Millî Hareketlerin Erdemi ve İdeolojik Hareketlerin Aramadığı Erdem – 1

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

     “Millet Olmanın Erdemi ve Asıl Büyük Felâket” başlıklı bir önceki sohbetimizde, erdemli bir siyasî hareketin nasıl olması gerektiği üzerinde hasbihal ederken, şu ifadeleri kullanmıştık:

     “‘Zafere götüren her yöntem meşrûdur’ ya da ‘Kazanmak için her yol mübahtır’ anlayışı, onurlu milletlerin kabul edebileceği bir ahlâk değildir. Bunlar ‘ideolojik hareketler’in ahlâkı olabilir, ancak ‘millî hareketler’ böyle bir ahlâk(sızlık)tan uzaktır, uzak olmak zorundadır.

     Bosna’nın millî lideri Aliya İzzetbegoviç’in şu sözü, zûlme karşı mücadele eden tüm siyasî hareketlerin ana ilkesi olmalıdır: ‘Biz de zalimlerden olursak, zûlme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitab’a uyacağız.’

     Zira bir zûlme karşı, onu ortadan kaldırmak için mücadele edilir, ‘o zûlmü biz onlara yapalım’ duygusuyla değil. Bu, intikam güdüsüyle yapılan bir mücadele olur. İntikam güdüsüyle yapılan mücadele ise asla zûlmü ortadan kaldırmaz, zalimin ismini değiştirir sadece.”

     Bu sohbetimizde, yukarıda sarfettiğimiz sözleri açacağız.

     Bu noktada “ideolojik hareketler” (İslamcılık, Sosyalizm, Liberalizm, Feminizm…) ile “millî hareketler” (Kürt, Katalon, Abhaz, Rohingya, Uygur…) arasındaki en temel, strüktürel farklılıkları ortaya koymak gerekiyor.

     “İdeolojik hareketler” ile “millî hareketler” arasında üç temel farklılık vardır:

     1 – “İdeolojik hareketler”, haklılığını ve meşrûiyetini, karşısındaki gücün haksızlığından ve gayr-ı meşrû uygulamalarından alır. Devlet ne kadar “kötü” olursa, onlar da o kadar “iyi” olurlar. Yani ideolojik temelli siyasî hareketler, tüm gücünü ve haklılığını, “düşman” olarak tanımladığı gücün zalimliğinden, zûlmünden ve baskılarından alır. “Millî hareketler” ise fıtraten haklı ve meşrûdurlar. Yani haklılığını ve meşrûiyetini, karşısındaki gücün haksızlığından ve gayr-ı meşrû uygulamalarından almazlar.

     2 – “İdeolojik hareketler”, yalnızca kendi tabanları tarafından saygı görürler; onlara sadece kendi sempatizanları ve gönüldaşları sevgi besler, destekler. “Millî hareketler” ise dünyadaki hemen tüm milletler tarafından saygı görürler; onlara yalnızca kendi ırktaşları, kendi milleti değil, başka ırktan ve coğrafyadan insanlar da sevgi ve sempati beslerler, gönül desteğinde bulunurlar. (Hatta bazen öyle ki, “düşmanları” bile saygı gösterirler)

     3 – “İdeolojik hareketler”in kendine özgü ilkeleri ve ahlakî değerleri vardır. Bir hareketin ilkelerince “ahlakî” olan bir davranış, başka bir hareketin ilkelerince “gayr-ı ahlakî” olabilir. Etik, görecelidir. Hareketten harekete ve bu hareketlerin ideolojilerine göre değişebilir, değişkendir. “Millî hareketler”de ise böyle göreceli, hareketten harekete değişen bir etik anlayışı yoktur. Yerküresinin her yerinde geçerli olan, tüm insanlık ailesinin ortak kabul ettiği ahlakî normlar sözkonusudur.

     Şimdi sözünü ettiğimiz bu üç temel özelliği, somut örnekler de vererek daha bir açalım ve anlaşılmasına çalışalım:

     1 – “İdeolojik hareketler”, haklılığını ve meşrûiyetini, karşısındaki gücün haksızlığından ve gayr-ı meşrû uygulamalarından alır. Devlet ne kadar “kötü” olursa, onlar da o kadar “iyi” olurlar. Yani ideolojik temelli siyasî hareketler, tüm gücünü ve haklılığını, “düşman” olarak tanımladığı gücün zalimliğinden, zûlmünden ve baskılarından alır.

