“Bir halk zincire vurulmuş, soyulmuş, susturulmuşsa özgürdür hâlâ / işsiz bırak, pasaportunu al, yemek yediği masayı, uyuduğu yatağı, zengindir hâlâ / Bir halk yoksul ve tutsaktır dedelerinden kalan dili çalındığı zaman / Kayıptır artık.”
İgnazzio Buttita
(Sicilyalı şair)
“Öğrencilerimiz, ‘Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun’ kapsamında yaşayan diller ve lehçeler adı altında, yerel dil ve lehçeleri öğrenme imkânına kavuşuyorlar. Örneğin yeterli sayıda öğrenci biraraya geldiğinde Kürtçe, bir seçmeli ders olarak alınabilecek, öğretilecek.”
Bu cümleleri önündeki promterdan okuduktan sonra derin bir nefes alan Başbakan Erdoğan, grup toplantısına katılan milletvekili ve izleyicilerin kendisini alkışlamasını bekledi. Çılgınca alkışlayan kalabalığı hoşnutlukla izlerken O, bu sözlerin haber bültenlerinde ya da gazete manşetlerinde nasıl tanımlanacağını, hangi sıfatlarla yansıtılacağını az çok “tahmin” ediyordu.
Nitekim “beklediği” gibi oldu. Başta akraba kontenjanından yönetilenler olmak üzere cemaate ve diğer yandaşlara ait gazete ve televizyonların açıklamayı “Tarihî adım”, “Devrim gibi” başlıklarla gördüler.
İnkârcılığın en katı günlerinden, “kart – kurt”lardan, yasaklamalardan “seçmeli ders”e gelmek, ancak “devrim” olarak nitelendirilebilirdi onlara göre. Küçümsemek, hafife almak “nankörlük” ve “Türkiye gerçeğini bilmemek”ti. Hükûmet, bütün milliyetçi ve “derin” tepkileri göze alarak bu adımı atmışken buna kayıtsız kalmak, “siyasî körlük”tü. “Anadilde eğitim” gibi “maximalist talepleri” dayatmamalı, “Hükümete yardımcı olmak” gerekirdi. Hükûmetin yaptıkları takdir edildikçe arkası da gelirdi nasıl olsa.
Bu ve benzer argümanlar çeşitli liberallerin, burjuvazinin sözcülerinin ve rûhları iğdiş edilmiş kimi Kürtler’in dillerinden düşmüyordu o günlerde.
Peki, durum gerçekten de iddiâ ettikleri gibi mi?
Eğer zamanı dondurup, onbinlerce insanın hayatına mal olan, milyonlarca insanın hapisler, sürgünler, acılar ve işkenceler pahasına katıldığı, bedeller ödediği ve halen ödemekte olduğu özgürlük mücadelesini yok sayarsınız; öncesi bir yana, 12 Eylül’den beri Kürt yurtseverlerinin, devrimci ve sosyalistlerin, keza demokrasi mücadelesi verenlerin yaptıklarını görmezden gelirseniz bile, bu yapılanlara o sıfatları veremezsiniz. Değil çünkü! Zira sözkonusu olan, bir halka mensup milyonlarca insanın nefes almak kadar doğal bir hakkının, anadilde eğitimin tanınmamasıdır hâlâ. “Seçmeli ders” dedikleri, “asimilasyon politikaları”nın devam etmesidir ve asimilasyon, tıpkı işkence gibi insanlık suçudur. Birilerinin “Sizi öldürmüyoruz ama siz de işkence görmeyi kabul edin” demesi ne kadar “tarihî” ve de “ahlakî” ise bu da öyledir. Ötesi değil! [1]
Yıllar önce, bir panelde Hrant Dink, “Anadil hak mı, hukuk mu, tüm bunlar açıkça terbiyesizce dayatmalardır. Anadil hak, hukuk meselesini aşar, karın guruldaması gibi birşey yani, neyini tartışıyoruz ki?” diye sorarken çoğumuzun şimdiki tartışmaların mânâsı üzerine hissettiklerine tercüman oluyordu.
İnsanî ve bir halka mensup olmaktan gelen en doğal haklardan biri, kendi anadilinde konuşmak, okumak, düş kurmak, eğitim görmektir. Bunlar tartışma götürmez haklardır. Eğer bir yerde bu türden bir tartışma varsa orada baskı vardır. Hele yasak, engel sözkonusu ise durum zûlümle, işkence ve faşizmle izah edilebilir ancak.
ADI OLMAYAN DİLDE SEÇMELİ DERS
Hükûmetin “Yerel Dil ve Lehçe” başlığı altına gizlemeye çalıştığı Kürtçe, dünyada en çok konuşanı bulunan 100 dilden biridir. Halen konuşulmakta olan 6 bin küsûr dil arasında, objektif verilere dayanmayan nüfûs oranları baz alınsa bile 40. sırada bulunmaktadır. Bunca konuşanı, güçlü ve köklü bir tarihsel arka planı olsa da Kürt dili ait olduğu topraklarda yıllar yılı yok sayıldı, yasaklandı, engellendi. Sömürgeci politikalarla, asimilasyon uygulamalarıyla öz yurdundan silinmeye çalışıldı.
Tıpkı Kürtler gibi dilleri de onyıllardır direnerek varlığını korudu, yaşama tutundu. Özellikle en büyük nüfus oranını barındıran Türkiye sınırları içerisinde son 50 yılda oldukça büyük oranda bir konuşan kitlesini kaybetse de, Kürtçe’nin direnişi devam ediyor. Kürt halkı, kendi diliyle var olma savaşından vazgeçmiyor çünkü.
AKP Hükûmeti ve devlet, bedeli ne olursa olsun anadilinde eğitim talebinden vazgeçmeyen Kürt halkının önüne, bu isteğinin karşılığıymışçasına adını bile anmadan, “Yerel Dil ve Lehçe” başlığı altında birkaç saatlik seçmeli ders kararıyla çıktı. Yapılan düzenlemenin henüz bir uygulaması yok ama planlarına göre ilköğretim okullarında 4. sınıftan itibaren “Seçmeli Yabancı Dil” statüsünde Kürtçe okutulacak. Üstelik Kürtçe’yi öğrenmek isteyenler başka bir “Yabancı Dil” dersini seçemeyecekler.
“4 + 4 + 4” düzenlemesi ile okula başlama yaşı erkene çekildi. Dolayısıyla okulda asimilasyon süreci daha erken başlayacak. Bu yeni düzenlemeyle kendi anadilini “yabancı dil” kapsamında “öğrenecek” olan çocuklara, ondan önceki 4 yıl boyunca dilleri unutturulmaya çalışılacak. Asimilasyon cenderesinden geçen küçücük çocuklar ‘tek tik’leştirici, gerici ve antidemokratik eğitim sistemi ile şekillendirilecekler. Frantz Fanon’un altını çizdiği gibi, sömürgelerdeki ezilen halkın çocukları “okulda önce kendi lehçelerini hor görmeyi öğrenirler.” [2]
Dolayısıyla İngilizce’nin, Fransızca’nın ya da Almanca’nın karşısına bir seçenek olarak konulacak Kürtçe, konuşanın başını derde sokan, polisten, gerici ve faşistlerden dayak yemenin, işkence görmenin vesilesi olan bir dil gibi tanıtılıp gösterilirken olacak bunlar. Bu koşullarda küçücük çocukların aileleri üzerinden kendilerine “kapalı tutulan bir takım kapıları açacak bir anahtar olarak” [3] öğretilen egemen dille konuşmaya yönelecekleri açıktır.
Kürtçe’nin yaklaşık 90 yıldır red ve inkâr cenderesinde tutulmasının, yasaklı ve lanetli bir dil olarak sunulmasının doğal bir sonucudur bu. Kürt ailelerinin ve çocuklarının algılarıyla ilgili bir sorun değil sözünü ettiğimiz. Birarada yaşayan halklar bakımından da sorunlu bir süreç var ortada.
Bırakın seçmeli ders olarak verilmesini, tümüyle anadil eğitimine geçilse bile Kürtçe dezavantajlı bir dil olmaya devam edecektir. Bu, mevcut siyasal yapı ve ortamla doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla çözüm için rejimin yapısında değişim, anayasal – yasal güvenceler, pozitif ayrımcılık ve sahici bir barış iklimi gerekli olacaktır.
Ne var ki, henüz bu noktadan uzaktayız. Kürtler’in en doğal hakları olan “anadilde eğitim”e hâlâ “kırmızı çizgi” demeye devam ediyorlar. Anayasa ve yasalarla engeller –yasaklar sürüyor. Egemen sömürgeci zihniyet tüm kibirli halleriyle işbaşında. Burunlarını sürten mücadele gerçeğini görmezden geldikleri için, “seçmeli ders” düzenlemesinde Kürtçe’nin adı yok. Tıpkı “yasa uygulayıcı” mahkemelerinde olduğu gibi “bilinmeyen dil” statüsünde Kürtçe. Buna rağmen yapılana “devrim” denilmesini istiyor, eleştiri ve itirazları kibirli bir öfkeyle reddediyorlar.
Bir TV programında Kürtler’den yaka silker gibi sözediyordu Erdoğan, “İstekleri hiç bitmiyor ki” diye yakınarak, kadir kıymet bilmez bir halk olduklarını imâ ediyordu. Tam da burada, Fransız sömürgeciliğinin uygulamalarını eleştiren J. P. Sautre’ın bir sorusunu tekrarlayabiliriz: “Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanların başlarını yerden kaldırdıkları zaman onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?” [4]
ANADİLDE EĞİTİM VE REJİM
Bugün hâlâ yürürlükte olan 12 Eylül Anayasası, “tek dil” dayatmasının başlıca kaynağıdır. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen 3. maddeye göre “Türkiye devletinin… dili Türkçe’dir.”
“Resmî dil” gibi kapsamı belirleyen ya da başka dillerin varlığını içeren bir ifadeyi tercih etmeyen 12 Eylülcüler, hazırladıkları Anayasa’nın çeşitli maddelerine de bu ırkçı faşist zihniyetlerini yansıtmıştı. Örneğin 42. maddenin son fıkrasında “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” deniliyor. Bunun “Kürtçe anadil olarak okutulup, öğretilemez” fikrinin yasa kılıklı hali olduğu açıktır. Kaynağını Anayasa’dan alan ve bir kısmı sonradan değiştirilen yasalarda da bu zihniyet varlığını ortaya koymaktaydı.
Turgut Özal döneminde revize edilen 2932 Sayılı Yasa’nın ilgili hü-kümleri buna örnek olarak verilebilir. O yasaya göre, “Türkçe’den başka hiçbir dil anadili olarak kullanılamaz”dı. Eğitim – öğretim değil, apaçık konuşma yasağıydı bu. Kan ve gözyaşı ile uygulandı.
Yıllardır süregelen mücadelelerle bir bölümü işlevsizleştirilen bu faşist yasakların rûhu hâlâ yasalarla varlığını korumaktadır. Eğer bugün TRT Şeş varsa, yine “seçmeli ders” konusu gündemdeyse bu tümüyle yürütülegelen en ağır bedelli mücadelelerin ürünüdür. Bu çok net. Devlet bu adımları, “Kürt halkının meşrû ve doğal hakkıdır” diye değil, anadilde eğitimin, hak ve özgürlüklerin, eşitlik ve adalet taleplerinin karşısında bir barikat gibi duran gerici faşist varlığını sürdürebilmek için attı. Dolayısıyla tüm demagojilere ve pazarlama stratejilerine rağmen bu adımlarla mevcut krizin çözümü olanaklı değil.
Anadilde eğitim yasağı sömürgeci rejimin üzerinde yükseldiği gerici temellerden biridir. Hal böyle olunca gerçek bir çözüm doğrultusunda atılacak her adımı bu temeldeki bir sarsıntı gibi algılamaktadır rejimin sahipleri. Anadil yasağı ile rejim arasında simbiyotik bir ilişkinin varlığından bile sözedilebilir. Birinin yaşaması diğerinin varlığına bağlıdır adetâ. Bu nedenle çözüm için atılabilecek adımları varlıklarına kast edilmişçesine gerici bir reaksiyonla karşılamaktadırlar. Ve bu zihniyet neredeyse Cumhuriyet’le yaşıttır.
CUMHURİYET’İN KÜRTÇE İLE İMTİHANI
Doğu Kürdistan doğumlu, dilbilimci Amir Hassanpour’un doğru bir tanımlamasıyla ifade ettiği gibi, egemenlerin Kürtçe ile ilişkisi “dil kırımı” temelindedir. Hassanpour, “Konuşan sayısı bakımından (25 – 30 milyon) dünyada 40. sırada bulunan Kürtçe, 1918’den beri coğrafî olarak dört birbirine komşu devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) arasında zora dayalı bir bölünmüşlük içindedir. Dilkırım, dilin kasıtlı olarak katledilmesi, Türkiye’de 1925’ten beri, İran’da özellikle 1925 – 41 arasında ve Suriye’de özellikle 1960’tan beri uygulanmaktadır. Resmî bir ‘bölgesel dil’ olarak Kürtçe’ye izin verilen Irak’ta dahi Kürt millîyetçiliğini belki sınırlar içine hapsetme aracı olarak Arap’laştırma uygulanmıştır” diyerek bu tanımın dayandığı nedenleri sıralıyordu. [5]
“Dilkırım” siyaseti Kürt inkârının Cumhuriyet’le başlayan acılı sürecinin bir başka adıdır. Bu süreç Ermenî soykırımının “mantikî” bir sonucudur aynı zamanda. Ne yazık ki, bu büyük utanca yol açan o kırım günlerinde İttihatçılar’ın yanında saf tutan kimi Kürt aşiretleri, kendi kıyımlarına giden yolu da kanlı elleriyle açmış oldular.
Bilindiği gibi Lozan’a “Türk ve Kürtler’i temsilen” giden İsmet İnönü geriye döndüğünde Kürt ülkesi resmen 4 parçaya bölünmüştü. İnönü konferanstayken bir kısım Kürt aşiretleri, yeni devletin teşvikiyle, “arkanızdayız” içerikli ilanlar vermişlerdi gazetelere. Kürtler’i temsil değil tecrit eden İnönü, altına imza attığı anlaşma ile “yeni Cumhuriyet”in daha en baştan hastalıklı – krizli doğduğunu ilan etmiş, inkâr ve asimilasyon yoluyla sonuç alacaklarını varsayarak, savaş öncesi Kürtler’e verdikleri “ortak vatanda kardeşçe yaşama” sözlerini unutan Mustafa Kemal’lerin politikasını uygulamıştı.
Oysa “Kurtuluş Savaşı” boyunca “Türkiye halkı” kavramını kullanan M. Kemal ve arkadaşları, “Müslümanlık” ortak paydası ve “Makam-ı Hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin temin, bekâ ve mahfuziyeti gayesi” ile Kürtler’le protokoller imzalamışlardı. Orada “Kürtler’in serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i ırkiye ve içtimaiyece mashar-ı musadat olmaları”na [6] dair irade beyanında bulunmuşlardı. (Amasya, 22 Ekim 1919) [7]
Gerçi M. Kemal daha sonra hazırladığı ünlü “Nutuk”ta protokolün bu bölümlerini sansürlemişti ama belgeler devlet arşivlerinde olduğu için gerçeklerin üzeri örtülemiyor.
Yine Kürtler’e muhtariyet (özerklik) verilmesine dair gerek TBMM’de, gerekse başka platformlarda alınan kararlar, bulunulan vaadler, M. Kemal’in İzmit’teki basın toplantısında (16 – 17 Ocak 1923) bu kapsamda söyledikleri hep “unutulmuş” ve 1924 Anayasası’nda “Türkiye ahalisinde dîn ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denilmişti.
Kuzeyli Kürtler’in Misak-ı Millî hapishanesindeki tutsaklığı başlamıştı artık. Milyonlarca insan 4’e bölünmüş, vatanlarının kuzey parçasında adları – dilleri ve varlıkları inkâr edilerek esir alınmıştı. (Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde yaşananlar bu büyük hapishanenin bir tezahürüdür aslında.)
Sonrası bu tutsaklıktan kurtulma mü-cadelesidir özü itibariyle. Koçgirî, Şeyh Said, Ağrı / Zilan, Dersim… Her biri şu veya bu düzeyde aynı amaca bağlıdır. Arada “tutsaklık koşullarının iyileştirilmesi” gibi talepler yükseldiyse de, asıl ve nihaî amaç özgürlüktür.
Bu, “Kürtler ne istiyor?” sorusunun cevabıdır aynı zamanda…
Şimdi, “Cumhuriyet Dönemi”nde Kürtçe ve Kürtler’in yaşadıklarına hızlıca bakabiliriz. Fakat buna geçmeden kısa bir önbilgi paylaşımı, konuyu daha anlaşılır kılabilir.
Osmanlı döneminde “Ümmet-i Muhammed” üst kimliği ile bir “millet” (millet-i hakime) sayılan Kürtler, görece özerk pozisyonlarından ve diğer dînlere mensup halklar (millet-i mahkûme) karşısındaki ayrıcalıklarından memnun sayılırlardı. Bu pozisyonlarını korumak istiyorlardı. M. Kemal ve arkadaşları ile imzaladıkları “Amasya Protokolü”nün özünde de bu vardı.
Osmanlı’da, geleceği temsil iddiâsındaki Jön Türkler, dolayısıyla İttihat ve Terakkiciler bir yandan Kürt aşiret önderlerini ve aydınlarını ortak hareket etmeye çağırırken, diğer taraftan üzerinden yükselecekleri siyasal ve millî temeli inşâ ediyorlardı. Ve aslına bakılırsa daha o zamandan, Kürtler, “Kürt olarak” yoktur bu “gelecek planlarında”. Onlara “cesur kılıçlar” ve ölümüne savaşan askerler olarak ihtiyaçları vardı sadece. “Ortak bir vatanda eşit haklarla birlikte yaşamak” planda bulunmamaktaydı.
Nitekim daha 1908’lerde “Şûra-yı Ümmet”te ilk siyasal programlarını yayınlayan İttihatçılar, “Türkiye’nin resmî dil olarak ilkokullarda zorunlu eğitim dili olacağını, tüm yazışmaların Türkçe yapılacağını” ilan ederek bu niyetlerini ortaya koymuşlardı. Güyâ bu da “özgürlükçü” bir programdı…
Ne var ki, henüz iktidar değillerdi ve kendilerini yok sayan, asimilasyoncu politikalarına tepki gösteren Kürtler’e ve diğer kesimlere ihtiyaçları vardı. Bu amaçla sözkonusu programda kimi revizyonlar yaptılar. Buna göre, Türkçe yine “zorunlu eğitim dili” olurken, diğer etnik gruplar “öğrenim dili” olarak kendi dillerini kullanabileceklerdi. Bunlar o dönem Kürtler’in ağzına sürülen “bir parmak bal”dı. Nitekim ardılları iktidar olduktan sonra bunların tümü unutuldu.
Yeni rejimin “kurucu aklı” daha iktidar olmadan Kürtler’e asimilasyonu dayatırken, Ermenîler’in payına 1915’teki tehcir ve kıyım düşmüştü. Yaptıkları yapacaklarının güvencesiydi.
TÜRK’LEŞTİRME – ASİMİLASYON CENDERESİ
Şeyh Said Kıyamı’ndan 13 gün önce, 27 Ocak 1925’te Türk Ocakları nekresinde bir konuşma yapan İsmet İnönü, Cumhuriyet rejiminin “millet olma” politikasını açıklıyordu. “Vazifemiz” diyordu İnönü, “Türk vatanı içinde bulunanları behemehal (mutlaka) Türk yapmaktır. Türkler’e ve Türkçülük’e muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsâf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” [8]
İşte bu ırkçı zihniyet, başta Kürtler olmak üzere, Rum, Ermenî, Çerkes, Laz, Gürcü, Arap, Yahudî ve diğer ulusal topluluklara karşı uygulanan baskı, zor ve asimilasyon politikalarının tipik bir örneğidir. “Herkes Türk olsun” diyerek duvarlara yazılar yazan günümüzün ırkçı faşişt gürûhları yeni birşey söylemiyorlar yani. Ataları da çok uğraştılar bunun için! Denemedikleri zorbalık ve zûlüm kalmadı.
Örneğin Şeyh Said Kıyamı’ndan sonra Eylül 1925’te yürürlüğe sokulan “Şark Islahat Planı”, Kürtler’in sürgün edilmelerini, idam ve tutuklamaları, Kürtçe konuşmanın yasaklanıp ağır para cezasına tabi tutulmasını, köy ve bölge isimlerinin değiştirilmesini, Kürdistan’a Kürt olmayan Çerkes, Türkmen, Laz vb. toplulukların yerleştirilmesi, asimilasyon uygulamalarının devam etmesini, bunun için yaygın yatılı bölge okullarının açılmasını içeriyordu.
Kürtlük’ün varlık nişanesi dildi ve yeni rejim bu dili ve dolayısıyla Kürtlük’ü yok etmeye kararlıydı. Kız okullarının açılması, parasız yatılı bölge okullarının yaygınlaştırılması “çağdaşlık” adına sunulan asimilasyon uygulamalarıydı. O dönemlerde öğretmenlik yapmış ve kendini çağdaş Türk nesilleri yetiştirmeye vakfetmiş bir öğretmenin anılarında anlattıkları bu bakımdan dikkat çekicidir: “Atatürk, bu dağ köylerinde bütün yoksulların Türkçe bilmemekten ileri geldiğini söylemiş, bunu isyan sebeplerinden biri olarak görmüştü. Onun için Türkçe’nin bu köylere ‘ana’ ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden, ilk kez sultaniyesinin açıldığı bir ilden pekçok siyaset adamı yetişmişti. ‘Buraya da Türkçe’yi ana ile sokacağız’ diyorlardı.” [9]
Anadillerini unutturmak, yok etmek için “anaları asimile etmek” amacını bu sözler gayet net anlatıyor aslında. “Neden o ‘ana’yı kendi dilinde eğitim verip, geliştirmiyoruz?” diye sormak yerine, daha zor ve insanlıkdışı bir yol izlendiğini sorgulamayan zihniyet, günümüzde bile “çağdaşlık” adına savunulabiliyor ne yazık ki!
İnkâr ve asimilasyon rejimi, Türk’leştirme işini sadece okullarla yapmadı elbette. Ancak bu yoldaki en etkili araç okullardı. Çünkü okul, çocukları hedefliyordu ve Kürtçe’nin potansiyel konuşanlarını azaltıp, yok ediyordu. Kürt çocukları “ya asimilasyon ya eğitimsizlik” seçenekleri ile karşı karşıya kalıyordu. Aslında “zorunlu eğitim” uygulaması ile böyle bir seçim olanağı da bulunmuyordu.
Asimilasyon politikalarına karşı herhangi bir itiraz geliştirildiğinde hem “yasa” sopası sallanıyor, hem de Kemalist koro devreye girip “çocukların, kızların cahil kalmasını savunan gerici” sözleriyle bombardımanda bulunuyordu. Bu, günümüzün de sorunlarından biridir. “Baba Beni Okula Gönder” tarzı kampanyaların “kız çocuklarının okutulması” gibi meşrû bir talep arkasına gizlenen asimilasyonist amaçlarının olduğu tartışmasızdır. [10]
“Ya Türkçe ya eğitimsizlik” seçeneği zorbalıktır. “Kırk satır mı kırk satır mı” dayatmasından farksızdır. İnsanlara üçüncü – dördüncü bir yol önermemek, o yolların önünü açmamak, Kemalist rejimin Kürtler’e ve dolayısıyla Türkler’e yaptığı kötülüklerden biridir. Bu siyasal amaçlı ideolojik kumpas, asimilasyona karşı söz söyleyenleri de etkisizleştirmiş, birçok ilerici aydın bu zorbalık dayatmasında taraf kılınmıştır. Oysa olması gereken bellidir: “Eğitime evet ama anadilinde”. Bu kadar “basit”!
Ancak “Cumhuriyet” zor olanı seçti ve onyıllardır bu yanlış yolda, ağır bedeller ödenilen politikalarda ısrar ediliyor.
Tüm Cumhuriyet döneminde uygulanagelen politikaları oldukça net ortaya koyan 1930 tarihli gizli bir “İçişleri Bakanlığı Genelgesi”nde ifade edilenlere biraz daha yakından bakalım. Zira oradaki belirlemeler ve zihniyet hâlâ güncel ve uygulanmaktadır.
Madde 8: “Şehir ve köylerde dil cemiyetleri teşkil ederek yalnız Türkçe’yi konuşturmaya çalışmak, bu hususta Türk Ocakları’ndan, mektep muallimlerinden, … Türkçe konuşan Türkler’den intihap edilmesine azamî dikkat olunacak köy imamı, muhtarı, bekçisi, tahsildarı, korucusu vesaire memurlardan çok istifade olunur.” (“Türk olmayanları korucu bile yapmayın” diyen bu zihniyet şimdi kendi kardeşlerini vursun diye onbinlerce Kürt korucusuna maaş veriyor)
Madde 9: “Türklük’e ve Türkçe’ye paye vermek, som Türkçülük’ün ve mühnasıran Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu bilfiil kendilerini göstermek.” (Türk olmayanların hem şerefleri yok sayılıyor, hem de dillerini “maddeten” kazanç için terketmeleri isteniyor. Bu amaçla alenen rüşvet teklif ediliyor. Her bakımdan aşağılıyorlar başka bir deyişle)
Madde 10: “Bilhassa kadınlar arasında Türkçe’nin taammümüne [11] (yaygınlaşmasına) çalışmak, bunların Türk kızlarının Türkçe konuşmayan köylülerle evlendirilmesini teşvik etmek ve suretlerle yerleştirmek.” (“Önce kadınları vurun” diyen faşist zihniyetin bir başka tezahürü)
Bahsi geçen genelgede başka maddeler de var elbette. Ancak aşağıda uzunca alıntılayacağımız madde üzerinde özellikle durmak gerekiyor, çünkü orada belirtilenler güncel olarak sürmekte olan bir dizi uygulama ve davranışı da önceliyor:
Madde 12: “Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve cemiyet adet ve ananelerinin de millîyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatleri mazilerine bağlayan rabıtâlar olduğu unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle beraber bu gibi aykırı adetleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiçbir suretle tergip (isteklendirmek) ve terçi (cesaretlendirmek) edilmeyerek adî ve iptidaî mahiyetleri her vesile ile teşhir olunarak takbin ve tayip edilmeli (çirkin gösterilmeli, ayıplanmalı), o lehçeyi konuşan zümrelere mensup fertlerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türk’leştirmek, nüfûstaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve kendilerine hiçbir suretle meselâ ‘Boşnak, Çerkes, Laz, Kürt, Abhaz, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak’ lakabı vermemek, köylerin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve meselâ ‘Çerkesköyü’ vesaire gibi ayrılıklara müsaade etmemek ve ettirmemek ve kendilerini ve yerlileri buna alıştırmak, ve evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine ‘Türk’üm’ dedirtmek, hülâsa dillerini, adetlerini ve dileklerini Türk yapmak, Türk’ün tarihine ve bahtına bağlamak, her Türk’e teveccüh eden millî ve mühim bir vazifedir.” [12]
Aradan geçen 82 yıla rağmen bu maddede somutlanan asimilasyoncu, inkârcı ve ırkçı zihniyetin uygulamaları hâlâ gündemde değil mi? Çocuklar hâlâ ana – babalarının dillerinden, geleneklerinden utandırılmıyor mu? TV dizilerindeki “Kıro”ların Kürtler, saf ya da yer yer ebleh gösterilenlerin Laz’ların olması tesadüf mü?
Detaylı bir araştırma ile daha fazlasının da tespit edileceği açık olan, isimleri değiştirilen 40 il, 368 ilçe ve 7526 köy [13] bu coğrafyada değil mi? Belediyelerin sokak ve parklara verdiği isimler yasa ve yönetmeliklerle engellenmiyor mu?
Kuşkusuz sorular çoğaltılabilir ancak üzerinde durmak gereken bir boyutu daha var ki o da çok önemli. Bu genelgede somutlaşan zihniyet eliyle öyle aşağılayıcı bir baskı örgütleniyor ki, anadilleri Kürtçe olan çocuklar kendi kimliklerinden, ana babalarından utanır hale getirilmek isteniyor. Kendine güvensiz, kişilikleri zedelenmiş bu çocuklar daha hayatlarının başında maruz kaldıkları bu baskılar nedeniyle travmalar yaşıyorlar. Kürtçe konuştu diye arkadaşlarını ihbar etmekle yükümlendirilen nice çocuk, alet edildikleri bu kirli ve onur kırıcı tutumun izlerini ömür boyu taşıyorlar. Cumhuriyet tarihi bu bakımdan travmalar tarihidir, sayısız Kürt çocuğu için her okul gününde bağıra bağıra “Andımız” yalanını söyleyen bir çocuk ne kadar bunlardan azade kalabilir ki?
ÇOCUKLAR (ANADİLİ VE EĞİTİM SİSTEMİ)
İlkokula başlayana kadar, eğer aile asimile olmamışsa, ev ortamında Kürtçe konuşan, düşünen, düş gören çocuklar, okula gittiklerinde, önce dillerinden oluyorlar. Yasakla tanışıyorlar. Bazıları 6 – 7 yaşında yeni baştan konuşmayı öğrenmeye zorlanıyorlar.
Oysa çocuklar anne babalarından, aile ve çevrelerinden, içinde yaşadıkları kültürel ortamdan, doğuştan itibaren, herhangi bir sistematiğe ve bilinçli yönelime dayanmadan, doğal olarak dilsel bir kimlik edinirler. Dil bilimci Prof. Dr. Doğu Aksan, “Anadil, başlangıçta anne ve yakın aile çevresinden, daha sonra ilişkili bulunulan çevrelerden öğrenilen, insanın bilinçaltına inen ve bireylerin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan dildir” derken bu gerçeğe dikkat çekiyor. Yine Prof. Aksan, “Çocuğun konuşmaya başladığı sırada annesinden, aile çevresinden öğrendiği anadil, kuşaktan kuşağa aktarılan ulusun kültürüyle sıkı sıkıya ilişkili bir bildirişme (iletişime) dizgesidir, bir toplumsal kurumdur” [14] diyerek dil ve ulusal aidiyet arasındaki ilişkiye vurgu yapıyor. İşte bu aidiyet mensubu Kürt çocukları (ki bu dillerinin korumaya çalışan diğer ulusal topluluklar için de geçerlidir) büyük acılar çekerek asimilasyon çarklarının içine giriyorlar.
Eğitim – Sen tarafından hazırlanan “Anadilinin Önemi ve Anadilinde Eğitim” isimli broşürde de dikkat çekildiği gibi, “Türkiye’de anadili Türkçe’den farklı olan çocuklar, anadili Türkçe olan çocuklarla aynı öğretim programlarına devam etmektedirler. Türkiye’deki eğitim sisteminde Türkçe’yi bilmeyen ya da Türkçe bilgisi yetersiz olan çocuklara yönelik dil eksikliklerini kapatacak programlar ve özel yaklaşımlar bulunmamaktadır”.
Böyle olunca Türkçe bilmeyen ya da az bilen Kürt çocukları anadili Türkçe olanlara göre, dilbilimci Zana Farqinî’nin deyimiyle “5 – 0 mağlup başlıyorlar ilkokula. Onlar, yok sayılan, aşağılanan yasaklı anadillerini unutup yeni bir dil öğrenmeye çalışırken diğer çocuklarla aralarındaki mesafe artıyor.” Eğitimde fırsat eşitliğinin Kapitalizm koşullarında zaten olanağı yok ama dil farkı bu eşitsizliği katmerleştiriyor.
“İyi ya, herkes Türkçe öğrenir, Kürtçe’yi unutursa bu sorun da ortadan kalkar” gibi lümpen faşizmine özgü değerlendirmeleri bir kenara bırakırsak, bilimsel araştırmaların gösterdiği şudur: Kendi anadilinde eğitim alan bireyler, bu dilin yanında ikinci üçüncü dilleri daha çabuk ve başarılı öğreniyor. Eğitim – Sen broşüründe de denildiği gibi, “Çocuğun kendi anadilinde eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmî dili ve hatta başka pekçok dili öğrenmesine ve kullanmasına engel değildir.” Çok dilli eğitim veren ülkelerde bunun başarılı örnekleri mevcuttur.
Yıllar içinde birçok kez düzenlenen Demokratik Eğitim Kurultayları’nın hemen hepsinde alanın uzmanları anadilde eğitimin gerekliliği ve sonuçları üzerine konuşmalar yaptılar, tebliğler sundular. Aşağıdaki değerlendirmeler, 1998 yılında Ankara’da Eğitim – Sen tarafından düzenlenen Demokratik Eğitim Kurultayı’na sunulan ve altında Prof. Dr. Ali Nesin, Doç. Dr. Fatma Gök, Doç. Dr. Gürsen Topses ve diğer katılımcı öğretmenlerin imzalarının bulunduğu bir rapordan alınmıştır. Güncelliğini koruyan rapor “eğitim felsefesi” üzerine şunları vurguluyor: “Eğitimi bireyin ben merkezli rûhsal, zihinsel ve bedensel biçimlenmesine, bilgi ve beceri kazanmasına yönelik olarak düşündüğümüzde, bireyin aile ortamında ve günlük yaşamda konuştuğu dil ile, yani anadilinde eğitim görmesi kaçınılmazdır. Çünkü anadili, insanın topluma katılmasını, toplumu etkilemesini, toplumdan etkilenmesini, bilgi edinme ve aktarımını sağlayan en temel unsurdur. Farklı etnik kökenden gelen halkların bilinçli bir şekilde, egemen anlayışın dayattığı tek dile dayalı asimilasyoncu yöntem bilimselliğe aykırıdır.” [15]
Bunu temellendirirken de;
“Birey, kendi anadiliyle daha sağlıklı ve olumlu düşünür.
Birey, eğitimi anadilinde gördüğünde bilgiyi daha çabuk kavrar.
Anadilinde eğitim gören bireyin ruhsal gelişimi daha sağlıklı olur. Anadilinde eğitim gören birey kendisini güven içinde hisseder.
Dil ve kültür arasındaki güçlü bağ çerçevesinde, anadilini bilen çocuk, çevresiyle ve yakınlarıyla daha sağlıklı ilişikler içine girer. Bu da bireyin toplumsal bir varlık olarak kişiliğinin kimliğine uygun gelişmesini sağlar.
Bu temel ilkelerden hareketle “anadilinde eğitim, eğitim felsefesinin temel ilkelerindendir” [16]
ANADİLDE EĞİTİM BÖLER Mİ?
Çok değil, 2000 yılının başlarında “Kürtçe dersinin seçmeli dersler kapsamında üniversite bünyesinde okutulması” talebi ile, bulundukları yüksek öğretim kurumlarına başvuran ve aralarında SGD’lilerin de bulunduğu yaklaşık 22 bin üniversite öğrencisine YÖK Yürütme Kurulu’nun 2001 / 37 Sayılı Kararı ile verilen yanıta bakılırsa, “Kürtçe eğitim talebinin masum bireysel hareketler olmayıp, bölücü terör örgütü PKK’nin doğrudan ve dolaylı yandaşları ve destekçileriyle birlikte planlayıp organize ettiği, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik bölücü faaliyetler olduğu” açıktır. Yine Üniversitelerarası Kurul’a göre, “Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk millîyetinin temel dil birliği olup bundan asla ödün verilemez. Türk milletinin anadili Türkçe’dir.” Dolayısıyla bu talep sahipleri suç işlemektedir.
“Bilim yuvası” iddiâlı üniversiteler adına polis – asker jargonuyla yazılmış bu kararlar ibretliktir. YÖK’çüler bu utanç beyanlarıyla yetinmediler elbette. Gereğini yapmaları için rektörlere ve “ilgili kurumlara” çağrı yaptılar. Ardından binlerce öğrenci hakkında soruşturmalar açıldı, yüzlercesi okuldan uzaklaştırıldı. Başta Ankara DGM olmak üzere bir dizi mâhkemede dâvâlar açıldı. Yüzlerce öğrenci işkenceli sorguların ardından tutuklandı, aylarca hapiste kaldı.
Bunlara bakıp, “ülkede demokrasi adına büyük gelişme kaydedildiğini”, dün okuldan atılma ya da tutuklanma gerekçesi olan Kürtçe dersi talebinin artık hükûmet eliyle serbestçe uygulandığını, sorunun çözüldüğünü söyleyenler, hadi kibarca olsun, gerçeği ifade etmiyorlar. Çünkü “seçmeli ders” isteyenleri tutuklayanlar, bugün zaten tutuklu olan ve anadilinde savunma yapmak isteyenleri serbest bırakmıyor, rehin tutuyorlar. 2009’dan beri onurlu bir duruş sergileyerek anadilinde savunma hakkını kullanmakta ısrar edenler, Kürtçe’nin özgürleşme mücadelesinde hem siyasî hem de ahlakî bakımdan oldukça kıymetli bir yerde duruyorlar. Onlar “bilinmeyen dil” denilerek küçümsenen Kürtçe bayrağını onurla dalgalandırıyor, bütün dillerin konuşanları için değerli olduğunu, bedensel özgürlükleri pahasına gösteriyorlar.
“Anadilde eğitim böler mi?” sorusuna “Anadilde eğitim ülkeyi bölmez” gibi savunmacı izahlarda bulunmanın dahi zül kabul edilmesi gerekir. Bir halkın en doğal hakkını yasaklayarak birlik sağlayacağını zannedenler akılsız bir takım ırkçı – faşistlerdir. Dünyayı bilmeyen sefillerdir.
Evet, anadilinde eğitim bir ülkeyi bölmez ama yasaklar böler. Hem de her bakımdan çok dilli – çok kültürlü olmanın bir coğrafyaya kattığı zenginliğin farkına varmayanlar, ancak Hitlervarî ırk saplantıları olanlardır. Bu zihniyetleri dünya için felakettir.
KAYNAKLAR
[1] Gerçi Kürtler’in başına bu da geldi. Aslen Kürt olan Tarım Bakanı Mehdi Eker, “Eskiden Kürt siyasetçileri sokakta öldürüyorlardı. Şimdiki hükûmet hiç değilse hapishaneye atıyor” mealinde sözler söylemişti.
[2] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, s. 23
[3] age, s. 42
[4] age, s. 32
[5] Vesta Dergisi, Deneme Sayısı, s. 190
[6] Prof. Ahmet Özer, Kürtler ve Türkler, s. 290
[7] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Akşam Gazetesi, s. 82
[8] Dr. Aldulkadir Kıran, Serbestî Dergisi, sayı 21. s. 70
[9] age, s. 71
[10] Sıdıka Avar, Dağ Çiçekleri
[11] Taammüm: Kültür öğelerinin ya da kültür karmaşalarının coğrafya bakımından yer değiştirerek bir toplumdan başka bir topluma yayılması süreci.
[12] M. Bayrak’tan aktaran Dr. Abdulkadir Kıran, Serbesî Dergisi, sayı 21, s. 72
[13] İbrahim Sediyani, Adını Arayan Coğrafya, s. 10
[14] Prof. Dr. Doğu Aksan, aktaran Faik Bulut, Kürt Dilinin Tarihçesi, s. 371 – 373
[15] Vesta Dergisi, sayı 3 – 4, s. 270
[16] agd
MARKSİST TEORİ DERGİSİ
SAYI 8
KASIM – ARALIK 2012