Spor müsabakalarını izlerken görmüşsünüzdür. Örneğin bir futbol müsabakasında, oyun içinde bir tartışmalı pozisyon olduğunda (ofsayt, faul, elle oynama, penaltı gibi), aynı renk formayı giyen 11 kişi ve onların tribündeki onbinlerce taraftarı pozisyonu aynı gözle görür, aynı hükmü verir ve aynı tepkiyi gösterir. Buna mukabil, diğer renk formayı giyen 11 kişi ve onların tribündeki onbinlerce taraftarı da o aynı pozisyonu bundan farklı olarak yine aynı gözle görür, aynı hükmü verir ve aynı tepkiyi gösterir.
Millîyetçilik de insanlara böyle bir “adalet” sunabilir ancak. Siyasî – ideolojik şartlanmışlık da böyledir. Spor bunu “taraftarlık” olarak isimlendirmiştir ancak sosyal ve siyasal reel yaşamda buna “bağnazlık” deniyor.
Peki bu nasıl oluyor? Normal bir insan aklıyla düşünürsek, bunun mümkün olmaması gerekiyor. Görme duyumuz, gözdür. Biz herşeyi gözlerimizle görürüz, giydiğimiz elbiseyle veya formayla değil. Örneğin, yolda yürürken bir olaya denk gelsek, diyelim ki bir erkek bir kadını dövse, biz bunu gözlerimizle görürüz. Ancak, farazâ o gün giymiş olduğumuz elbisenin rengi sarı – kırmızı değil de sarı – lacivert olsa, biz yine de o olayı “kadın erkeği dövdü” şeklinde görmeyiz. Yani eğer erkek kadını dövmüşse, üstümüzdeki kıyafetin rengi kırmızı da olsa lacivert de olsa siyah – beyaz da olsa mavi de olsa, biz olayı aynı şekilde görürüz; “erkek kadını dövdü”. Çünkü dediğimiz gibi, görme duyumuzu sağlayan, kıyafetimiz değil gözlerimizdir.
Öyleyse baştaki soruya dönelim: Bir futbol maçında stadı dolduran onbinlerce insan var. Hepsinin de gözleri var. Bu onbinlerce insanın eğitim düzeyleri farklı, sosyal statüleri farklı, meslekleri farklı, hatta zekâ seviyeleri farklı. Böyle olduğu halde, nasıl olur da oyun içinde bir tartışmalı pozisyon olduğunda (ofsayt, faul, elle oynama, penaltı gibi), aynı renk formayı giyen 11 kişi ve onların tribündeki onbinlerce taraftarı pozisyonu aynı gözle görüp aynı hükmü verir ve aynı tepkiyi gösterirken, diğer renk formayı giyen 11 kişi ve onların tribündeki onbinlerce taraftarı da o aynı pozisyonu bundan farklı olarak yine aynı gözle görüp aynı hükmü veriyor ve aynı tepkiyi gösteriyor?
Bu sorunun cevabını verebildiğimiz zaman, sosyal ve siyasal reel yaşamdaki ideolojik şartlanmışlığın ve bağnazlığın sebebini de kavrayabiliriz.
Türkiye’de halihazırda yaşanan “kutuplaşma”, yukarıda verdiğimiz futbol örneğiyle tıpatıp benzerlik göstermektedir. Özellikle medya alanında, toplumun bir adım önünde olması gereken fikir ve kalem erbâbının sergilediği davranış biçimi ve yaşanan olaylara karşı gösterdiği refleks, ne yazık ki “ilkeler”le değil, ancak “renk aşkı”yla izah edilebilecek bir seviyeye kadar düşmüştür.
Bir futbol maçında, saha içinde yaşanan bir olaya karşı (ofsayt, faul, elle oynama, penaltı gibi), nasıl ki aynı renk formayı giyen taraftar grubu pozisyonu aynı gözle görüp aynı hükmü veriyor ve aynı tepkiyi gösteriyor, buna mukabil diğer renk formayı giyen taraftar grubu da o aynı pozisyonu bundan farklı olarak yine aynı gözle görüp aynı hükmü veriyor, Türkiye’de de – gerek iç politikayla ilgili olsun gerek dış politikayla – iktidardaki AK Parti Hükûmeti’ne muhalif olan fikir ve kalem erbâbı grup (gazeteciler ve yazarlar) olayı aynı gözle görüp aynı hükmü verir ve aynı tepkiyi gösterirken, Hükûmet taraftarı olan grup da, aynı olayı bundan farklı olarak yine aynı gözle görüp aynı hükmü veriyor ve aynı tepkiyi gösteriyor.
Oysa mârifet; “muhalif” ya da “taraftar” olmak değil, “erdemli” olmaktır. Erdem, ahlâk ve dürüstlük gibi ilkelere göre hareket eden bir insan, faile değil, fiile bakarak tavır belirlemelidir. Bu durumda, “neyin doğru neyin yanlış olduğunu” Hükûmet’in politikası belirlememelidir; bilâkis, “doğru ile yanlışın kriterlerine bakılarak” Hükûmet’in politikası sorgulanmalıdır. Bu sadece hükûmetlere veya partilere karşı değil, örgütlere, derneklere, cemaatlere, kurumlara ve tabiî ki bireylere karşı da takınılması gereken tavırdır. Ne Hükûmet’in her yaptığına destek veren davranış biçiminden, ne de Hükûmet’in her yaptığına muhalefet eden davranış biçiminden ülkeye ve topluma fayda gelir. Hele ki bu davranışı toplumun bir adım önünde olması gereken fikir ve kalem erbâbı sergiliyorsa, ülke ve toplum bu durumdan üstüne bir de zarar görür.
Peki, yapılması gereken nedir? Çok basittir: Hükûmet doğru adım attığında destek vermek, yanlış adım attığında karşı çıkmak. Eğer bu şekilde davranılırsa, bundan en başta Hükûmet’in kendisi kazançlı çıkacaktır. Çünkü başta medya organları olmak üzere toplumun tüm katmanlarında böyle bir erdem hasıl olursa, Hükûmet attığı her adımın doğruluğunu – yanlışlığını test edebilir.
Ancak böyle bir erdem oluşmadığı için, hatta yaşanan “kutuplaşma”nın sonucu olarak tamamen ortadan kalktığı için, Hükûmet böyle bir nimetten yoksundur. Bu nimetten yoksun olan her hükûmet gibi, Türkiye’deki AK Parti Hükûmeti de ister istemez gittikçe daha baskıcı, daha totaliter bir karaktere bürünmektedir. Çünkü başta medya olmak üzere toplumun tüm katmanları “taraftar” ve “muhalif” diye iki kampa ayrılmıştır; hâl böyle olunca, böyle bir hengâmede Hükûmet de toplumun tüm katmanlarından “taraftarlık” beklemekte, yaptığı her işin, attığı her adımın desteklenmesini istemektedir. Nitekim bu “erdemsizlik hali” bizi öyle bir hale getirmiş ki, ne Hükûmet’in politikalarını destekleyenler gerçekten o adımların doğru olduğuna inandıkları için destekliyorlar, ne de Hükûmet’in politikalarına karşı çıkanlar o adımların yanlış olduğuna inandıkları için karşı çıkıyorlar. Mes’ele “doğruyu desteklemek – yanlışa karşı çıkmak” (itikadî literatürümüzde buna “emr-i bi’l- mâruf ve nehy-i ani’l- münker” deniyor) mes’elesi değildir; mes’ele “AK Parti’yi desteklemek – AK Parti’ye karşı çıkmak” mes’elesidir. Böyle olmasaydı, iktidara “taraftar” olanlar Hükûmet’in her adımını (yanlış olanlar da dahil) desteklerken, iktidara “muhalif” olanlar da Hükûmet’in her adımına (doğru olanlar da dahil) karşı çıkar mıydı?
Böyle bir hengâme içinde, iktidarda hangi parti ve hangi lider olursa olsun, ister istemez gittikçe daha baskıcı, daha totaliter bir karaktere bürünecek ve en- nihayetinde daha buyurgan bir tavır içine girecektir. Çünkü bu “kutuplaşma” ortamında ortaya konan tavırlarla Hükûmet, “neyin doğru neyin yanlış olduğunu” öğrenemez, ancak “kimin dost kimin düşman olduğunu” öğrenebilir. Başka bir sonuç da çıkmazdı bu durumdan. Neticede tavırlarımıza yön veren, “doğruluk – yanlışlık” kriterleri değil, “dostluk – düşmanlık” duygularıdır. 11 yıldır iktidarda olan ve bunun ilk sekiz yılında daha demokratik, daha hoşgörülü ve hatta daha medenî bir görüntüye sahip olan AK Parti’nin, son üç yılında bu zahirî görüntüsünden uzaklaşmış olmasının ve gittikçe de daha da uzaklaşmasının sebeplerini, bana sorarsanız, en başta burada aramak gerekir. AK Parti’yi asıl bozan, Hükûmet’e asıl en büyük kötülüğü yapan, ne yaparsa yapsın attığı her adıma tereddütsüz destek verenlerdir. Buna mukabil, sözkonusu bozulma artık bünyeye öyle bir sirayet etmiş ki, AK Parti’nin kendisi de bunu anlayabilecek ferasetten yoksundur, bu ferasetini yitirmiştir. Nitekim “düşman olmayan”, hatta “dost olan” kalemlerin eleştirilerine dahi tahammülsüz olması, bırakın muhalif olmayı, dostça yapılan eleştirilere ve hatta nasihatlere karşı bile baskı, sansür, yandaş medyası aracılığıyla saldırı, küfür gibi reflekslerle tepki göstermesi, bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Böyle bir ortamda “erdemli” kalabilmek zordur, ancak zaten zor olduğu için adı “erdem”dir. “Zor” olmayan hiçbir şey övülmeye, takdir edilmeye layık değildir. Bütün iyi hasletler, zor olduğu için kutsal kitaplarda taltif edilmiştir. Ve bizler, toplumun bir adım önünde olması gereken biz fikir ve kalem erbâbı, şartlar ne olursa olsun, hangi hususta ve hangi zamanda olursa olsun, “erdemli” olmakla mükeleffiz. Yaşadığımız ülke ve dünya nereye, hangi yöne doğru giderse gitsin, bizim yönümüz “erdem” olmalıdır; yani doğruluğu, dürüstlüğü, ahlaklı olmayı elden bırakmamalıyız.
Unutmayalım: Hiçbir devletin, partinin, örgütün veya camiânın dünyevî hesapları, bizim âhirette vereceğimiz hesaptan daha önemli olmamalıdır, bizler için.
Nasıl bir medya olmalıyız? Ne tür gazeteciler – yazarlar olmalıyız?
Hakikati bulmak basittir; ve bilge insan Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, “bütün hakikatler basittir”.
Şu özelliklere sahip gazeteciler ve yazarlar olmalıyız:
1 – Yazılarımızı “birileri” alkışlasın diye yazmamalıyız. Ama “başka birileri” alkışlasın diye de yazmamalıyız.
2 – Bizim hiçbir partiyle ne organik bağımız olmalıdır, ne de düşmanlığımız. Böyle olmazsa “tarafsızlığımız” ortadan kaybolur, dolayısıyla “güvenirliğimiz” zedelenir. Oysa “güvenilir olmak”, fikir ve kalem erbâbı olarak bize en çok lazım olan vasıftır.
3 – Siyasî partileri doğru yaptıklarında desteklemeli, yanlış yaptıklarında eleştirmeliyiz. AK Parti, BDP, CHP, MHP, SP, Yeşiller; fark etmez.
4 – Amacımız “muhalif” ya da “taraftar” olmak değil, “erdemli” olmak olmalıdır. Çünkü dört kutsal kitabın da bize emrettiği budur.
5 – AK Parti’yi de, BDP’yi de, diğer partileri de, doğru adım attıklarında göğe çıkartmaktan çekinmemeliyiz, yanlış yaptıklarında da yerden yere vurmayı. Partilerin, örgütlerin, camiâların ve insanların “günahlarına” değil, “sevaplarına” ortak olmayı tercih etmeliyiz.
6 – İnsanlar bizi olumlu tanımalı, bizi sevmeli ve sahiplenmeli, bize güvenmeli, itibar etmeli, kalemimize itimat etmelidirler. Savunduğumuzda, bizden “yandaş” çıkmayacağını bilmeliler. Eleştirdiğimizde de “düşman” olmadığımızı.
7 – Erdemli olmak, tek gayemiz olmalıdır. Faile değil fiile bakarak tavır belirlemeliyiz.
Eğer bizler gazetecilik ve yazarlık mesleğini ifâ eden insanlar olarak, bunu yaparken de salt bir mesleği ifâ etmeyen, aynı zamanda topluma yön veren, haliyle toplumun bir adım önünde olan / olması gereken fikir ve kalem erbâbı olarak, yukarıda ana hatlarıyla zikrettiğim 7 ilkeye bağlı kalmazsak, bu ilkelere uygun hareket etmezsek, halihazırda yaşanan kutuplaşma daha da derinleşecek ve bundan en başta biz kendimiz zarar göreceğiz.
Hepimiz; tüm toplum, tüm ülke zarar görecektir.
Çünkü bu kutuplaşmadan hayır çıkmaz. Çıkmayacaktır.
Kıymetli basın mensupları;
Malcolm X der ki: “Ben hakikatin peşindeyim; kimin söylediği önemli değil. Ben adaletin peşindeyim; kimin için ve kime karşı olduğu önemli değil.”
İşte bizim de sahip olmamız gereken ahlâk bu olmalıdır, davranışlarımıza yön veren ilke bu ilke olmalıdır. Çünkü bir partinin / camiânın yaptığı “doğru”, onu başka bir parti / camiâ yaptığında “yanlış” olarak addedilemez. “Karşımızdakiler”in yaptığı ve şiddetle kınamaktan çekinmediğimiz bir “yanlış”, aynı yanlışı “Bizimkiler” yaptığında “doğru” olarak addedilemez, tevil yoluyla temize çıkartılamaz. Doğru doğrudur, kimden ve nereden gelirse gelsin; yanlış da yanlış.
Coğrafyadan coğrafyaya değişen, ırktan ırka değişen, mezhepten mezhebe değişen, partiden partiye değişen “ahlâkî ilkeler”in, sadece bir tek adı vardır: “Ahlâksızlık”!
Sadece kendin için ve kendinden olanlar için istediğin hiçbir hak, sana helâl değildir.
Durmadan biribirinize çamur atmaktan, biribirinizi kötülemekten vazgeçin. Başkasının “kötü” olması, seni otomatikmen “iyi” yapmaz; başkasının “kirli” olması, seni “temiz” yapmaz. Başkasının üstündeki çamurla, kendi elbiseni temizleyemezsin.
İşte bunun için söylüyorum: Hz. Ali (ra) şimdi yaşasaydı, siz hiçbiriniz O’nu asla sevemeyecektiniz.
Ehl-i Beyt, Ehl-i Beyt olduğu için temizdir; Emevîler kirli olduğu için değil.
“Hak yol” için neden 1. veya 2. yol değil de, 3. yol denmiştir, biliyor musun? Çünkü “erdemliler”, her toplumda azınlıktadırlar.
Hz. Nûh (as) 950 yıl anlattı, sadece 80 kişi inandı. Hz. İbrahim (as) 100 yıl anlattı, sadece iki kişi inandı; yeğeni ve hânımı.
Demek ki önemli olan, yazdığımız yazıları kaç kişinin okuduğu değil, yazılarımızda hakkı mı yoksa bâtılı mı dillendirdiğimizdir. Önemli olan, ne kadar yüksek tirajlı bir gazetede yazdığımız değil, kendi duruşumuzun doğru olup olmadığıdır.
Sevgili gazeteci ve yazar kardeşlerim;
Bir camiâda eğer herkes aynı düşünüyorsa, orda hiç kimse düşünmüyor demektir.
Çizgisi ve duruşu ne “muhaliflik” ne de “yandaşlık”, sadece “erdemli olmak” olan yazarlar olmalıdır bizim gayemiz.
İnsanların “taraftar” ve “muhalif” diye iki kampa ayrıldığı bir toplumda, “erdemli” olmayı başarabilmektir, hak yol.
İktidarın her yaptığını destekleyen yazarlar da, iktidarın her yaptığına muhalefet eden yazarlar da, toplumun “aydınları” değil “karanlıkları”dır.
Ve son olarak, kardeşlerim, son olarak;
Bizler eğer “taraftar” ve “muhalif” diye iki kutba ayrılmayı sürdürürsek ve bu hâl üzere devam edersek, inanın bana, bu durum en- nihayetinde ne “taraftarlara” ne de “muhaliflere” mutluluk getirecektir.
Fakat eğer bizler “taraftar” ve “muhalif” olmayı değil, 3. yol olan “erdemli” olmayı tercih edersek, hem “taraftarların” hem de “muhaliflerin” mutlu olduğu aydınlık geleceği hep birlikte kuracağız.
Erdemli bir toplum, özgür bir ülke dileğiyle.
sediyani@gmail.com
UFKUMUZ
14 AĞUSTOS 2013