İlki 20 yıl önce Ankara’da düzenlenen Kürt Forumu’nun ikincisi Mazlum – Der’in organizasyonu ile 17 – 18 Kasım 2012 tarihleri arasında Bursa – İznik’te düzenlendi.
Foruma katılanlar arasında Hilal Kaplan, Abdurrahman Kurt, İbrahim Sediyani, Müfid Yüksel, Abdullah Ekinci, Abdullah Deniz, Selahattin Çoban, Fatma Bostan Ünsal, Fermani Altun, Mehmet Bekâroğlu, Muhittin Kaya, Arif Koçer, Ramazan Değer, Şehmus Ülek, Mehmet Alkış, Hüsamettin Korkutata, Abdurrahim Semavi, Ali Akel, İhsan Eliaçık, Ümit Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Reha Ruhavioğlu, Halime Kökçe, Emine Uçak Erdoğan, M. Emin Ekmen gibi isimler yer aldı.
150 civarında katılımcı iki gün boyunca beş ayrı oturumda Kürt meselesinin tarihi, meseleyi anlamanın önündeki zihni engeller, İslamcılar’ın konuya bakış açısı ve bu bakış açısındaki sorunlar, şiddet dışı çözüm arayışları, hak / özgürlük ve adalet bağlamında Kürt meselesine yaklaşımlar gibi başlıklarla konuyu konuştu. Foruma davetli Türk ve Kürt aydınlarda aranan ön koşul “İslamcılık” idi. Renkli bir katılıma rağmen İslamî cemaatlerin ve İslamcı kanaat önderlerinin çoğulculuğunun tam olarak yansıtılamadığını söylemeliyiz. Bu konudaki eksiklik eleştirimiz organizasyon heyetince, bilinen her kesim ve kişiye davet gittiği ancak evet cevabı alamadıkları şeklinde cevaplandırıldı.
HAK VE ÖZGÜRLÜKLERDE MUTABAKAT
İslamÎ kesimlerin söz söyleyegeldikleri bu önemli konuda biraraya gelip tespit, ifade ve çözümde ortaklaşamamalarını, eleştirel bir tesbit olarak kayda geçirebileceğimiz gibi, sorunun, hiç değilse son otuz yılında evrildiği boyutlarda dîndar kesimin pozisyonunu anlama açısından da bir veri olabileceğini düşünüyorum.
Kürt mahallesinden çoğulcu ve güçlü bir katılım vardı. Eksik temsil yoktu diyebiliriz ama temsilde adalet sağlanmış mıydı? Pek zannetmiyorum. Kürt katılımcıların önemli bir kısmının konuya “hak / özgürlük / kimlik” ekseninde değil de “egemenlik ve ulus devlet” merkezinden bakmaları bu temsiliyetin sahiciliğini ve katılımın toplumsal karşılığındaki gücünü tartışmalı kıldı.
Bu forumun, 20 yıl sonra, bu kez sorunun değil de, çözümün konuşulduğu bir atmosferde yapılmış olması şüphesiz önemli bir olay. Ancak son 10 yılda kat edilen bunca mesafeye ve sorunun parametrelerindeki müthiş değişimlere rağmen, 1. Kürt Forumu’nda dönemin genel başkanı M. İhsan Arslan’ın açılış konuşmasındaki sorular / tespitlerin ve de tebliğ / müzakerelerdeki konuların adeta bugün de tekrarlanmış olmasını, sadece çözümsüzlüğün zorunlu bir dayatması olarak değil, Müslümanlar’ın duruşunu ve kısmen de olsa zamandışı kalmalarını tespit şeklinde de yorumlayabiliriz.
Öncelikle ve önemle forumun genel havasında “insan” olmakla tanınması gereken temel hak ve özgürlüklere dair bir tartışma yaşanmadığını not etmek gerekir. Tüm katılımcılar ister “İslam kardeşliği” ifadesi ile olsun, isterse seküler bir dille “vatandaşlık ve temel haklar” ifadesi ile olsun bu noktada tereddütsüz bir duruş gösterdiler. Çözüm için atılması gereken adımlara yönelik herhangi bir zihnî bariyer bulunmamakla beraber, bunun ifade şeklinde nüans farklar geliştiğini söyleyebiliriz. Bu anlamda tartışması dahi yapılmadan kabul edilen başlıklar arasında; “anadilde eğitim, yer isimlerin iadesi, zûlüm döneminin aydınlatılması, yerinden yönetimin güçlendirilmesi, demokratik zeminin güçlendirilmesi” gibi hususları sayabiliriz.
Meselenin tarihsel derinliği tartışılırken, Abdullah Ekinci’nin ifade ettiği 1879 Abidin Paşa ve 1895 Şakir Paşa raporları, sorunun temelini teşkil eden “tehcir, toplumsal çoğulculuğun reddi, idarenin merkezîleştirilmesi” gibi yaklaşımların Cumhuriyet’ten çok önce Osmanlı’nın dağılma sürecinin şaşkınlığı ile oluşturulan politikalar olduğunu belgelemesi açısından önemliydi.
37 sayfalık konuşmasının neredeyse yarısını ilk Müslümanlar’dan Zozan Hanım ve Caban el- Kurdî isimli sahabelerden başlayarak Kürtler’in İslamlaşma süreci ve İslam’ın bayraktarlığını yaparak bugünkü Arakan bölgesine kadar İslam’ı tebliğ etmeleri ve İslam’ın sembolü olan Hilâl’in bayraklarda ilk kullanımını tarihte Selahaddin-i Eyyubî’nin yapmış olmasını anlatırken süresi dolan İbrahim Sediyani’nin tebliğinin tamamı, dipnotlarıyla birlikte, yayımını bekleyen bir merak oluşturdu.
Müfid Yüksel’in Edirne’de medfun Kürt beylerinin mezar taşlarına dair tesbitleri, şüphesiz, az sonra yapılacak coğrafya temelli çözüm arayışlarına bir ön cevap niteliğinde idi.
MESELE KÜRTLÜK MÜ KÜRDİSTAN MI?
Bir kısım katılımcının ifade ettiği, “Burada neden ‘Ümmetin birliği ve İslam kardeşliği’ kavramlarıyla konuşulmuyor?” sorusuna İrfan Burulday’ın verdiği şu cevabı da not etmek gerekir: “Seküler ulus devlet(ler)in uluslararası sistemin ürettiği bir sorun ve bugün hiçbiri ‘İslamî’ esaslarla yönetilmeyen devletler var. Böyle bir tabloda ‘İslam’ üzerinden nasihat etmenin zorluk ve anlamsızlığı açıktır.” Bu noktada “devrimci” değil de sistem içi revizyonist bir anlayışla konuya yaklaşan, “İslam kardeşliği” ve “Ümmet bilinci” tartışılmayacak katılımcıların sistem içi bir dil kullanmanın zorunluluğuna ve de zorluğuna işaret ettiklerini de belirtmek gerekir.
Bu bağlamda itiraz edilen bir husus da kimi konuşmacıların devlet zûlmünü hikayeleştirirken “Türkler” ifadesini kullanmasıydı. Forumda sıklıkla meselenin “Kürt meselesi” değil “Kürdistan meselesi” olduğu ifade edildi. “Kürdistan” ifadesi de “coğrafî” ve “bir ulusa ait egemenlik alanı” olarak iki ayrı anlamda kullanıldı. Kürtler’in yaşadığı bir coğrafyayı ifade anlamında “Kürdistan” ifadesinin kullanımına bir itiraz gelmediğini gördüm. Ama bugün dört devlet arasında bölünmüş, her birinin değişik ve esaslı sorunları bulunan Kürtler’e bu coğrafyayı esas alarak yapılacak “ulus devlet” çağrısının politik olarak ütopikliği bir yana çözümün bir şartı olan toplumsal algıyı yönetmek açısından da içerdiği tehlikelere dikkat çekmek isterim. Kürtler’in Ortadoğu’da dört devletin egemenliğe bölünmüş şekilde yaşamaları şüphesiz çözümün önündeki en büyük engellerden biridir. 2010’da açılım politikalarının henüz konuşulduğu bir dönemde Başbakan Erdoğan’ın İran gezisinde İran Ulusal İstihbarat Şefi’nin “Siz sorunu çözüyorsunuz, biz bunlarla (PJAK) ne yapacağız?” demesine şahîd olmuş biri olarak, esaslı çözümde dört devlet arasındaki koordinasyonun zorunluluğuna inanıyorum. Bu kaygıları yaşayan ülkelere “Bağımsız birleşik Kürdistan” talebini hatırlatacak göndermeler ütopik olmakla birlikte tehlikelidir. Müzakerem esnasında da demokratik mücadele zeminini esas alan sistem içi revizyonist bir anlayışla çözüme katkı sunulabilecekken, sıklıkla ifade edilen “Herkesin devleti var, Kürtler’inki neden olmasın?” sorusunun gecikmiş bir millîyetçi refleksi temsil ettiğini, üstelik Kürtler’in de böyle bir gündemi olmadığını, böyle bir üslûbun kamuoyları ve devletlerin korkularını besleyerek çözüm önünde engel oluşturacağını belirttim.
Coğrafya ve ulus devlet temelli yaklaşımlar karşısında Şehmus Ülek’in sunumunun Kürt sokağının nabzını ve duruşunu göstermek açısından çok daha hakkaniyetli ve gerçekçi bulduğumu da ifade etmeliyim. Bu noktada ifadelerin, 50 yıl sonra bu tebliğleri okuyacak bir kişinin İslamcı Kürtler’in bu tarihte bağımsızlık ilanını tartıştığını zannedecek kadar yoğunlaştığını gördüm desem haksızlık olmaz sanırım.
PKK’YA SÖZ SÖYLEYEMEMEK
Konuşmacılardan Abdurrahman Kurt’un dört ülkenin ulus devlet sınırlarına sadık kalınarak, bu parçalar arasındaki geçişliliğin sağlanması halinde, bunun hem bölgesel entegrasyona gidişte önemli bir merhale olacağı, hem de “Ümmetin birliği” hedefi için anlamlı bir başlangıç olacağı önermesini de not etmek gerekir. Bir entegrasyon projesinin ilk adımı olarak ele alınabilecek bu fikir için öncelikle bölgenin durulması ve yukarıda değindiğim dört ülke yönetiminin ortak iradesine ihtiyaç olduğu açıktır.
Katılımcıların devlet ve siyasî iktidara her türlü eleştiriyi yöneltirken PKK / KCK / BDP otoritesine söz söylemekten kaçınması eleştirime konu olmakla birlikte, bende 90’lardaki devlet zûlmünü görmeyenlerin şimdi de PKK üzerine söz söylememesinin / bu sessizliğin aslında daha derinlerde bir toplumsal hafızâya işaret ediyor olabileceği şeklinde değerlendirmelerime sebep oldu.
Benzer eleştirileri Emine Uçak Erdoğan, Hidayet Şefkatli Tuksal hânımlar da kayda geçirdi. Hilal Kaplan, Yıldız Ramazanoğlu’ndan empati gücü yüksek konuşmalar dinlerken, Nureddin Şirin, İhsan Eliaçık ve İhsan Aktaş’tan da farklı dillerle ama oldukça devrimci yaklaşımlar gördük.
Konuşmacıların tamamının konuşmalarına bakınca, Roboskî olayının rûhlarda büyük bir yara açtığını, olayın aydınlatılmamış, sorumluların yargı önüne çıkarılmamış olmasının bu yarayı kanatmaya devam ettirdiğini belirtmek gerekir.
AK Parti’nin on yıllık iktidarında yaşanan demokratik dönüşüm ve revizyonun forumda yeterince değerlendirmeye tabi tutulmamış olması bir eksiklik olarak tespit edilebileceği gibi, algı yönetimi açısından yaşanan sorunlara da delalet eder. Toplantı neticesinde salonun müzakeresine açılan “Sonuç Bildirgesi” forumun güzel bir özeti oldu. Yönetim şekli, hak ve özgürlükler, geçmişte yaşanan hak ihlallerinin tespiti, bürokratik devlet aklına dair tespit ve eleştiriler gibi bir yol haritasına esas alınabilecek düşünceler sonuç bildirgesi ile kamuoyu ve karar alıcıların dikkatine sunulmuş oldu.
STAR GAZETESİ
24 KASIM 2012