İslam Sevgi ve Barış Dînidir; Terör ve Barbarlığa Karşı Mücadele Edilmelidir

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 


mustafa kılıç
     (Milat Gazetesi yazarı gazeteci Mustafa Kılıç’ın yeni kitabı “IŞİD Gerçeği”, geçtiğimiz günlerde çıktı. Parafiks Yayınevi arasında çıkan kitap, Suriye iç savaşından sonra ortaya çıkan ve özellikle geçtiğimiz Haziran ayında Musul’u ele geçirdiken sonra aylardır Türkiye ve dünya gündeminin bir numaralı gündem maddesi olan IŞİD – isminin tam açılımını yazmaktan utanç duyduğum için yazmıyorum – adlı barbar terör örgütünü ele alıyor.

     Kitap, gazeteci Mustafa Kılıç’ın değerlendirme ve gözlemlerinden oluşuyor. Ayrıca sevgili Kılıç, “Ortadoğu ve İslamcılık” üzerine fikir üreten kimi aydınlardan da görüşler alarak bu görüşleri kitabın sonuna ekledi. Bunlar; Molla Abdulvasi Yaz, Ahmet Ay, Bülent Ceyhan, Çetin Agaşe, Fehim Işık, İbrahim Genç, Mustafa Arısüt, İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Mücahit Bilici, Molla Sadullah Ergün ve bir de bu fâkir kardeşiniz.

     Kitabın hayırlı olmasını ve hayırlara vesile olmasını dileyerek, tanıtımına katkıda bulunması amacıyla, görüşlerimi kaleme aldığım ve kitapta yer alan yazıyı ilginize sunuyorum.)

 

* * *

İslam Sevgi ve Barış Dînidir; Terör ve Barbarlığa Karşı Mücadele Edilmelidir

İbrahim Sediyani

     Dünya, mâlesef bir akıl tutulmasına çarpılmış durumda. Kimileri dîn adına, kimileri mezhep adına, kimileri ırk ve kavim adına, kimileri de başka ideolojiler adına, hiç gözünü kırpmadan mâsum insanları öldürebiliyor, toplu cinayetler işleyebiliyor.

     Oysa terör terördür ve hangi gayeyle, hangi amaçla olursa olsun, mâsum insanların öldürülmesi, hele hele böyle acımasızca öldürülmesi kabul edilebilir mi? 

     İslam (!) adına ortaya çıktıklarını iddiâ eden ve “küresel cihâd” adını verdikleri eylemlerle mâsum insanların canına kıyan, sivil insanları çocuk – kadın demeden katledenlerle, Hristiyanlık (!) adına ortaya çıktıklarını iddiâ eden ve “Haçlı rûhu” adını verdikleri eylemlerle mâsum insanların canına kıyan, sivil insanları çocuk – kadın demeden katledenlerle, aynı vâhşetleri Yahudîlik veya Budizm adına yapanlar arasında ne fark vardır? İslam, Hristiyanlık, Musevîlik, Budizm, hangi dîn, hangi öğreti böyle vâhşetlere, bu tür cinayetlere cevaz verebilir? Hangi amaç, hangi dâvâ, hangi ülkü, oyun çağındaki küçücük çocukların, kucağındaki bebeği emziren kadınların yaşam hakkından daha kutsaldır?

     Barış dîni olan dînimiz, İslam, “Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı yaşatan tüm insanlığı yaşatmış gibidir” buyurmuyor mu, ve diğer tüm dînler de buna benzer öğretileri dillendirmiyor mu? “Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı yaşatan tüm insanlığı yaşatmış gibidir” buyuran âzîz İslam dîni ve “Biri sağ yanağına bir tokat attığında karşılık verme, ona sol yanağını göster” buyuran Hristiyanlık dîni, mâsum insanların acımasızca katledilmesine, vâhşîce işlenen cinayetlere, toplu taşıma araçları olan otobüslere ve trenlere bomba koyup yüzlerce sivil insanın öldürülmesine, hele hele insanların, hem de kameralar karşısında, insanların tavuk keser gibi boğazlanmasına, böyle vâhşetlere nasıl cevaz verebilir? Hangi dînde, hangi öğretide bu tür vâhşetlere yer vardır?

     Dîn adına işlenen bu tür cinayetlerden ve terörist eylemlerden daha tehlikeli olan ise, bu tür fanatik hareket ve oluşumların Hristiyan dünyada olsun İslam dünyasında olsun, bu kadar rahat ve bu kadar çok taraftar bulabilmesi değil midir? Evet, asıl tehlike bu değil midir?

     Son 3 – 4 aydır en çok konuşulan terör örgütü olan IŞİD hakkında bu süre zarfında binlerce yorum yapıldı. Bu yorumların ortak özelliği, ne tamamen yanlış, ne de tamamen doğru olmaları. “Yarım doğru yarım yanlış” piyasada arz-ı endam eden bu yorumların vakıâyı anlamada ne derece yardımcı oldukları ise tartışmalı.

     Bu barbarlar çetesini ABD ve İsrail ile ilişkilendirip aradan sıyrılmak, herşeyi tamamen “dış güçlere” bağlamak, işin kolayına kaçmaktır. Böyle bir ilişki ve destek olsa bile, hatta bu örgüt bizzat ABD ve İsrail tarafından kurulmuş olsa dahi, sergilediği bunca kan donduran vâhşetlere ve yaptığı korkunç katliâmlara rağmen İslam toplumlarından ve devletlerinden aldığı muazzam destek ve nasıl olur da onbinlerce, yüzlerce ve binlerce değil, onbinlerce Müslüman gencin bu örgüte katıldığının sorgulanması gerekir. Ciddî ciddî sorgulanması gerekir.

     Bunların azîz İslam dîni ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. İşledikleri cinayet, tecavüz ve vâhşetleri İslam perdesi altında yapan barbarlardan başka bir şey değildirler.

     İslam adına bu tür vâhşet ve barbarlıkları yapan IŞİD vb. örgütler, işledikleri bu vâhşetlere daha çok “uydurma hadisler”den cevaz buluyorlar. Çünkü Qur’ân’da böyle vâhşetlere cevaz yok.

     Yeri, göğü ve ikisi arasında olanları yaratan Allâh Celle Celaleh’in gönderdiği ve bize seçip beğendiği dîn (yol, yaşam tarzı, hayat modeli) olan azîz İslam dîni (Mâide, 3), bir “barış dîni”dir. Bu dînin ismi olan “İslam” bile “Barış” anlamına gelmektedir.

     “Ey imân edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (Baqara, 208)

     “Onlar için Râbleri katında barış yurdu vardır ve O, yapmakta oldukları dolayısıyla onların velîsidir.” (En’âm, 127)

     “Allâh barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip iletir.” (Yunus, 25)

     “Yalnızca bir söz: ‘Selam, selam.’” (Vaqıâ, 26)

     Savaş değil barış istemek, ırkçılık / kavmiyetçilik, sınıfçılık yapmamak, Müslüman’ın başta gelen özelliklerinden olmalıdır. Hangi dînden ve hangi mezhepten olursa olsun, hangi ırktan, hangi kavimden, hangi etnik kökenden gelirse gelsin ve hangi dili konuşursa konuşsun, hangi coğrafyanın, hangi ülkenin insanı ve hangi sosyal sınıftan, hangi cinsiyetten olursa olsun, barış içinde yaşamak, bizim en başta gelen gayelerimizden biri olmalıdır. Yaşadığımız toplumda / ülkede / coğrafyada karşılıklı hoşgörü, sevgi ve saygı içerisinde olmak, farklı inanç, düşünce ve etnisiteler arasında kardeşliği tesis etmek, kin ve nefret duygularını ortadan kaldırmak, herkesin, hepimizin ortak amacı, müşterek dileği olmalıdır. Herkesin herkesin itikadına, fikrine, yaşam tarzına, toplumbilimsel örgüsüne, gelenek ve göreneklerine, hayat tarzına ve giyim kuşamına saygı göstermesi gerekmektedir.

     Barışa savaşla, sevgiye nefretle, birliğe ayrılıkla, ayrışmayla, huzur ve emniyete ise terör ve anarşiyle yanıt verilmez. İslamî kaygılarla yola çıktıklarını dile getiren ve yalnızca Allâh yolunca cihad etmekle mükellef olan muttakî, muvahhîd ve mücahîd insanlar, bırakın kendilerine uzatılan barış elini ve dostluk çağrılarını geri çevirmeyi, bu eli bizzat kendileri uzatmak ve böyle bir çağrıyı bizzat kendileri yapmak durumundadırlar. Zira “barış dîni” üzere olan, bu itikada sahip bulananlar, Müslümanlar’ın kendileridir. Gayesi “Allâh rızasını kazanmak” olan muvahhîd ve mücahîd insanların cihadının gayesi, yaşadığı toplumda / coğrafyada ve tüm yeryüzünde barışı, huzuru, güvenliği sağlamaktır. Barış için yapılan cihad, savaşarak yapılan cihaddan daha büyük bir cihaddır.

     “Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allâh’a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir.” (Enfal, 61)

     Hangi dînden, mezhepten, etnik kökenden ve sosyal sınıftan olursa olsun herkesin her türlü ibadet özgürlüğüne sahip olduğu, şiddete ve teröre başvurmadığı ve başkalarının inanç ve düşüncesine hakaret etmediği müddetçe herkesin her türlü inanç ve düşünce özgürlüğüne sahip olduğu, herkese eşit eğitim ve çalışma hakkının tanındığı, kanunlar önünde, kamusal ve siyasal alanda herkesin katılımcı ve paylaşımcı bir şekilde temsil edildiği, başkalarını rahatsız ve rencide etmediği müddetçe herkesin giyim kuşamında ve yaşam tarzında serbest olduğu, Allâh’ın verdiği nimetlerin, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin herkese adil bir şekilde pay edildiği bir toplum modelini, böyle bir ülkeyi, Ortadoğu’yu, İslam dünyasını var etmek, kurtuluşumuzun olmazsa olmaz koşuludur ve bu gayeyi dîni, dili, rengi, mesleği, cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun herkes taşımalı, benimsemelidir.

     Bunun gerçekleşebilmesi için adalet mekanizmasının muhakkak işletilmesi gerekmektedir. Adaletin olmadığı bir ortamda bunların yeşermesi mümkün değildir. Zira adaletin olmadığı bir toplumda / coğrafyada ancak anarşi olur, fitne ve terör olur.

     Öyleyse yaşadığımız toplumda / üzerinde bulunduğumuz topraklarda bütün inanç topluluklarının, etnik kökenlerin, konuşulan bütün dillerin, bütün dinsel ve etnik renklerin “ortak ve adil bir şekilde” temsil edildiği / varlık gösterdiği sosyo – siyasal modeller hayata geçirilmelidir.

     Nerede ve nereden, kim ve kimlerden olursa olsun herkes bunun mücadelesini vermelidir.

     Bu tür barbar çetelerle, mezhepçi terör örgütleriyle mücadele etmenin en sağlıklı yolu; adaleti sağlamak, ekonomik yönden insanların refah seviyesini yükseltmek, eğitim yönünden insanların bilinç düzeyini yukarı çıkarmak, insanların kalplerine sevgi, merhamet, erdem ve fazilet duygularını yerleştirmektir.

     Toplumun bilinç düzeyi yükselirse, ekonomik sıkıntıları giderilir ve refâh düzeyi yükseltilirse, daha erdemli ve ruşen bir biçimde düşünmeyi, akletmeyi öğrenirse, içinden böyle barbarlıkları çıkarmaz.

     İslam toplumlarında ve devlet erklerinde adalet mutlaka sağlanmaldır. Adaleti sağlamış bir ülkede terör ve anarşi hareketleri ortaya çıkmaz. Ayrıca bunu sağlamış toplumlara yabancı güçlerin müdahalesi, işgali de imkânsız hale gelir.

     ABD, İngiltere vb. emperyalist güçlerin topraklarımızı işgal etmesinden, aramıza fitne ve nifak tohumları ekmesinden bu kadar çok şikâyet ediyoruz ama, bunu sağlayanın, böyle bir duruma kapı aralayanın, kendi aramızdaki adaletsizlik ve eşitliksiz olduğunu hep dikkatlerden kaçırıyoruz. Egemenliğin altında tuttuğun coğrafyayı ve toplumu sonuna kadar ırkçı, faşist ve mezhepçi bir rejimle yönetmeye kalk, ondan sonra da “yabancı müdahalesi”nden şikâyet et; bu tam bir komedidir.

     Adaletle yönetilen bir ülkede “terör örgütleri” ortaya çıksa, o örgütlerle devlet mücadele eder, halk da terörle arasına mesafe koyup devletin yanında yer alır. Fakat eğer bir ülkede devletin kendisi bir “terör örgütü” ise, ondan kurtulmanın elbette ki tek yolu, dış müdahaledir.

     Buna en güzel örnek; Saddam dönemi ve şimdiki Irak’tır. Saddam ve Baas rejimi döneminde Enfal, Halepçe gibi soykırımlar yaşayan Kürtler’in o zamanki sefil ve mazlum durumu nasıldı, ABD müdahalesinden sonra şimdiki özgür, onurlu ve haysiyetli durumu nasıl? Elinizi vicdanınıza koyarak cevap veriniz.

     Demek ki neymiş? Tekrarlayalım:

     Adaletle yönetilen bir ülkede “terör örgütleri” ortaya çıksa, o örgütlerle devlet mücadele eder, halk da terörle arasına mesafe koyup devletin yanında yer alır. Fakat eğer bir ülkede devletin kendisi bir “terör örgütü” ise, ondan kurtulmanın elbette ki tek yolu, dış müdahaledir.

     UFKUMUZ

     12 KASIM 2014

———- 0 ———–

mustafa-kilic-isid-gercegi.jpg

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir