Millî Hareketlerin Erdemi ve İdeolojik Hareketlerin Aramadığı Erdem – 2

Parveke / Paylaş / Share

 

 

 

 

 

 

milli hareketlerin erdemi 2 a

     “İdeolojik hareketler”in kendine özgü ilkeleri ve ahlakî değerleri vardır. Bir hareketin ilkelerince “ahlakî” olan bir davranış, başka bir hareketin ilkelerince “gayr-ı ahlakî” olabilir. Etik, görecelidir. Hareketten harekete ve bu hareketlerin ideolojilerine göre değişebilir, değişkendir. “Millî hareketler”de ise böyle göreceli, hareketten harekete değişen bir etik anlayışı yoktur. Yerküresinin her yerinde geçerli olan, tüm insanlık ailesinin ortak kabul ettiği ahlakî normlar sözkonusudur.

     Bu hakikat, millî bir şuur ve bilinç edinmek isteyen her bireyin / hareketin mutlaka ve hatta en başta öğrenmesi gereken husustur.

     İdeolojik hareketlerin sıklıkla başvurduğu ve alışkanlık, hatta “mücadele stratejisi” haline getirdiği pekçok gayr-i ahlakî davranış ve eylemler (terör, amaçsız şiddet, halkın zarar göreceği şekilde ve yerleşim yerleri dahilinde silahlı çatışmalara girme, “düşman”a karşı savaşırken en büyük zararı kendi halkına ve topraklarına verme, kurtuluşu için savaştığını iddiâ ettiği kendi halkına baskı uygulama, bizzat kendi halkına yönelik şiddet ve dikta, her tür eleştiriye kapalı olma ve en ufak bir eleştiriye dahi kaba kuvvetle mukabele etme, hitap ettiği tabanın değer yargılarına taban tabana zıt olan ideolojik fikir ve söylemlerini propaganda ederek bizzat kendi halkını bölme ve böylece halkın temel ve hayatî ihtiyacı olan “millî birlik”i baltalama, “millî birlik” umudunu ideolojik fantezilere kurban etme, kendisine bağlı medya organlarını birer yalan, iftira ve çamur aygıtlarına çevirerek bizzat düşmanına benzemeye çalışma), asla ve asla millî hareketlerin ahlâkında yoktur, olmaması gerekir. Millî hareketleri ideolojik hareketlerden ayıran en belirgin vasıflardan biri, hangi şart altında olursa olsun, ister zayıf durumda olsunlar isterse tamamen yok olma tehlikesi geçirsinler, yine de “güzel ahlâk” ve “erdem” çizgisinden sapmamalarıdır.

     Millî bir hareketin nasıl bir ahlâka sahip olması gerektiğini, dünyadaki tüm “kimliksiz halklar” içinde en çok Kürtler’in, Kürtler arasında da en çok Kuzey (Türkiye) Kürtleri’nin bilmesi gerekir. Çünkü en fazla onlar bu “millî ahlâk ve erdem” çizgisinden uzaklaştırıldığı için, en başta ve ivedi olarak onların bilmesi gerekir.

     Bugünkü sohbetimizde, Şeyh Said, Mella Mustafa Barzanî ve Pêşava Qazî Muhammed’in mücadelesini ve mücadele ahlâkını sizlere anlatıp, millî bir ahlâkın ve erdemli bir siyasî mücadelenin nasıl olması gerektiğini hasbihal edeceğiz.

     Öncelikle bilinmesi gereken şey, hangi şart altında olunursa olunsun, ister zayıf durumda olunsun isterse tamamen yok olma tehlikesi geçirilsin, yine de “güzel ahlâk” ve “erdem” çizgisinden sapılmaması gerektiği ilkesinin, Peygamberî ve Nebevî bir duruş olduğudur. Allâh-û Teâlâ’nın insanlara ve toplumlara doğru ve erdemli yolu göstermek amacıyla gönderdiği peygamberler (Allâh’ın selamı hepsinin üzerine olsun) ve pâk Ehl-i Beyt imamları (Allâh’ın selamı hepsinin üzerine olsun), hem zalim ve baskıcı yönetimlere (devletlere, rejimlere) ve zalim yönetime tabi olan cahiliye toplumlarına karşı tevhîd, adalet ve özgürlük mücadelesi vermişler, hem de bu mücadeleyi verirken, her tür zûlme, baskıya, işkenceye ve sürgüne uğramalarına rağmen yine de “güzel ahlâk”ı elden bırakmamışlar, “erdem” çizgisinden sapmamışlardır.

     Zirâ uğruna mücadele edilen dâvânın “hak” olması, tek başına yetmemektedir; bunun yanında, verilen mücadelenin de “pak” olması gerekir. Üstâd Seyyîd Qutb’un “Aşağılık bir yöntem kullanılarak şerefli bir hedefe varılamaz” sözleriyle ifade ettiği gibi, “kutlu” bir dâvânın “putlu” mücadelesi olmaz. Kirleterek temizlik yapılamaz.

     Haklı olmak, haksızlık yapma hakkı vermez. İnsanlara zûlmederek zalim bir yönetime karşı mücadele edilmez. Bir zûlüm sistemini, başka bir zûlüm sistemi kurmak için ortadan kaldırmaya çalışmak da yanlıştır. Bosna’nın millî lideri Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, “Biz de zalimlerden olursak, zûlme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitab’a uyacağız.”

     Ortada zalim, haksız ve adaletsiz bir güç var ve siz ona karşı mücadele ediyorsanız, verdiğiniz mücadelede haklı olan tarafı temsil ediyorsunuz demektir. Buna kimsenin bir itirazı olmaz. Ancak haklı olmak, size her tür kötülüğü ve gayr-ı ahlakî mücadele yöntemini meşrû kılmaz; haklı olmak size haksız bir şiddet ve terör hakkı tanımaz.

     Zira salt karşı tarafın “kötü” olması, sizi otomatikmen “iyi” yapmaz. Herkes, kendi ameliyle “iyi” veya “kötü” olur, kendi davranışlarıyla ve ortaya koyduğu mücadele pratiğiyle bu sıfatlardan birini kazanır. Hiç kimse, başkasının davranışlarıyla “iyi” veya “kötü” olmaz.

     “Haklı olmak” güzeldir ancak bu güzellik, ancak “ahlâklı olmak” koşuluyla korunabilir. Bunun yolu da, erdemli bir mücadele yöntemi ve temiz bir siyaset yürütmektir.

     “İktidar mücadelesi” değil, “Adalet mücadelesi” verilmelidir. “Adalet mücadelesi” zûlmü ortadan kaldırır, “İktidar mücadelesi” ise sadece zalimin ismini değiştirir. “İdeolojik mücadele” halkımıza musallat olan bir musibettir. “Millî mücadele” ise halkımızı kurtuluşa ve özgürlüğe kavuşturacaktır.

     Bunun en somut örneği, Türkiye’nin yaşadığı siyasal dönüşümdür. “Adalet mücadelesi” yerine “İktidar mücadelesi” verildiği için, dünkü mazlumlar bugünün zalimleri oldular, bugünkü mazlumlar da yarının zalimleri olacaklar. Başka ne beklenir ki? Gaye “adalet” değil “iktidar” ise, bundan başka bir sonuç beklenebilir mi?

     Millî ahlâk için önemli olan “haklı olmak”tır; ideolojik kişilik için önemli olan ise haklı olmak değil “haklı çıkmak”tır.

     Onurlu milletler, karşılarındaki ezen güç ne kadar zalim olursa olsun ve kendileri de ne kadar zayıf ve çaresiz bir durumda olurlarsa olsunlar, yine de ahlâkî ilkelerden ve erdemli davranışlardan taviz vermezler. Irkçılığın kurbanı olsalar dahi, buna karşı mücadele ederken kendileri ırkçı bir dil geliştirmezler. Onların dilleri, kültürleri ve tüm millî değerleri yasaklansa, hor ve hâkir görülse dahi, onlar asla ve asla diğer halkların dillerine, kültür ve değerlerine hakaret etmez, düşmanlık yapmazlar. Çünkü yaparlarsa, onlar da düşmanlarına benzemiş olacaklardır.

     Zira bir zûlme karşı, onu ortadan kaldırmak için mücadele edilir, “o zûlmü biz onlara yapalım” duygusuyla değil. Bu, intikam güdüsüyle yapılan bir mücadele olur. İntikam güdüsüyle yapılan mücadele ise asla zûlmü ortadan kaldırmaz, zalimin ismini değiştirir sadece. İslam ahlâkından yoksun bir İslamcılık, sadece Müslümanlar’a zarardır. Kürt ahlâkından yoksun bir Kürtçülük, sadece Kürdistan’a zarardır.

     Bu felâkete mahal vermemenin yolu, erdemli bir mücadele yöntemi ve temiz bir siyaset yürütmektir.  Zirâ erdemli bir çizgiden uzak, ideolojik slogan ve fantezilerle kirletilip zehirlenmiş bir mücadele yönteminin ve içinde binbir türlü soru işaretleri barındıran kirli ve karanlık bir siyasetin, en büyük ve yıkıcı zararı, bizatihi kitlesel tabanını teşkil eden topluma olacaktır. “İşgalci” devletlerin yaptığı tahribat ve yıkım – çıplak gözle daha rahat görüldüğü için – sağlam bir mücadele ve azimli bir direniş neticesinde bertaraf edilebilir. Ancak “kimliksiz halklar”ın içinden ve onlar adına ortaya çıkan ideolojik hareketlerin yol açtığı zihinsel ve ahlakî tahribat, bir toplumun madden ve mânen tümden mahvına sebep olmakta, nesilden nesile sürecek olan bu tahribatın bertaraf edilmesi yüzyıllar boyunca bile mümkün olamamaktadır.

     İslamî ahlâk ve ilkelere uygun bir millî (ulusal) mücadelenin sahip olduğu ve titizlikle riâyet ettiği “erdem” vasfına, yine İslamî ahlâk ve ilkelere uygun bir şekilde mücadele etmiş olan millî liderler Şeyh Said, Pêşava Qazî Muhammed, Mella Mustafa Barzanî, Malcolm X, Aliya İzzetbegoviç ve halen hayatta olan Mesud Barzanî’den örnekler vererek sohbetimizi “koyulaştırmak” istiyoruz:

    1925 tarihinde laik – kemalist rejime karşı gerçekleştirilen Kürt millî ayaklanması olan ve Şeyh Said’in öncülük ettiği Kürdistan İslamî Kıyamı, bu noktada bizlere önemli örneklikler sunmaktadır.

     Kıyam başladıktan hemen bir gün sonra, 14 Şubat 1925 günü Şeyh Said Efendi bir fetvâ yayınlar ve bu, kıyam başladıktan sonraki ilk fetvâdır. Şeyh Said’in sözkonusu fetvâsı şöyledir:

     “Fâkirin, güçsüzün, kadının, ihtiyarın, çocuğun ve esirin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmeyecek. Kimseden zorla para alınmayacak. Esirlere normal muamele yapılacak ve kendi yediğinden verilecek.

     Hadîm’ul- Mü’mînun Şeyh Said Piranî”

     Kıyâmın ilk fetvâsı olan bu fetvâdan da anlaşılacağı üzere, verilen mücadele silâhlı bir mücadele bile olsa, savaş hali dahi olsa, fâkirlerin, güçsüzlerin, kadınların, ihtiyarların, çocukların ve esirlerin hakkına, canına ve malına tecavüz edilmemesi gerektiği, kimseden zorla para alınmaması, esirlere dahi normal muamele yapılması ve kendi yediğinden verilmesi gerektiği “erdem” ve “fazilet” hasletlerinin, millî bir hareketin riâyet etmesi gereken ilk hasletler olduğu gerçeğidir.

     Bunun anlamı şu: Karşınızdaki “düşman” (devlet veya başka herhangi bir zalim güç) ne kadar zalim ve gaddar olursa olsun, hiçbir ahlakî ve insanî kural tanımıyor olursa olsun, sivillleri, mâsum insanları öldürmekten, esirlere işkence etmekten, her türlü cinayete, katliâma imza atıp bunları örtmeye çalışan yalan, iftira, hile yollarına başvurursa başvursun, siz yine de “temiz ahlâk” ve “erdem” çizgisinden sapmamalısınız. Çünkü sapar ve onların yaptığı bu kötülüklerin benzerini siz de yaparsanız, o zaman siz de düşmanınıza benzemiş olursunuz.

     “Erdem” ve “temiz ahlâk” çizgisinden, “zafere ulaşmak için” sapmaya hakkımız yoktur. Yoktur, çünkü biz zaten bu mücadeleyi bunlar için veriyoruz. Uğruna mücadele ettiğimiz güzellikleri, savaşın galibi olabilmek için atamayız. Zira bizatihi onlar için mücadele ettiğimizden dolayı, onları atarsak, baştan kaybetmiş oluruz.

     Kıyâmın 2. günü yaşanan tek olay, yukarıda aktardığımız fetvâ değildir. Aynı gün yaşanmış çok daha ilginç bir hadiseyi paylaşmak istiyoruz siz sevgili gönüldaşlarımızla:

     13 Şubat 1925 Cuma günü Piran köyünde hadise patlıyor ve kıyâm başlıyor. Piran hadisesinden sonra Şeyh Said Efendi direk Hani’ye geliyor. Şeyh Tahir Efendi de zaten Dara Hênê’yi, yani Genç’i ele geçirmiş. Hani’ye doğru geliyorlar; Hani’yi de ele geçiriyorlar.

     Orda bir topçu taburu var; o topçu taburunu mağlup ediyorlar, Hani’de. Ve başlarında da Cemil Bey diye bir topçu binbaşı var. Kürtler’e daha önce çok zûlmetmiş bir binbaşıdır. Onu esir alan mücahîdler, adamın elbiselerini çıkarmışlar, birkaç kişi de O’nu dövmüşler, sopa vurmuşlar. Alıp böyle yara bere içinde getiriyorlar Şeyh Said’in yanına.

     Şeyh Said Efendi şiddetli bir şekilde öfkeleniyor orda. Diyor ki; “Utanmıyor musunuz? Esir olana böyle hakaret edildiği görülmüş müdür? Biz Kürtler’de böyle esire, misafire zûlüm etmek, hakaret etmek var mıdır? Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz? Derhal götürün elbiselerini giydirin; bütün rütbelerini de yeniden takacaksınız. O bir binbaşıdır, ona binbaşı gibi saygılı davranacaksınız.”

     Tarih 14 Şubat 1925; yer Hani. Kıyâm başlayalı daha bir gün olmuş. Şeyh Said’in tavrına, asaletine bakınız. Ondan sonra, hatta Binbaşı Cemil Bey’e diyor ki, “Seni dövenleri tanıyor musun?” O da diyor, “Evet tanıyorum.” Şeyh Said diyor ki; “Seni kim dövdüyse, sen de onları döveceksin. Sen de eline sopayı alacaksın ve sen de onları döveceksin.” Adam diyor ki; “Yok, ben dövmeyeceğim, velâkin hakkımı da helâl ediyorum.” Böylece onu dövenler geliyorlar yanına ve kendisinden özür diliyorlar.

     Ve Gırnos diye bir yer var. Genç tarafında karargâhtır, yani cephe gerisidir. Esirler orada toplanıyor, Gırnos’ta toplanıyor. Şeyh Said Efendi cephededir tabiî. Diyor ki, “Bu adamı götüreceksiniz… Bu adamın bütün elbiselerini giydirin, rütbelerini takın, at üzerinde, o şekilde, bir komutandır bu, bir binbaşıdır. Şerefiyle oynamayın! Esirdir, emanettir. Götürün Gırnos’a, orada emniyet içerinde kalsın.”

      O zaman Binbaşı Cemil Bey, Şeyh Said’e diyor ki, “Şeyhim! Vallâhi senin bu mücahîdlerin kadar cesur, ateşin üzerine yürüyen askerler ben hiç görmedim. Fakat gel gör ki hiç ne bir askerî bilgileri var, ne bir talim var, ne bir şeyleri var. Bunlar topun üstüne saldırıyorlar ama sadece cesarettir, askerî bilgi milgi hiç yok! Sen bana müsaade et, ben bunları güzel bir eğiteyim. Bunlar eğitilirse bunlardan hakikaten çok iyi bir ordu olur. İyi bir birlik olur ve gerçekten de sen muvaffak da olursun.”

     Şeyh Said Kıyamı’ndan önce Kürdistan’da görev yapan ve görevi esnasında yerli Kürt halkına her türlü baskı ve zûlmü yapmış, adetâ bölge halkına yaptığı kötülüklerle nam salmış olan Binbaşı Cemil Bey, kıyâmın 2. günü Kürdistan İslam mücahidlerinin eline esir düştükten sonra, Şeyh Said’e bağlı mücahîdlerin sahip olduğu ahlakî faziletlerden ve erdemli çizgilerinden oldukça etkilenerek, kelimenin tam mânâsıyla “tevbe” ediyor ve inanır mısınız, Şeyh Said Kıyamı’nın komutanlarından oluyor bu kez. Şeyh Said’e bağlı Kürt mücahîdleri eğitiyor. Kime karşı? Hiçbir ahlâkî ilke ve erdem vasfı tanımayan, sadece zor ve zorbalıktan anlayan Türk devletine karşı.

     Ve Binbaşı Cemil Bey de, kıyam bastırıldıktan sonra İstiklâl Mâhkemeleri’nde yargılanarak ceza alıyor. Kemalist Türk mâhkemesi, kendisine açıkça şunları söylüyor: “Sen nasıl olur da eşkiyanın eline esir düşersin, onlardan kurtulmaya çalışmaz bir de üstüne o eşkiyâları eğitmeyi teklif edersin, onlara askerî eğitim verirsin?”

     Şubat 1925’te kıyam başlayınca, Şeyh Said Efendi’nin bir talimatı da şu oluyor: “Esirlerin tümünü köylere dağıtacaksınız. Her bir esiri bir eve zimmetleyeceksiniz.” Her bir esir bir eve, muhtelif köylerde bir eve zimmetlenecek. O aile bu esiri doyuracak, besleyecek, o esir de bu ailenin işlerini yapacak.

     O iki ay boyunca bu esirler köylerde, ve tuhaf birşey, kaçmamışlar. Diyelim ki cephe kırılmış, şu bu ama, kaçmamışlar.

     O esirlerden bir tanesi, yaşlılar anlatıyor, işte diyorlar: “Bize getirdiler, emanet ettiler. Kütahyalı’ydı. Şey oldu, işte mağlubiyet oldu, Şeyh Said Efendi gitmiş, yakalanmış, hiçbir şeyden haberimiz yok… Askerler geldi, bu asker, Türk askerleri köyümüzü yakmaya geldiler, bu esir asker rica etti, dedi ki ‘Lütfen bu evleri yakmayın’, askerler şaşırdı, dediler ‘Ya niye, bunlar Şeyh Said isyanına destek verdiler, bak seni esir almışlar, niye onları koruyorsun?’, o esir asker de diyor, ‘Allâh rızası için bu köylülere karışmayın, bunlar bize insanca baktılar, evlatları gibi baktılar, bizi aç bırakmadılar susuz bırakmadılar, bizi dövmediler, hiçbir kötülük yapmadılar, biz bunlarla burada aile gibi olduk, bizim anne babamız gibi oldular’, o esir ve başka esirler de.” Ne kadar insanî birşey! Hem Kürtler’in bu askerlere davranışı çok insanî ve merhametli, hem de o askerlerin davranışı çok garip.

     İki ayda anne baba gibi oluyorlar bunlar. Yüzlerce TC askeri böyle, Kürtler’in evlerinde kalıyor, Kürtler’in evlerinde yaşıyorlar. Güyâ “esir” (!), ama bu yüzlerce Türk askeri, Kürtler’in evlerinde, ailenin bir bireyi gibi yaşıyorlar, o ailenin bir evlâdı gibi yaşıyorlar.

     Ve hatta ayrılırken, bunlar tabiî gitmek zorunda, bu askerler, mecbur. Yaşlılar anlatıyor: “Bize sarıldılar, ağladılar. Bizden ayrılmak istemiyorlardı. Biz de onlar gidince öyle bir üzüldük ki, sanki bir evladımız bizden koptu gibi üzülüyorduk.”

     Şeyh Said Kıyamı’nın canlı şahîdleri olan yaşlılar anlatıyor. Bütün esirleri köylere zimmetlediler… Bunlar kaçmadılar… Kıyâm bittikten ve devlet hakimiyeti ele geçirdikten sonra da kaçmadılar…

     Ve işin tuhaf tarafı: Türk ordusu geliyor ve bu sefer bu esir olan Türk askerlerini cezalandırıyor. Diyorlar ki, “Siz nasıl burda kalabildiniz? Bu hainlerle beraber yaşadınız!!! Üstüne bir de onları korumaya çalışıyorsunuz. Hainlere karşı çıkıp onları orduya bildirmek yerine, onlarla burda aile gibi yaşıyorsunuz, onlara yardım ediyorsunuz. Türk askerine bu yakışır mı?”

     Aynı kıyâmla ilgili olarak, Elâzığ şehrinin 24 Şubat 1925 günü Şeyh Said’e bağlı mücahîdler tarafından hiçbir direnişle karşılaşmadan fethedildiğini de hatırlatmak gerekir. Şeyh Said’e bağlı Kürt mücahîdler, 24 Şubat sabahı “Allâh-û Ekber… Salli âlâ Muhammed… Biji Şeyh Said – Biji Kurdistan” sedâlarıyla Elâzığ şehrine taarruz ettiğinde, ellerinde Qur’ân-ı Kerîm ve Tevhîd bayrakları ve Hilâl’li Kürdistan bayrakları olduğu için Elâzığ’daki Türk ordusundaki askerler Kürt mücahîdlere ateş açmamış, direnmemiştir. Elazığ’daki Türk askerlerinin, Şeyh Said’e bağlı Kürt mücahîdlere ellerinde Qur’ân-ı Kerîm olduğu ve “Allâh-û Ekber” diye slogan attıkları için ateş açmadığını, kendilerine önceden silâh dağıtıldığı halde bunları kullanmadıklarını, başlarındaki komutanlar tarafından şiddetle zorlandıkları halde, Türk askerlerinin “Qur’ân’ı şiâr edinmiş bir topluluğa silâh çekmeyiz” diyerek emre itaat etmediklerini ve bilerek hiç direnmedikleri için şehrin aynı gün düştüğünü, Şeyh Said birliklerinin hiçbir direnişle karşılaşmadan Elazığ’ı teslim aldıklarını, dönemin Elazığ valisi Hulusi Bey, kemalist Türk medyasına verdiği mülâkatta açıkça itiraf etmektedir.

     Şeyh Said Kıyamı’nda özellikle Elâzığ’ın fethi (24 Şubat 1925), tarihin en ibretâmiz cüzlerinden biridir ve derslerle doludur.

     1925 Kürdistan İslamî Kıyamı’nın en ilginç özelliklerinden biri de, bir İslamî hareket olduğu halde bölgedeki Hristiyan unsurlar olan Ermenîler’in dahi destek vermiş olması, bir Kürt hareketi olduğu halde bölgedeki Türk aşiretlerin dahi destek vermiş olmasıdır. Bunun başlıca sebebi, elbette ki Şeyh Said Efendi’nin güvenilir, “emin” sıfatına sahip bir lider oluşu ve Şeyh Said mücahîdlerinin sahip olduğu erdem ve fazilettir. 

    28 Şubat 1925 günü, yani kıyam başladıktan iki hafta sonra Genelkurmay Başkanlığı, emrindeki tüm birliklere Şeyh Said hadisesi ile ilgili bir bilgilendirme yazısı kaleme alarak gönderir. Genelkurmay Başkanlığı tarafından kaleme alınan yazıda, kıyamın rengi ve amacı hakkında belki de bugüne dek yapılmış olan en doğru değerlendirme yapılır. Halen TC Genelkurmay arşivlerinde “belge” olarak saklanan bu yazıda Kürdistan’daki İslamî halk ayaklanmasının sebebi ve amacı hiçbir yoruma mahal vermeyecek biçimde gayet net, objektif ve bir o kadar da açık bir şekilde belirtilir: Bağımsız Kürdistan İslam Devleti.

     Kıyamın başarılı olması halinde, kurulacak olan devlet bir Kürdistan devletidir. Bu devletin yönetim şekli ise İslam’dır.

     Refik Nuri, kıyamın sıcak günlerinde rejim güdümündeki Türk gazetelerinde yaptığı açıklamada, Şeyh Said Efendi ve kıyama öncülük eden diğer İslam âlimlerinin öteden beri bölgedeki ğayr-i müslimlerle münasebetlerinin olumlu olduğunu ve onlar tarafından da sevilip sayıldıklarını, bölgedeki Hristiyan unsurlar olan Ermenîler’in ve Nasturîler’in de kıyama destek verdiklerini, Şeyh Said hareketine yardım ettiklerini, Hristiyan olmalarına rağmen İslamî Kürt devletini Laik Türk devletine tercih ettiklerini itiraf etmiştir.

     Hristiyan olan Ermenî halkının bir İslamî harekete destek vermesi, ilk başta aklın ve mantığın kavrayabileceği bir olgu değil. Ancak yaşanan pratiğin derinliklerini bilenler, o olaydan sadece 10 yıl önce neler yaşandığını bilenler, Hristiyan Ermenî halkının İslamî Kürt ayaklanmasına destek vermesini hiç de garip karşılamayacaklardır. 1915’te laik İttihatçı kadrolar tarafından gerçekleştirilen Ermenî katliâmına ilk tepki, bölgedeki İslam âlimlerinden geliyor. Bu tepkilerin başını da, Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Tahir Efendi çekiyor. Ermenî katliâmına hem Şeyh Tahir Efendi, hem amcası Şeyh Hasan Efendi, hem de bizzat Şeyh Said Efendi’nin kendisi şiddetle karşı çıkıyorlar. Şeyh Hasan Efendi “Palu müftüsü”dür. Karşı fetvâ veriyor. Şeyh Said Efendi, Ermenî halkına karşı yapılan saldırılara şiddetle karşı çıkıyor; bunun bir katliâm olduğunu, sabi sübyan, çoluk çocuk katlinin dîne de vicdana da uymadığını, devletin kanatları altındaki bazı dîn adamlarının “Ermenî halkının canının ve malının helâl olduğuna dair verdikleri fetvâların” asılsız olduğunu, bu tür fetvâların İslam akidesi ile bağdaşmadığını, İslam Şeriâtı’na göre dîni ve ırkı ne olursa olsun herkesin can, mal, ırz ve namus emniyetinin güvence altında olması gerektiğini yüksek sesle ve her yerde dile getiriyor; devletin kanatları altındaki dîn ulemâsının İslam Şeriâtı’na aykırı fetvâ verdiklerini söylüyor, Allâh için değil devlet için fetvâ verdiklerini ilân ediyor.

     Şeyh Said’in Ermenî katliâmına engel olmak için yayınladığı bu fetvâ, şu anda Ermenî Patrikhanesi’nin elindedir. Şeyh Said’in orijinal fetvâsıdır bu. Fetvâda, bunun bir kıt’âl olduğu, zûlüm olduğu söyleniyor, yapanların katil olduğu dile getiriliyor. Böyle bir katliâmın İslamiyet’te yerinin olmadığı açık açık belirtiliyor. Tehcîri bile kabul etmiyor, Şeyh Said Efendi.. Yani bırakın katliâmı, tehcîri de kabul etmiyor.

     1925 Kürdistan İslamî Kıyamı’nı başlatan ve öncülüğünü yapan İslam âlimlerinin tamamı, ondan 10 yıl önceki 1915 Ermenî Soykırımı’na karşı çıkan, ardı ardına fetvâlar yayınlayarak bu katliâmı ve tehciri engellemeye çalışan ve mazlum Ermenî halkını laik – seküler İttihat Terakki zûlmüne karşı koruyan şahsiyetler oldukları için, bölgedeki Ermenîler’in onlara karşı güvenleri tam. Güvenleri tam olunca destekleri de eksik olmuyor, doğal olarak.

     Yine ilginç ve ibretâmizdir ki, bir Kürt devleti kurmak için gerçekleştirilen Şeyh Said Kıyamı’na Kürdistan’daki neredeyse bütün Türk aşiretleri destek vermiştir. Çünkü başından beri bahsettiğimiz gibi, “erdem” ve “güzel ahlâk”, millî hareketlerin en başta gelen vasıflarıdır ve 1925 Şeyh Said Kıyamı bu vâsıfları en pâk haliyle taşımaktadır.

     Benzer güzellikleri ve pâklığı, 1946 Kürt millî hareketinde ve Mella Mustafa Barzanî ile Pêşava Qazî Muhammed’in mücadelesinde de fazlasıyla görmek mümkün. Dünyada hiçbir şerefli ve haysiyetli insan yoktur ki, Mustafa Barzanî ve Qazî Muhammed’in ahlâk ve kişiliğine hayran olmasın, onların kutlu ve erdemli mücadelesine saygı göstermesin. Hangi dînden ve hangi ırktan olursa olsun, şeref ve haysiyet sahibi her insan, Mustafa Barzanî ve Qazî Muhammed’e saygı duyar. Bunun sebebi, işte sohbetimizin başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi, bu iki liderin “erdemli bir çizgi” üzerinde olmaları, karşılarındaki “düşman” ne kadar zalim ve gaddar olursa olsun ve kendileri de ne kadar aciz ve güçsüz durumda olurlarsa olsunlar, yine de “erdem” ve “güzel ahlâk” çizgisinden sapmamaları, bütün hayatları boyunca erdemli bir mücadele yöntemi ve temiz bir siyaset yürütmeleridir.

     22 Ocak 1946’da Doğu Kürdistan (İran Kürdistanı) toprakları üzerinde Mehâbâd Kürt Cumhuriyeti kurulunca, Pêşava Qazî Muhammed (rh. a.) “cumhurbaşkanı”, Mella Mustafa Barzanî (rh. a.) de “genelkurmay başkanı” seçilir.

     Parlamento yemin töreninde Cumhurbaşkanı Qazî Muhammed, Kürdistan bayrağıyla süslenmiş kürsüde şu yemini eder: Allâh-û Teâlâ’nın azameti, Qur’ân-ı Kerîm’in kudsiyeti, vatanım Kürdistan ve bayrağım üzerine and içiyorum ki, kanımın son damlasına ve son nefesime kadar, canımla ve malımla, özgürlük yolunda bayrağımızın göklerde dalgalanması için çalışacağıma söz veriyorum.”

     Başkenti Mehâbâd olan Kürt Cumhuriyeti’nin resmî dili Kürtçe’dir. Okullarda eğitim Kürtçe ders kitaplarıyla ve Kürtçe verilir.

     Başta rehber Qazî Muhammed olmak üzere neredeyse tüm öncü kadrosunun İslam âlimleri olduğu ve tamamı dîndar Müslüman olan insanlar tarafından kurulan 1946 Kürdistan Mehâbâd Cumhuriyeti’nin ilk yaptığı ve anayasal olarak da güvence altına aldığı icraatlardan biri de, Kürdistan’daki Yahudî ve Ermenîler’in dînî, etnik ve kültürel haklarının temin edilmesidir. Zirâ erdemli bir kadronun öncülüğünde ve erdemli bir mücadele sonucunda kurulan bir devlete de, tabîî ki böyle erdemli bir yönetim yakışır.

     Sadece 11 ay yaşayabilen Mehâbâd Kürt Cumhuriyeti, 16 Aralık 1946 tarihinde yıkılır. Qazî Muhammed’in önerisiyle, halkın düşman katliâmına uğramaması için, anlaşma / teslim kararı alınır. Qazî Muhammed’in kardeşi Qazî Sadr, düşman güçlerinin generali Gn. Humayunî’ye, Mehâbâd’ı barışçı yoldan teslim etmeye hazır olduklarını bildirir. Humayunî bunu, kendisi şehre girerken, Barzanîler’in orada bulunmaması şartıyla kabul eder.

     Mehâbâd Kürt Cumhuriyeti yıkıldıktan sonra, rehber Qazî Muhammed’in gösterdiği asil ve erdemli tavra özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum: 

     Genelkurmay Başkanı General Mella Mustafa Barzanî, anlaşma kararıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Pêşava Qazî Muhammed ile görüşür. Başkanı selamladıktan sonra, O’na, “Bizimle birlikte kal. Biz Barzanîler olarak tek ferdimiz kalıncaya kadar sana hizmet ederiz. Bir damla kanımız kalıncaya kadar seni koruruz. Sen herhangi bir kişi değilsin. Sen bir halkın önderisin. Eğer bizimle birlikte kalırsan dünya halkları Kürt halkının önderini koruduğunu öğrenmiş olur. Biz İran ordusuna vurmak için eğer Allâh yardım ederse uygun bir fırsat kollarız. Eğer ölürsen kemiklerini saklarız” der. Qazî Muhammed gözyaşlarını tutamayarak şöyle konuşur: “Kürt halkının kazanmasını ve istemlerini senin komutan altında elde etmesini diliyorum. Allâh’a and ederek senin Kürdistan’ın kurtuluşu için savaşım vermeni öneriyorum.” Qazî Muhammed, Kürt Cumhuriyeti’nin bayrağını Mustafa Barzanî’ye, “Alın, bunları size emanet olarak veriyorum” diyerek teslim eder. Vedâlaşmadan önce General Mustafa Barzanî’yi uzun uzadıya kucaklar. Ve General Barzanî, aldığı emir üzerine yüreği buruk, gözleri yaşlı bir şekilde pêşmergeleriyle Mehâbâd’ın dışına çekilir.

     General Mella Mustafa Barzanî’nin tüm ısrarlarına rağmen Qazî Muhammed’in Mehâbâd’ı terketmemesinin ve bile bile düşmanın eline düşüp bir nevî kendi rızasıyla idama gitmesinin sebebi, Kürt halkını olası bir katliâmdan korumaktır. Zira işgalci İran Şâhlık devleti şayet Qazî Muhammed’i ele geçirmezse, bunun hıncını bütün Mehâbâd’dan alacak ve savunmasız mazlum Kürt halkını çocuk – kadın demeden katliâmdan geçirecektir. Qazî Muhammed öylesine asil ve erdemli bir liderdir ki, yenilgi olduğunda asla kendi canını değil, sadece ve sadece halkının canını ve yaşamını düşünmektedir. Özellikle Kuzey (Türkiye) Kürtleri’nin bu noktayı çok iyi anlaması ve idrak etmesi gerekmektedir. Mazlum Kürt halkının evlâtları katledilirken kendi canının, rahatının derdine düşen önderlerden değildir O. O, Qazî Muhammed, bir tek sıradan Kürt ferdinin bile burnunun dahi kanamaması için kendi hayatından vazgeçebilecek derecede halkına bağlı bir liderdir. Kendi egosu için değil, mazlum halkının özgürlük ve kurtuluşu için yaşayan bir liderdir.

     Mehâbâd’ı terketmeyen Qazî Muhammed ve hükûmet üyeleri tutuklanarak yargılanırlar. Dört gün süren mahkemede Qazî Muhammed dört saatlik uzun ve tarihî bir konuşma yapar. Askerî mâhkemenin Qazî Muhammed’i savunması için atadığı subay Serwan Şerif, o tarihî duruşmayı şöyle nakleder: “Qazî Muhammed, mâhkemede, önünde yazılı bir kâğıt olmadan dört saat konuştu. Mantık ve bilgisiyle herkesi kendisine hayran bıraktı. Qazî öylesine dürüst ve fedakârca konuştu ki, mâhkeme üyelerinin hiçbiri sözlerine engel olamadı ve kesmedi. Tümünün ilgisini topladı. İran yasalarını hepsinden iyi biliyordu. İran’ın dış politikasını en güzel şekilde yorumluyordu. Aslında mahkeme Qazî’yi yargılamadı, Qazî mâhkemeyi yargıladı. Qazî doğrudan doğruya ve korkusuz bir şekilde sürdürdü konuşmasını. ‘Bu mâhkeme yapay ve sahtedir. Millî ve halkçı bir mâhkeme değildir, çünkü halk kendi çocuklarını yargılamıyor. Mâhkeme başkanı ve mâhkemeniz, iyi biliyoruz ki, işgalci bir devletin arzusunu yerine getiriyorsunuz. Biz ise yaptıklarımızdan asla pişman değiliz. Millet ve vatan hiyanetini kesinlikle kabul etmiyoruz” der.” Mâhkeme heyeti Qazî Muhammed’e küstah suçlamalar da yöneltir. Bunlardan biri de, Mella Mustafa Barzanî’nin Mehâbâd’a gelişi suçlamasıdır. Qazî Muhammed büyük bir iftiharla bu suçlamayı kabul eder ve şöyle der: “Mella Mustafa Barzanî, Kürdistan’a gelen bir yabancı değildi ve değildir. Hiç kimse O’nu getirmemiştir. Kürdistan her Kürd’ün evidir. Şartlar öyle gerektirmiş ve O da evinin bir bölümünden diğer bir bölümüne geçmiştir.” 

     İşgal mâhkemesi, Kürdistan’ın bu yiğit önderleri için “idam” kararı verir. 31 Mart 1947’de gece saat 23:00 sularında hücrelerinden alınıp asker dolu bir kamyonla Çarçıra Meydanı’na götürürler.

     Qazî Muhammed, vasiyetini yazmakla görevlendirilen Molla Sıddık’a yönelir ve Yaz! Kürt milleti bilsin ki, ben yaşamımın son nefesine kadar onun vefakâr evladıyım!” der. Bir subay, “Bu boş sözleri bırak da çoluk çocuğun için varsa bir vasiyetin onu söyle, molla onları yazsın” diyerek konuşmasına küstahça müdahalede bulunur. Qazî Muhammed ise bu işgalci İran subayına cevaben şöyle der: “Çoluk çocuğum Kürt milletidir! Senin gibileri yabancıların uşağı ve oyuncakları olduğu için böylesi şeyleri anlamazlar. Söylediklerimin yazılması gerekir. Ne söylersem, vasiyetimi aynen yazmaya mecbursunuz. Çünkü İslam Şeriatı böyle emreder.”

     Az önce de belirttiğimiz üzere, Mella Mustafa Barzanî’nin tüm ısrarlarına rağmen Qazî Muhammed’in Mehâbâd’ı terketmemesinin ve bile bile düşmanın eline düşüp bir nevî kendi rızasıyla idama gitmesinin sebebi, Kürt halkını olası bir katliâmdan korumaktır. Zira işgalci İran Şâhlık devleti şayet Qazî Muhammed’i ele geçirmezse, bunun hıncını bütün Mehâbâd’dan alacak ve savunmasız mazlum Kürt halkını çocuk – kadın demeden katliâmdan geçirecektir. Qazî Muhammed öylesine asil ve erdemli bir liderdir ki, yenilgi olduğunda asla kendi canını değil, sadece ve sadece halkının canını ve yaşamını düşünmektedir. Qazî Muhammed, bir tek sıradan Kürt ferdinin bile burnunun dahi kanamaması için kendi hayatından vazgeçebilecek derecede halkına bağlı bir liderdir.

     Nitekim ailesine yazdığı vasiyetinde de bu gerçeği ifade eden sözleri bulunur: “Elimdeki tüm olanaklarla karşı çıkıp savaşsaydım belki de yenilmezdik ancak Mehâbâd’ın harap olmaması, yıkılmaması, halkın kırıma uğramaması için savaşmamayı seçtik. Elimdeki vasıtâ ve olanaklarla Mehâbâd’dan kaçabilirdim. Konuşmalarımda Mehâbâd halkına söyledim. Eğer kaçsaydım Tebriz’de olduğu gibi talan ve kırımların olacağını biliyordum. Halka açıkladım. ‘Olasıdır ki beni tutuklar ve öldürürler ama halkın namusunun kirlenmemesi ve talan edilmemesi için kaçmayacağım ve kendimi size kurban edeceğim’ dedim. İşte ben sözümde duruyorum. Halkımın uğruna fedakârlık yaptığım için başım dik ve mutluyum.”

     Mehâbâd Kürt Cumhuriyeti (1946) Devlet Başkanı Pêşava Qazî Muhammed’e idam etmeden önce son isteğinin ne olduğu sorulur. Qazî Muhammed, ibadet etmek ve son namazını kılmak istediğini söyler. Bu isteği kabul edilir.

     Kürt millî lideri Qazî Muhammed, iki rekât namaz kıldıktan sonra, darağacının önüne gitmeden evvel kıbleye doğru bakar ve iki elini havaya kaldırarak yüksek bir sesle dûâ etmeye başlar. Yaptığı dûâ şudur:

     “Allâh’ım! Şahîdsin ki, Sen’in Hak yolunda elimden gelen herşeyi yaptım. Yâ Râbb’el- Âlemin! Kendin de şahîdsin ki Kürdistan vatanına ve Kürt milletine hizmet etmekten başka gayem yoktu; bu yolda hiçbir şey esirgemedim ve endişem olmadı. Ey büyük Allâh’ım! Bu dünyada ve kıyâmette mazlumların intikamını zalimlerden al. Ey şânı yüce olan, her şeyden haberdar olan Allâh’ım! Bütün mazlumları ve Kürt milletini de zalimlerin boyunduruğundan kurtar. Kürdistan’a özgürlük ve bağımsızlık nasip et. Âmin.”

     Qazî Muhammed’in kızı Mûnir Qazî şunları anlatmaktadır: “Babam, İran ordusunun halkı katletmemesi için teslim oldu. Böylece katliâm gerçekleşmedi. Annem (Qazî Muhammed’in hânımı) sürekli kendisine, ‘Barzanî ile beraber Rusya’ya git, kurtul!’ diyordu. Babam (Qazî Muhammed) ise anneme dönerek, ‘Hatırlıyor musun, 22 Ocak’ta halkı hiçbir zaman yalnız bırakmayacağıma and içmiştim. Senden rica ediyorum, tarih beni kişiliksiz biri olarak yazmasın. Ben Kürtler’in şerefini düşmanlara peşkeş etmeyeceğim! Sımko Şikakî, Şeyh Said, Seyyîd Rıza, Şeyh Mahmud Berzencî’nin mücadelesi yenildi. Bu rehberlerimiz şehîd oldu, fakat mücadeleleri yaşıyor. Ben öleceğimi biliyorum, ancak sorun değil, İran devleti bütün Kürt kinini benden çıkartsın. Ancak Kürdistan’daki bir tavuğun ağzının bile kanamasını istemiyorum’ dedi.”

     Evet… Erdemli bir mücadelenin ve tertemiz bir siyaset anlayışının en pâk sembolleri olan, millî hareketlerin nasıl bir ahlâka ve nasıl bir erdeme sahip olması gerektiğini hem kişisel ve ailevî yaşamlarında hem de sosyal ve siyasî yaşamlarında en güzel şekilde bizlere öğreten Şeyh Said, Mella Mustafa Barzanî ve Pêşava Qazî Muhammed’i, ne yazık ki ideolojik zehirlerle beyinleri yıkanmış ve fıtratları kirletilmiş, “mücadele” ve “direniş” kavramlarından yalnızca yakıp yıkmayı, etrafa zarar vermeyi ve ne anlama geldiklerini kendilerinin de bilmediği, Kürtler’e ve Kürdistan’a misqale zerretin faydası olmayan sloganlar atmayı anlayan Kuzey (Türkiye) Kürtleri’nin çok iyi tanıması, öğrenmesi ve dersler çıkartması gerekiyor.

     Kuzey (Türkiye) Kürtleri, ideolojik zehirlenmeye tabi tutularak hem beyinleri mankurtlaştırıldı ve hem de böylece Kürtler farklı farklı kamplara bölünerek millî birlikleri onanmaz biçimde parçalandı. Solcu ve İslamcı cenahlara bölünen Kürtler’in, Solcu olanlarını Türk Solu zehirlerken, İslamcı olanlarını da Türk İslamcılar zehirlediler. Böylece Kürt gençliği, fikirleri Kürtler’e ve Kürdistan’a hiçbir hayrı ve faydası olmayan, bilakis bir de zararlı olan, dünyanın farklı yerlerindeki abuk sabuk isimleri “büyük devrimci” diye okuyarak öğrendi. Ama Şeyh Said’in torunları ve Qazî Muhammed’in evlâtları olan bu Kürt gençliği, bizim gençliğimiz, kardeşlerimiz ve kızkardeşlerimiz, Qazî Muhammed’i tanımadı, okumadı, Mella Mustafa Barzanî’yi tanımadı, Şeyh Said’in yolunu takip edemedi.

     Bugünkü sohbetimizde, siz sevgili gönüldaşlarımıza Şeyh Said, Mella Mustafa Barzanî ve Pêşava Qazî Muhammed’in erdemli mücadelelerini anlatarak, “millî hareketlerin erdemi” bahsini hasbihal ettik ve millî hareketlerin nasıl bir ahlâk ve erdeme sahip olması gerektiğini konuştuk.

     Konuya devam edeceğiz. Bir sonraki sohbetimizde, sizlere Mahatma Gandhi, Malcolm X, Nelson Mandela, Aliya İzzetbegoviç ve halen hayatta olan Mesud Barzanî’nin erdemli mücadelelerini anlatacak, millî hareketlerin nasıl bir ahlâk ve erdeme sahip olması gerektiğini konuşmaya devam edeceğiz.

     Özgür bir ülke, erdemli bir toplum dileğiyle.

sediyani@gmail.com

     UFKUMUZ

     3 EYLÜL 2015

milli hareketlerin erdemi 2 b

 


Parveke / Paylaş / Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir