از بین می برد لانه زنبور عسل، به شیرینی عسل
(Arının yuvasını yıkan, balın tatlılığıdır.)
İran atasözü
Konuşmam bittikten sonra, tebessüm ederek ve sevgi dolu gözlerle dinleyecilere bakıp, beni sabırla dinledikleri için teşekkür ettim. Alkışladılar.
Daha sonra kürsüden ayrılıp dinleyiciler arasına, kendi yerime geçip oturdum. Bu arada, biraz önce terkettiğim kürsüye, programın moderatörü Ali Sultanî (ﻋﻠﻰ ﺴﻮﻠﻄﺎﻨﻰ) geçiyor.
Programın finalinde çeşitli plaketler takdim ediliyor ve bugünkü etkinlik sona eriyor.
İran’ın başkenti Tahran’da, İslamî Teblîğler Kurumu (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺗﺒﻠﻴﻐﺎﺗﻰ ﺴﺎﺯﻤﺎﻨﻰ [Sazman-ı Teblîğat-ı İslamî]) çatısı altında çalışma yürüten Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) bünyesindeki İslamî Uyanış Edebiyatı (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺒﻴﺩﺍﺮﻯ ﻮﻴﮊﮦ [Wêje Bidarê İslamî]) tarafından organize edilen “Uyanış Dalgaları” (Fars. ﺍﻤﻮﺍﺝ ﺒﻴﺪﺍﺮﻯ [Emwacê Bidarî]) adlı Edebiyat Paneli (Fars. ﻫﻤﺎﻴﺶ ﺍﺪﺒﻰ [Hûmayîşê Edebî]), oldukça güzel geçmişti.
Moderatörlüğünü Ali Sultanî (ﻋﻠﻰ ﺴﻮﻠﻄﺎﻨﻰ)’nin yaptığı programda, hâfız Ali Xoşnud (ﻋﻠﻰ ﺨﻮﺸﻨﻮﺪ) tarafından Qur’ân-ı Kerîm tilaveti okunmuş, İranlı şairler Rıza İsmailî (ﺮﻀﺎ ﺍﺴﻤﺎﻋﻴﻠﻰ) ve Abdurrahîm Seyyîdî Râd (ﻋﺒﺪﺍﻠﺮﺤﻴﻢ ﺴﻴﺪﻯ ﺮﺍﺪ) biribirinden güzel Farsça şiirlerinden birer demet sunmuş, Türkiyeli ses sanatçısı arkadaşımız Mikail (ﻤﻴﮑﺎﻴﻞ) ise biribirinden güzel ezgileriyle gönüllerimizi mest etmişti.
Bugünkü etkinliğin 4 ayrı ülkeden 5 konuşmacısı vardı: İran’dan İslamî Teblîğler Kurumu (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺗﺒﻠﻴﻐﺎﺗﻰ ﺴﺎﺯﻤﺎﻨﻰ [Sazman-ı Teblîğat-ı İslamî]) Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) İslamî Uyanış Edebiyatı (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺒﻴﺩﺍﺮﻯ ﻮﻴﮊﮦ [Wêje Bidarê İslamî]) Birimi Başkanı Nasır Zerrabî (ﻨﺎﺼﺮ ﺰﺮﺍﺒﻰ) ve Tahran Sanat Üniversitesi (Fars. ﺪﺍﻨﺸﮕﺎﻩ ﺼﻨﻌﺖ ﺘﻬﺮﺍﻦ [Danişgâhê San’ât Tehran]) Öğretim Üyesi Dr. Sabri İmamî (ﺪﻜﺘﺭ ﺼﺒﺮﻯ ﺍﻤﺎﻤﻰ), Lübnan’dan Keşşafet’ul- Mehdî Sanat İşleri Sorumlusu (Ar. ﻤﺴﯗﻝ ﺍﻤﻮﺮ ﻫﻨﺮﻯ ﻜﺸﺎﻔﺘﻮﺍﻠﻤﻬﺪﻯ [Mes’ul-i Umur-i Hûnerîye Keşşafet’ul Mehdî]) Ali Xelîl (ﻋﻠﻰ ﺨﻠﻴﻝ), Türkiye’den Özgür Yazarlar Birliği (Kürt. ﻋ۔ﺎﺯﺍﺪ ﻨﯞﻴﺴﮑ۔۔ﺎﺮﻴﻦ ﻴﻴﮑ۔ﺘﻴﻴ۔ﺎ [Yêkitîya Nvîskarên Azad]) Genel Sekreteri, Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (TOKAD) Yönetim Kurulu Üyesi ve Muş Alparslan Üniversitesi Araştırma Görevlisi Doğan Özlük (ﻋﺅﺰﻟﺅﻚ ﺪﻮﻮﻏﺎﻥ) ve Almanya’dan da bu fâkir kardeşiniz… (Tevazuya bakın tevazuyaaa… Bi de beni beğenmiyosunuz. Tooo, xılamalo islamcilıx tarteşmasi!)
Program bittikten sonra Nasır Zerrabî (ﻨﺎﺼﺮ ﺰﺮﺍﺒﻰ) Bey, yaptığımız konuşmalardan dolayı Doğan’la bana, seslendirdiği güzel ezgiler için de Mikail’e teşekkür ediyor.
Etkinliğin gerçekleştirildiği konferans salonundan çıkıp, Tahran Sanat Enstitüsü’nün geniş kat salonuna geçiyoruz.
Buradaki masalarda biraz oturacağız ve hem yeni insanlarla tanışıp sohbet edecek, hem de birşeyler yiyip içeceğiz. Masalar sıcak ve soğuk içecekler, meyvâ, kuruyemiş ve çeşitli aperatiflerle donatılmış.
Doğan, Mikail ve ben, boş bir masaya geçip oturuyoruz. Fakat boş bırakılmak ne mümkün? Durmadan birileri sarıyor etrafımızı. Her biri farklı ülkelerden, erkek ve hânım kardeşlerimiz bunlar. Biraz önce büyük bir dikkatle dinledikleri bizleri, şimdi de yakından tanımak, bizlerle tanışmak için masamıza geliyorlar.
Bu yoğun ilgi karşısında kendimizi biraz da “star” gibi hissetmiyor değiliz. Gerçi Doğan’la Mikail alışık bu tür “hayranlar mayranlar” vaziyetlerine ama, ezê feqîr, benim Ufkumuz’daki okuyucularımdan ve AZADÎ’deki arkadaşlarımdan başka kimim var?
Sabah abê de olmasa, Necmi abê de olmasa, Ahmet abê de olmasa, Rojdar abê de olmasa, Fikri abê de olmasa, Azad abê de olmasa, Şakir abê de olmasa, Burhan abê de olmasa, İdris abê de olmasa, Yakup abê de olmasa, Yavuz abê de olmasa, Murat abê de olmasa, İrfan abê de olmasa, Dizdar abê de olmasa, Cesim abê de olmasa, Cengiz abê de olmasa, Mevlüt abê de olmasa, Fatma abla da olmasa, Songül abla da olmasa, Adem abê de olmasa, Sabiha abla da olmasa, Uğur abê de olmasa, Sedat abê de olmasa, Muhammed Dara abê de olmasa, Sıdkı abê de olmasa, Bilal abê de olmasa, Muhittin abê de olmasa, Nesime abla da olmasa, benim gibi bir “mirasyedi”nin yazılarını kim okur?
Öyle olmasaydı, bizim Fatih’teki “dışişleri bakanımız” Ahmet Bey, benim Seydâm, Ahmetçiğim, böyle karşıma çıkıp da benimle “Terasta İstanbul Muhabbeti” yapar mıydı?
Söyler misiniz Allah aşkına, benim Ufkumuz’daki okuyucularımdan ve AZADÎ’deki arkadaşlarımdan başka kimim kimsem olmuş olsaydı, İstanbul’a geldiğinde kendisini ordaki insanlarla tanıştıran bizzat ben olduğum halde, kendisini “Aha bu da bizim Ahmet” deyip Fatih’teki insanlarla tanıştıran ben olduğum halde, sevgimdan ve saygımdan hep “Seydâ” diyerek hitap ettiğim, Ahmetçiğim, bizim Ahmetçik, şimdi onları bana karşı savunmaya kalkıp herkesin içinde “Terasta İstanbul Muhabbeti” yapar mıydı?
Söyler misiniz Allah aşkına, daha bundan üç sene önce bana “İnan ki İbrahim, senin yazılarını okumak için ben onların sitesine giriyorum. Senin yazıların olmasa ben hiç o siteye girmem bile” diyen Seydâm, Kul Ahmet, şimdi herşeyin üzerine ceketini örtüp “Sediyani’nin yazılarının ancak yüzde beşini okudum dersem inanın!” der miydi?
Söyler misiniz Allah aşkına, daha bundan iki sene önce bana “Senin sayende meşhur oldular. Onları birkaç sene içinde marjinallikten kurtardın. Senin yazıların sayesinde bugün onların sitesi bu kadar çok takip ediliyor” diyen adam, bugün kalkıp da herkesin içinde onlara “emek veren”, bana da “mirasyedi” deyip beni küçük düşürmeye çalışır mıydı?
Eee, İstanbul bu! Taşı toprağı altın. “Şehirlerin padişâhı”dır; bizim sümüklü Diyarbekir’le bir olacak değil ya. Fatih’teki köftecilerde karnını doyurmayagör; aniden “beyaz”laşırsın evelallah, ne “esmer”liğin kalır ne de “mektepli” oluşun…
İki senedir görmediğim Kul Ahmet, bir de baktım ki oluvermiş Ahmet Bey! Ceket ise, Ahmet Bey’in ceketi…
(Seydâ nasıl olsa okumuyor ya yazılarımı; istediğim kadar laf atayım. Haberi olmayacak ne de olsa.)
Önce Lübnanlı bir grup bayan geliyor masamıza. Kendilerini tanıtıyorlar; Lübnan’dan geldiklerini, programdan oldukça memnun kaldıklarını söylüyorlar. Sorular soruyorlar.
Tercümanlığımızı her zamanki gibi Doğan Özlük yapıyor. Lübnanlı ablaların söylediklerini Arapça’dan Türkçe’ye çevirerek Mikail’le bana anlatıyor, bizim söylediklerimizi de Türkçe’den Arapça’ya çevirerek ablalarımıza iletiyor.
Doğan Özlük’ün varlığı, her zaman ve her yerde büyük avantaj.
Sohbet esnasında Doğan bir o tarafa bir bu tarafa konuştuğu için ağzı hiç boş durmuyor. Mikail de bir o tarafa bir Doğan’a bakarak can kulağıyla dinliyor. Bense fırsat bu fırsat, masanın üzerindeki muzları ve tatlıları götürüyorum.
Doğu Akdeniz ülkesi Lübnan’dan gelen hânımlarla yaptığımız birkaç dakikalık sohbetten sonra, hâtır isteyip ayrılıyorlar.
Bizler tam başbaşa kaldığımızı düşündüğümüz bir anda, başka bir hânım kardeşimiz geliyor masamıza.
İranlı olan bu ablamızın özellikle benimle konuşmak istemesini ve bana karşı gösterdiği ilginin sebebini anlamıyoruz ilk başta. Fakat kendisini tanıtmaya başlayınca, mesele açıklığa kavuşuyor. Kürt’müş bu ablamız. İran Kürdistanı’ndan, Kirmanşâh vilayetinden.
Program esnasında Kürt olduğumu öğrenince çok sevinmiş, benimle tanışmak için masamıza gelmiş. Müthiş sevindim ben de tabiî, O’nun Kürdistanlı ve Kürt olduğunu öğrenince.
Ablamızın ismi, Mehnaz Fetahî (ﻤﻬﻨﺎﺰ ﻔﺘﺎﺤﻰ). Doğan’la sohbet ederken Farsça, benimle sohbet ederken Kürtçe konuşuyor. Her ne kadar Mehnaz abla Soranî Kürtçesi, bense Kurmancî Kürtçesi konuşuyorsam da, anlaşabiliyoruz yine de.
Ayrıca, sanırım memleketini ve etnik kimliğini açıklamasaydı ve sadece ismini söyleseydi, Kürtçe olan isminden zaten Kürt olduğunu anlardık Mehnaz Hânım’ın.
Kirmanşâh Kürtleri’nden, Mehnaz Fetahî (ﻤﻬﻨﺎﺰ ﻔﺘﺎﺤﻰ). Şiî Kürtler’den.
Kürtçe ismi “Kirmaşan” (ﻜﺮﻤﺎﺸﺎﻦ) şeklinde olan “Kirmanşâh” (ﻜﺮﻤﺎﻨﺸﺎﻩ), İran’ın batısında, “İran Kürdistanı” (Doğu Kürdistan) olarak adlandırılan coğrafyada, “Irak Kürdistanı” (Güney Kürdistan) sınırında bir vilayet. Şâhlık rejimi zamanında ismi “Baxteran” (ﺒﺎﺨﺘﺮﺍﻦ) olarak değiştirilen bu vilayet, 1979 İslam Devrimi’nden sonra yeniden gerçek ismine kavuşmuş. Nüfûsunun ezici çoğunluğu Kürt ve bu ilde Kürtçe’nin Soranî ve Goranî lehçeleri konuşuluyor. Kirmanşâh’ın 1639 tarihinde İran Şâhlığı ile Osmanlı Sultanlığı arasında imzalanan ve tarihte ilk kez Kürdistan’ı bölüp parçalayan Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın imzalandığı Qasrê Şêrîn (ﻘﺼﺮﻱ ﺸﻴﺮﻴﻦ) ilçesinin de bulunduğu vilayet olduğunu ayrıca belirtelim, yazımız renklensin diye.
Masamıza gelen ablanın Kürdistanlı ve Kürt olduğunu öğrenince müthiş derecede mutlu olmuştum. “Kürt” ve “Kürdistan” kelimelerini duyunca gözlerim faltaşı gibi açılmış, vücûdumun beşerî kimyası bozulmuş, hücrelerimdeki DNA ve RNA’lar kolbasti dansı oynamaya başlamış, endoplazmik retikulumlarım ve granüllü ekzoplazmik retikulumlarım yer değiştirmiş, golgi aygıtı ile lizozomların oluşturduğu yapı tamamen tahrib olmuş, alyuvarlarım ile akyuvarlarım sevinçten zılgıt çekmeye başlamış, mitokondrilerim ve klorofillerim fotosentez yapmış, ribozomlarım ve amino asitlerim “lorke lorke” deyip halay çekmeye başlamış, prokaryot kloroplastlarım ve ökaryot lökoplastlarım halı saha maçı yapmaya başlamış, miyofibril ve miyoflamenter antizotrop sarkomerlerim ve izotrop nebulinlerim mayoz ve mitoz bölünme geçirmiş, E = mc² formülündeki enerjisi hızlı bir ivme kazanan kalp atışlarımın sayılarının OBEB ve OKEK’i karşılıklı tavla oynamaya başlamış, nefes alırken düğümlenen boğazımın ters hiperbolik fonksiyonları iflâs etmiş, gama fonksiyonu yerden kesilen bacaklarımın titreme geçiren gauss integrallerinin kosinüs alfası ile sinüs betası “yaylalar yaylalar” şarkısını söylemeye başlamış, logaritmik bademciklerimin iç açılarının toplamı ile trigonometrik bademciklerimin ikizkenar açıları biribirine âşık olmuş, bakışlarımdaki “göz gez arpacık” üçgeninin hipotenüsü olduğu gibi meydana çıkmıştı. “Kürt” ve “Kürdistan” kelimelerini duyunca öyle bir “Allah Allah” çekmiştim ki, Mazlum – Der’in iftar çadırına satırlarla saldıran Fatih İslamofaşistleri’nin “Allah Allah” çekmesine bile takvâ yönünden beş çekerdi, Roboskî çarpsın ki.
Mehnaz Fetahî (ﻤﻬﻨﺎﺰ ﻔﺘﺎﺤﻰ), şairmiş aynı zamanda. Yazdığı şiirleri bize okumak istediğini söylüyor. Memnuniyetle karşılıyoruz.
Eh, Farsça zaten “şiir dili”. Anlamana gerek yok, anlamasan da aynı zevki alırsın Farsça şiir dinlerken.
Yazdığı şiirleri de bize okuduktan sonra, hâtır isteyip ayrılıyor. Biz de kendisine teşekkür ediyoruz.
Masamızda yarım saat kadar da “kendi halimizde” oturduktan ve bu süre içinde aperatif birşeyler de atıştırdıktan sonra, kalkıyoruz ordan.
Şimdi şehir merkzindeki Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî])’nden ayrılıp, Tahran’ın kuzeyinde, Çemiran (ﭽﻤﺮﺍﻦ) semtinde bulunan Persian İstiklâl Oteli (Fars. ﻫﺘﻞ ﭙﺮﺴﻴﺎﻦ ﺍﺴﺘﻘﻼﻞ [Hotel Persian İstiqlâl])’ne gideceğiz.
Orda Türkiyeli kardeşlerimiz var, onların yanına gitmek istiyoruz.
Bir taksi tutup yola veriyoruz ve yarım saatlik bir yolculuktan sonra İstiklâl Oteli’ne varıyoruz. Araçlardan inip, otelin kapısından giriyoruz içeri.
Otelin içinde kardeşlerimizle buluşuyoruz. Önce akşam yemeği yiyor, sonra da birlikte otelin geniş salonunda oturup sohbet ediyoruz.
Kimler kimler yok ki: Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak, Mustafa Kamalak’ın Eşi Av. Zübeyde Kamalak, Mustafa Kamalak’ın Basın Danışmanı Gazeteci – Yazar Mustafa Yılmaz, Mustafa Kamalak’ın Koruması ve Amcasıoğlu Mustafa Kamalak, Ehl-i Beyt Âlimleri Derneği Başkanı ve Evrensel Değerler Yayıncılık Sahibi Hasan Kanaatlı, Eski Akademi Yayınları Sahibi Hasan Kılıç, Mavi Marmara Şehîdi, Dünya Taekwondo Şampiyonu ve Türkiye Taekwondo Millî Takımı Antrenörü Çetin Topçuoğlu’nun Hânımı, Avrupa Bayanlar Taekwondo Şampiyonu ve Avrupa Bayanlar Poomsae Şampiyonu Çiğdem Topçuoğlu, Şehîd Çetin Topçuoğlu’nun Kardeşi ve Çiğdem Topçuoğlu’nun Kaynı Cumali Topçuoğlu, Türkiye Hukukçular Derneği Başkanı ve Uluslararası Hukukçular Birliği Kurucu Üyesi Av. Hüsnü Tuna, Hüsnü Tuna’nın Kızı Saliha Tuna, İsra Kültür Merkezi Başkanı, Kudüs TV Genel Koordinatörü ve Velfecr Sitesi Genel Yayın Yönetmeni Nureddin Şirin, Fıtrat Sitesi ve Ufkumuz Sitesi Yazarı Araştırmacı – Yazar Zeki Savaş, Yeni Akit Gazetesi Yazarı Gazeteci Ahmet Varol, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, İran Devlet Radyo ve Televizyonu (İRİB / Sedâ û Simâ) Türkçe Radyo Servisi Görevlisi ve Hilal TV İran Temsilcisi M. Ali Akbulut, M. Ali Akbulut’un Eşi Vildan Akbulut, İşadamı Hüseyin Akça, ve tabiî ki Mikail, Doğan Özlük ve bir de bu fâkir kardeşiniz… (Tevazuya bakın tevazuyaaa… Bi de beni beğenmiyosunuz. Tooo, xılamalo tırkiyeli bısılmanlar!)
Sohbetimiz oldukça güzel geçiyor.
Kardeşlerimiz Arap dünyasındaki “Yasemin Devrimleri”ni ve “Arap Baharı”nı konuşup, kendi aralarında tartışıyorlar. Gündem Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Bahreyn… Ben ise Türkiye’de asimilasyon politikaları sonucu isimleri zorla değiştirilen yerleşim birimlerinin, köy ve şehirlerin eski Kürtçe, Arapça, Ermenîce, Lazca, Gürcüce, Çerkezce, Rumca gerçek isimlerini geri alabilmek için başlattığım “Bütün İsimlerimizi Geri İstiyoruz” girişimini gündeme getirip, kampanyaya destek istiyorum. Onlar Ortadoğu’yu kurtarmaya çalışırken, ben Kürdistan ve Lazistan’ı kurtarmanın derdine düşmüşüm. Kasap et derdinde, ben karışık ızgara derdinde.
Zaten dünya malında gözü olan bir insan değilim. Aha göz bu; inanmıyorsanız içine bakın! Aza kanaat etmeyi bilirim. Bütün Ortadoğu’yu alıp ne yapayım? Kürdistan ve Lazistan bana yeter de artar bile; gerisi hepsi sizin olsun!
Sohbetimiz koyu bir şekilde devam ederken, İran Devlet Radyo ve Televizyonu (İRİB / Sedâ û Simâ) Türkçe Radyo Servisi Görevlisi ve Hilal TV İran Temsilcisi M. Ali Akbulut ağabey yanımıza geliyor ve bana doğru eğilip,
– Sediyani, İran Yüksek Eğitim Bakanlığı’ndan bir yetkili var, aynı zamanda yakın dostum, Muhammed Medxanî, bu akşam senle Doğan’ı şehir merkezinde nargile içmeye dâvet ediyor. Otantik bir yer; hoşça vakit geçiririz. Hem yakından tanışmış olursunuz. Ne dersiniz?, diye soruyor.
– Nargile mi? Allaaah derim…
–
Çok hoş bir insandır. Hem bir devlet yetkilisiyle tanışman da iyi olur senin için.
– Olur abi. Devlet mevlet anlamam ama nargile çok iyi gider vallah.
– Seyyâh olduğunu biliyor. Sana bir sürprizi var ayrıca.
– Sürpriz mi? Neymiş?
– Size bir gezi ayarlayacak. İran’ın uzak bir şehrine gezmeye gönderecek sizi. Arabayla gideceksiniz. Size özel bir araç ve şoför tahsis edecek; gezeceksiniz Doğan’la birlikte.
– Ciddî misiiiin? I love you Mehmet Ali abê, Ich liebe dich. Ez te hezdıkım. Dustıd darem.
– Tamam, haber vereyim kendisine o zaman. Biraz sonra kalkarız, olur mu?
– Tamam.
Keyfimiz acayip yerine gelmişti. Ben de Doğan da sevinçten nerdeyse uçacaktık. Biraz sonra Tahran’ın otantik bir mekânında nargile keyfi yaşamaya gidecek, ayrıca bir – iki gün içinde Tahran’ın dışına çıkacak, İran’ın başka bir şehrine gezmeye gidecektik.
“Nargile” ve “gezi” kelimelerini duyunca gözlerim faltaşı gibi açılmış, vücûdumun beşerî kimyası bozulmuş, hücrelerimdeki DNA ve RNA’lar kolbasti dansı oynamaya başlamış, endoplazmik retikulumlarım ve granüllü ekzoplazmik retikulumlarım yer değiştirmiş, golgi aygıtı ile lizozomların oluşturduğu yapı tamamen tahrib olmuş, alyuvarlarım ile akyuvarlarım sevinçten zılgıt çekmeye başlamış, mitokondrilerim ve klorofillerim fotosentez yapmış, ribozomlarım ve amino asitlerim “lorke lorke” deyip halay çekmeye başlamış, prokaryot kloroplastlarım ve ökaryot lökoplastlarım halı saha maçı yapmaya başlamış, miyofibril ve miyoflamenter antizotrop sarkomerlerim ve izotrop nebulinlerim mayoz ve mitoz bölünme geçirmiş, E = mc² formülündeki enerjisi hızlı bir ivme kazanan kalp atışlarımın sayılarının OBEB ve OKEK’i karşılıklı tavla oynamaya başlamış, nefes alırken düğümlenen boğazımın ters hiperbolik fonksiyonları iflâs etmiş, gama fonksiyonu yerden kesilen bacaklarımın titreme geçiren gauss integrallerinin kosinüs alfası ile sinüs betası “yaylalar yaylalar” şarkısını söylemeye başlamış, logaritmik bademciklerimin iç açılarının toplamı ile trigonometrik bademciklerimin ikizkenar açıları biribirine âşık olmuş, bakışlarımdaki “göz gez arpacık” üçgeninin hipotenüsü olduğu gibi meydana çıkmıştı. “Nargile” ve “gezi” kelimelerini duyunca arkadaşım Doğan Özlük’le öyle bir “ÇAK” yapmıştık ki, Hillary Clinton ile Ahmet Davudoğlu’nun “ÇAK” yapmasına bile takvâ yönünden beş çekerdi, “Stratejik Derinlik” çarpsın ki.
Kısmetimizde Tahran’da böyle bir akşam yaşamak da varmış.
İran İslam Cumhuriyeti Yüksek Eğitim Bakanlığı (Fars. ﻭﺰﺍﺮﺖ ﻋﻟﻭﻡ ﺘﺤﻘﻴﻘﺎﺖ ﻭ ﻔﻨﺎﻭﺮﻯ ﺠﻤﻬﺮﻯ ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺍﻴﺮﺍﻦ [Wezaretê Ulum Tehqîqât we Fennaverî yê Cumhur-i İslamî İran]) Yabancı Öğrenciler Kültür Sorumlusu Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ) Bey’in nargile dâvetine icab edecektik, bu akşam.
Biraz sonra Medxanî Bey’in geldiğini haber verip kalkmamız gerektiğini söylüyor, M. Ali abi. Oradaki kardeşlerimizden hatır isteyip kalkıyoruz.
Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ), kendi arabasıyla gelmiş otel önüne. Direksiyonun başında da kendisi var ve araçta yalnız.
Araç otel kapısının önünde durunca aşağı iniyor ve hepimizle tek tek kucaklaşıyor. M. Ali abi bizleri tanıştırıyor. Sonra sırayla biniyoruz arabasına. Direksiyonda Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ), yanındaki koltukta M. Ali Akbulut, arabanın arkasında ise Mikail, Doğan Özlük ve ben.
Daha yolculuk esnasında anlıyoruz, Medxanî’nin nasıl hoşsohbet ve espirili bir insan olduğunu. Şehir merkezine kadar güle eğlene gidiyoruz. Espirileriyle bize neş’eli bir şehir yolculuğu yaşatıyor.
İran’ın başkenti Tahran’da, “Eski Tahran” (Fars. ﺗﻬﺮﺍﻦ ﻘﺪﻴﻤﻰ [Tehranê Qedimî]) olarak anılan bölgedeyiz.
Burası, Saadetâbâd (ﺴﻌﺎﺪﺖﺁﺑﺎﺪ) semti…
Nihayet, nargile keyfi yaşayacağımız mekâna geliyoruz. Deryâ Bulvarı (Fars. ﺑﻠﻮﺍﺮ ﺮﻴﺎ [Bluvarê Deryâ])’nda, Allâme Tabatabaî Caddesi (Fars. ﺨﻴﺎﺑﺎﻦ ﻋﻼﻤﻪ ﻄﺑﺎﻄﺑﺎﻴﻰ [Xiyabanê Allâme Tebatebaî]) üzerinde, 33 numaralı bina.
İsmi, Sünnetîye Restoranı (Fars. ﺮﺴﺘﻮﺮﺍﻦ ﺴﻨﺘﻲ [Resturanê Sûnnetîye])…
Oldukça hoş görünümlü, otantik, nezih bir mekân. İçeri giriyoruz.
Fakat dış kapıdan içeri girince, merdivenlerden yukarıya doğru değil aşağıya doğru yürümeye başlıyoruz. Çünkü üst katlar lokanta ve pastane; nargile salonu bodrum katta.
Bodrum kattaki nargile salonuna gelince, çalışanların güleryüzlü selamlarıyla karşılanıyoruz. Geçip en uzaktaki, duvar dibindeki masaya kuruluyoruz.
Biraz sonra bir garson masamıza geliyor ve ne arzu ettiğimizi soruyor:
– Hoş amedi. Çıhan raduset darid? (Hoşgeldiniz. Ne arzu edersiniz?)
– Qilyan nuşiden (Nargile içeceğiz), diyor Medxanî Bey. Yanında çay ve çerez istediğini de ekliyor sonra.
– Belê ağa (Başüstüne), deyip ayrılıyor garson.
Birkaç dakika sonra nargilelerimiz, çaylarımız ve çerezler geliyor. Böylece o akşamki tatlı sohbetimiz de başlıyor.
Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ), tahmin ettiğimizden de daha espirili ve hoşsohbet bir insan. O akşamki nargileli sohbette, bizi resmen gülmekten kırıp geçiriyor.
– Demek bu Ağa-yê Sediyani seyyâhtır, öyle mi Mehmet Ali?
– Evet. Seyahatname’sini bir görsen, ağzın açıkta kalır. Gezdiği ülkeleri nerdeyse ihyâ ediyor; tarih, coğrafya, siyaset, san’at, edebiyat, spor, müzik, tabiât, toplum, bütün yönleriyle tanıtıyor. O’na Türkiye’de “Çağdaş Evliyâ Çelebi” diyorlar. Şimdi de İran gezisini yazacak, İran’ı dış dünyada tanıtacak.
Sonra bana dönüyor, Medxanî Bey:
– Hmmm… Söyle bakalım Sediyani; şimdiye kadar hangi ülkeleri gezip kaleme aldın?
– Birçok ülkeyi gezdim, elhamdulillah. Pakistan, Mısır, Avusturya, İsviçre, Liechtenstein, Fransa, İtalya, Çek Cumhuriyeti, Arnavutluk, Makedonya…
– Kürdistan’a da gittin mi? Erbil’e, Duhok’a, Süleymaniye’ye..?
– Hayır, maalesef. Kürdistan’ı gezip kaleme almayı çok istiyorum ama henüz nasip olmadı.
– Tooo, ne etmişim ben o Seyahatname’yi o zaman?..
–
–
–
–
– Yahu Kürdistan yoksa, o Seyahatname neye yaradı?
–
–
–
–
Sonra M. Ali abiye dönüyor, Medxanî:
– Mehmet Ali kardeş, bu ne biçim Kürt yahu?
–
Ağa-yê Medxanî, siz O’nun kusuruna bakmayın. Aslında iyi çocuktur Sediyani; tek şanssızlığı, Türkiye’deki İslamî camiâ içinde büyümüş olması.
– Anladım
Beyni “evrensellikle” yıkanmış. Biliyorum bu “evrensellik” numarasını. Dünyanın beş kıtasını dolaşıp durur ama bir türlü kendi topraklarına ayak basmaz.
–
–
–
–
– Sen bir an önce Kürdistan’a git gez. Sonra da orayı güzelcene kaleme al. Bunu Türkiye’dekilere okut. Tamam mı Sediyani?
– Aslında bunu ben de çok istiyorum.
– E niye yapmıyorsun o zaman?
– Resmî bir dâvet üzere gidip gezerim diye umut ediyorum. Tıpkı İran’a geldiğim gibi; dâvet üzerine. Çünkü kendi imkânlarımla gidip gezersem, oranın ancak coğrafî güzelliklerini ve sosyal yapısını anlatabilirim. Fakat resmî dâvet üzere gidersem, resmî kurumlara girebilirim, devletin işleyişini de gözlemleyebilirim. Kürdistan için önemli olan bu. Sonuçta orada yeni kurulan bir devlet var. Kürdistan’ı anlattığım zaman, Türkiye’deki insanlar coğrafyasını, doğal güzelliklerini merak etmez ki; siyasal yapısını, devlet işleyişini merak eder. Fakat oralara girebilmem için, yani parlamentoya, şuraya buraya, resmî güvenceyle gitmem lazım.
– O iş kolay. Yardımcı oluruz sana.
– Çok sevinirim vallah.
– O insanlar benim çok yakın dostumdurlar. Ben onlarca kez gittim Kürdistan’a.
– Ciddî misiniz?
– Evet. Mesud Barzanî de Celal Talabanî de yakın dostumdur. Hatta Mam Celal Talabanî ile biz kanka gibiyiz, aile dostuyuz. Talabanî Tahran’a geldiği zaman otele bile gitmez, evimde misafir ederim. Ben oraya gittiğimde otel nedir bilmem, Celal Talabanî’nin evinde yatar kalkarım.
– Çok şaşırdım…
– Celal Talabanî’nin evine giderim, kızar, “Yine neye geldin?” der.
Ben de derim, “Hero ablamın yemeklerini özledim.”
:).. Hero Talabanî, Celal Talabanî’nin hânımıdır.
– Ne güzel dostluk! Çok sevindim inanın…
– Ben bir defasında tam bir hafta Celal Talabanî’nin evinde misafir oldum. Mam Celal öyle şakacı ve hoşsohbet bir insandır ki, daha ben O’nun yanında neyim ki? Talabanî’nin evinde bir gece kal, seni o akşam gülmekten kırıp geçirir.
–
– Talabanî’nin hânımı Hero, müthiş lezzetli yemek yapar. Ben Hero Talabanî’nin elinden yediğim yemekleri, inan ki daha annemin ve eşimin elinden bile yemedim. Özellikle işkembe dolmasını çok güzel yapar. Parmaklarını yersin, parmaklarını…
– Harika
– Sen eğer Kürdistan’dan dâvet alırsan, onlara şöyle bir şart koşacaksın, tamam mı Sediyani: Diyeceksin ki, “Gelirim ama bir şartla: Otelde değil, Mam Celal Talabanî’nin evinde kalacağım.” Korkma; Kürtler’de böyle şeyler normaldir; kimse ayıplamaz seni.
– Tamam.
– Talabanî’nin evine gider gitmez de, Hero Talabanî’ye diyeceksin ki, “Xaltî, bana işkembe dolması yapsana. Duyduğuma göre çok lezzetli yapıyormuşsun.” Hiç kırmaz seni, melek gibi kadındır; çok misafirperver, canın ne çekiyorsa pişirir. O kadar candan bir kadındır ki, annemdir o benim, annem.
– Tamam.
– Bu dediklerimi aynen uygulayacaksın, anlaştık mı Sediyani?
– Anlaştık.
– Eğer sorarlarsa, “Bunları sana kim öğütledi?” diye, benim ismimi ver ve selamlarımı söyle. “Tahran’dan Medxanî” de, tamam mı?
– Tamam, söz; öyle derim.
– Ben bir devlet görevlisiyim. İran adına dünyanın hangi ülkesine gidersem gideyim; bana sıkıcı gelir. Protokoller, resmî temaslar falan. Bakma benim “bakanlık”tan bir isim olduğuma; hiç sevmem böyle resmîyetleri. Fakat bir tek Kürdistan’a, sadece Kürdistan’a gittiğimde, o gezi başkadır benim için. Resmî gezi de olsa, kesinlikle resmî havada geçmez. Tatile gitmiş gibi oluyorum Kürdistan’a gittiğimde. Orda sokaktaki insan nasıl sevecen ve insan canlısı ise, devletin başındakiler de aynen öyle. Aralarında hiç fark yok.
– Al işte!… Bir de ben “Allah Kürtler’i güzel yaratmış” dediğim zaman, Türkiye’dekiler bana “ırkçı” diyor.
– Üç yıl önce Celal Talabanî buraya, Tahran’a geldi. İran’a gelen tüm devlet adamları beş yıldızlı otellerde kalır. Bir tek Talabanî gitmez otele. Dedim ya, ha cumhurbaşkanı Talabanî, ha köydeki Talabanî; hiç fark yok. Üç yıl önce Tahran’a geldi, evimde misafir ettim. Birkaç gün evimde kaldı; gülmekten kırıldık. Resmen karın ağrısı çekmeye başladım gülmekten.
–
– Ondan birkaç ay sonra da ben gittim Irak’a; Bağdat’ta Celal Talabanî’ye misafir oldum. Birkaç gün kaldım orda. Bir gün başımızdan öyle bir olay geçti ki, günler değil haftalarca, aylarca güldük o olaya.
– Bize de anlatsana.
– Anlatayım: Biliyorsun, Celal Talabanî “Irak Cumhurbaşkanı”dır. Bir gün O’nunla birlikte arabayla Bağdat’taki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın önünde geçiyorduk. Güzergâh üzerinde her gün ihtiyar bir adam görüyormuş, sarhoş, hep aynı yerde oturup içki içiyormuş. Biz oradan geçerken, yine aynı adamı görmüş. Sarhoş adamı 100 metre falan geçmiştik ki, Talabanî şoföre “Dur” dedi. Şoför durdu. “Şu sarhoş adamın yanına gideceğim; beni burda bekleyin” dedi. Muhâfızlar itiraz etti; “Olur mu? Aracı oraya kadar sürelim” dediler. Talabanî, “Hayır, sarhoş arabamızı görmesin. Siz burda durup bekleyin. Oraya kadar yürüyerek gitmek istiyorum” dedi. Bana eliyle “gel” işareti yaptı ve birlikte araçtan indik. İkimiz yürüyerek sarhoş ihtiyar adamın yanına gittik. Baktık ki zil zurna sarhoş; üstü başı yırtık pırtık. Resmen acınacak bir durumda. Fakat sohbete başlayınca, bir de ne görelim, adam ciddî ciddî akıllı laflar ediyor, birikimli bir insan. Mam Celal başladı adama nasihat etmeye: “Bak ne güzel sözler söylüyorsun, birikimli bir insansın aslında. Bu zıkkımı niye içiyorsun? Sana yazık değil mi? Bak, gel bırak bu mereti. İçki, alkol, bunlar güzel şeyler değil. Senin gibi bir insana yakışmıyor. Gel bırak bunu, bir daha içme.” Adam “Olmaz, bırakamam” dedi. Sordu Talabanî, “O nasıl sözmüş öyle? Niye bırakamıyormuşsun?” Adam dedi ki, “Çünkü ben bu meredi içince, kendimi dünyanın kralı sanıyorum. Ayık olduğum zaman aklım başımda oluyor ve kendimin bir hiç olduğunu anlıyorum; üzülüyorum halime. Fakat bunu içince kendimden geçiyorum; kendimi dünyanın kralı sanıyorum.” Talabanî, “Yapma yaw! Ciddî misin?” diye sordu. Adam, “Eveeet” dedi. Bunun üzerine Talabanî, “E hele ver o zaman bir fırt da ben çekeyim. Bakalım dediğin gibi var mı” dedi. Adam şişeyi Talabanî’ye uzattı. Talabanî bir fırt çektikten sonra şişeyi adama geri verdi. Sonra adama, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sordu. Adam nerden bilecek, “Hayır, ne bileyim, daha yeni karşılaştık” dedi. Talabanî, “Ben var ya, Irak Cumhurbaşkanı’yım” dedi. Talabanî bunu der demez, adam gözlerini faltaşı gibi açtı. Parmağını Talabanî’ye salladı ve şunları dedi: “Ulaaa oğlum, bak gördün mü? Sen bu şişeden bir fırt çektin diye kendini Irak Cumhurbaşkanı sanmaya başladın. Ben her gece içiyorum, bir de ‘Ben bunu içince kendimi dünyanın kralı sanıyorum’ dediğim zaman bana inanmıyordun. Gördün mü oğlum, sen bir fırt çekmekle kendini Irak Cumhurbaşkanı zannetmeye başladın.”… Var ya; nasıl güldüüüük, nasıl güldüüüük! Üstümüz başımızın takım elbiseli olmasına aldırmadan resmen yerde sürünüyorduk gülmekten, toz toprak üzerine yattık.
–
–
–
–
– Ayrıca şunu da söyleyeyim, Ağa-yê Sediyani. Kürdistan’ın coğrafyası ve doğal güzellikleri, dünyada eşsizdir. Cennet, resmen cennet.
– İnanırım.
– Siz daha ne kadar İran’dasınız?
– Fazla günlerimiz kalmadı. Cuma dönüyoruz.
– Peki o zamana kadar boş musunuz, yoksa programınız daha var mı?
– Var, her günümüz dolu. Sadece dönüş gününden bir önceki gün, Perşembe boşuz. Niye sordunuz?
– Kötü… Sizi İran Kürdistanı’na götürüp gezdirecektim. Mehâbâd, Senendec, Urmiye, Kirmanşâh…
– Süper olurdu vallah.
– Fakat aynı gün içinde git gel, gezilmez orası. Uzak çünkü.
– Evet, biliyorum.
– O zaman şöyle yapalım: Benim size sözüm olsun; bir gün geniş bir zamanda İran’a geleceksiniz ve ben size Kürdistan’ı gezdireceğim. Fakat şimdi, Perşembe için, aynı gün gidip dönebileceğiniz bir şehre göndereyim sizi. Tahran’dan başka şehir de görün istiyorum. Hem sen İran Seyahatnamesi yazacaksın, sadece Tahran olursa gezi yazısının tadı olmaz. Değil mi?
– Doğru. Çok anlayışlısınız gerçekten.
– Peki, söyle o zaman: Hamedan mı yoksa İsfahan mı? Nereyi istiyorsun Sediyani?
– İsfahan.
– Neden orayı seçtin?
– Hamedan bende daha çok “muhafazâkâr” bir çağrışım yaptı. Fakat İsfahan “şiir şehri”dir. Şairim ben aynı zamanda. Şiir de oldu mu gezi yazısının tadına doyum olmaz.
–
–
–
–
– Makedonya gezimde “dünya şiir başkenti” olan Struga şehrine gitmiştim. Struga’yı anlattığım bölümleri okuyucularım çok sevmişti.
– Peki… Perşembe günü İsfahan’dasınız o zaman. Özel araba ve özel şoför, hizmetinizdedir kardeşlerim.
– Allah razı olsun, Ağa-yê Medxanî.
Sohbetimiz ve nargile keyfimiz, geç saatlere kadar sürmüştü. Hatta dükkânın kapanma saati bile geçmiş, çalışanlar sadece bizim kalkmamızı bekliyorlardı.
Nihayet kalkıyoruz artık. Ayrılırken, bizim yüzümüzden fazladan mesaî yaptıkları için çalışanlardan helâllik de diliyoruz.
Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ) Bey bizi arabasıyla otelimize bırakacak. Neş’eli sohbetimiz dönüş yolunda da devam ediyor.
Bu arada, bizler farkında değiliz ama, Medxanî Bey normal yoldan gitmiyor; yolu uzatmak pahasına başka bir yoldan gidiyor. M. Ali Akbulut farkediyor bunu ve soruyor:
– Ağa-yê Medxanî, bu otoban Taleganî’ye giden otoban değil. Başka bir otobana girmişsin sen?!
Gülüyor Medxanî:
– Biliyorum; mahsus bu yoldan gidiyorum. Sediyani’ye bir sürprizim var.
Bunu duyunca şaşırıyor ve meraklanıyorum:
– Sürpriz mi? Ne sürprizi?
– Oraya gelince görürsün. Fotoğraf makinânı hazır tut Sediyani, tamam mı?
– Tamam.
Nihayet yirmi dakika kadar sonra, sürprizin ne olduğu anlaşılıyor. Medxanî Bey bana “KÜRDİSTAN OTOBANI” tabelasını göstermek için yolu bu kadar uzatmış.
Seviniyorum bu sürprize. “Kürdistan Otobanı” tabelasının yanından geçince aracın hızını biraz düşürüyor (otobanda olduğumuz için tam durması mümkün değil) ve arabanın camından fotoğrafını çekiyorum, “Kürdistan Otobanı” tabelasının.
Nihayet, neş’eli bir yolculuktan sonra, Ayetullah Taleganî Caddesi (Fars. ﺨﻴﺎﺑﺎﻨﻰ ﺍﻴﺖﷲ ﻄﺎﻠﻘﺎﻨﻰ [Xiyabanê Ayetullah Taleqanî]) adresinde bulunan otelimize, Huweyze Oteli (Fars. ﻫﺘﻞ ﻫﻮﻴﺯﻩ [Hotel Huweyze])’ne geliyoruz.
Aracımız otel kapısının önünde duruyor.
Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ) ve M. Ali Akbulut’tan hatır isteyip vedâlaşıyoruz. Sonra da oteldeki odalarımıza çıkıyoruz.
Önce akşam ve yatsı namazlarını seferî olarak birleştirip kılıyoruz. Sonra da, bu ağıııııır ve yorucuuuu günün üzerine, güzel bir uyku!
Doğan da Mikail de başlarını yastığa koyar koymaz gözlerini yumup mışıl mışıl uyuyorlar. Fakat benim gözüme uyku girmesi ne mümkün?
Böylesine güzel ve dolu dolu bir günün ardından uyku çekmek ne mümkün? Yatağımda bir o yana bir bu yana kıvranıyorum; ıııh, uyku gelmiyor.
Tekrar kalkıyorum. Üstümü giyinip aşağıya, otelin zemin katındaki internet café’ye gidiyorum.
Gecenin geç saati olduğu için kimse yok. Bilgisayarlardan birinin başına oturuyorum ve açıyorum. Önce maillerime bakıp, birkaç sitede haberlere bakıyorum. Sonra müzik dinlemek için “Youtube”u açıyorum.
Canım müzik dinlemek istiyor, gecenin bu derin sessizliğinde. Kulaklığı takıyorum, sandalyeme gerisin geri uzanıyorum, sevdiğim parçalardan birini çaldırıyorum ve gözlerimi kapatıyorum.
Gözlerim gecenin karanlığında, kulaklarım müzikte.
Haluk Levent söylüyor: “Elfida.”
sediyani@gmail.com
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 6
FOTOĞRAFLAR:
Önce Lübnanlı bir grup bayan geliyor masamıza. Kendilerini tanıtıyorlar; Lübnan’dan geldiklerini, programdan oldukça memnun kaldıklarını söylüyorlar. Sorular soruyorlar.
Kirmanşâh Kürtleri’nden, Mehnaz Fetahî (ﻤﻬﻨﺎﺰ ﻔﺘﺎﺤﻰ). Şiî Kürtler’den. Şairmiş aynı zamanda. Yazdığı şiirleri bize okumak istediğini söylüyor. Memnuniyetle karşılıyoruz.
İbrahim Sediyani, Cumali Topçuoğlu ve Çiğdem Topçuoğlu
Hüseyin Akça, genç bir işadamı. Kasımpaşalı; Tahran’da inşaat işi yapıyor.
İran’ın başkenti Tahran’da, “Eski Tahran” (Fars. ﺗﻬﺮﺍﻦ ﻘﺪﻴﻤﻰ [Tehranê Qedimî]) olarak anılan bölgedeyiz. Burası, Saadetâbâd (ﺴﻌﺎﺪﺖﺁﺑﺎﺪ) semti. Nargile keyfi yaşıyoruz. Deryâ Bulvarı (Fars. ﺑﻠﻮﺍﺮ ﺮﻴﺎ [Bluvarê Deryâ])’nda, Allâme Tabatabaî Caddesi (Fars. ﺨﻴﺎﺑﺎﻦ ﻋﻼﻤﻪ ﻄﺑﺎﻄﺑﺎﻴﻰ [Xiyabanê Allâme Tebatebaî]) üzerinde, 33 numaralı bina. İsmi, Sünnetîye Restoranı (Fars. ﺮﺴﺘﻮﺮﺍﻦ ﺴﻨﺘﻲ [Resturanê Sûnnetîye])…
TAHRAN’DA NARGİLE KEYFİ… (Soldan sağa) Ses Sanatçısı Mikail, Seyyâh İbrahim Sediyani, İran Devlet Radyo ve Televizyonu (İRİB / Sedâ û Simâ) Türkçe Radyo Servisi Görevlisi ve Hilal TV İran Temsilcisi M. Ali Akbulut, İran İslam Cumhuriyeti Yüksek Eğitim Bakanlığı (Fars. ﻭﺰﺍﺮﺖ ﻋﻟﻭﻡ ﺘﺤﻘﻴﻘﺎﺖ ﻭ ﻔﻨﺎﻭﺮﻯ ﺠﻤﻬﺮﻯ ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺍﻴﺮﺍﻦ [Wezaretê Ulum Tehqîqât we Fennaverî yê Cumhur-i İslamî İran]) Yabancı Öğrenciler Kültür Sorumlusu Muhammed Medxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﻤﺪﺨﺎﻨﻰ) ve Özgür Yazarlar Birliği (Kürt. ﻋ۔ﺎﺯﺍﺪ ﻨﯞﻴﺴﮑ۔۔ﺎﺮﻴﻦ ﻴﻴﮑ۔ﺘﻴﻴ۔ﺎ [Yêkitîya Nvîskarên Azad]) Genel Sekreteri, Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (TOKAD) Yönetim Kurulu Üyesi ve Muş Alparslan Üniversitesi Araştırma Görevlisi Doğan Özlük
İran’ın başkenti Tahran’da “Kürdistan Otobanı”