnavut, % 3, 85’i (77 bin 959 kişi) Türk, % 2, 66’sı (53 bin 879 kişi) Çingene, % 1, 78’i (35 bin 939 kişi) Sırp, % 0, 84’ü (17 bin 18 kişi) Boşnak, % 0, 48’i (9 bin 695 kişi) ise Ulah’tır. Makedonca ve Arnavutça, ülkede “resmî dil” statüsündedir ve tüm yerleşim birimlerinin isimleri, trafik levhaları ve resmî tabelalar bu her iki dilde birden yazılır. Ülkedeki her etnik grubun “anadilde eğitim hakkı” vardır. İsteyen herkes ilkokuldan üniversite bitimine kadar kendi anadiliyle eğitim görür.

     Bazıları tarafından “Makedonya” ismine bile tahammül edilmeyen bu güzel ülke, kendi içinde her türlü özgürlük ve serbestiyet ortamını sağlamış durumdadır. Kan ve gözyaşı üzerine kurulu, etnik ve dinî farklılıklardan dolayı savaşların çıkıp da insanların biribirlerini en acımasız ve gaddar bir biçimde katlettiği Balkanlar gibi bir coğrafyanın tam ortasında yer aldığı halde, Makedonya, kendi içinde gerçek anlamda barış ve kardeşliği sağlamış durumda. Etrafı barbarlarla ve yamyamlarla çevrili bir coğrafyada, tıpkı İsviçre gibi medenî bir ülke kurmuş Makedonlar. Hem de, sadece 20 yaşında, gencecik bir devlet olduğu halde.

     Makedonya’nın en büyük topluluğu Makedonlar, ikincisi Arnavutlar. Bu iki etnik topluluğu Türkler, Ulahlar vb. topluluklar takip ediyor. Makedonya Cumhuriyeti devleti sadece Makedonca’yı değil, Arnavutça’yı da “ülkenin resmî dili” yapmış. Ülkenin iki tane resmî dili var. Bütün yerleşim isimleri, sokak ve cadde isimleri, bütün resmî tabelalar, resmî dairelerdeki bütün tabelalar “çift dilli”. Ülkenin iki büyük dili ve etnik topluluğunun konumu aynı. Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yok.

     Ülkenin diğer küçük etnik topluluklarının durumuna gelince: İsteyen herkes, isterse ülkedeki sayıları sadece birkaç bin olsun, isteyen herkes, ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar, “kendi anadiliyle” eğitim görüyor. İsteyen herkes! Ülkede hiç kimsenin dili yasaklanmamış, hiçbir yerleşim biriminin ismi de zorla değiştirilmemiş. Hiçbir Arnavut’a da zorla “Hayır sen Makedon’sun” denilmiyor.

     – Makedonya’nın Yunanistan’la yaşadığı “isim sorunu” nedir? Yunanistan “Makedonya” ismini neden kabul etmiyor?

     – Makedonya’nın ismi her ne kadar “Makedonya Cumhuriyeti” ise de, Yunanistan’ın itirazından dolayı Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde bu isimle değil, “FYROM” ismiyle tanınıyor; yani “Former Yugoslavian Republic of Macedonia” (Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya).

     Yugoslavya’nın dağılmasının (1991) ardından Atina ile Üsküp arasında “Makedonya” adıyla ilgili 20 yıldır süregelen anlaşmazlık hâlâ çözülebilmiş değil ve öyle kolayca çözüleceğe de benzemiyor. Yunanistan, bağımsızlığını kazandığı günden beri Makedonya Cumhuriyeti’nin uluslararası platformlarda bu isimle tanınmasını engellemeye çalışıyor. Krize arabuluculuk eden BM’nin önerdiği “Makedonya – Üsküp Cumhuriyeti”, “Yukarı Makedonya” ve “Yeni Makedonya” gibi isimler Üsküp’te kabul görmedi. Makedonyalılar, “Kabul ettiğimiz tek isim, anayasamızda yazılı olan, Makedonya Cumhuriyeti ismidir” diyorlar. Makedonya Cumhuriyeti, Türkiye dahil 120 ülke tarafından bu isimle tanınmasına rağmen “Makedonya” adını kesinlikle kabul etmeyen Atina’yla kriz yaşıyor. Kendisini “Makedonya Cumhuriyeti” olarak adlandıran ülke, Yunanistan’ın itirazları nedeniyle BM nezdinde “Eski Yugoslavya Cumhuriyeti Makedonya” olarak anılıyor. Çünkü Yunanistan, kendi topraklarında “Makedonya” adında bir bölge olduğunu belirterek, bu adın kullanılması halinde yanlış (?) anlamlara yol açacağını ve ayrılıkçı imâlar taşıdığını ileri sürüyor. Üsküp hükûmeti ise “Makedonya” ismini değiştirmeyi reddediyor.

     Yunan devleti, “Makedonya” isim hakkının sadece kendilerinde olduğunu ve bu ismi kendilerinden başka hiç kimsenin kullanamayacağını savunuyor. Yunanistan, Makedon Kralı Büyük İskender’in anavatanı ve bugünkü Yunanistan ülke sınırları içinde bulunan antik Makedonya bölgesinin adının başka bir ülke tarafından kullanılamayacağını söylerken, Makedonya Cumhuriyeti ise “Hiçbir ülkenin başka bir ülkenin adını değiştirmesine hakkı yoktur” diyor.

     Evet, Yunanistan’ın bu çocukça tavrı çocukları bile güldürecek nitelikte ancak, Yunanistan’ın tavrından ziyade burada daha ironik olan tavır, bizzat BM’nin tavrıdır. BM’nin bu konuda Yunan tarafının kaprislerini dikkate alması tek kelimeyle komedidir. Düşünün; sizin bir isminiz var ve sırf komşunuz o isminizi kabul etmiyor diye siz isminizle kimlik alamıyorsunuz! Makedonya şu anda BM’nin 193 üyesi içinde kendi ismiyle tanınmayan, kendi ismiyle tanınmadığı için kendisine başkalarının taktığı isimle üyeliği kabul edilen tek üyesidir.

     Düşünebiliyor musunuz, Makedonya yüzde yüz haklı, Yunanistan yüzde yüz haksız ama Birleşmiş Milletler denen uluslararası örgüt, Yunan tarafından yana tavır alıyor. BM’nin 193 üyesi var ama kimse de çıkıp bu haksızlığa engel olmaya, Makedonya’ya destek olmaya yanaşmıyor. Çünkü Makedonya güçsüz, fâkir, gariban bir ülke. Devlet olalı daha 20 sene olmuş ama ne dünya onları tanıyor, ne de onlar dünyayı. Fakat Yunanistan güçlü, söz sahibi ülke. AB’nin de ilk 12 üyesinden. Avrupa devletleri Yunan ne derse o.

     İşte bu dünya böyle adaletsiz bir dünyadır, kardeşim. Siz eğer güçlüyseniz, haksız da olsanız taraftar bulursunuz, yüzde yüz haksız da olsanız size destek veren birileri çıkar. Fakat eğer fâkirseniz, garibansanız, yüzde yüz haklı bile olsanız kendinizi savunamazsınız. Eğer fukara, garibansanız, yüzde yüz haklı bile olsanız kimse size destek vermez, kimse omuz vermez. Maalesef, maalesef. Bu dünya böyle namert bir dünyadır işte.

     Yunanistan’ın bu kaprislerinden dolayı Makedonya Cumhuriyeti sadece ismini değil, 1992 – 95 arası kullandığı bayrağını da değiştirmek zorunda kalmıştır. Makedonya bayrağındaki güneş sembolü, Vergina Güneşi’ni sembolize etmektedir. 3 bin yıldan fazladır Makedonlar’ın kültürel simgesi olarak kullanılmaya devam eden ve dünyadaki en yaşlı simgelerden biri olan Vergina Güneşi, 8 büyük ışın ve 16 küçük ışın yayan bir semboldür.

     Büyük İskender’in babası II. Philipp’in hanedanının sembolü olan Vergina Güneşi, uzun yıllar boyunca madenî paralar, askerî malzemeler üzerine işlenmiş bir desen olup, Makedon Krallığı’nın sembolü sayılmıştır. Modern zamanlara kadar tarih boyunca Makedonlar’ın ulusal nişanları olmaya da devam etmiştir. Makedon kadınlarının halk kostümlerinde özel olarak kullanılmaktadır. Bir takım mücevheratlara da yansıdığı görülmüştür.

     Makedonya Cumhuriyeti 8 Eylül 1991’de bağımsızlığına kavuşunca, devlet bu Vergina Güneşi’ni bayrak sembolü olarak belirledi. Bağımsızlığın kazanılması şerefine Makedon Postanesi, 1992’de Makedon bayrağını yansıtan bir pul piyasaya sürdü. Ancak tıpkı doğu komşusu Türkiye devleti gibi başka halklara ve kültürlere ait herşeyi sahiplenmeye meraklı olan Yunanistan devletine göre Vergina Güneşi bir “Yunan sembolü” idi. Bu yüzden AB’ye ve Makedonya’ya bayrak konusunda baskı yapılmaya başlandı. Makedonya Cumhuriyeti’nin baskılara dayanamayan ilk cumhurbaşkanı Kiro Blagoje Gligoro, imzalanan 13 Eylül 1995 tarihli antlaşma ile Makedonya bayrağını değiştirmek zorunda kaldı ve kırmızı fon üzerinde altın renkli bir güneş bulunan bugünkü bayrağı benimsedi.

     – Makedonya’da ilk namazınızı, Struga şehrinde bir Halvetî tekkesinde kılmıştınız. İran ve Balkanlar’da oldukça güçlü olan Halvetîlik, sizin gözünüzle nasıl bir tarikat?

     – Halvetî tarikatının Hayatî kolu, bu tarikatın Balkanlar’daki en yaygın koludur. Halvetî tarikatının kurucusu Pîr Siraceddîn Ömer el- Halvetî (vefâtı 1397), tarikatın Hayatî kolunun kurucusu ise Pîr Mehmed Hayatî’dir.

     Yesevîlik, Kadirîlik, Rifâîlik, Kübrevîlik, Şâzelîlik, Bedevîlik gibi tarikatlardan bir – iki asır sonra kurulmasına rağmen Halvetîlik, Anadolu ve Balkanlar başta olmak üzere İslam dünyasındaki en yaygın tarikatlardan biri haline gelmiştir. Tarikatın kurucusu Siraceddîn Ömer el-Halvetî hazretlerinin “halvet”e düşkünlüğü sebebiyle de “Halvetîye” olarak adlandırılmıştır.

      Önceleri daha ziyade İran topraklarında irşâd faliyetlerini sürdüren Halvetîye tarikatı, kurucu pîrden sonra silsilede dördüncü halkayı teşkil eden ve “ikinci pîr” olarak kabul edilen Seyyîd Yahyâ eş- Şirwânî (vefâtı 1457) zamanına kadar fazla yayılma kaydedememiştir. Şemahî’de dogan ve Tebriz’de Şeyh Sadreddîn-i Hayyâwî’den tasavvufî terbiyesini ikmal ederek hilâfet alan ve aynı zamanda damadı olan Şirwânî, Azerbaycan’a yerleşerek irşâd faaliyetini vefâtına kadar Bakü şehrinde sürdürmüştür. Bu zât, Anadolu başta olmak üzere değişik bölgelere gönderdiği halifeleri vasıtasıyla Halvetîlik’in kısa zamanda yayılmasını sağlamıştır. İran topraklarında gelişme gösteremeyen bu tarikat, Şirwanî’nin halifeleri sayesinde önce bugünkü Anadolu’da, daha sonra da Balkanlar’da ve diğer İslam bölgelerinde hızla yayılarak, en yaygın tarikatlardan biri haline gelmiştir. Halvetîlik’i Anadolu’ya ilk taşıyan ve Amasya civarında yayan zât, Şirwânî’nin şeyhinin bir başka halifesi olan, Amasya şehrinden Pîr İlyas (vefâtı 1410) olmuştur.

     Seyyîd Yahyâ eş- Şirwânî’den sonra Halvetîlik, dört ana kol ve bunlardan türeyen alt şubeler vasıtasıyla hızlı bir şekilde yayılmıştır.

     Halvetîye’den türeyen kollar hakkında 30 ila 40 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Bu da, bu tarikatın ne kadar yaygınlık kazandığını göstermektedir. Bu özelliğinden dolayı Halvetîye hakkında “tarikat kuluçkası” nitelemesi yapılmıştır.

      Bu tarikatın esasını, Kelime-i Tewhîd ve “Esma-yı Sebâ” (Yedi İsim) zikri ile sülûk ve rüyâların tabiri oluşturmaktadır. Bu tarikatta, nefsin yedi mertebesinin aşılması sülûkun esasını oluşturduğundan, bu yedi mertebenin her birinde zikredilecek bir ilahî isim belirlenmiştir. Bunlara “Usûl” denir.

     Halvetîler, 7 ismin her birinin feyziyle, müridle Allâh arasındaki yetmiş bin perdenin kalkacağına ve nefsin bütün mertebelerini aşan müridin böylece Hakk’a vâsıl olacağına inanırlar. Sâlikin bu isimleri günlük ferdî zikrinde ne kadar çekeceğini şeyhi belirler. Nefsin mertebelerini tamamlayan sâlik, “Fu’rû” isimleriyle zikrine devam eder.

     Halvetîler’in icra ettikleri toplu zikir ihtifallerine “Devrân” adı verilir ve bu zikir, sesli ve hareketli (cehri) olarak icra edilir. Halvetîler’in okudukları “Evrâd” arasında en yaygın olanı, Seyyîd Yahyâ eş- Şirwânî’nin tertip etmiş oldugu “Wird-i Settar”dır.

     Struga şehrinde namazlarımızı kılıp zikir yaptığımız tekke, kabri Ohri şehrinde bulunan Pîr Mehmed Hayatî’nin talebesi Hasan Baba tarafından 1770 yılında kurulmuştur.

     Hasan Baba, Çelebi soyundandır. Ailesi Konya’dan Elbasan’a, bazı rivayetlere göre ise Mat’a, oradan da Struga’ya gelir ve Struga’ya yerleşir. Hilâfeti Ohri’deki Pîr Mehmed Hayatî’nin damadından, yani Şeyh Osman Efendi’den 1770 yıllarında almış ve Struga’da Halveti – Hayati Hasan Baba Tekkesi’ni açmıştır.

     Bugün Türkiye’de de Halvetîlik’in özellikle Şabanîye, Cerrâhîye ve Uşşâkîye ile bunların alt kolları oldukça yaygındır.

     – Seyahâtname’nizde, Struga’nın “dünya şiir başkenti” olduğunu da öğreniyoruz. “Struga Şiir Akşamları” hakkında biraz bilgi verir misiniz?

     – Makedonya’nın Güneybatı İli’nin merkezi Ohri şehrine bağlı 16 bin 559 nüfûslu küçük bir ilçe olan Struga, “Dünya Şiir Başkenti” sıfatını taşıyan bir yerleşim birimidir. Şiirin dünyadaki başkentidir.

     Böyle olduğu için, İngilizce uluslararası ismi “Struga Poetry Evening” olan “Struga Şiir Akşamları” (Mak. “Струшки Вечери На Поезијата” [Struşki Veçeri Na Poeziyata]) adlı etkinlik, 1966 tarihinden beri her yıl bu küçük ve sevimli şehirde düzenlenir. Kısa adı SVP olup, Makedonca isminin başharfleridir.

     Struga Şiir Akşamları (Struga Poetry Evening / SVP), 19. yy’da yaşamış, her ikisi de hem Makedon tarihinin hem de Bulgar tarihinin en ünlü şairlerinden olan ve Seyahâtname’de de detaylıca bahsettiğim Miladinov kardeşler anısına başlatılan ve daha uluslararası nitelik kazanan bir organizasyondur.

     Miladinov kardeşler Makedonyalı Bulgar’dırlar. Hem Bulgarlar’ın hem de Makedonya’nın en büyük şairleri olarak kabul ediliyor bu iki kardeş. Aynı şekilde tüm Balkanlar’ın da en büyük şairleri arasında yer alırlar. Her iki kardeş de Struga şehrinde dünyaya gelmiştir ve buralıdır. Aralarında 20 yaş fark vardır. 1810 doğumlu olan Dimitar Miladinov ve 1830 doğumlu olan Konstantin Miladinov’un her ikisi de 1862 yılında İstanbul’da, hapishanede ölmüştür. Her ikisi de Slav millîyetçisi idiler ve Osmanlı döneminde siyasî suçlu olarak zindanda yatmışlar, başkent İstanbul’da hapis yatarken tifüs hastalığından ölmüşlerdir. Öldüklerinde Dimitar 52, kardeşi Konstantin ise 32 yaşındaydı.

     Toplam 665 şarkı ve 23 bin 559 mısrâdan oluşan Bulgar Halk Türküleri, Miladinov kardeşler tarafından kaleme alınmıştır. Bunlar arasında en ünlüsü olan “Tăga za Jug”, Konstantin Miladinov tarafından Rusya’da yazılmıştır. Ayrıca bugünkü Bulgar ulusal destanı olan “Vazrazhdane”yi kaleme alanlar da, yine Miladinov kardeşlerdir. “Vazrazhdane”, Bulgar halkının Osmanlı’ya karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelesini ve Bulgar halkının bağımsızlık için Türkler’e karşı kahramanca savaşmasını anlatır.

     İşte, her ikisi de 1862 tarihinde İstanbul’da zindanda ölen Miladinov kardeşlerin ölümlerinin 100. yıldönümü olan 1962 yılında oluşmaya başladı, hem Makedonya ülkesinin hem de Bulgar kavminin bu en büyük şairlerinin anısına bir “şiir oraginizasyonu” düzenlemek. Böyle bir organizasyona “ev sahipliği” yapmaya en layık olan yer de, tabiî ki memleketleri Struga.

     Struga Şiir Akşamları (SVP) her ikisi de öğretmen olan edebiyatçı – şâir Miladinov kardeşlerin ölümlerinin 100. yıldönümünde, 1962 yılında başlatıldı ve dört yıl sonra, 1966’dan itibaren de “uluslararası” boyut kazandı.

     Miladinov kardeşler anısına bu organizasyonu başlatanlar, bunu sadece kendi ülkeleri için düşünmüşlerdi ve amaçları, başlattıkları bu etkinliğin yurt çapında ilgi görmesi, sahiplenilmesiydi. Organizasyonun ülke sınırlarını da aşıp “evrensel” bir hüviyete bürüneceğini ve başlattıkları girişimin tüm dünyaya yayılacağını, başlattıkları girişim sayesinde Struga’nın, bu küçük yerleşim biriminin “Dünya Şiir Başkenti” haline geleceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Hatta şunu da diyebiliriz: Onlar bunu bütün yurt çapında bir olay olarak bile hedeflememişlerdi; sadece bir bölge için başlatmışlardı. Zirâ, o dönemde Makedonya diye bir ülke yoktu ve burası, Yugoslavya Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir parçasıydı. Onlar sadece “Yugoslavya’daki bir bölge” olmaktan ibaret olan Makeodonya bölgesi için böyle bir girişim başlattılar. Bunun tüm Yugoslavya’ya yayılacağını hayâl bile edemezlerdi ve çok ama çok kısa bir sürede, sadece 4 yıl gibi kısacık bir sürede bu girişim, bırakın Yugoslavya’yı veya Balkanlar’ı, tüm dünya çapında bir organizasyon haline dönüştü.

     “Struga Şiir Akşamları”, her yıl dünyanın dört bir köşesinden binlerce şâirin yarıştığı ve “Yılın Şâiri” seçilen kişiye “Altın Çelenk Ödülü” (Mak. Награда Златен Венец” [Nagrada Zlaten Veneç]; İng. “Golden Wreath Laureates”) verilen bir organizasyondur.

     1962 yılında başlatılan “Struga Şiir Akşamları” organizasyonu, ilk yılında sadece Yugoslavya’nın Makedonya bölgesiyle sınırlı olarak gerçekleştirilirken, daha ikinci yılında, 1963, tüm ülke (Yugoslavya) çapında bir organizasyon olarak boy gösterdi.

     Kısa sürede ünlenen ve şöhreti yurtdışına kadar yayılan organizasyon, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından sahiplenerek, daha dördüncü yılında, 1966 tarihinden itibaren “uluslararası bir organizasyona” dönüştürüldü. UNESCO tarafından bizim küçük ve şirin Struga, “Dünya Şiir Başkenti” yapıldı. Gerçek anlamda “uluslararası bir kültür festivali” şeklinde geçen 1966 yılındaki organizasyonda, dünyanın dört bir yanından 4 bin şiir yarıştı.

     – Siz Türkiye’de “Çağdaş Evliya Çelebi” olarak anılıyorsunuz. Balkan gezinizde gezdiğiniz topraklar, aynı zamanda selefiniz Evliya Çelebi’nin de gezdiği topraklar. Evliya Çelebi nasıl anlatıyordı o şehirleri?

     – Evliya Çelebi o kadar güzel bir insandır ki, O’nu kelimelerle anlatmam mümkün değil. İsmini duymak bile kalbime bir sıcaklık getirir.

     Bastığı toprakları güzelleştiren, gezdiği coğrafyalara bereket gelmesine vesile olan, baktığı gölleri güzelleştiren, konuştuğu nehirlerin dilini çözen, gittiği şehirlerdeki camilerin duvarlarına şiirler yazan ünlü seyyâh Evliya Çelebi, 1668 yılında Ohri ve Struga’ya gelir.

     Evliye Çelebi’nin “Seyahatname” adlı eserinin 5. cildinde, 1668 yılının Struga’sı şöyle anlatılmaktadır:

     “Struga’nın toprak ağası ve yöneticisi Emin Ağa tarafından Drin Nehri ağzında (akarsuyun Ohri Gölü’nden çıktığı noktada) bir tahta köprü yapılmıştır. Bu tahta köprünün 12 ayağı vardır. Emin Ağa’nın sarayını koruyan muhafızlar, bu köprü başında nöbet tutuyorlar. Küçük şehir olan Struga, büyük şehir olan Ohri’ye bağlı bir yerleşim birimidir ve Ohri Kadısı tarafından yönetilir. Struga’da hepsi de çift katlı toplam 301 ev vardır ve bu evler kiremit çatılıdır. Şehirdeki dükkânların sayısı ise 40’tır. Şehrin her tarafında meyve bahçeleri ve üzüm bağları vardır.”

     Ünlü seyyâh Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı ölümsüz eserinin 8. cildinde, 1668 yılının Ohri şehri ise şöyle anlatılmaktadır:

     “Ohri, bölgenin önemli bir dînî merkezi durumunda. Şehirde 17 tane cami bulunuyor. Hacı Qasim Camiî, Kuloğlu Camiî, Haydar Paşa Camiî, Hacı Hemza Camiî, Aya Sofya Camiî, bunlardan en önemlileri. Aya Sofya Camiî, eskiden Aya Sofya Kilisesi iken camiye çevrilmiştir. Ortodoks Hristiyanlar burada rüşvetle ibadet ediyorlar. Camiye çevrilmiş kilisede Hristiyanca ibadet edebilmek için Osmanlı askerlerine ve muhafızlarına rüşvet veriyorlar; rüşveti alan asker ve muhafızlar da buna göz yumuyor, ibadet etmelerine izin veriyor. Şehirde medreseler de var. Sultan I. Süleyman Tekke ve Medresesi ile Siyavuş Paşa Medresesi önemli iki medrese. Bu iki medrese binası arasında bir tane kervansaray ve iki tane hamam bulunuyor.”

     Ünlü seyyâh Evliya Çelebi, “Seyahatname”nin 5. cildinde ise şunları kaleme almaktadır:

     “Ohri’de her gidilen yerde misafirlere hoşaf ikram ediliyor… Sofrada kırk çeşit hoşaf ikram etdüler / Hoşaf içmekten şehid olayazdım… Ohri’nin hoşafı ve bir de kahvesi çok meşhur. Misafire bu ikisini ikram etmeden bırakmazlar. Ohri’nin bir de kirazı ve eriği çok meşhurdur; bol bol kiraz ağaçları ve erik ağaçları bulunuyor.”

     İki yıl sonra, 1670 yılında da Elbasan’a gelir, Evliya Çelebi. “Seyahatname” adlı eserinde yazıldığına göre, 1670 tarihinin Elbasan şehri şu şekildeydi: Şehrin ortasında büyükçe bir çarşı vardı; burası halkın alışveriş yaptığı, tüccarların mallarını sattığı merkezdi. Çarşının güney tarafında çok güzel bir café vardı; burada kahve içilir, nargile çekilirdi. O dönemde, Elbasan şehrinin üç ayrı girişi vardı ve her giriş de, çift demir kapılardan oluşuyordu. Şehirde toplam 1150 tane ev vardı. Tek ve çift katlı olan bu evlerin 460 tanesi kiremit çatılıydı. Bu evler çiftliklerin ve üzüm bağlarının arasında muhafaza edilirdi; her birinin genişçe bahçesi vardı.

     – Bir de “Dila Hanım” filminden bahsetmiştiniz, Makedonya’da yaşanan bir aşk hikâyesi. Dila Hanım nasıl bir öykü?

     – Makedonya, Makedonlar ile Arnavutlar’ın içiçe, yanyana, birlikte yaşadıkları bir coğrafyadır. Bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin de iki tane resmî dili vardır zaten: Makedonca ve Arnavutça.

     Farklı kültür, inanç, mezhep, dil ve etnik kökenden toplulukların birlikte veya yanyana yaşadıkları topraklarda, elbette ki sadece kavgalar ve savaşlar yaşanmaz. Bu toprakların tarihi de, yalnızca savaş, ölüm, kan ve gözyaşından ibaret değildir.

     Farklı kültür, inanç, mezhep, dil ve etnik kökenden toplulukların birlikte veya yanyana yaşadıkları topraklar, aynı zamanda unutulması mümkün olmayan, dilden dile aktarılarak, nesilden nesile anlatılarak ölümsüzleşen aşkların da yaşandığı topraklardır.

     Ve bu aşk öyküleri, gerçekten yaşanmış ve nesilden nesile aktarılarak gelmiş olan bu aşk hikâyeleri, farklı kültür, inanç, mezhep, dil veya etnik kökenden olan kadın ve erkek arasında yaşanmış aşklar olduğu için, çoğunlukla acıklıdır, içinde insanın tahammül sınırını bile zorlayan büyük bir hüzün ve dram vardır, veyahut da, sonu mutlu bitse dahi, o mutlu sona binlerce acılar yaşanararak ancak ulaşılabilmiştir.

     Bu tür hüzünlü ve acıklı aşk öyküleri, farklı kültür, inanç, mezhep, dil ve etnik kökenden toplulukların içiçe, yanyana, birlikte yaşadığı hemen her yerde yaşanmıştır. Aynı sosyolojik karakteristiğe sahip olan ülkemizde de bunun sayısız örnekleri vardır. Türkiye’de, biri Alevî biri Sünnî olan erkek ve kadın arasında ya da biri Türk biri Kürt olan erkek ve kadın arasında yaşanmış kaç tane hüzünlü ve acıklı aşk öyküsü vardır? Belki de yüzlerce, binlerce…

     Farklı kültür, inanç, mezhep, dil ve etnik kökenden toplulukların birlikte yaşadığı bir ülke olan Makedonya’da da yaşanmış yüzlerce ve belki de binlerce acıklı aşk öyküsü vardır, elbette ki. Makedonya’daki bu hüzünlü aşk öykülerini en güzel anlatan kitaplardan biri de, Türkçe edebiyâtın usta ismi Necati Cumalı (1921 – 2001)’nın kaleme aldığı “Makedonya 1900” adlı ölümsüz eserdir.

     Necati Cumalı, Makedonya coğrafyasının “bağımsız olmayan güney yarısında”, bugünkü Yunanistan Makedonyası’nın Florina şehrinde, 13 Ocak 1921 tarihinde dünyaya gelmiştir. Aile, 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan “Nüfûs Mübadelesi” neticesinde Makedonya’dan çıkartılarak Türkiye’ye göç ettirilmiş, İzmir’in Urla ilçesine yerleşmiştir. Necati Cumalı, henüz 2 yaşında bir bebekken.

     Necati Cumalı, Türkçe edebiyâtın önemli isimleri arasına girmiş ve biribirinden güzel romanlar kaleme almıştır. Bunlardan biri de, Makedonya’da yaşanmış, etnik – dînî çatışmaların konu edilerek içiçe anlatıldığı hüzünlü aşk öykülerini aktardığı “Makedonya 1900” adlı kitabıdır. Kitap, 1977 yılında “Sait Faik Hikâye Ödülü” kazanmıştır.

     Kitapta tam 11 öykü var. Tabanda dostluk, kardeşlik ilişkilerini sürdüren bir halkın, yaygınlaşan ulusçuluk akımları, dil, dîn ayrılıkları nedeniyle biribirine düşmelerinin öyküleridirler bunlar. Makedonyalılar’ın yaşadıklarından alınmış örneklerin sergilendiği, Makedonya doğumlu Necati Cumalı’nın kaleminden, tam 11 tane öykü.

     Kitaptaki bu 11 öykü içinde bir tanesi var ki, onu Türkiye’de sanırım bilmeyen, duymayan kimse yoktur. Bu öykünün filmi çekildi çünkü. Ve sinemamızın “unutulmaz filmleri” arasındadır, hâlâ. Hem de, filmin başrollerinde Türkân Şoray ve Kadir İnanır gibi, Yeşilçam’ın iki büyük ustası oynadılar.

     Bir Makedon kadını ile bir Arnavut erkeği arasında geçen ve Makedonya’da yaşanan bir aşk öyküsünü anlatan “Dilâ Hanım” isimli film, Necati Cumalı’nın “Makedonya 1900” isimli romanından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Kitaptaki 11 öyküden biridir. Dilâ Hanım (Türkân Şoray) bir Makedon kadını, Karadağlı Rıza (Kadir İnanır) ise bir Arnavut erkeğidir.

     Bir takım iddiâlara göre, edebiyâtçı – yazar Necati Cumalı, “Dilâ Hanım” öyküsünde, bizzat kendi babasının başından geçen olayı anlatmıştır. Fakat bu iddiâların gerçek olup olmadığı kimse tarafından bilinmiyor, tam olarak. Necati Cumalı’nın babası Makedonya’da toprak sahibi bir ağa mıydı, bir ağa olarak başka bir ağayı öldürüp katil olmuş muydu, sonra da öldürdüğü ağanın karısıyla aşk yaşamış mıydı, bunların hiçbirini bilmiyoruz. Fakat bu iddiâlar, vakt-i zamanında güçlü bir şekilde seslendirilmişti.

     1977 yapımı, Akün Film ürünü olan “Dilâ Hanım” filminin yönetmeni Orhan Aksoy, senaryo yazarı Safa Önal, yapımcısı İrfan Ünal, görüntü yönetmeni Kaya Ererez. Filmin müziği ise Cahit Berkay’a ait.

     – Ohri, Kiril Alfabesi’nin doğduğu şehir. Siz de aynı zamanda Kiril Alfabesi’yle okuyup yazabilen bir seyyâhsınız. Kiril Alfabesi hakkında biraz bilgi verir misiniz?

     – Ohri (Ohrid), Kiril Alfabesi’nin doğduğu yerdir… Her ikisi de Ortodoks rahipler ve aynı zamanda misyoner olan Âziz Kiril (827 Selanik – 14 Şubat 869 Roma) ve Âzîz Metodius (815 Selanik – 6 Nisan 885 Moravya) kardeşler tarafından 9. yy’da Ohri şehrinde üretilen ve onların adını taşıyan Kiril Alfabesi, Slavlar’ın ve Ortodoks Hristiyanlar’ın “kendilerine ait bir alfabelerinin olmasına” vesile olduğundan oldukça önemlidir ve Slavlar / Ortodokslar nezdinde adetâ kutsal bir alfabedir. Kiril Alfabesi Yunan Alfabesi’ne benzemektedir.

     Kiril (gerçek ismi Konstantin) ve Metodius (gerçek ismi Michael) kardeşler, Selanik’lidirler. Babaları Leon adında bir Bizanslı Yunan subayıydı. Selanik’te doğan bu kardeşlerden Kiril, küçüğüdür. 815 doğumlu Metodius (Michael), 827 doğumlu Kiril (Konstantin)’den 12 yaş büyüktür. Toplam 7 kardeştirler ve Kiril en küçüğüdür.

     Aile kökenleri hakkında Bulgarlar ile Yunanlar arasında yüzyıllardır süregelen bir çekişme vardır. Yunanlar bu kardeşlerin babalarını Yunan annelerini Bulgar kabul ederken, Bulgarlar hem anne hem de babanın Bulgar olduğunu, dolayısıyla kardeşlerin öz be öz Bulgar olduklarını iddiâ etmektedir.

     Her iki kardeş de papaz ve aynı zamanda misyoner idiler. Hristiyan dünyasındaki önemleri, Moravya ve Panonya coğrafyalarında yaşayan Slavlar arasında Hristiyanlık dînini yaymalarından gelmektedir. İki kardeş, Ortodoks Kilisesi tarafından “Havarîler’e denk” derecede büyük bir sıfatla “Âzîz” ilân edilmişlerdir. Kiril ve Metodius kardeşler, Ortodoks dünyasında Hz. İsâ (as)’nın havarîleri ile aynı derecede kutsanmış kişilerdirler.

     Kiril’in teoloji alanındaki yetkinliği ile birlikte Müslüman ve Yahudî dillerini (Arapça ve İbranîce) çok iyi konuşması, O’nu Bizans İmparatorluğu’nun dış ilişkilerinde “vazgeçilmez” kılmıştır. Abbasî Halifesi Mûtewekkîl huzurunda Arap dîn bilginleriyle beraber “Teslîs”i tartışmaya gidecek ve bu sayede halifelik ile imparatorluk arasındaki diplomatik ilişkilerde olumlu rol oynayacaktır. Kiril ayrıca Yahudîlik’le ilgili de yazılar yazmış, fakat daha çok aleyhte bir dil kullanmıştır. Yazılarındaki Yahudî karşıtlığı, Hazar Kağanlığı ziyaretinin sonucu olarak değerlendirilmektedir.

     862 yılında iki kardeş, onları Hristiyanlık tarihinde önemli bir yer almalarını sağlayacak görevle görevlendirilirler. Moravya Prensi Rastislav, İmparator III. Mihail ve patriğe mesaj göndererek, yönetimindeki Slav halklarını Hristiyanlık dînine geçirecek misyonerler isteyecektir. Bu isteğinin sebebinin dînî değil siyasî olduğu anlaşılmaktadır. Rastislav Franklar’ın sayesinde başa geçmiş ancak şimdi bağımsız hareket etmektedir. Roma’dan gelen misyonerleri ülkesinden kovmuş, onun yerine Bizans’tan misyoner istemiş, hem de siyasî destek talebinde bulunmuştur. Bu istek bölgede Bizans etkisinin genişlemesi için bir fırsat olarak değerlendirilecek ve göreve Kiril ve Metodius kardeşler gönderilecektir.

     Kardeşler öncelikle bu devâsâ görevde kendilerine yardımcı olacak dîn adamlarını yetiştirirler. 863 yılında ise İncil’i Eski Slavca’ya çevirirler ve dînlerini yaymak için Slav halklarının arasına giderler. Görevlerinde başarıya ulaşacaklardır. Ülkede Franklar’ın Alman dîn adamlarını bulurlar. Bunlarla dînî anlamda çatışmalar yaşanacaktır. Görevlerini daha iyi yerine getirmek için Glagolitik Alfabe’yi geliştirirler ki, alfabe, Slav el yazmalarında kullanılan ilk alfabedir.

     Kiril ve Metodius kardeşler, Glagolitik Alfabe’yi geliştirerek bundan yeni bir alfabe icâd etmişlerdir. Bu alfabe, Eski Slav dilinin yazılabilmesi için geliştirilen ilk alfabedir. Kiril Alfabesi bu alfabeyi esas alarak şekillenmiş ve günümüzde ağırlıklı olarak Slav dillerinde kullanılmaktadır.

     Kiril ve Metodius kardeşler, Hristiyanlık için önemli metinleri de Slav diline çevirerek ilk Slav yasalarının oluşturulmasına öncülük etmişlerdir. Kardeşlerin İncil’in hangi kısımlarını Slav diline çevirdiklerini tam olarak bilinmemektedir. Ayrıca kaynak İncil olarak Roma mı yoksa Constantinople İncili’ni mi aldıkları bilinmemektedir.

     867 yılında Papa I. Nicholas, kardeşleri Roma’ya çağırır. Slav halkları arasındaki misyonerlik faaliyeti bu sırada “Salzburg Başpiskoposu” ve “Passau Piskoposu” olan Teotmar’ı rahatsız edecektir. Teotmar bu bölgede Bizans etkisine karşıdır. Clement’e ait dînî değeri olan eserlerle Panonya (Blaton bölgesi) üzerinden 868 yılında Roma’ya ulaşırlar. Beraberlerindeki değerli eserler yüzünden çok sıcak karşılanırlar. Constantinople ile Roma arasındaki çekişme yüzünden gelişlerine kuşkuyla bakılan kardeşler, bilgileriyle de dikkat çekince Slav halkları arasında yaptıkları misyonerlik faaliyeti Roma tarafından desteklenir. İkilinin yardımcıları olan Formosus ve Gauderic de Roma’da bulundukları sırada kilise hiyerarşisinde yükselirler. Yolculuk sırasında yorgun düşen Kiril hastalanır. 14 Şubat 869 günü hayatını kaybeder.

     Kiril ve Metodius kardeşler, misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde Slav halklarının kültürel gidişatını etkilemiş ve “Slavlar’ın Önderleri” ünvânına layık görülmüşlerdir. Ölümlerinden sonra, Slav halkları arasındaki çalışmalarını öğrencileri devam ettirmiştir.

     1880 yılında Papa XIII. Leo kardeşlerin bayramını Roma Katolik Kilisesi takvimine dahil etmiş, 1980 yılında Papa II. Jean Paul kardeşleri Benedict ile birlikte “Avrupa’nın koruyucuları” ilân etmiştir. Buradaki “Avrupa” teriminin coğrafî değil dînî bir terim olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok sanırım.

     Kiril’in gerçek ismi, yukarıda da belirttiğimiz üzere Konstantin’dir. “Kiril” ismi Latince’de “tanrısal / ilahî” anlamına gelen bir sözcüktür ve kendisine Roma tarafından ölümünden sonra verildiği tahmin edilmektedir.

     Kiril Alfabesi, bugün dünya üzerinde Latin Alfabesi ve Arap Alfabesi’nden sonra en yaygın olan 3. alfabe durumundadır ve daha çok Slav halkları arasında, eski Doğu Bloku ülkelerinde kullanılır. Bulgaristan’ın 1 Ocak 2007’de Avrupa Birliği (AB)’ne girmesinden sonra Kiril Alfabesi, Latin ve Yunan alfabelerinden sonra “AB’nin 3. resmî alfabesi” olarak kabul edilmiştir, aynı zamanda.

     Kiril Alfabesi bugün şu ülkelerde “resmî alfabe” olarak kullanılmaktadır: Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan, Ukrayna, Belarus (Beyaz Rusya), Rusya Federasyonu, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Moğolistan. Bu ülkeler haricinde ise, bazı ülkelerde de resmî olarak başka bir alfabe kabul edilmiş olmasına rağmen Kiril Alfabesi halen halk tarafından kullanılmaya devam edilmektedir. Bu ülkeler de şunlardır: Kosova, Montenegro (Karadağ), Bosna – Hersek, Moldova, Özbekistan ve Türkmenistan.

     Kiril Alfabesi, kısaca “Azbuka” diye de anılır. Bu isim, Kiril Alfabesi’nin ilk iki harfi olan “Аа” (as) ve “Бб” (buki) harflerinin isimlerinin birleştirilmesinden oluşmuş bir sözcüktür. Nasıl ki “Alfabe” ismi, Yunan Alfabesi’nin ilk iki harfi olan “Αα” (alfa) ve “Ββ” (vita) harflerinin isimlerinin birleştirilmesinden oluşmuş bir sözcüktür, aynı şekilde, nasıl ki “Elifba” ismi, Arap Alfabesi’nin ilk iki harfi olan (elif) ve (be) harflerinin birleştirilmesinden oluşmuş bir isimdir, “Azbuka” ismi de, Kiril Alfabesi’nin ilk iki harfi olan “Аа” (as) ve “Бб” (buki) harflerinin isimlerinin birleştirilmesinden oluşmuş bir sözcüktür.

     – Ohri Gölü ve Ohri incisi ile ilgili olarak aktardığınız bilgiler de çok ilginçti. Onları yeniden paylaşabilir misiniz?

     – Ohri yalnızca içindeki rûh ve derinlik bakımından değil, dış görünüşündeki güzellik ile de, harikulade bir yerleşim birimi. Muhteşem bir şehir. Olağanüstü güzel. Tıpkı bizim Van’a benziyor. Gölüyle, sokak ve bulvarlarıyla, şehir içindeki kıpır kıpır yaşamıyla, çocuklarıyla.

     Ohri Gölü ile Van Gölü, Ohri ile Van, Struga ile Tatvan, “ikiz kombinasyonlar” sanki.

     1979 yılında Ohri Gölü, kısa adı UNESCO olan Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (İng. United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization) tarafından “Dünya Tabiât ve Kültür Mirası” listesine dahil edildi. Bu gelişmeden sonra Ohri şehri, Yugoslavya içinde bir “turizm merkezi” haline geldi. Ohri’nin “turizm merkezi” özelliği, daha sonraki yıllar içinde yurtdışına kadar taştı. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra bağımsızlığını kazanan şimdiki Makedonya Cumhuriyeti’nde, halihazırda Ohri şehri, “Makedonya’nın en önemli”, “Balkanlar’ın çok önemli” ve “Avrupa’nın önemli” turizm merkezlerinden biri olup, göle bilhassa, başta denize kıyısı olmayan, yani “suya hasret” komşu ülkelerden insanlar ile Rus, Alman, Hollandalı ve Belçikalı turistler çok gelmektedir.

     Ohri Gölü suları, içinde yaşayan canlı türleriyle de ilgiyi ve incelenmeyi fazlasıyla hak etmektedir. Gölün ekosisteminde bu yöreye özgü ve dünya çapında öneme sahip 200’den fazla tür vardır.

     Özellikle “Ohri alabalığı”, dünya çapında meşhur bir balık türüdür.

     Ohri Gölü’nde çeşit çeşit balıklar var; sularında değişik balık türleri bulunuyor. Ancak bunlar arasında 7 tür var ki, bunlar dünyada sadece ve sadece Ohri Gölü’nde bulunuyor; bu 7 çeşit balık, yeryüzünde sadece bu gölde yaşıyor.

     Ohri’de üretilen “inci”, dünya çapında meşhurdur. Adına da “Ohri incisi” denir.

     Ancak bu inci, bildiğiniz incilere benzemez. Ohri’nin incileri, dünyanın hiçbir yerinde bulunmaz. Bildiğiniz inciler gibi değildir bu inci.

     Ohri’nin incisi, balığın pullarından yapılır. Evet… Yalnızca Ohri Gölü’nde yetişen “Plasika” adlı bir balığın pullarından yapılıyor. Çok ilginç hakikaten, değil mi?

     Plasika isimli balığın pulları ayıklanıyor, işleniyor. Sonunda ortaya şık küpeler, kolyeler ve yüzükler çıkıyor. Bu balık ise, Plasika, dünyada sadece Ohri Gölü’nde yaşıyor. Böyle üretiliyor Ohri incisi, balığın pullarından.

     Şehirdeki inci işçiliği, iki ünlü aileden sorulur: Talevi ve Filevi aileleri. Her iki ailenin de Ohri şehir merkezinde inci dükkânları bulunuyor.

     Bu incinin dünyada eşi benzeri yok. Ohri incisi, eşsiz, benzersiz. Harikulade!..

     Söyleşi: Dawud Wefaî

     İRANBALKAN

     TAHRAN / İRAN

     21 EYLÜL 2011

53... 1

İran’da Balkanlar’a yönelik çalışma yürüten tek kurum olan İranBalkan (ﺍﻴﺮﺍﻦ ﺒﺎﻠﮑﺎﻦ) adlı kurumun başkanı Dawud Wefaî (ﺪﺍﻮﺪ ﻮﻔﺎﻴﻰ) ile İran’ın başkenti Tahran’da bir “Balkan sohbeti” gerçekleştirdik

53... 2

“Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri” adıyla 21 bölüm halinde kaleme aldığım Arnavutluk ve Makedonya gezisi, her bölümü İran’da iş bu İranBalkan kurumu tarafından Farsça’ya tercüme edilip ilgiyle takip edilmiş. Bunu ben, İran’a gelince öğreniyorum.

53... 3

Seyahatname’nin 5. cildi olan ve “Balkanlar’ın En Kilitli Kapısından İçeri” adıyla kaleme aldığımız Balkan gezimiz, İran’da Farsça’ya, Doğu Türkistan’da Uygurca’ya tercüme edildi. Makedonya medyasında hakkında haber ve yazılar yazıldı. Ayrıca Batı Trakya’daki bazı radyo programlarında tartışıldı.

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir