“Ey Müslüman halklar! Ey İslamî ülkelerin mazlum halkları! Zenginlikleri, Amerika ve uşakları tarafından yağma edilen ve kendileri zillet altında yaşayan ey azîz halklar! Uyanınız! Ayağa kalkınız! Ey dünya mustaz’âfları! Kalkınız ve süper güçlerin karşısında kıyam ediniz! Eğer onların karşısında direnirseniz, onlar hiçbir şey yapamazlar. Amerika’nın ve diğer müstekbir güçlerin elleri, dirseklerine kadar gençlerimizin kanına ve dünyanın diğer mazlum ve kahraman halklarının kanına bulanmıştır.
İzzet ve hayat, mücadele ile elde edilir. Mücadelenin ilk adımı irade sahibi olmak, ikinci adımı ise dünya küfür ve şirkinin ve özellikle de ABD’nin patronluğunu reddetmektir. Başlarında Büyük Şeytan ABD’nin bulunduğu küçük şeytanları ve ortaya çıkardıkları zorlukları fırlatıp atalım, kovalım. Doğu’nun bütün sıkıntıları sömürgeci Batı’dan dolayıdır, bu yabancılardandır, bu Batı’dandır; Amerika’dan dolayıdır. Müslümanlar’ın bütün sıkıntıları Amerika’dan kaynaklanmaktadır. İlahî güç, süper güçleri yok etti ve yok etmeye de devam edecektir. Biz artık süper güçlerin ülkemize müdahale etmesine izin vermeyeceğiz.”
İmam Humeynî (rh. a.)
Tahran’ın kuzeyindeki Cemaran (ﺠﻤﺎﺮﺍﻦ) mahallesinde, milyonlarca şehîdin kanlarının bereketiyle zafere ulaşan 11 Şubat 1979’daki kutlu İslam Devrimi’nin rehberi Ayetullah-i Uzmâ İmam Seyyîd Rûhullah Mustafawî Musewî Xomeynî (ﺁﻴﺖﷲ ﺍﻠﻌﻇﻤﺎ ﺍﻤﺎﻡ ﺴﻴﺪ ﺮﻮﺡﷲ ﻤﺼﻄﻔﻮﻯ ﻤﻮﺴﻮﻯ ﺨﻤﻴﻨﻰ)’nin ailesiyle birlikte mütevazi bir şekilde yaşadığı, Heseni Kia Sokağı (Fars. ﺨﻴﺎﺒﺎﻨﻰ ﺤﺴﻨﻰ ﻜﻴﺎ [Xiyabanê Heseni Kia]) – 45 adresinde bulunan, “tarihten daha büyük” olan iki odalı küçücük evinin avlusunda, hüzün ve tefekkür dolu dakikalar yaşıyoruz…
Madde ile mânânın, ilim ile hikmetin, irfan ile hakikatin, aşk ile vuslatın “özdeşleştiği” dakikalar bunlar.
Öyle bir ev ki, avlusunda oturduğumuz her dakika, bizi madde âleminden alıp mânâ âlemine götürüyor.
Evin misafirleri; Âyet Devletşâh (ﺁﻴﺖ ﺪﻮﻠﺘﺸﺎﻩ), Doğan Özlük ve ben.
Birimiz Fars, birimiz Arap, birimiz Kürt; ama ne fark eder ki? Bu ev bize, tüm insanların Adem’in çocukları olduğunu öğretiyor.
Birimiz Caferî, birimiz Şafiî, birimiz Hanefî; ama ne fark eder ki? Bu ev bize, tüm Müslümanlar’ın kardeş olduğunu öğretiyor.
Birimiz İranlı, birimiz Türkiyeli, birimiz Almanyalı; ama ne fark eder ki? Bu ev bize, tüm yeryüzü coğrafyasının insanlık ailesinin “ortak evi” olduğunu öğretiyor.
Birimiz şair, birimiz mütercim, birimiz gazeteci; ama ne fark eder ki? Bu ev bize, “dil” sözcüğünün hem “lisan” hem de “gönül” anlamına geldiğini, aynı gaye uğruna yaşayan ve aynı kaygıları taşıyan insanların biribirlerini anlayabildiği ortak bir “gönül dili” olduğunu öğretiyor.
İmam’ın mütevazi evi ve istediği herşeye sahip olabilecek durumda olduğu halde kendi tercihiyle yaşadığı fâkir ve sade hayat, bizi oldukça tesir altında bırakmıştı. Hiçbirimizin ağzından tek kelime çıkmıyordu. Herkes yere çömelmiş ve sadece tefekkür ediyor, farkında olmadan gözyaşı döküyordu.
Evin avlusunda otururken, şunu düşündüm: Bir lidere ait bu mütevazi ev, benim gibi sıradan bir insanı ve kendi halinde bir ziyaretçiyi bile bu derece etkileyebildiyse, acaba İmam’ın sağlığında, diğer ülkelerden O’nu ziyarete gelen devlet başkanları, cumhurbaşkanları, başbakanlar, dışişleri bakanları, farklı ülke yetkili ve temsilcileri neler hissetmişlerdir?
Onlar üzerindeki tesiri, sahip oldukları mevkiî ve makam gereği, daha bir güçlü ve iz bırakıcı olmuştur, muhakkak ki.
Bunları düşünürken, aklıma o zamanlar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin dışişleri bakanı olan, daha sonra Sovyetler Birliği dağılınca kurulan Gürcistan Cumhuriyeti’nin de devlet başkanlığını yapmış olan Eduard Amwrosiewiç Şewardnadze (Kiril. Эдуа́рд Амвро́сиевич Шевардна́дзе; Kartv. ედუარდ ამბროსის ძე შევარდნაძე)’nin İran İslam Cumhuriyeti’ne yaptığı resmî ziyaret gelmişti. Ki, hiç unutmam.
SSCB Dışişleri Bakanı Eduard Şewardnadze, İran’a yaptığı resmî ziyarette, İmam Humeynî’yi Cemaran’daki evinde ziyaret etmişti. Ziyarette İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ayetullah Seyyîd Ali Hûseynî Hamaneî (ﺁﻴﺖﷲ ﺴﻴﺪ ﻋﻠﻰ ﺤﺴﻴﻨﻰ ﺨﺎﻤﻨﻪﺍﻯ), Başbakan Mîr Hûseyn Musewî Hamene (ﻤﻴﺮ ﺤﺴﻴﻦ ﻤﻮﺴﻮﻯ ﺨﺎﻤﻨﻪ), Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayetî (ﻋﻠﻰ ﺍﻜﺒﺮ ﻮﻻﻴﺘﻰ), İçişleri Bakanı Hüccet’ul- İslam Ali Ekber Muheteşemî Pur (ﺤﺠﺖﺍﻻﺴﻼﻢ ﻋﻠﻰ ﺍﻜﺒﺮ ﻤﺤﺘﺸﻤﻰ ﭙﻭﺮ) ve diğer yetkililer de hazır bulunuyorlar.
İmam’ın evinde ayakta yapılan ilk karşılamadan sonra, Şewardnadze’ye “Buyrun oturun” deyip yer gösteriyorlar. Gösterdikleri yerde ne koltuk ne de sandalye olduğu için, Şewardnadze şaşkın bir halde onlara bakıyor. Zaten evde bu eşyalardan hiçbiri yok! Onlarda da misafirden önce oturma âdeti olmadığı için, mecburen ayakta bekliyorlar Şewardnadze’nin oturması için. Hani içlerinden biri otursa, Şewardnadze anlayacak onların yere oturduklarını.
Şewardnadze bir gösterilen yere bir adamların yüzüne birkaç kez tuhaf tuhaf bakınca, komşulardan birine gidip rica ediyorlar ve komşu evden bir sandalye getirtiyorlar. Kendi halinde, sıradan bir ailenin evinden basit bir sandalye bu.
Misafiri sandalyeye oturtuyorlar. Şewardnadze sandalyeye oturtulduktan sonra, kendileri de hep birlikte yere oturuyorlar.
Tam anlamıyla şok geçiren Şewardnadze birden ayağa fırlıyor; “Hayır” diyor, “Bunu kabul edemem. Ben bir dışişleri bakanı olarak sandalyeye oturmuşum. Cumhurbaşkanı ve başbakan ise dizlerimin dibinde yere oturmuş.”
Sandalyeyi geri veriyor Şewardnadze ve O da yere oturuyor. Sohbet başlıyor.
Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, Şewardnadze kendi kendine gülüyor. Merak edip soruyorlar kendisine, niçin güldüğünü.
Eduard Şewardnadze şunları söylüyor: “Bana oturmam için gidip komşudan getirdiğiniz sandalye aklıma geldi de, ona güldüm. Ben ki dünyanın süper gücü Sovyetler Birliği’nin dışişleri bakanıyım ve bana gidip sıradan bir vatandaşın evinden o sandalyeyi getirdiniz. Eğer başka bir ülkeye resmî bir ziyaret yapmış olsaydım ve beni öyle bir sandalyeye oturtmaya çalışsaydılar, bunu kendime hakaret olarak değerlendirirdim. Çünkü öyle bir sandalyeyi kendime layık görmem. Oysa dikkat ettiyseniz, sizlerin arasında, tam tersine, kendimi o sandalyeye layık görmedim.”
İran ziyareti bittikten ve ülkesine geri döndükten sonra ise, kendisine ziyaretin nasıl geçtiğini soran SSCB gazetelerine aynen şunları söylemişti Şewardnadze, Moskova’da: “Bizim sadece ismimiz Halk Cumhuriyeti. Ben halkçılığın ne demek olduğunu İran’da, Ayetullah Humeynî’nin evine misafir olduğumda öğrendim.”
Evet…
İmam Humeynî’nin evinin avlusunda otururken, aklıma yıllaaaaaar öncesinden kalma bu hadise gelmişti. O dönemler İmam henüz hayattaydı, dünya iki kutupluydu, SSCB diye bir süper güç vardı, bugün bana İslamcılık dersi vermeye kalkan heyecanlı gençlerimiz ise henüz leylekler tarafından dünyaya getirilmemişlerdi bile.
İmam’ın evinden ayrıldıktan sonra, ev ile nerdeyse bitişik olan, İmam’ın günlük namazlarını kılıp talebelerine ders verdiği, vaktinin büyük çoğunluğunu geçirdiği, tarihe geçen ve dünya dengelerini sarsan o meşhur konuşmalarını yaptığı Cemaran Hüseynîye Mescîdi (Fars. ﻤﺴﺠﺪ ﺤﺴﻴﻨﻴﻪ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Mescîd-i Hûseynîye Cemaran])’ne doğru gidiyoruz.
Ancak mescîdin içine girmeden önce, müze haline getirilmiş olan ve İmam’ın değerli eşyâlarının, dünya liderlerine gönderdiği mektupların sergilendiği alt katı gezmek ve görmek istiyoruz.
Cemaran Hüseynîye Mescîdi (Fars. ﻤﺴﺠﺪ ﺤﺴﻴﻨﻴﻪ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Mescîd-i Hûseynîye Cemaran])’nin alt katı İmam’ın vefâtından sonra artık bir müze ve ismi de Cemaran Müzesi (Fars. ﻨﮕﺎﺭﺴﺘﺎﻦ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Nigaristanê Cemaran]).
Müze, 17 Şehrivar 1377 (= miladî 8 Eylül 1998) tarihinde, İslam Cumhuriyeti’nin 5. cumhurbaşkanı Huccet’ul- İslam Seyyîd Muhammed Hatemî (ﺤﺠﺖﺍﻻﺴﻼﻢ ﺴﻴﺪ ﻤﺤﻤﺪ ﺨﺎﺘﻤﻰ) tarafından, Tahran Belediyesi (Fars. ﺸﻬﺮﺪﺍﺭﻯ ﺘﻬﺮﺍﻦ [Şehredarîyê Tehran]) ile işbirliği yapılarak kurulmuş.
Müzenin büyüklüğü, 360 m².
Hep birlikte merdivenlerden aşağıya, müzeye iniyoruz.
Cemaran Müzesi (Fars. ﻨﮕﺎﺭﺴﺘﺎﻦ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Nigaristanê Cemaran])’nin girişinde küçük bir kütüphane ve içinde kitap satan orta yaşlı bir kardeşimiz var.
Kitaplar, daha çok İmam Humeynî’nin kaleme aldığı eserler, İmam’ın hayatını anlatan ya da İmam Humeynî ve İslam Devrimi üzerine yazılmış kitaplardan oluşuyor. Müzede Farsça, Arapça, İngilizce ve Fransızca gibi “sıradan” dillerde kitaplar mevcutken, “iki medeniyet dili” olan Türkçe ve Kürtçe kitap yok.
Müzenin duvarları tamamen İmam Humeynî (rh. a.)’nin fotoğraflarıyla donatılmış ve hepsi de çerçevelenmiş bir şekilde yanyana dizilmiş bir halde, duvarı boydan boydan kaplıyor. Bu fotoğraflar rastgele değil, O’nun biyografisi takip edilerek tarih sırasına göre dizilmişler.
Eğer müzeyi baştan başa sadece duvarlardaki resimlere baka baka dolaşırsanız, İmam Humeynî’nin gençlik yıllarından vefâtına ve cenazesindeki milyonlar halindeki ağıt görüntülerine kadar bütün hayatını bir film şeridi gibi takip edersiniz. (1902 doğumlu İmam’ın çocukluğuna ait fotoğraf yok. En eski fotoğrafı, 16 – 17 yaşlarında bir talebe olduğu döneme ait.)
Müzede, camekan içinde, İmam Humeynî (rh. a.)’ye ait şahsî ama tarihe not düşen eşyaları, gözlüğü, tesbîhi, kullandığı gülsuyu, her gün okuduğu Qur’ân-ı Kerîm, Şâhlık hanedanı ve İslam Cumhuriyeti dönemlerindeki pasaportları, dünya liderlerine yazdığı mektuplar ve dünyanın dört bir yanından kendisine yazılan mektuplar bulunuyor.
Bu mektupların arasında, İmam Humeynî’nin 1 Ocak 1989 tarihinde SSCB lideri Mihail Sergeewiç Gorbaçêw (Михаил Сергеевич Горбачёв)’e yazdığı ve dünyada büyük yankı uyandıran “İslam’a dâvet mektubu” da bulunuyor.
Bu mektubu, rahmetli İmam vefâtından 6 ay önce kaleme alıp biri bayan olmak üzere üç elçi (NOT: Elçilerin isimleri için bir önceki bölüme bakınız.) ile birlikte Gorbaçêw’e göndermiş, mektup dünyada büyük yankılara ve özellikle İslam dünyasında farklı bir heyecana yol açmıştı.
Mektup, sadece bir “dîne dâvet” yönüyle değil, o zamanlar Doğu Bloku sapasağlam ayaktayken, Komünizm’in çok yakın bir sürede yıkılıp tarihin çöplüğüne atılacağını yazan İmam Humeynî’nin siyasî perspektif bakımından ne kadar basiretli ve ileri görüşlü bir lider olduğunu göstermesi açısından da dikkate şayandır. Üstelik, sadece Komünizm’in yıkılacağına işaret etmekle kalmamış, Doğu Bloku’nun müstakbel dağılışından sonra bu ülkelerin vahşî Kapitalizm’in ve sömürgeci Batı’nın eline esir düşeceğine de dikkat çekmiştir İmam. Bugünden geriye doğru bakıldığında, tamamen ileri görüşlü bir siyasal basiret ürünü olan bu uyarıların ne derece önemli olduğu daha rahat anlaşılacaktır.
İmam Humeynî’nin SSCB lideri Mihail Gorbaçêw’e yazdığı bu mektubu birlikte okuyalım:
“Bismillahirrahmânirrahîm
Sayın Gorbaçêw;
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Yönetim Heyeti Başkanı.
Size ve Sovyet milletine mutluluk ve esenlikler dilerim.
Yönetime gelmenizden sonra, öyle görünüyor ki dünyanın siyasî durumu ve özellikle de Sovyetler’in sorunlarına yeni bir yaklaşım başlatmış bulunmaktasınız. Bu cesaret ve ataklığınız dünyada halihazırda mevcut olan dengeleri sarsabilecek olaylara sebep olabileceğinden kimi hususları hatırlatmayı gerekli gördüm.
Her ne kadar bu girişim ve düşüncelerinizin parti içi sorunları ve bu sorunların yanısıra halkınızın kimi problemlerini çözmeye yönelik girişimler olması mümkün ise de, bunun dünyanın devrimci evlâtlarını yıllar yılı demir perdeler ardındaki zindanlara hapseden sisteminizde değişikliklere yol açması bakımından da önemlidir ve eğer bu girişimlerinizde daha kapsamlı adımlar atmaya niyetliyseniz, başarılı olmanıza yol açacak ilk husus, Sovyet halkına en büyük darbeyi indiren seleflerinizin Allah ve dîn düşmanlığı siyasetini yenibaştan gözden geçirmeniz ve dünyada ortaya çıkan gelişmelere karşı koymanın tek yolunun bu olduğunu bilmenizdir.
Eski komünist liderlerin iktisat alanındaki hatalarının, Batı’nın cennet gibi görülmesine yol açması mümkündür. Ama gerçek bundan başkasıdır. Siz eğer Sosyalizm ve Komünizm’in ekonomik sorunlarını Batı Kapitalizmi’ne kucak açarak çözmek isterseniz, sadece toplumunuzun hiçbir derdine çare bulmamakla kalmaz, başkalarının gelip sizin hatalarınıza çare aramak zorunda kalmasına da yol açmış olursunuz. Çünkü eğer bugün Marksizm ve onun ekonomik ve toplumsal reçeteleri bir çıkmazla yüzyüze gelmişse, Batı dünyası da başka alanlarda ve başka şekillerde darboğazlarla karşı karşıya bulunmaktadır.
Sayın Gorbaçêw;
Şunu iyi bilmeniz gerekmektedir ki, ülkenizin temel problemi mülkiyet, iktisat ve özgürlük sorunu değildir. Asıl sorununuz Allah’a inancınızın bulunmamasındır. Batı’yı da iptizal ve çıkmaza sürükleyen asıl husus budur. Asıl sorununuz, varlığı var kılan Yaratıcı Allah’la uzun süreli ve faydasız mücadelenizdir.
Sayın Gorbaçêw;
Artık herkes anlamıştır ki bundan böyle Komünizm’in yeri dünya siyaset müzesidir. Çünkü Marksizm insanın hiçbir sorununa çözüm bulamamıştır. Çünkü o maddeci bir öğretidir ve maddecilikle insanlığı Batı’da ve Doğu’da pençesinde ezip duran manevî soranlara çözüm bulunamaz.
Sayın Gorbaçêw;
Sizin bazı hususlarda Marksizm’e sırt çevirmemiş olmanız ve konuşmalarınızda bu sisteme bağlılığınızı ifade etmeniz mümkündür ama siz de biliyorsunuz ki durum böyle değildir. Komünizm’e ilk darbeyi Çin lideri indirdi; ikinci ve bugün için son darbeyi de siz indirmiş oldunuz. Bugün artık dünyada Komünizm’den eser kalmamıştır. Ama sizden Komünizm zindanından çıkıp Batı zindanına ve Büyük Seytan’ın (= ABD’yi kastediyor – İ. S.) pençesine düşmemenizi istiyor ve yetmiş yıldır ülkenizin alnında bir kara leke olarak yer eden Komünizm’i ortadan kaldırma iftiharını elde etmenizi diliyorum.
Bugün artık sizin yanınızda yer alan ve halkları ile vatanlarından yana tavır takınma niyetinde olan ülkelerden hiçbiri çatırdayan kemiklerinin sesi ayyuka çıkan Komünizm daha çok güçlensin diye yeraltı ve yerüstü kavgalarını heba etmek istememektedir.
Sayın Gorbaçêw;
Kimi cumhuriyetlerinizde camiîlerin yetmiş yıllık bir aradan sonra ibadete açılması ve minarelerinden ‘Allah-û Ekber’ nidâlarıyla Kelime-i Şehadet’in işitilmesi bütün Muhammedî (saw) İslam’ın taraftarlarını sevinç gözyaşlarına boğdu. Bu vesileyle sizi bir kez daha maddî ve manevî dünya görüşleri üzerinde düşünmeye dâvet etmek istedim.
Maddeciler dünya görüşlerinde bilginin kaynağı olarak duyuları esas almış ve duyumsanamıyan şeyleri ilimdışı kabul ederek varlığı maddeden ibaret saymışlar, madde olmayan hiçbir şeyin var olmadığını iddia etmişlerdir. Bunlar Allah-û Teâlâ’nın varlığı, vahiy, nübûvvet ve kıyâmet gibi ğaybî hususların tümünü efsane saymaktadırlar. Oysa ilahî dünya görüşünde bilginin kaynağı duyu ve akıldır ve akla uygun olan bir şey, duyumsanamasa bile ilmin kapsamı içindedir.
Bu nedenle de varlık, ğayb ve şuhuddan (= görüngü – İ. S.) müteşekkildir ve madde olmayan şeylerin de varlığı mümkündür. Tıpkı maddî varlığın mücerrede (= soyut – İ. S.) dayanma ihtiyacında olması gibi, durumsal bilgi de aklî bilgiye ihtiyaç duyar. Qur’ân-ı Mecîd, maddeci düşünce tarzını eleştirmekte ve ‘Allah yoktur, çünkü olsaydı görünürdü’ (müşriklerin Resûlullah’a ‘Allah’ı görmedikçe sana inanmayız’ demeleri kastediliyor – İ. S.) diyenlere şöyle seslenmektedir: ‘O’nu gözler derk edemez ama O, gözleri derk eder ve latiftir, haberdardır.’
Aslında sizin için ilk ve temel konu olan, azîz ve yüce Qur’ân’ın vahiy, nübûvvet ve âhiret konusundaki delillerini şimdilik ele almayalım. Esasen sizi burada İslam felsefesi sorunlarına çekmek de istemiyorum.
Şurası tartışma götürmez bir husustur ki, madde ve cisim her ne olursa olsun, kendinden habersizdir. Taştan bir heykel veya bir insan heykelinin bir yanı öbür yanından haberdar değildir. Oysa açık bir şekilde görüyoruz ki insan ve hayvan çevresinde olup bitenlerden haberdardır. Bunlar nerede olduklarını, çevrelerinde nelerin olup bittiğini ve dünyada nasıl bir mücadelenin sürüp gittiğini bilmektedirler. O halde insanda maddeüstü, maddeden ayrı ve maddenin ölmesiyle ölmeyen bir şey vardır. İnsan fıtrî olarak her şeyin en mükemmeline taliptir ve siz de çok iyi bilirsiniz ki insan dünyanın mutlak gücünü ele geçirmek istemekte ve yetersizliklerden kaçınmaktadır. Eğer dünyayı kendisine verseniz ve başka bir dünyanın da mevcut olduğunu söyleseniz, o, o dünyayı da ele geçirmek ister. İnsan ne kadar bilgin olursa olsun, bilmediği bir bilginin mevcudiyeti kendisine duyurulduğunda, o, o bilgiyi de elde etmek için çırpınır. O halde kişinin gönül vereceği mutlak bir güç ve mutlak bir bilginin mevcudiyeti gereklidir. Biz bu mutlak güç ve bilgiyi bilmesek bile inancımız odur ki, bu güç ve bilginin kaynağı Allah’tır. İnsan Allâh’ta fani olmak (fenafillah) için mutlak Hakk’a ulaşmak ister. Her insanda mevcut olan ebedî yaşama, süreklilik arzusu, ölümsüz ve sonsuz bir dünyanın varlığının delilidir.
Eğer bu alanda inceleme yapmak istiyorsanız, bu ilimlerin uzmanlarına, Batılı filozofların yazdıklarına ilaveten meşşaiy hikmet alanında Farabî ve İbn-i Sina’nın (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) yazdıklarına başvurmalarını emredebilirsiniz ki bu yolla her türlü bilginin dayandığı illîyet (= nedensellik – İ. S.) ve malulîyyet (= nedenlilik – İ. S.) prensiplerinin duyu eseri değil, aklın eseri olduğu ve her türlü delilin kendisine dayandığı küllî mânâların duyumsanabilir değil, akledilebilir oldukları anlaşılsın. Ayrıca bu uzmanlar Suhrewerdî’nin (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) Hikmet-i İşraq’a ilişkin kitaplarına başvurarak size çizim ve her türlü maddî varlığın duyudan münezzeh bir sırf nûra ihtiyaç duyduğunu ve insanın kendi gerçekliğini kavramasına yarayan zatî şuhud-i idrakinin göz duyusuna ihtiyacı bulunmadığını da anlatabilirler. Bu büyük üstâdlara Sadr’ul- Muteellihîn’in (Allah kendisinden razı olsun ve onu nebiler ve salihlerle birlikte haşretsin) Hikmet-i Mütealiye’sine başvurarak ilmin hakikatının maddeden ayrı bir varlık olduğunu, her türlü düşünmenin maddelerden münezzeh olduğunu ve maddî kurallara mâhkum olmadığını göstermelerini emredebilirsiniz.
Sizi bundan daha fazla yormak istemiyor ve son olarak ariflerin ve özellikle de Muhyiddîn ibn’ul- Arabî’nin kitaplarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Eğer bu büyük insanın anlattıkları hakkında bilgi sahibi olmak isterseniz, bu hususlarda araştırmaları bulunan birkaç zeki üstâdınızı birkaç sene içinde bu nazik ve hassas konuyu öğrenmek üzere İran’a, Qum şehrine gönderebilirsiniz. Çünkü bu ince hususları başka bir yolla öğrenmeleri mümkün değildir.
Sayın Gorbaçêw;
Bu hususları anladıktan ve bu girişten sonra sizden İslam hakkında derinlemesine araştırmalarda bulunmanızı istiyorum. Bu istek ise İslam’ın ve Müslümanlar’ın size ihtiyacı olmasından değil, İslam’ın yüce ve evrensel değerlerinden kaynaklanmaktadır. Bu değerler milletlerin kurtuluş ve esenliğine imkân sağlayacak ve kördüğüme dönüşen sorunlarını çözebilecek değerlerdir.
İslam’ı incelemek sizi Afganistan sorunu ve buna benzer sorunlardan uzak tutabilecektir ve bilin ki biz dünyadaki tüm Müslümanlar’ı kendi ülkemizin Müslümanlar’ı gibi kabul etmekte ve kendimizi onların alınyazısına ortak saymaktayız.
Kimi Sovyet cumhuriyetlerinde dînî merasimlere nisbî oranda da olsa izin vermeniz artık dînin toplumu uyuşturan bir etken olduğu düşüncesinden vazgeçtiğinizi göstermektedir. Acaba İran’ın süper güçlerin karşısına sarsılmaz bir dağ gibi dikilmesini sağlayan bir dîni, toplumu uyuşturan bir afyon saymak mümkün müdür? Acaba tüm dünyada adaletin gerçekleşmesinden yana olan ve insanın tüm maddî ve manevî zincirlerden kurtulmasını isteyen bir dîn, toplumu uyuşturan afyon mudur?
Ama evet, İslam ilkeleriyle, İslamî olmayan ülkelerin maddî ve manevî kaynaklarının süper güçlerin ve güçlülerin eline geçmesine sebep olan ve halka ‘Dîn siyasetten ayrıdır’ diye telkinde bulunan bir dîn, evet toplumu uyuşturan bir afyondur. Oysa bunu yapan dîn değildir ve halkımız bu tür bir dîne ‘Amerikancı dîn’ adını takmış bulunmaktadır.
Son olarak açıkça ilan ediyorum ki, İran İslam Cumhuriyeti, İslam dünyasının en büyük ve en güçlü merkezi olarak sizin itikadî eksikliklerinizi tamamlayabilecek güçtedir.
Maamafih İran İslam Cumhuriyeti geçmişte olduğu gibi iyi ve karşılıklı komşuluk ilişkilerinden yanadır ve bu münasebetleri muhterem saymaktadır.
‘Hüdâ’ya tabi olanlara selam olsun’
Rûhullah el-Musewî el-Humeynî
1 Ocak 1989”
Evet… İmam Humeynî’nin Mihail Gorbaçêw’e 1 Ocak 1989 tarihinde yazdığı ve tamamen felsefî bir derinlikle kaleme alınmış mektup böyle.
Mektuptan 6 ay sonra İmam vefât etti, bir buçuk sene sonra da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yıkıldı. İran İslam Cumhuriyeti ise halen sapasağlam ayakta.
Müzede bol bol fotoğraf çektikten ve birkaç İngilizce kitap satın aldıktan sonra, üst kata, Cemaran Hüseynîye Mescîdi (Fars. ﻤﺴﺠﺪ ﺤﺴﻴﻨﻴﻪ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Mescîd-i Hûseynîye Cemaran])’ne çıkıyoruz.
Heyecan, içimizde daha da büyüyor şimdi. Çünkü orası, İmam’ın tarihe altın harflerle geçen ve dünya siyasetini tamamen değiştiren meşhur konuşmalarını yaptığı, halka hitâb ettiği mescîd.
Mescîdin kapısının önünde ayakkabılarımızı çıkarıyor ve “Bismillah” deyip içeri giriyoruz.
Cemaran Hüseynîye Mescîdi (Fars. ﻤﺴﺠﺪ ﺤﺴﻴﻨﻴﻪ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Mescîd-i Hûseynîye Cemaran])’nin içindeyiz şimdi.
İmam Humeynî’nin ailesiyle birlikte yaşadığı iki odalı mütevazi ev ve evin hemen bitişiğindeki bu Cemaran Hüseyniye Mescîdi’nin mülkiyeti, Seyyîd İmam Mehdi Cemaranî (ﺴﻴﺪ ﺍﻤﺎﻢ ﻤﻬﺪﻯ ﺠﻤﺎﺮﺍﻨﻰ)’ye ait olup, O’nun vefâtından sonra İmam Humeynî tarafından kiralanıyor.
360 m² büyüklüğündeki bu külliye, rumî 1243 (= miladî 1864) tarihinde, burayı İmam Humeynî’ye kiralayan Seyyîd İmam Mehdi Cemaranî’nin dedesi Seyyîd İbrahim Cemaranî (ﺴﻴﺪ ﺍﺒﺮﺍﻫﻴﻢ ﺠﻤﺎﺮﺍﻨﻰ) tarafından ve ilginçtir, külliyeyi inşâ eden Seyyîd İbrahim Cemaranî başka bir işle de meşgul olduğundan, yalnızca geceleri çalışılarak inşâ edilmiştir. Mescîdin haftalar süren bütün inşaat çalışmaları, gecenin geç saatlerinde yapılmıştır.
Yüz yıldan fazla bir zaman sonra Şâhlık rejimi aleyhine İmam Humeynî önderliğinde başgösteren İslamî halk ayaklanmaları ve gösterileri esnasında, burası İmam’ın oturduğu ev ve mescîdi olduğu için, Şâh’a bağlı güçler tarafından, kıyâm hareketi boyunca (1963 – 1979), özellikle son yıllarında birkaç kez saldırıya uğrayıp darp edildi. Külliye binasını bu tacizler nedeniyle çok zarar gördü. Cemaran mahallesinde yaşayan Müslümanlar ve sürgündeki İmam Humeynî’nin komşuları, kendi imkânlarıyla elbirliği yaparak külliyeyi rumî 1355 (= miladî 1976) yılında restore edip tamir ettiler. Yani, devrimden üç yıl önce.
16 yıl süren halk ayaklanmasının milyonlarca şehîdin kanının bereketiyle zafere ulaşması ve 22 Behmen 1358 (= miladî 11 Şubat 1979) tarihinde İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi üzerine, burası sürgünden dönen devrim lideri İmam Humeynî’ye geri verildi. Çünkü O, ülkenin lideri de olsa, ayrıcalıklı ve özel bir mekânda değil, tââ sürgüne gönderilmeden önceki zamanlarda kendi halinde bir insan olarak yaşadığı eski evinde kalmaya, eski mahallesinde ve eski komşularıyla birlikte eski sıradan hayatı yaşamaya devam etmek istiyordu. Bu, İmam-ı Ümmet’in kendi tercihiydi.
13 Xordad 1368 (= miladî 3 Haziran 1989) tarihinde İmam Humeynî vefât etti.
İmam’ın vefâtından 9 yıl sonra, 17 Şehrivar 1377 (= miladî 8 Eylül 1998) tarihinde, İslam Cumhuriyeti’nin 5. cumhurbaşkanı Huccet’ul- İslam Seyyîd Muhammed Hatemî (ﺤﺠﺖﺍﻻﺴﻼﻢ ﺴﻴﺪ ﻤﺤﻤﺪ ﺨﺎﺘﻤﻰ) tarafından, Tahran Belediyesi (Fars. ﺸﻬﺮﺪﺍﺭﻯ ﺘﻬﺮﺍﻦ [Şehredarîyê Tehran]) ile işbirliği yapılarak, külliyenin altı katında – biraz önce siz sevgili gönüldaşlarımızla birlikte gezdiğimiz – Cemaran Müzesi (Fars. ﻨﮕﺎﺭﺴﺘﺎﻦ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Nigaristanê Cemaran]) kuruldu. Müzenin kuruluş amacı, İmam’ın bıraktığı hatırâları saklamak ve gelecek nesillere aktarmak.
İki yıl sonra ise, 15 Urdibeheşt 1379 (= miladî 5 Mayıs 2000) tarihinde, İran devleti tarafından külliye, “Millî Kültür Mirası” (Fars. ﻤﻴﺮﺍﺙ ﻔﺮﻫﻨﮕﻰ ﻤﻠﻰ [Mirasê Ferhengîyê Millî]; İng. National Cultural Heritage) kategorisine alındı. Bu karardan sonra daha farklı ve özel bir statü kazanan Hüseyniye Mescîdi ve Külliyesi’nin “millî kültür mirası listesi”ndeki referans numarası, 1853.
Binanın hiçbir mimarî dekorasyonu bulunmamaktadır ve iki katı, bir beşik çatısı, bir de bodrumu vardır. Katların içinde herhangi bir ilave olmadan / yapılmadan, bazı odalar ve koridorlar bulunmaktadır. Bodrum kat, az önce de söylediğimiz gibi müze haline dönüştürülmüştür.
Mescîdin ön tarafında 2 m kadar yükseklikte bir hitâbet ve selamlama yeri bulunuyor. Burası, dünya medyasının en çok gösterdiği ve dünya insanlarının İmam Humeynî’ye ait fotoğraf ve görüntüleri en çok seyrettiği mekândır. İmam’ın, halka o tarihî konuşmalarını yaptığı yerdir.
İmam artık yok ama mekân, hâlâ canlılığını koruyor. Buraya gelen her ziyaretçi, rûhen ve aklen o günlere geri gidiyor, ister isteemez.
Hüseyniye’nin içinde geziyoruz. Çok farklı duygular kazandırıyor bu külliye insana. Devrimci ama bir o kadar da insanî.
Mescîdin bizden başka ziyaretçileri de var. Yemen’den geliyorlar bu kardeşlerimiz. İmam’ın evinin önünde de karşılaşmıştık kendileriyle ve avluda tanışmıştık. Şimdi mescîdin içinde de birlikteyiz. Beraber geziyoruz.
Muhammed Ömer Wahhab (ﻤﺤﻤﺪ ﻋﻤﺭ ﻮﻫﺎﺐ) ve Hûseyn Fadlî (ﺤﺴﻴﻦ ﻔﺿﻠﻰ), bu Yemenli kardeşlerimizin isimleri.
Beraber içeride gezdikten sonra, mescîdin bir köşesine geçip oturuyor ve koyu bir sohbete başlıyoruz.
Canım kardeşim Doğan Özlük; canım kardeşim… Senin gibi güzel bir yol arkadaşı hangi seyyâha nasib olur?
Yemenliler’le sohbetimizde de tercümanlığımızı yine Doğan yapıyor. Her dil var! Hz. Süleyman (as) Peygamber’den farkı, kuşların ve diğer hayvanların dillerini bilmemesi Doğan Özlük’ün.
Dünyayı Doğan’la birlikte gezsem, kutuplarda bile dil sorunu yaşamam evelallâh. Fakat yine de bana derdini anlatamıyor; o ayrı bir konu!
İmam Humeynî’nin dünya siyasetini sarsan tarihî konuşmalarını yaptığı Hüseyniye Mescîdi’nin içinde, 2 farklı mezhepten, 3 farklı kavimden, 4 farklı ülkeden ve 5 farklı meslekten 5 insan, bir sohbet halkası oluşturuyoruz: Muhammed Ömer Wahhab (ﻤﺤﻤﺪ ﻋﻤﺭ ﻮﻫﺎﺐ), Hûseyn Fadlî (ﺤﺴﻴﻦ ﻔﺿﻠﻰ), Âyet Devletşâh (ﺁﻴﺖ ﺪﻮﻠﺘﺸﺎﻩ), Doğan Özlük ve ben.
“Kardeşlik” diyorlar adına bunun. Ve orada Yemenli insanlarla tanışıp sohbe etme imkânı bulmamız, onların ülkesinde şu anda neler yaşandığını bizzat o ülke insanlarından dinleme fırsatı yakalama yönünde önemli bir şans bizler için.
Yemenli kardeşlerimizle yaptığımız sohbetin konusu, Yemen.
2010 sonu ile 2011 yılı başında, tam olarak 18 Aralık 2010 günü Tunus’ta başlayan, daha sonra Mısır’la devam edip tüm Mağrîb ve Ortadoğu ülkelerine sıçrayan ve “Yasemin Devrimi” olarak isimlendirilen, günümüzde ise “Arap Baharı” olarak nitelenen hâdiseler etrafındaki sohbeti, ilginçtir ki, 30 yıl önce bu devrimlerin en büyüğünü yapan ve günümüzdeki devrimlere de ilhâm kaynağı olan İmam Humeynî’nin halk kitlelerine hitâb ettiği kürsünün hemen başucunda yapıyoruz.
Halk ayaklanmaları ilk olarak Tunus’ta başlayıp Mısır ve Libya ile devam ettiğinde, bu ülkelerin, yani Mağrîb olarak adlandırılan bu coğrafyanın sembolü yasemin çiçeği olduğu ve bu çiçek bu topraklarda bolca yetiştiği için “Yasemin Devrimleri” adı konulmuştu; ancak daha sonra tüm Arap ülkelerini etkisi altına alınca – biraz da Çekoslovakya’da aynı şekilde yılın ilk günlerinde başlayan 1968 tarihindeki “Prag Baharı”na benzetilerek – “Arap Baharı” denmeye başlandı.
“Arap Baharı”, hemen hemen tüm Arap ülkelerinde az çok etkisini hissettirdi ancak en çok da Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn’de etkisini gösterdi.
Ancak “domino etkisi” gibi yayılan bu hâdiseler, adı geçen bu ülkelerin hepsi için “bahar” olamadı. Devrimlerin başladığı yerler olan Tunus ve Mısır, gerçek anlamda “bahar” ve “kurtuluş” yaşarken, Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn için tam bir “cehennem” oldu, ne yazık ki. Bunlardan Yemen, Suriye ve Bahreyn, bu ateşte yanmaya devam ediyorlar.
Yemenli kardeşlerimiz Muhammed Ömer Wahhab (ﻤﺤﻤﺪ ﻋﻤﺭ ﻮﻫﺎﺐ) ve Hûseyn Fadlî (ﺤﺴﻴﻦ ﻔﺿﻠﻰ)’nin bize anlattıklarına göre, Yemen’de şu anda büyük bir insanlık dramı yaşanıyor.
Yemen’de 33 yıldır süren hüküm süren Ali Abdullah Salih diktatörlüğü, 18 Ocak 2011 günü, yani Tunus’taki “Yasemin Devrimi”nin başladığı 18 Aralık 2010 gününden tam bir ay sonra Yemen’de başlayan halk ayaklanmalarını bastırmak için her türlü korkunç katliâmları yapmaktan çekinmiyor.
Yemen’deki halk ayaklanmaları şu an (= Eylül 2011) itibariyle dokuzuncu ayına girmiş bulunuyor ve ülkede olaylar durulmuş değil. (NOT: Yemen diktatörü Ali Abdullah Salih, bundan bir hafta kadar önce, 25 Şubat 2012’de iktidarı bıraktığını ve yetkilerini yardımcısı Abdrabbuh Mansur el- Hadî’ye devrettiğini açıkladı ancak bizim bu sohbetimiz 19 Eylül 2011 / 28 Şehrivar 1390 günü yapılmıştır.)
Âyet Devletşâh (ﺁﻴﺖ ﺪﻮﻠﺘﺸﺎﻩ) ve ben, Doğan Özlük aracılığıyla Yemen’deki durumu ve olayların arkaplanını soruyoruz Yemenli kardeşlerimize.
Doğan ağabey, benim sorularımı Türkçe’den Arapça’ya, Âyet’in sorularını da Farsça’dan Arapça’ya tercüme ederek soruyor. Aldığı Arapça cevapları da aynı şekilde Türkçe ve Farsça’ya tercüme ediyor bizler için. İki değil üç dil arasında mütercimlik yapıyor aynı anda. (Trimetafrasi)
Soruyoruz:
– Yemen’de şu anda durumlar nasıl?
Aldığımız cevap hiç de iç açıcı değil:
– Yemen’de durumlar çok korkunç. Arap Baharı yaşayan ülkeler içinde durumu en kötü olan ülke bizim ülke. Acilen katliâmların durdurulması gerekiyor. Yemen diktatörlüğü çocuk, kadın, gözünü kırpmadan katliâm yapıyor.
– Halkın geneli öteden beri iktidardan hoşnut değildi zaten, değil mi?
– Hiçbir zaman! Ali Abdullah Salih, 1978 yılından beri ülkeyi baskı ve şiddet yöntemleri kullanarak zorbalıkla, zûlümle diyor. Şu anda da ABD, Arap Birliği, Suudi Arabistan ve Katar’dan aldığı destekle halkın İslamî taleplerini silâh kullanarak, katliâmlar yaparak bastırmaya çalışıyor.
– ABD, Arap Birliği, Suudî Arabistan ve Katar mı?
– Evet… Suudî ve Katar zaten ABD emperyalizminin bölgedeki iki jandarması. Bu şeytanî güçler ikili oynuyor; Müslümanlar’ın aleyhine oynuyor. ABD ve bölgedeki köpekleri Suudî Arabistan ve Katar, kalleşçe oynuyorlar oyunu. Libya ve Suriye’de muhalafetin yanındalar, rejimi devirmek için muhalif güçlere her türlü yardımı yapıyorlar. Libya’da rejim bizzat NATO bombardımanıyla devrildi. Fakat aynı şeytanî güçler, ABD, Suudî Arabistan ve Katar, Yemen ve Bahreyn’de tam tersini yapıyorlar. Halkın taleplerini bastırmak için Yemen ve Bahreyn rejimlerine her türlü desteği sınırsızca sunuyorlar. Bahreyn’deki halk hareketi, Katar’ın yardımıyla bastırılmaya çalışılıyor. Yemen’deki halk hareketinde, Suudî askerleri bizzat ülkeye gelerek Yemen rejimiyle birlikte katliâm yapıyor. Yemen ve Bahreyn’da ABD ve diğer emperyalist güçler özgürlük isteyen halka değil, diktatör rejimlerine destek veriyor. ABD bu halk gösterilerinin bastırılması için Yemen ve Bahreyn’deki dikta rejimlerine her türlü yardımı yapıyor.
– Haklısınız. Bu açıkça ortada ve gizlenmiyor da zaten.
– Bölge halkının ittifakla üzerinde durdukları konu, Yemen ve bölgenin diğer baskıcı yönetimlerinin temel güç kaynağının ABD, Suudî Arabistan ve İsrail üçgeninin yardım ve desteklerine dayandığıdır. Nitekim şu anda Yemen’deki halk ayaklanmaları sırasında da Suudî Hava Kuvvetleri ve Suudî Kara Kuvvetleri bölgeyi işgal etmiş durumdadır. Köyler, kasabalar sürekli olarak bombalanıyor ve bu hareket kanla, şiddetle bastırılmaya çalışılıyor.
– İbret verici bir durum hakikaten. Libya’da rejimi devirmek için güç kullanan ve ülkeyi bombalayan ABD, Yemen’de tam tersini yaparak rejimi korumak için gösteri yapan halkı bombalıyor. Suriye’de rejimi devirmek için muhalefete para kaynağını sonuna kadar açan Katar, Bahreyn’de tam tersini yaparak diktatörü korumak için tüm kaynaklarını seferber ediyor.
– Kesinlikle öyle. Dünya Müslümanları uyanık olmalıdırlar. Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Bahreyn, bu ülkelerin hepsinde Müslüman halk sonuna kadar haklıdır ve taleplerinde de haklıdırlar. Özgür, haysiyetli ve şerefli bir hayat, bu ülkelerin hepsindeki halkların temel hakkıdır. Tunus halkı ile Bahreyn halkı arasında, Suriye halkı ile Yemen halkı arasında hiçbir fark görmüyoruz. Halk aynı Müslüman halktır. Fakat Müslümanlar dostunu düşmanını iyi tanımalıdırlar. NATO, ABD, Suudî Arabistan ve Katar, asla Müslümanlar’ın dostu değildirler ve İslam ülkelerinin iyiliğini istemezler. Emperyalistler Müslümanlar’ın ve İslam dünyasının baş düşmanıdırlar. Suudî ve Katar ise emperyalizmin bölgedeki jandarmalarıdır.
– Peki kardeşler, Yemen’deki ayaklanmanın temel saikleri nelerdi? Yani ne için ayaklandınız ve ne istiyorsunuz?
– Yemen halkı fâkirliğe, diktatörlüğe, rüşvete, yolsuzluğa ve ülkelerinin ABD ve İsrail güdümünde politika geliştirmesine karşı ayaklanmışlardır. Yemen halkı aylardır bunun için meydanlardadır. İçeride diktatörlüğe, dışarıda ABD ve İsrail’e karşıdırlar ve Yemen rejimi bu şeytanî güçlerin maşası olduğu için karşıdırlar. Yemen halkı artık meydanlara çıkmış ve haklarını aramaya, İslamî ve insanî taleplerini yüksek sesle dile getirmeye başlamıştır.
– Allah yardımcınız olsun, kardeşler. İnşallah zafer Yemen halkının olur. İnşallah ABD maşası ve Suudî kankası diktatörlükten kurtulursunuz.
– Âmin. Allah razı olsun. Bizler Allah’tan başka dayanağı olmayan Yemen halkı olarak, diktatör Ali Abdullah Salih’in güvenlik güçleri, paralı milisleri ve Suudî Arabistan askerî birliklerine rağmen aylardır sokaklarda, meydanlarda ve özellikle Cuma namazı çıkışlarında hiç bıkmadan barışçıl eylem ve yürüyüşlerimize devam ediyoruz. Her gün onlarca yürekli gencimizin, iffetli kadınlarımızın ve onurlu erkeklerimizin ABD, Suudî ve Yemen askerî güçlerince katledilmesine ve şehîd edilmesine rağmen Yemen halkı izzet ve şeref timsali İslamî mücadelesini sürdürmektedir. Dünyanın en alçak ve aşağılık devletleri olan Suudî Arabistan ve Katar yönetimleri bir taraftan diktatör Ali Abdullah Salih yönetimine sınırsız askerî destek verirken, öte yandan da aşiret ve kabile reislerini petrol dolarlarıyla satın alarak etkisi altına almaya ve böylece Yemen halk intifadasını zayıflatmaya yönelik çabalarını sürdürürmektedirler. Suudîler, Körfez İşbirliği Konseyi’ni devreye sokarak “yumuşak bir geçişle” dikatörlüğü cilâlamayı, bir yandan da devrim hareketini yönlendirmeyi ve rayından çıkartmayı hedeflemektedir. Yemen halkı ise elhamdulillâh direnişini sürdürmektedir ve Ali Abdullah Salih yönetimi son bulmadıkça direnişini sürdüreceğini açıklamaktadır. Yemen’de zafer Yemen halkının olacaktır!
– İnşallah… Allah-û Teâlâ, Mağrîb ve Ortadoğu’daki tüm mazlum ve Müslüman halkları, bu coğrafyalardaki Müslüman halkları hem başlarındaki zâlimlerden, hem de ülkelerini işgal etmek için pusuda bekleyen yabancı emperyalist güçlerden korusun.
– Âmin. Âmin. Âmin.
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 6
FOTOĞRAFLAR:
Cemaran Müzesi (Fars. ﻨﮕﺎﺭﺴﺘﺎﻦ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Nigaristanê Cemaran])’nin girişinde küçük bir kütüphane ve içinde kitap satan orta yaşlı bir kardeşimiz var
Bu mektupların arasında, İmam Humeynî’nin 1 Ocak 1989 tarihinde SSCB lideri Mihail Sergeewiç Gorbaçêw (Михаил Сергеевич Горбачёв)’e yazdığı ve dünyada büyük yankı uyandıran “İslam’a dâvet mektubu” da bulunuyor.
Bu mektubu, rahmetli İmam vefâtından 6 ay önce kaleme alıp biri bayan olmak üzere üç elçi (NOT: Elçilerin isimleri için bir önceki bölüme bakınız.) ile birlikte Gorbaçêw’e göndermiş, mektup dünyada büyük yankılara ve özellikle İslam dünyasında farklı bir heyecana yol açmıştı.
Mektup, sadece bir “dîne dâvet” yönüyle değil, o zamanlar Doğu Bloku sapasağlam ayaktayken, Komünizm’in çok yakın bir sürede yıkılıp tarihin çöplüğüne atılacağını yazan İmam Humeynî’nin siyasî perspektif bakımından ne kadar basiretli ve ileri görüşlü bir lider olduğunu göstermesi açısından da dikkate şayandır. Üstelik, sadece Komünizm’in yıkılacağına işaret etmekle kalmamış, Doğu Bloku’nun müstakbel dağılışından sonra bu ülkelerin vahşî Kapitalizm’in ve sömürgeci Batı’nın eline esir düşeceğine de dikkat çekmiştir İmam. Bugünden geriye doğru bakıldığında, tamamen ileri görüşlü bir siyasal basiret ürünü olan bu uyarıların ne derece önemli olduğu daha rahat anlaşılacaktır.
Müzede, camekan içinde, İmam Humeynî (rh. a.)’ye ait şahsî ama tarihe not düşen eşyaları, gözlüğü, tesbîhi, kullandığı gülsuyu, her gün okuduğu Qur’ân-ı Kerîm, Şâhlık hanedanı ve İslam Cumhuriyeti dönemlerindeki pasaportları, dünya liderlerine yazdığı mektuplar ve dünyanın dört bir yanından kendisine yazılan mektuplar bulunuyor
Sağda, İmam’ın İran Şâhlığı dönemindeki pasaportu; solda ise İmam’ın İran İslam Cumhuriyeti dönemindeki pasaportu
Müze, 17 Şehrivar 1377 (= miladî 8 Eylül 1998) tarihinde, İslam Cumhuriyeti’nin 5. cumhurbaşkanı Huccet’ul- İslam Seyyîd Muhammed Hatemî (ﺤﺠﺖﺍﻻﺴﻼﻢ ﺴﻴﺪ ﻤﺤﻤﺪ ﺨﺎﺘﻤﻰ) tarafından, Tahran Belediyesi (Fars. ﺸﻬﺮﺪﺍﺭﻯ ﺘﻬﺮﺍﻦ [Şehredarîyê Tehran]) ile işbirliği yapılarak kurulmuş
Cemaran Hüseynîye Mescîdi (Fars. ﻤﺴﺠﺪ ﺤﺴﻴﻨﻴﻪ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Mescîd-i Hûseynîye Cemaran])’nin içindeyiz şimdi
İmam Humeynî’nin ailesiyle birlikte yaşadığı iki odalı mütevazi ev ve evin hemen bitişiğindeki bu Cemaran Hüseyniye Mescîdi’nin mülkiyeti, Seyyîd İmam Mehdi Cemaranî (ﺴﻴﺪ ﺍﻤﺎﻢ ﻤﻬﺪﻯ ﺠﻤﺎﺮﺍﻨﻰ)’ye ait olup, O’nun vefâtından sonra İmam Humeynî tarafından kiralanıyor
360 m² büyüklüğündeki bu külliye, rumî 1243 (= miladî 1864) tarihinde, burayı İmam Humeynî’ye kiralayan Seyyîd İmam Mehdi Cemaranî’nin dedesi Seyyîd İbrahim Cemaranî (ﺴﻴﺪ ﺍﺒﺮﺍﻫﻴﻢ ﺠﻤﺎﺮﺍﻨﻰ) tarafından ve ilginçtir, külliyeyi inşâ eden Seyyîd İbrahim Cemaranî başka bir işle de meşgul olduğundan, yalnızca geceleri çalışılarak inşâ edilmiştir. Mescîdin haftalar süren bütün inşaat çalışmaları, gecenin geç saatlerinde yapılmıştır
16 yıl süren halk ayaklanmasının milyonlarca şehîdin kanının bereketiyle zafere ulaşması ve 22 Behmen 1358 (= miladî 11 Şubat 1979) tarihinde İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi üzerine, burası sürgünden dönen devrim lideri İmam Humeynî’ye geri verildi. Çünkü O, ülkenin lideri de olsa, ayrıcalıklı ve özel bir mekânda değil, tââ sürgüne gönderilmeden önceki zamanlarda kendi halinde bir insan olarak yaşadığı eski evinde kalmaya, eski mahallesinde ve eski komşularıyla birlikte eski sıradan hayatı yaşamaya devam etmek istiyordu. Bu, İmam-ı Ümmet’in kendi tercihiydi.
13 Xordad 1368 (= miladî 3 Haziran 1989) tarihinde İmam Humeynî vefât etti.
İmam’ın vefâtından 9 yıl sonra, 17 Şehrivar 1377 (= miladî 8 Eylül 1998) tarihinde, İslam Cumhuriyeti’nin 5. cumhurbaşkanı Huccet’ul- İslam Seyyîd Muhammed Hatemî (ﺤﺠﺖﺍﻻﺴﻼﻢ ﺴﻴﺪ ﻤﺤﻤﺪ ﺨﺎﺘﻤﻰ) tarafından, Tahran Belediyesi (Fars. ﺸﻬﺮﺪﺍﺭﻯ ﺘﻬﺮﺍﻦ [Şehredarîyê Tehran]) ile işbirliği yapılarak, külliyenin altı katında – biraz önce siz sevgili gönüldaşlarımızla birlikte gezdiğimiz – Cemaran Müzesi (Fars. ﻨﮕﺎﺭﺴﺘﺎﻦ ﺠﻤﺎﺭﺍﻦ [Nigaristanê Cemaran]) kuruldu. Müzenin kuruluş amacı, İmam’ın bıraktığı hâtıraları saklamak ve gelecek nesillere aktarmak.
İki yıl sonra ise, 15 Urdibeheşt 1379 (= miladî 5 Mayıs 2000) tarihinde, İran devleti tarafından külliye, “Millî Kültür Mirası” (Fars. ﻤﻴﺮﺍﺙ ﻔﺮﻫﻨﮕﻰ ﻤﻠﻰ [Mirasê Ferhengîyê Millî]; İng. National Cultural Heritage) kategorisine alındı. Bu karardan sonra daha farklı ve özel bir statü kazanan Hüseyniye Mescîdi ve Külliyesi’nin “millî kültür mirası listesi”ndeki referans numarası, 1853.
Mescîdin ön tarafında 2 m kadar yükseklikte bir hitâbet ve selamlama yeri bulunuyor. Burası, dünya medyasının en çok gösterdiği ve dünya insanlarının İmam Humeynî’ye ait fotoğraf ve görüntüleri en çok seyrettiği mekândır. İmam’ın, halka o tarihî konuşmalarını yaptığı yerdir.
Binanın hiçbir mimarî dekorasyonu bulunmamaktadır ve iki katı, bir beşik çatısı, bir de bodrumu vardır. Katların içinde herhangi bir ilave olmadan / yapılmadan, bazı odalar ve koridorlar bulunmaktadır. Bodrum kat, az önce de söylediğimiz gibi müze haline dönüştürülmüştür.
İmam artık yok ama mekân, hâlâ canlılığını koruyor. Buraya gelen her ziyaretçi, rûhen ve aklen o günlere geri gidiyor, ister istemez.
Mescîdin bizden başka ziyaretçileri de var. Yemen’den geliyorlar bu kardeşlerimiz. İmam’ın evinin önünde de karşılaşmıştık kendileriyle ve avluda tanışmıştık. Şimdi mescîdin içinde de birlikteyiz. Beraber geziyoruz.
Muhammed Ömer Wahhab (ﻤﺤﻤﺪ ﻋﻤﺭ ﻮﻫﺎﺐ) ve Hûseyn Fadlî (ﺤﺴﻴﻦ ﻔﺿﻠﻰ), bu Yemenli kardeşlerimizin isimleri.
Beraber içeride gezdikten sonra, mescîdin bir köşesine geçip oturuyor ve koyu bir sohbete başlıyoruz.
2010 sonu ile 2011 yılı başında, tam olarak 18 Aralık 2010 günü Tunus’ta başlayan, daha sonra Mısır’la devam edip tüm Mağrîb ve Ortadoğu ülkelerine sıçrayan ve “Yasemin Devrimi” olarak isimlendirilen, günümüzde ise “Arap Baharı” olarak nitelenen hâdiseler etrafındaki sohbeti, ilginçtir ki, 30 yıl önce bu devrimlerin en büyüğünü yapan ve günümüzdeki devrimlere de ilhâm kaynağı olan İmam Humeynî’nin halk kitlelerine hitâb ettiği kürsünün hemen başucunda yapıyoruz.
Halk ayaklanmaları ilk olarak Tunus’ta başlayıp Mısır ve Libya ile devam ettiğinde, bu ülkelerin, yani Mağrîb olarak adlandırılan bu coğrafyanın sembolü yasemin çiçeği olduğu ve bu çiçek bu topraklarda bolca yetiştiği için “Yasemin Devrimleri” adı konulmuştu; ancak daha sonra tüm Arap ülkelerini etkisi altına alınca – biraz da Çekoslovakya’da aynı şekilde yılın ilk günlerinde başlayan 1968 tarihindeki “Prag Baharı”na benzetilerek – “Arap Baharı” denmeye başlandı.
“Arap Baharı”, hemen hemen tüm Arap ülkelerinde az çok etkisini hissettirdi ancak en çok da Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn’de etkisini gösterdi.
Ancak “domino etkisi” gibi yayılan bu hâdiseler, adı geçen bu ülkelerin hepsi için “bahar” olamadı. Devrimlerin başladığı yerler olan Tunus ve Mısır, gerçek anlamda “bahar” ve “kurtuluş” yaşarken, Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn için tam bir “cehennem” oldu, ne yazık ki. Bunlardan Yemen, Suriye ve Bahreyn, bu ateşte yanmaya devam ediyorlar.
Yemenli kardeşlerimiz Muhammed Ömer Wahhab (ﻤﺤﻤﺪ ﻋﻤﺭ ﻮﻫﺎﺐ) ve Hûseyn Fadlî (ﺤﺴﻴﻦ ﻔﺿﻠﻰ)’nin bize anlattıklarına göre, Yemen’de şu anda büyük bir insanlık dramı yaşanıyor.