     Diyelim ki Türkiye’de Sosyalist bir mücadele veya İslamcı bir mücadele ortaya koyuyorsunuz. Devlet, ortaya koyduğunuz inanç / düşünce dünyasına ne kadar zıt uygulamalar ortaya koyarsa, sizin söyleminiz o kadar güçlü olur ve taraftar sayınız artar. Yani, devlet ne kadar “kapitalist” olursa, işçiyi, emekçiyi ne kadar çok sömürürse, siz Sosyalist bir hareket olarak söylemlerinizde o kadar güç kazanır, taraftar sayınız da o kadar artar. Veyahut, devlet ne kadar “kâfir” olursa, dînî değerleri ne kadar çok çiğner ve İslamî yaşam tarzına ne kadar fazla baskı uygularsa, siz İslamcı bir hareket olarak söylemlerinizde o kadar güç kazanır, taraftar sayınız da o kadar artar. Dolayısıyla 12 Eylül’ler Sosyalist düşüncenin yeşermesine ve güç kazanmasına, 28 Şubat’lar da İslamcı duyguların yeşermesine ve güç kazanmasına sebebiyet verirler.

     İşçinin ve emekçinin sömürülmediği, adaletle ve adil bir ekonomik düzenle yönetilen bir ülkede Sosyalist hareketlerin yeşermesi, güç ve taraftar kazanması mümkün değildir. Yine de var olurlar ancak “marjinal” bir biçimde varlık gösterirler. Aynı şekilde, İslamî değerlerle son derece barışık hatta uyumlu, her türlü dîn ve ibadet özgürlüğünün sağlanmış ve bunun da anayasal olarak güvence altına alınmış olduğu bir devlet düzeninin hâkim olduğu ülkede İslamcı hareketlerin yeşermesi, güç ve taraftar kazanması mümkün değildir. Yine de var olurlar ancak “marjinal” bir biçimde varlık gösterirler. Çünkü dediğimiz gibi, Sosyalizm, İslamcılık, bunlar ideolojik hareketler oldukları için, varlıklarını karşıtlarının kötülüğüne borçludurlar.

     Ancak “Millî hareketler”de, böyle bir durum sözkonusu değildir; “karşıtıyla var olma” yoktur. Zirâ millî hareketler, fıtraten haklı ve meşrûdurlar. Yani haklılığını ve meşrûiyetini, karşısındaki gücün haksızlığından ve gayr-ı meşrû uygulamalarından almazlar.

     Allâh-û Teâlâ hiçbir milleti diğer bir milletin kaburga kemiğinden yaratmamıştır. İnsan hür olarak yaratılmıştır ve tüm milletlerin hür ve müstakil bir şekilde yaşamaya hakkı vardır. Dolayısıyla, tıpkı Türkler gibi Kürtler’in de, tıpkı Gürcüler gibi Abhazlar’ın da, tıpkı Farslar gibi Beluclar’ın da, tıpkı Burmalılar gibi Rohingyalar’ın da, tıpkı Çinliler gibi Tibetliler’in ve Uygurlar’ın da, tıpkı İsveçliler gibi Laponlar’ın da, tıpkı İngilizler gibi İskoçlar’ın da, tıpkı İspanyollar gibi Basklılar’ın ve Katalonlar’ın da hür ve müstakil millet olarak yaşamaya hakları vardır. Bu, Allâh Tebareke we Teâlâ tarafından yaratılış itibariyle (fıtrat) verilmiş bir haktır, doğuştan var olan bir haktır. Mes’eleye ideolojik bir atgözlüğüyle veya devletçi – muhafazakâr bir bağnazlıkla değil de, İlahî – Rabbanî pencereden ve Yüce Yaratıcı’nın gönderdiği kutsal kitaplar ışığında bakarsak; tıpkı dünyadaki halihazırdaki 200 küsûr bağımsız ülke gibi, Kürdistan, Lazistan, Abhazya, Çeçenistan, Belucistan, Keşmir, Rohingya, Patani, Tibet, Doğu Türkistan, Açe Sumatra, Laponya, Frizya, İskoçya, Bask, Katalonya, Korsika, Sardunya, Kırım gibi ülkelerin de “bağımsız ülkeler” olarak yaşama hakkı vardır.

     Ancak bu hak, adını zikrettiğimiz bu kavimler (Kürtler, Rohingyalar, Uygurlar, Katalonlar, etc.) ve coğrafyalar (Kürdistan, Katalonya, Filistin, Rohingya, Doğu Türkistan, etc.) zûlüm ve baskı altında oldukları ve katliâma uğradıkları için edinilmiş bir hak değildir. Onlar bu hakka fıtrî olarak sahiptirler. Eğer bu coğrafyaların bağımsızlığı engellenmişse ve bu kavimler başka kavimlerin tahakkümü altında yaşıyorlarsa, onların bu “bağımlı” durumdan kurtulup hür ve bağımsız olarak yaşama hakkı vardır, kendi kendilerini yönetme hakları vardır. Eğer bu kavimler (Kürtler, Filistinliler, Katalonlar, Rohingyalar, Uygurlar, etc.), hiçbir zûlüm görmemiş olsalar da, onların topraklarına tahakküm eden devletler onlara hiçbir kötülük yapmasa dahi, hatta onlara çok iyi ve “kardeşçe” davransa dahi, onların bu hakları gene de vardır. Başka milletlerin egemenliği altında yaşayan milletlerin, bu idarî – siyasal statüden dolayı uğradıkları haksızlık, gördükleri zûlüm, uğradıkları katliâmlar, onların zaten fıtraten var olan bu haklarını yalnızca daha çok perçinleştirir. Zûlüm, bu hakkı doğurmaz, çünkü bu hak zaten vardır. Zûlüm, bu hakkı perçinleştirir.

     İlahî – Rabbanî öğretiler ve kutsal metinler ışığında berrak bir zihinle, yani kirletilmemiş bir akılla konuya yaklaşırsak: Türk devleti Kürtler’e hiçbir zûlüm ve kötülük yapmasa dahi, Kürtler’in yine de “Biz Kürtler olarak kendi kendimizi yönetmek istiyoruz ve Kürdistan’ın hür ve müstakil bir ülke olarak yaşamasından yanayız” deme hakkı vardır. Çin devleti Uygurlar’a hiçbir zûlüm ve kötülük yapmasa dahi, Uygurlar’ın yine de “Biz Uygurlar olarak kendi kendimizi yönetmek istiyoruz ve Şarqî Türkistan’ın hür ve müstakil bir ülke olarak yaşamasından yanayız” deme hakkı vardır. İspanya devleti Katalonlar’a hiçbir zûlüm ve kötülük yapmasa dahi, Katalonlar’ın yine de “Biz Katalonlar olarak kendi kendimizi yönetmek istiyoruz ve Katalonya’nın hür ve müstakil bir ülke olarak yaşamasından yanayız” deme hakkı vardır.

     İnsanların pekçoğu bu yalın hakikati gözden kaçırdığı veya olumla(maya yanaş)madığı için, bu kategoriye giren coğrafyalar hakkında da tartışmayı yanlış yerden başlayarak yapmaktadırlar.

     Örneğin, TC Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2015 yazında Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptığı gezi ve burada, Pekin’de yaptığı utanç verici konuşmada “Çin’in toprak bütünlüğüne saygılıyız. Doğu Türkistan’daki terörist faaliyetleri kınıyoruz” demesi üzerine Çin’de “Sincan” olarak adlandırılan Doğu Türkistan bölgesi, Türkiye kamuoyunda ve medyasında gündemi epeyce meşgul etmişti. Tartışmada her zamanki gibi iki taraf vardı: Bir taraf, Doğu Türkistan’da korkunç bir Çin zûlmünün olduğunu, orada namaz kılmanın ve oruç tutmanın bile yasaklandığını, Uygurlar’ın hiçbir insanî haklarının olmadığını iddiâ ederken, diğer taraf da bu tür iddiâların asılsız olduğunu, Uygurlar’ın durumlarından gayet memnun olduklarını, devletin oruca ve namaza karışmadığını, camilerin ardına kadar açık olduğunu ve cemaatlerin de tıklım tıklım olduğunu ileri sürmekte, hatta Urumçi ve Kaşgar’da kılınan teravih namazlarının görüntülerini servis etmekteydi.

     Oysa yukarıda değindiğimiz gibi, tartışma ve “Uygur sorunu”, yanlış bir düzlemde yapılmaktaydı. Zirâ, gerçekten de iddiâ edildiği gibi Çin devletinin herhangi bir baskısı ve zûlmü olmamış olsa dahi ve ileri sürülen tüm “zûlüm, baskı” iddiâları yalan olsa bile, bu, Uygurlar’ın hür ve müstakil bir millet olarak yaşama hakkına ve kendi kendilerini yönetme istencine halel getirmez. Uygurlar’ın böyle bir hakkı vardır, Çin zûlmü olsun veya olmasın.

     Aynı durum Kürdistan için de geçerlidir ve mevzû Kürtler olduğunda da, tıpkı Uygurlar mevzûsunda olduğu gibi, “sorun” yanlış yerden başlanarak tartışılmaktadır. Hür ve müstakil bir Kürdistan isteyenler, haklı olduklarını ispatlamak için Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin Kürtler’e yaptıkları zûlüm ve baskıları sürekli bir biçimde hatırlatmakta, Kürt tarihinde yaşanmış ve yaşanan katliâmlara dikkat çekmekte, Kürtler’in “anadilde eğitim” hakkının bile olmadığını, “Kürt” kimliğinin dahi tanınmamış olduğunu, isimleri Kürtçe olan yerleşim birimlerinin adlarının asimilasyon politikaları sonucu değiştirildiğini belirtmektedirler. Buna mukabil, müstakil Kürdistan’a hatta coğrafî olarak bile Kürdistan’a karşı çıkanlar ise – her ne kadar Uygurlar mevzûsundaki inkârcılar gibi bu zûlümleri inkâr edemeseler de; zirâ Kürtler’in gördüğü zûlümler gözlerinin önünde cereyan ettiği için Uygurlar’da olduğu gibi bunları inkâr etmek o kadar kolay değil – farklı argümanlara sığınarak, devletin artık eski devlet olmadığını, inkâr ve asimilasyon devrinin kapandığını, geçmiş ceberrut devlet anlayışının yerini demokratik, farklı kimlikleri tanıyan bir devlet anlayışının aldığını ifade etmektedirler.

     Dediğimiz gibi, tartışma yine yanlış yerden başlanarak yapılmaktadır. Zirâ, Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin hepsi de İsviçre veya Norveç gibi son derece demokratik devletler olsalar bile ve Kürdistan’ı egemenlikleri altında tutan bu devletlerin hiçbiri Kürtler’e en ufak bir kötülük ve zûlüm yapmasalar dahi, 50 bin, 500 bin nüfûslu ülkelerin olduğu yerküresinde 50 milyon nüfûslu bir millet olan, onbinlerce yıllık köklü bir tarihe sahip ve kendilerine özgü zengin bir dili olan Kürtler’in hür ve müstakil bir millet olarak yaşama hakları vardır.

     Nitekim bugün Katalonlar, İspanya devletinden herhangi bir – elle tutulur – zûlüm ve baskı görmedikleri halde ve hatta İspanya’nın geri kalan toplumlarından çok daha iyi durumda olmalarına, her türlü hakka da sahip bulunmalarına rağmen, yine de İspanya’dan çatır çatır bağımsızlıklarını istemekte ve üstelik, durumlarında hiçbir mazlumiyet olmamasına rağmen bütün dünya da Katalonya’nın bu bağımsızlık istemine destek vermekte, en azından sempatiyle yaklaşmaktadır. Bu ise, başından beri işaret ettiğimiz gibi, bir milletin hür ve müstakil bir millet olarak yaşama hakkının fıtrî ve doğal bir hak olmasından ötürüdür.

     Bütün bu anlattıklarımızla, elbette ki “illa herkes biribirinden ayrılsın” telkininde bulunmuyoruz. Gayemiz, bir mevzûyu ilmî açıdan tetkik etmektir. İki veya daha fazla halklar, “birarada yaşama”yı da tercih edebilirler ve buna saygı duymak gerekir. Hatta bu “birarada yaşama”, şayet “adalet ve eşitlik” temelinde olursa, birliktelik ayrılıktan daha hayırlı neticeler de doğurabilir. Ancak bu, tamamen o halkların kendi tercihi ve inisiyatifine bırakılmalıdır. Önemli olan, bu hakkı tanımaktır. Bunu tanıma erdemini gösterdikten sonra, tabiî ki isteyen var olan bu hakkı kullanmayabilir, kullanmak istemeyebilir de.

     2 – “İdeolojik hareketler”, yalnızca kendi tabanları tarafından saygı görürler; onlara sadece kendi sempatizanları ve gönüldaşları sevgi besler, destekler. “Millî hareketler” ise dünyadaki hemen tüm milletler tarafından saygı görürler; onlara yalnızca kendi ırktaşları, kendi milleti değil, başka ırktan ve coğrafyadan insanlar da sevgi ve sempati beslerler, gönül desteğinde bulunurlar. (Hatta bazen öyle ki, “düşmanları” bile saygı gösterirler)

     Bunun sebebi, ideolojik hareketler belli bir fikir / akide etrafında ve bunun hakimiyeti için mücadele verirken, millî hareketlerin esaretten kurtulma ve özgür kimlikleriyle var olma mücadelesi veriyor olmalarıdır. Daha öz bir ifadeyle, ideolojik hareketler “rejim değişikliği” mücadelesi verirken, millî hareketler “hürriyet ve istiklâl” mücadelesi verirler.

     Azadlık (özgürlük) ve karajsızlık (bağımsızlık) mücadelesi, yeryüzündeki tüm halklar tarafından saygı görür, desteklenir. Dîni veya ideolojisi ne olursa olsun, fıtratı bozulmamış ve rûhu kirlenmemiş her insan, dünyanın herhangi bir yerindeki özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine gönül desteğinde bulunur. Çünkü özgür ve bağımsız olmanın fıtrî bir mes’ele olduğunu bilir, her insan gibi her toplumun da buna hakkı olduğuna inanır. Yani kutuplara yakın bir yerde yaşayan ve dünyadan habersiz bir Eskimo’ya bile, gidip de dünyanın farklı coğrafyalarında neler yaşandığını anlatsanız ve bütün halkları, toplumları, mücadeleleri tanıtsanız, o Eskimo daha ilk reaksiyonunda İngiltere’ye karşı İskoçlar’ın, İspanya’ya karşı Katalonlar’ın, Türkiye’ye karşı Kürtler’in, Gürcistan’a karşı Abhazlar’ın, Myanmar’a karşı Rohingyalar’ın, Çin’e karşı Uygurlar’ın yanında yer alır. Başka türlü davranması, güçlünün yanında, haksızın ve ezenin yanında yer alması mümkün değildir. İnsan fıtratına aykırıdır. Savaşın tarafı olmayan üçüncü şahısların, ezilene karşı ezenin yanında, haklıya karşı haksızın yanında yer alması için, ezen haksız tarafla aralarında bir “çıkar ilişkisi”nin olması gerekir. Başka türlü mümkün değildir. Çünkü dediğimiz gibi, insan fıtratına terstir.

     Ancak ideolojik hareketler, fıtrî olmadıkları için, böyle bir “çekim gücü”ne sahip değildirler. Zirâ dünyadaki herhangi bir ideolojik mücadeleye gönül desteğinde bulunmanız için, aynı ideolojiye sahip olmanız gerekir. Yani Sosyalist iseniz Sosyalist hareketlere destek verirsiniz, İslamcı iseniz İslamcı hareketlere destek verirsiniz. Fakat millî hareketlere destek vermeniz için, sadece ve sadece insan olmanız yeterlidir. Kürtler’in haklı mücadelesine destek vermeniz için illâ da Kürt olmanız gerekmiyor, Rohingyalar’ın haklı mücadelesine destek vermeniz için illâ da Rohingya olmanız gerekmiyor, Uygurlar’ın haklı mücadelesine destek vermeniz için illâ da Uygur olmanız gerekmiyor. İnsan olmanız yeterlidir.

     Çok açıktır bu: Eğer Kürtler’e karşı Türk devletinin, Abhazlar’a karşı Gürcü devletinin, Rohingyalar’a karşı Myanmar’ın, Uygurlar’a karşı Çin’in, Katalonlar’a karşı İspanya’nın, İskoçlar’a karşı İngiltere’nin yanında yer alıyorsanız, sizin fıtratınızda bir bozukluk var demektir. Çünkü ortaya koyduğunuz bu davranış, insan fıtratına aykırıdır. Bir film izlerken bile insan “iyiler”i tutar, haklı olanın yanında yer alır ve haksıza, ezene karşı olur.

     Binaenaleyh, ideolojik bir mücadeleye sahne olan coğrafyalarda, haksızın / ezenin yanında yer almak, aynı şekilde yanlış bir tutum olsa da “fıtrata aykırı” değildir. Neticede verilen mücadele ideolojik bir mücadeledir, yani iktidar mücadelesidir. Millî mücadele “adalet mücadesi”dir, ideolojik mücadele ise “iktidar mücadelesi”dir. Siz eğer, ne kadar zalim olursa olsun ve isterse yüzde yüz haksız olan taraf olsun, egemen rejim ile aynı ideolojiye sahipseniz, yaptığı zûlümlere ve tüm haksızlığına rağmen yine de egemenden yana olursunuz. Bu davranışınız, insan fıtratına aykırı değildir. Yanlış anlaşılmasın; bunu “olumlamak” amacıyla söylemiyorum. Davranışınız elbette ki yanlıştır, velâkin fıtrata aykırı değildir. Zira insan olmanın özünde vardır bu tutum.

     1917 Sovyet Bolşevik Devrimi, ideolojik bir harekettir. Çünkü “rejim değişikliği” amacıyla verilmiş bir mücadeledir. Sosyalist iseniz destek verirsiniz.

     1923 Kemalist Devrimi, ideolojik bir harekettir. Çünkü “rejim değişikliği” amacıyla verilmiş bir mücadeledir. Atatürkçü iseniz destek verirsiniz.

     1979 İran İslam Devrimi, ideolojik bir harekettir. Çünkü “rejim değişikliği” amacıyla verilmiş bir mücadeledir. İslamcı iseniz destek verirsiniz.

     Halihazırda yaşanan ve devam eden, Mısır’daki askerî cunta ve İhvan’ın mücadelesi, Suriye iç savaşı, Yemen ve Bahreyn’deki halk ayaklanmaları, bütün bunların tamamı “ideolojik hareketler”dir. Arap dünyasındaki hemen tüm hareketler, ideolojik mücadelelerdir; ancak Filistin özgürlük mücadelesi, millî bir mücadeledir.

     İdeolojik hareketler “fikir / inanç” temeline dayanır, haritayla bir sorunu yoktur, sınırları belli bir ülkede yalnızca “rejim değişikliği” mücadelesi verir. Yani hedef, iktidardır. Millî hareketler ise “toprak” temeline dayanır, harita sorunun bizatihi kendisidir, sınırlarla yok edilmiş ve parçalanmış bir coğrafyada “hürriyet ve istiklâl” mücadelesi verir. Yani hedef, devleti değiştirmek değil, yeni bir devlet kurmaktır.

     Katalon, Filistin, Kürt, Abhaz, Beluc, Keşmir, Rohingya, Tibet, Uygur, Moro halklarının verdikleri mücadele, böyle bir mücadeledir. Fikir mücadelesi değil, toprak mücadelesidir. Çünkü amaç, Madrid, Tel Aviv, Ankara, Tiflis, Tahran, Yeni Delhi, Naypyidaw, Pekin ve Manila’daki, bu başkentlerdeki rejimleri değiştirmek değildir. Rejim ister Sosyalist olsun ister Faşist, ister İslamcı olsun ister Laik, farketmez. Amaç, başka bir topluluğun tahakkümü altında bulunan kendi topraklarını özgürlüğüne kavuşturmak, bağımsız bir millet olarak dünya haritasında yerlerini almaktır. Efendi (işgalci), hayata salt kendi mantığıyla baktığı için, kölenin (ezilen ulusun) bu mücadelesine “ayrılmak, ayrılıkçılık” olarak bakar, ama kölenin gözünde bu “özgürleşme, özgürlük hareketi”dir ve doğru olan da budur.

     1879 Şeyh Ubeydullah Ayaklanması, millî bir harekettir.

     1925 Şeyh Said Ayaklanması, millî bir harekettir.

     1946’da Molla Mustafa Barzanî ve Pêşava Qazî Muhammed öncülüğünde kurulan Mehâbâd Kürt Cumhuriyeti, millî bir harekettir.

     Halihazırdaki Kürdistan Federe Devleti ve Güney Kürdistan’daki Barzanî hareketi, millî bir harekettir.

     Millî bir harekettir, çünkü amaç hürriyet ve istiklâldir, Kürdistan’ın bağımsızlığıdır. Qazî Muhammed’in amacı Tahran’daki rejimi değiştirmek, İran’ı “demokratikleştirmek” değildi; İran’ın tahakkümü altında bulunan Doğu Kürdistan’ı bağımsızlığına kavuşturmaktı. Bugün Mesud Barzanî’nin de amacı Bağdat’taki rejimi değiştirmek, Irak’ı “demokratikleştirmek”, “Ekolojik, demokratik, cinsel eşitlikçi” bir Irak değildir; amaç Irak’ın tahakkümü altında bulunan Güney Kürdistan’ı bağımsızlığına kavuşturmaktır.

     Böyle olduğu için, yeryüzündeki hemen hemen tüm halklardan ve toplumlardan saygı ve gönül desteği görüyor. Zira Bağdat’a karşı fikir mücadelesi vermiyor. Dînci bir mücadele vermiyor, mezhepçi bir mücadele vermiyor, ideolojik bir mücadele vermiyor. Verdiği mücadele, toprak mücadelesidir. Özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi veriyor. Bu yüzden de, sadece Kürtler’den değil, dünyadaki diğer toplumlar tarafından da saygı görüyor. Hatta, düşmanlarından bile.

     Dikkat ederseniz, Türk, Arap ve Fars toplumlarında, bağımsız bir Kürdistan devletine şiddetle karşı olan kesimler dahi, konu Barzanî hareketi olduğunda saygı ve hürmette bulunurlar. Bunun sebepleri üzerinde ciddî ciddî düşünmek, tefekkür etmek gerekiyor. Bunun başlıca sebebi, Mesud Barzanî’nin ideolojik bir mücadele vermemesi, dolayısıyla kendi halkına ve egemenliği altında tuttuğu topraklarda insanlara herhangi bir ideolojiyi dayatmaması, sadece ve sadece kendi halkının özgürlük ve bağımsızlığını hedefleyen millî bir mücadele veriyor olmasıdır.

     Bir de tabiî, “yitik ülke” olarak nitelediğimiz coğrafyalarda (Filistin, Kürdistan, Abhazya, Keşmir, Rohingya, Doğu Türkistan, etc.) mücadele eden, hatta buralardaki halkın kurtuluşu için mücadele ettiğini söyleyen ve fakat bunu “millî bir bilinç”le değil “ideolojik bir okuma”yla yapan hareketler vardır. Yani millî bir mücadele veren / vermesi gereken halklar adına savaşan ideolojik hareketler. Örneğin Filistin’deki HaMaS, Kürdistan’daki PKK, Moro’daki MILF, Doğu Türkistan’daki Selefî hareketler gibi.

     Millî mücadeleler dünyadaki hemen tüm halklar ve topluluklar tarafından destek ve saygı görürken, millî mücadele coğrafyalarında neşv û nema bulan iş bu hareketler / örgütler dünyadaki insanlar tarafından aynı destek ve saygıyı görmezler. Onlara sadece kendi fikirdaşları / ideolojik yoldaşları destek verir. Çünkü ideolojik hareketlerdir. Örneğin Filistin millî dâvâsına dünyadaki hemen her insan ve topluluk destek verip saygı gösterirken, aynı Filistin’deki HaMaS hareketi yalnızca İslamcılar’dan destek ve saygı görür. Filistin millî dâvâsı tüm dünya vicdanı tarafından destek görürken, HaMaS’a ise daha kendi Filistin halkının bile büyük çoğunluğu destek vermez. Çünkü Filistin millî bir mes’eledir ancak HaMaS ideolojik bir harekettir. Aynı şekilde, Kürdistan millî dâvâsına dünyadaki hemen her insan ve topluluk destek verip saygı gösterirken, aynı Kürdistan’daki PKK hareketi yalnızca Solcular’dan / Sosyalistler’den destek ve saygı görür. Kürdistan millî dâvâsı tüm dünya vicdanı tarafından destek görürken, PKK’ya ise daha kendi Kürt halkının bile büyük çoğunluğu destek vermez. Çünkü Kürdistan millî bir mes’eledir ancak PKK ideolojik bir harekettir.

     Bununla birlikte, ideolojik hareketlerin dünyadaki tüm insanlar tarafından sempati kazandığı özel dönemler de olabiliyor. Ancak geçici bir durumdur bu ve çok büyük bir başarı kazanıp, klasik tabirle “destan yazıp” çok güçlü ve saldırgan bir düşmana karşı haklı bir zafer kazanarak dünyayı ayağa kaldırdığı zamanlarda yaşanan hadiselerdendir bu. Nadir yaşanır ve olayın sıcaklığının yaşattığı geçici bir süre için geçerlidir. Yaşattığı zafer gündemden düştüğü zaman da bu halet-i rûhiye de kendiliğinden geride kalır.

     Buna yakın tarihte en çarpıcı iki örnek olarak, 2006 yılında Lübnan’da 33 gün süren ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı kazandığı muhteşem zafer ile 2014 -15 arasında Rojava’da 4 ay süren ve YPG’nin IŞİD’e karşı ortaya koyduğu muhteşem Kobanî direnişini verebiliriz.

     Temmuz 2006’da Lübnan Hizbullah hareketi, 33 gün süren “orantısız güç kullanımlı savaş”ta siyonist ve saldırgan İsrail’e karşı hiç unutmayacağı bir yenilgi tattırdığında, Hizbullah, dünyadaki hemen tüm topluluklar tarafından büyük bir saygı ve sempati kazanmıştı. Çünkü hem haklıydı hem de sadece “savunma savaşı” vermişti; karşısındaki düşman ise çok güçlüydü, aynı zamanda saldırgan ve mütecavizdi. Yüzde yüz haklı ve savunan taraf olan Hizbullah, yüzde yüz haksız ve saldırgan taraf olan, üstelik kendisinden kat be kat daha güçlü olan İsrail’e karşı, şanlı bir zafer kazanmıştı. Böyle bir hadise ve başarı, elbette ki dîni, ideolojisi, ırkı ne olursa olsun herkes tarafından saygı görür ve evrensel çapta bir sempatinin oluşmasına yol açar. Ki, öyle de oldu. Uluslararası medya ajanslarına yansıyan haberlerde de görüldüğü üzere, bırakın Müslümanlar’ı, Hristiyanlar bile evlerinin duvarına Seyyîd Hasan Nasrullâh’ın fotoğrafını asmıştı.

     Aynı şekilde, Eylül 2014 – Ocak 2015 arasında Rojava’daki YPG hareketi, tam 4 ay süren Kobanî direnişi esnasında tekfirci ve barbar IŞİD’e karşı hiç unutmayacağı bir yenilgi tattırdığında, YPG, dünyadaki hemen tüm topluluklar tarafından büyük bir saygı ve sempati kazanmıştı. Çünkü hem haklıydı hem de sadece “savunma savaşı” vermişti; karşısındaki düşman ise çok güçlüydü, aynı zamanda saldırgan ve mütecavizdi. Yüzde yüz haklı ve savunan taraf olan YPG, yüzde yüz haksız ve saldırgan taraf olan, üstelik kendisinden kat be kat daha güçlü olan IŞİD’e karşı, şanlı bir zafer kazanmıştı. Böyle bir hadise ve başarı, elbette ki dîni, ideolojisi, ırkı ne olursa olsun herkes tarafından saygı görür ve evrensel çapta bir sempatinin oluşmasına yol açar. Ki, öyle de oldu. Uluslararası medya ajanslarına yansıyan haberlerde de görüldüğü üzere, özellikle YPG’li kadın gerillaların onurlu mücadelesi, dünyanın 6 kıt’âsındaki toplulukları kendisine hayran bıraktırmıştı.

     Gerek Lübnan’daki Hizbullâh’ın 2006’da ve gerekse Rojava’daki YPG’nin 2014’te kazandığı evrensel çaptaki sempati ve saygı, ikisi de dönemseldir. Olayın sıcaklığının ve kazanılan başarının olağanüstü oluşunun, ayrıca bu savaşlarda yüzde yüz haklı olan tarafı temsil edip ve sadece saldırgan ve mütecaviz düşmana karşı “savunma savaşı” vermiş olmaları, hakkettikleri saygı ve sempatiyi doğurmuştur.

     Ancak millî hareketlerde bu saygı ve sempati, her zaman vardır. Bunun için “şanlı zaferler” kazanmalarına gerek yoktur. Doğaları gereği haklı oldukları için, normal zamanlarda da teveccühe mazhar olurlar. Velâkin YPG, PKK ya da Hizbullah, HaMaS, İhvan-ı Muslimin gibi hareketlere, normal zamanlarda sadece kendi fikirdaşları / ideolojik gönüldaşları teveccüh gösterir.

     3 – “İdeolojik hareketler”in kendine özgü ilkeleri ve ahlakî değerleri vardır. Bir hareketin ilkelerince “ahlakî” olan bir davranış, başka bir hareketin ilkelerince “gayr-ı ahlakî” olabilir. Etik, görecelidir. Hareketten harekete ve bu hareketlerin ideolojilerine göre değişebilir, değişkendir. “Millî hareketler”de ise böyle göreceli, hareketten harekete değişen bir etik anlayışı yoktur. Yerküresinin her yerinde geçerli olan, tüm insanlık ailesinin ortak kabul ettiği ahlakî normlar sözkonusudur.

     Bu son hakikat, siz sevgili gönüldaşlarımızla konuştuğumuz ilk iki hakikatten çok çok daha önemli bir hakikattir ve millî bir şuur ve bilinç edinmek isteyen her bireyin / hareketin mutlaka ve hatta en başta öğrenmesi gereken husustur.

     İdeolojik hareketlerin sıklıkla başvurduğu ve alışkanlık, hatta “mücadele stratejisi” haline getirdiği pekçok gayr-i ahlakî davranış ve eylemler (terör, amaçsız şiddet, halkın zarar göreceği şekilde ve yerleşim yerleri dahilinde silahlı çatışmalara girme, “düşman”a karşı savaşırken en büyük zararı kendi halkına ve topraklarına verme, kurtuluşu için savaştığını iddiâ ettiği kendi halkına baskı uygulama, bizzat kendi halkına yönelik şiddet ve dikta, her tür eleştiriye kapalı olma ve en ufak bir eleştiriye dahi kaba kuvvetle mukabele etme, hitap ettiği tabanın değer yargılarına taban tabana zıt olan ideolojik fikir ve söylemlerini propaganda ederek bizzat kendi halkını bölme ve böylece halkın temel ve hayatî ihtiyacı olan “millî birlik”i baltalama, “millî birlik” umudunu ideolojik fantezilere kurban etme, kendisine bağlı medya organlarını birer yalan, iftira ve çamur aygıtlarına çevirerek bizzat düşmanına benzemeye çalışma), asla ve asla millî hareketlerin ahlakında yoktur, olmaması gerekir. Millî hareketleri ideolojik hareketlerden ayıran en belirgin vasıflardan biri, hangi şart altında olursa olsun, ister zayıf durumda olsunlar isterse tamamen yok olma tehlikesi geçirsinler, yine de “güzel ahlâk” ve “erdem” çizgisinden sapmamalarıdır.

     Millî bir hareketin nasıl bir ahlâka sahip olması gerektiğini, dünyadaki tüm “kimliksiz halklar” içinde en çok Kürtler’in, Kürtler arasında da en çok Kuzey (Türkiye) Kürtleri’nin bilmesi gerekir. Çünkü en fazla onlar bu “millî ahlâk ve erdem” çizgisinden uzaklaştırıldığı için, en başta ve ivedi olarak onların bilmesi gerekir.

     Bu üçüncü konu, sizlerle hasbihal ettiğimiz ilk iki konudan çok daha büyük bir ehemmiyete sahip olduğu için, bunu başlıbaşına bir sohbetin konusu olarak konuşacağız siz sevgili gönüldaşlarımızla.

     Pêşava Qazî Muhammed, Mella Mustafa Barzanî, Malcolm X, Aliya İzzetbegoviç ve halen hayatta olan Mesud Barzanî’nin mücadelesini ve mücadele ahlâkını sizlere anlatıp, millî bir ahlâkın ve erdemli bir siyasî mücadelenin nasıl olması gerektiğini hasbihal edeceğiz. Bir nevî “ders” niteliğinde olacak, konuşacağımız konu.

     Bir sonraki sohbetimizde tamamen bu konuyu konuşacağız.

sediyani@gmail.com

     UFKUMUZ

     25 AĞUSTOS 2015

milli hareketlerin erdemi 1


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir