Tahran Şiir Gecesi (Fars. ﺷﺐ ﺷﻌﺮﻯ ﺗﻬﺮﺍﻥ [Şebê Şiir-ê Tehran]), İran’a geldiğim günden beri katıldığım en güzel etkinlik olmuştu.
İran’ın en usta şâirleri, Abbas Bratî Pur (ﻋﺒﺎﺱ ﺑﺮﺍﺗﻰ ﭘﻮﺭ), Abdurrahîm Seyyîdî Râd (ﻋﺒﺪﺍﻠﺮﺤﻴﻢ ﺴﻴﺪﻯ ﺮﺍﺪ), Ali Dawudî (ﻋﻟﻰ ﺪﺍﻮﻮﺪﻯ), Ali Muallim Damğanî (ﻋﻟﻰ ﻤﻌﻠﻡ ﺪﺍﻤﻐﺎﻧﻰ), Cevad Zehtab (ﺠﻮﺍﺪ ﺰﻫﺘﺎﺐ), Mehdi Muzafferî Sawecî (ﻤﻬﺪﻯ ﻤﻈﻔﺮﻯ ﺴﺎﻮﺠﻰ), Muhammed Hüseyn Caferyan (ﻤﺤﻤﺪ ﺤﺴﻴﻥ ﺠﻌﻔﺮﻴﺎﻦ), Muhammed Rıza Ferxanî (ﻤﺤﻤﺪ ﺮﻀﺎ ﻔﺮﺨﺎﻨﻰ) ve bir de bu fâkir kardeşiniz, sonbahar ağaçlarının arasında, oldukça romantik bir ortamda, şiir ziyafeti çektirmiştik İranlı edebiyat dostlarına…
Tahran Sanat Enstitüsü (Fars. ﺣﻮﺯﻩ ﻫﻨﺮﻯ [Hozê Hûnerî])’ne ait olan Edebiyat Parkı (Fars. ﭘﺎﺭﮎ ﺍﺩﺑﻰ [Parkê Edebî]) içindeki Şiir Bahçesi (Fars. ﺑﺎﻍ ﺷﻌﺭ [Bağê Şiir])’nde düzenlenen bu şiir gecesi, Tahran Şiir Gecesi (Fars. ﺷﺐ ﺷﻌﺮﻯ ﺗﻬﺮﺍﻥ [Şebê Şiir-ê Tehran]) de sona erdikten sonra, bize yine boş durmak yok!
Şimdi tekrar, sabah ilk gittiğimiz yere, televizyon stüdyosuna gideceğiz. Dış dünyada İngilizce isminin kısaltılmışı olan IRIB adıyla anılan, İran’da ise Farsça isminin kısaltılmışı olan Sedâ û Sima (= Ses ve Yüz) adıyla zikredilen İran devlet radyo ve televizyonu (Fars. ﺴﺎﺰﻤﺎﻦ ﺻﺪﺍ ﻮ ﺴﻴﻤﺎﻯ ﺠﻤﻬﻮﺮﻯ ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺍﻴﺮﺍﻦ [Sazmanê Sedâ û Sima-yê Cumhur-i İslamî İran]; İng. Islamic Republic of Iran Broadcasting; Ar. ﺗﻠﻔﺰﻳﻮﻥ ﺟﻤﻬﺮﻳﺔ ﺍﻳﺮﺍﻥ ﺍﻹﺳﻼﻣﻴﺔ [Telefizyun Cumhuriyet’el- İran’el- İslamîyye]; Alm. Rundfunk der Islamischen Republik Iran; Kürt. ﺩﻧﮓ ﻭ ﺭﯙﻳﻲ ﻛﻮﻭﻣﺎﺭﺍ ﺍﺳﻼﻣﻰ ﺍﻳﺭﺍﻥ [Deng û Rûyê Komara İslamî İran]; Azer. ﺍﻳﺭﺍﻥ ﺍﺳﻼﻡ ﺭﺳﭙﻮﺑﻠﻴﻜﺎﺳﻲ ﺳﺴﻲ ﻭ ﺳﻴﻤﺎﺳﻲ [İran İslam Respublikasi Sösi we Simesi]; Urdu. ﺁﻭﺍﺯ ﺍﻭﺭﭼﮩﺮﻩ ﻛﻰ ﺍﺳﻼﻣﻰ ﺟﻤﮩﻮﺭﻳﮧ ﺍﻳﺮﺍﻥ [Âvaz ur Çehre kê İslamî Cumhuriyê İran]; Boşn. Glas i Liçe Islamska Republika Iran; Frsz. Radio-Télévision de la République Islamique d’Iran) binasına doğru yola çıkıyoruz.
Mikail, Doğan Özlük ve ben, İran devlet televizyonun Azerîce kanalına canlı yayın konuğuyuz bu gece.
İslamî Teblîğler Kurumu (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺗﺒﻠﻴﻐﺎﺗﻰ ﺴﺎﺯﻤﺎﻨﻰ [Sazman-ı Teblîğat-ı İslamî]) Sanat Enstitüsü (Fars. ﻫﻨﺭﻯ ﺤﻮﺯﻩ [Hozê Hûnerî]) İslamî Uyanış Edebiyatı (Fars. ﺍﺴﻼﻤﻰ ﺒﻴﺩﺍﺮﻯ ﻮﻴﮊﮦ [Wêje Bidarê İslamî]) Birimi Başkanı Dr. Nasır Zerrabî (ﻨﺎﺼﺮ ﺰﺮﺍﺒﻰ) Bey de bizimle birlikte geliyor.
Bir taksiye atlayıp yola koyuluyoruz… Yirmi dakika içinde Suhrebî (ﺴﻬﺮﺍﺒﻰ) mahallesinde bulunan televizyon binasında, Sedâ û Simâ (IRIB) binasındayız…
Mikail, Doğan ve ben, bu gece Azerî televizyonunda yayınlanan “Kompas” adlı programın stüdyo konuklarıyız. Program, “canlı” yayınlanacak.
Programın konusu, “Mavi Marmara ve Yasemin Devrimleri”…
Yani, “2010 ortasında Gazze’deki siyonist abluka ve ambargoyu kırmak için yola çıkan Mavi Marmara gemisi ve bu kutlu yolculuğun Ortadoğu ve Mağrîb coğrafyalarında filizlendirdiği uyanışla birlikte esmeye başlayan Arap Baharı”…
Televizyon binasında bizi, tabiî ki her ikisi de Azerî olan “Kompas” Programı Yapımcısı Siyawiş Askerzâde (ﺴﻴﺎﻭﺶ ﻋﺴﮑﺭﺯﺍﺪﻩ), “Kompas” Programı Sunucusu Ğulamrızâ Safevî (ﻏﻼﻤﺭﺯﺍ ﺴﺎﻔﻮﻯ) ve bir de hem burada hem enstitüde görevli olduğu için her gün karşılaştığımız yapımcı ve yönetmen Şâhrûh Keyvania (ﺷﺎﻩﺮﻭﺡ ﻜﻴﻭﺍﻨﻴﺎ) karşılıyor.
Programın başlama saatine dakikalar var… Önce güzel bir “heyecan atma kahvesi” içiyor ve ardından stüdyoya geçiyoruz.
İran devlet televizyonu Sedâ û Simâ (IRIB) ekranlarında ve Azerîce kanalında canlı olarak yayınlanan, yapımcılığını Siyawiş Askerzâde (ﺴﻴﺎﻭﺶ ﻋﺴﮑﺭﺯﺍﺪﻩ)’nin yaptığı ve Ğulamrızâ Safevî (ﻏﻼﻤﺭﺯﺍ ﺴﺎﻔﻮﻯ)’nin sunduğu “Kompas” adlı siyasî – güncel tartışma programının bu geceki konukları Mikail, Doğan Özlük ve İbrahim Sediyani.
45 dakika sürecek olan canlı yayın, saat 22:00 – 22:45 arasında.
Programda konuşulan Azerî dili ise, ayrı bir güzellike katıyor sohbete…
* *
*
ĞULAMRIZÂ SAFEVÎ – Bismillâhirrrahmânirrahîm… Selam, axşamınız xêyr, hürmetli temaşaslar… Kompas vericisne xoş geldi hemısı…
2010’uncu il May ayının 31’i, siyonist İsrail rejiminin nörbetli cinayetiyle ayaxta qaldı. Uzun illerdir bu rejim terefından bulaqaya qadar şarayetınde sexlanan bir milyon yarımdan çox Müselman ahadisi olan Ğazze sekinine humanitar yardım taşiyan azadlıq kervanının Türkiye’den olan Mavi Mermere gemisine siyonist rejim elçileri özü de azad sularda hücum ederek 9 Türkiye vetendeşını şehîd edtiler. Bu cinayet hemen günlerde geniş rezenans doğurdu. Ve İslam dünyası ve dünyanın diger azadlıqsever halkları buna qarşı özü itirazlarda bildirdiler. Cinayetkâr siyonistlerin cezalandırılmasını istediler. Êle o tarihte Türkiye ile bu rejim arasındaki alaqalarde ciddi böhran başladı. Bu êmtiynin bu cinayet özre teşkil ettiği nifaq açtırıcı qaytenin siyonist rejime lazım-ı terkin vermemesi, hemin böhran növbeti ve daha sert merheleye dahil olmesıne sebep oldu. Bêle ki soqaxlar hesaba teyrandan sonra Türkiye siyonist rejimin bu ülkedeki sefirini qovdu, bu rejimle hermeğa başlıqlarını dayandırdı.
Siyonistlerin törettikleri bu cinayete göre Türkiye xalqından üz istemeyeceği teqdirde böhranın daha da keskinleşeceğini bildirdi. Buna baxmayarak siyonist rejim üz istemeyeceğini vurguladı. Bölelikle Türkiye ile siyonist rejim arasındaki alaqeler günü gününe gerginleşir. Regionda başlayan xalq qıyamları neticesinde diger region ülkelerinde de siyonist rejime qarşı oxşar müvdieler bahşedilmektedir. Buna göre de Müselman dünyesında ve xalq seniyede siyonist rejimin tecrit edilmesi mevzusu gündemdedir.
Bugün Kompas’ta Mavi Mermere’nın üç serduşini stüdyomızın qonaxıdır. İlk önce qonaxlarımızi size teqdim edirem, sonra da onlerın Tehran’a seferının sebeplerini ve siyonist rejime qarşı regionımızda yer almış son vaziyetin neler ele geçirecek?
Stüdyomızın qonaxları, hürmetli Mikail Bey, şâir ve müzisyen, çox xoş gelmişsız…
MİKAİL – Hoşbulduk efendim, sağolun…
Ğ. SAFEVÎ – Hürmetli sayın Doğan Özlük, siyasî faal, Özgür Yazarlar Birliği’nin genel sekreteri, çox xoş gelmişsız…
DOĞAN ÖZLÜK – Hoşbulduk, teşekkür ederim…
SAFEVÎ – Ve sayın İbrahim Bey Sediyani, yazar, gazeteci ve şâir, çox xoş gelmişsız…
İBRAHİM SEDİYANİ – Hoşbulduk…
SAFEVÎ – Ê Mikail Bey, İran’a, İran İslam Respublikası’na gelişinizin nedeni ve sebebini öğrenmek isterdik…
MİKAİL – Bizim Mavi Marmara ile başlayan bir kıyam hareketi diye bizim değerlendirdiğimiz bir uyanış vesilesi oldu. Bunun dalgalanmasıyla alakalı güzel bir program yakaladığımızı gördüm İran’daki bu bir hafta on gündür süren bir uyanış programı silsilesi içerisinde bir bölüm arkadaşlar ayırmışlar bize, edebiyat çerçevesinde, ona katkıda bulunmaya ve burda ümmet şuuruyla yapabileceğimiz, elele tutunabileceğimiz konuları irdelemeye geldik. Amacımız buydu…
SAFEVÎ – Çox gözel… Ve Doğan Bey, bilmeserdi siz her üçünüz yani Mavi Mermere gemisinin serduşinisiniz. Yani tehlikeler de belliydi, ve o gemi yola düşmezden önce çox ixtimal var idi ki siyonistler ona hücuma geçsinler ve bêle de oldu. Bunlerın hamsini göre göre siz Mavi Mermere’ye niye qatıldınız?
D. ÖZLÜK – Çok teşekkür ediyorum öncelikle. Sebebini de söyleyeyim: İşte bu son haftalarda İsrail’le Türkiye’nin ilişkileri Mavi Marmara hadisesinden dolayı biraz daha şiddetli bir şekilde bozulunca, kendisini “aydın, özgürlükçü, liberal, hak hukukçu” şeklinde ortaya döken bazı yazarlar, meselâ Ahmet Altan gibi, Yıldıray Oğur gibi, ki bunlar Türkiye’de bilinir okunur, şey yazmaya başladılar, “Evet İsrail kötü şeyler yaptı, kendisini sorgulamalı, fakat tabiî Mavi Marmara katılımcıları ve organizatörleri de bunu sorgulamalydı. Niye? İsrail’i biliyorsunuz, tanıyorsunuz. Bu ihtimal var; öyleyse niye gittiniz? Bu ihtimali gözönünde bulundurmalıydınız.”
Bu şu demektir: “Bir insan zalim olduğu zaman ve güçlü olup zûlmünü de ispatladığı zaman, ona karşı birşey yapmamanız lazım. Çünkü zûlmedecek.”
Öyle birşey olamaz. Bu insanî bir vazifeydi; bu insanî vazifenin yerine getirilmesi gerekiyordu. Bedel mi gerekiyor? Ödenmesi gerekiyor tabiî ki. Niye kendi sınırlarımız, topraklarımız işgale uğrayacak olsa herkes “Ben canımı veririm” diyor da ve veriyor da, herkes kendi tarihiyle bu mânâda gurur duyuyor da, bu noktada bedel ödemeye gelince ödenmesin? Evet Mavi Marmara’nın 9 şehîdi çok önemlidir, çok büyük bir dalga oluşturdu, fakat Gazze’de, Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta kaç tane 9 şehîd var? 90, 99, 900, kaç tane insan var, kaç yaralı var? Onlar bizden farklı değil, bu insanlardan farklı değil. Kendimizi öyle çok lüks görmeyelim.
Niye ordaydık? Çünkü insandık… İnsan olmak zorundaydık… İnsanlık iddiâsındaki herkes, herkes….
Şöyle birşey söyleyeyim: İnsanlar “Mavi Marmara karşıtı” ve “Mavi Marmara yanlısı” oldular artık. İki grup insan. İnsanlık iddiâsında ve İslamlık iddiâsında bulunan herkes, Mavi Marmara’nın ya içinde, ya yanında, düşünsel olarak, desteğiyle, kalemiyle, diliyle, san’âtıyla, olmak zorundaydı.
Çok ilginçtir; ve mâlesef, Mavi Marmara’ya karşı olan Müslümanlar olduğu gibi, Mavi Marmara’nın hem içinde hem yanında olan ğayr-i müslîmler vardı.
SAFEVÎ – Evet… Ve elbette ki burdan nezir ala ki siz 9 şehîdden biri olabilerdiniz, her biriniz. Ve burada o şehâdet felsefesi durur. Yani o teqdîrde de insan yani yeş ruz mur, belkeş çox böyük naiyetler de elde edir, o noxteye çattıx da.
Sayın İbrahim Bey, siz yazar ve gezitecisiniz, eyni zemanda şâirsiniz, geldiz ve Tehran’daki bu tedbirlere qatıldıniz, İslamî Uyanış ile alaqedar tedbirler geçirdiniz. Ve siz de Mavi Mermere’nın serduşileri oldığınıze göre bu demeli, tedbire qetılmişsinız. Elbette öz qabiliyetlerınıze göre her biriniz öz cemiyetinizde önemli yer alan insanlarsınız. Tedbirler nêce qiymetlendırdınız?
İ. SEDİYANİ – Ya kusura bakmayın, ben söylediklerinizden birşey anlamadım
SAFEVÎ –
Yani bu Tehran’da geçirilen bu merasim, tedbir, bu şahîd olduğunuz, nêce gördınız?
SEDİYANİ – Evet… Öncelikle Azerî kardeşlerimizi ve Azerbaycan Müslüman halkını selamların en güzeli olan Allâh’ın selamı ile selamlıyorum. Gönül isterdi ki ben de bu güzel Türkçe’yi konuşabilseydim
SAFEVÎ –
Teşekkürler, sağolun, eksik olmayın…
SEDİYANİ – Ama son cümleyi özellikle daha aylayamadım bile, bırakın konuşmayı…
Tahran’da biz dört, dört gün oldu, dört beş gün oldu burdayız. Hemen hemen her gün bir program. Ve görebildiğim kadarıyla burdaki hayat çok dolu, insanlar…
SAFEVÎ – Sizin ilk gelişiniz bu İran’a…
SEDİYANİ – Benim ilk gelişim evet, İran’a ilk gelişim. Nasip olmadı şimdiye kadar, ilk kez nasip oldu. Bunun için teşekkür ediyorum Sanat Enstitüsü’ne, bu güzel ve anlamlı, nazik dâvetleri için.
Burda gördüğüm kadarıyla, insanlar zaten vaktin kıymetini biliyorlar. Genelde zamanlarını bereketli geçiriyorlar. Her an, her saat, her gün bir aktivite içindeler. Sanatsal aktiviteler içindeler, sosyal aktiviteler içindeler, siyasal aktiviteler içindeler. Dolayısıyla buraya gelen bir insanın da otomatikmen, tabiî o insanların hayat tarzına uyduğu için, vakti bereketli geçiyor, güzel geçiyor.
Sonuçta yani, tarihin en büyük devrimini gerçekleştirmiş, 2 bin 500 yıllık bir Şâhlık rejimini devirmiş bir toplumun, tabiî sosyal ve kültürel yaşantısı da hareketli olacak, normaldir.
SAFEVÎ – Siz bir seyyâhsınız, dünyedeki ülkeleri gezip o değişik toplumları gözlemliyor ve anlatiyorsınız. Sizin gözınızde, meselâ siz İran’a gelmezden evvel düşüncenız nasıldi, geldikten sonra İran’a baqışınız, düşüncenız nasıl oldi? İran toplumu önceden tehmin ettiğiniz gibi çıxtı mı? Unlerı birbirine uyğun gördınız mi? Düşüncenızle reallıx arasınde?…
SEDİYANİ – İran’a hiç gelmemiş olsam da, sonuçta İran tüm dünyanın gözü önünde olan bir ülke. İran toplumunun siyaset, ekonomi, bilim, sanat, kültür, edebiyat, spor, hemen her alandaki uluslararası başarıları da zaten dünyanın diğer milletleri tarafından takdir edilen bir durum. Ben zaten İran’a gelmeden önce de İran’ı ve halkını seviyordum; geldikten ve gördükten sonra şimdi daha çok sevmeye başladım.
SAFEVÎ – Çok sağolun … Mikail Bey, tabiî ki siz, yani Doğan Bey’in de dediği gibi, muqaddes bir dâvâ uğruna faaliyete başlamışsınız, yani sizin cemiyete dahil olmanız bunu demeye esas verir, ve bu sayede de öz senetinizi ve bacağınızı bu sayhede seferber etmişsiniz. Bu sayhe neden ibarettir, Müselman dünyasıne qarşı, umumiyetle Humanizm’e qarşı, insanlığe qarşı bir finominle mübarise ve onın muxtelif cihetlerinin ifşâ etmek dimektir. Bu öz sayhedeki faaliyetinizi nêçe qiymetlendırırsınız? Yani o qerşiye qoydığınız meqsetlere ne derecede nail olmuşsınız, ve bu presesi nêce devam edtireceksiniz?
MİKAİL – Ağacan’ım! Şimdi bizim şöyle bir derdimiz var: Sanatçı bir insan duygusaldır. Yazdığımız eserlerdeki, şimdi biz normalde eğlence sektörüne hitap eden eserler yazabiliriz, fakat biz biraz inancımız gereği, insanlığın faydasına olacak, genç nesle yardımcı olacak, belki o ihtiyaç diye hissettiğim benim o müzik açısındaki o boşluğu güzel şeylerle doldurmak, nefsî şeylerden uzak tutup biraz düşünmeye sevkedecek, dünyanın her bir tarafındaki mazlum ve mustaz’âf insanların yarasına merhem olacak, onlara yâr olabilecek şeyler üretebilmek.
Biz bunu yaptık. Yıllarca ben, 20 yılı aşkın bir zamandır müzikle iştiğal ediyorum. Bütün eserlerim böyle. Ölümü işliyorum, şehâdeti işliyorum. Bana deniyor ki, “Neden hep ölüm, hep şehâdet?”. Bir insan eğer hemen öleceğini veya şehîd olacağını düşünürse, kendisine çekidüzen verir. Yani, kısacası şöyle, azığını heybesiyle doldurmaya gayret eder; “Yarın öleceksem, azığım boş gitmeyeyim Râbbim’in huzuruna.”
Ben asıl bunun cevaplamasını şurdan yapsam daha uygun olur: Nasıl oldu da Mavi Marmara’ya katıldım, hangi açıdan bakarak buna cevap verdim ve karar aldım?
Bir hadîs-i şerîf var Peygamber Efendimiz’in; Allâh Resûlü buyuruyor ki: “Men râe minkum mûnkeren, felyuğayyîrhu bihdeh. Fe inlem yestad’ih, fi lisanihi. Fe inlem yestad’ih, fi bi qalbihi, we zalek ed’af’ul- imân.” (Kim bir kötülük görürse, ona eliyle müdahale etsin, mâni olsun. Ona gücü mü yetmiyor; diliyle anlatsın. Ona da mı gücü yetmiyor; kalbiyle buğzetsin, ki bu da imânın en zayıf olanıdır.)
Şimdi bunların üstüne, yıllardır gözünüzün önünde Filistin diye bir coğrafya, Yahudî siyonizmi küçültmüş küçültmüş ve Müslümanlar Gazze denen 15 km’lik ufacık bir yere sıkıştırmış. Yaklaşık 2 milyona yakın insan; sefalet içerisinde. Üç bir yanıyla çevrilmiş, bir deniz var, denizde de askerî gemilerini koymuşlar. Balıkçılar bile 500 – 600 m’den sonra taciz ateşlerine maruz kalıyorlar, balıkçılıkla geçinen insanlar sefalet içerisinde.
Şimdi yani dört tarafı çevrilmiş bir insan ne yapabilir? Ve eğer biz bu hadisleri okuduğumuzda, evimizde rahatça namazımızı kılabiliyoruz, gece de rahatça başımızı yastığa koyabiliyorsak, bizim imânımızla ilgili sıkıntımız var demektir.
Ve bunun üzerine, Şehîd Ahmed Yasin’in, biliyorsunuz felçli haldeyken ömrünü bu dâvâya adamış, o bombalama olayından önceki yazdığı “Vasiyetname”yi ben ara ara okurdum. Onu ajandamın baş tarafına yapıştırdım, haftada bir gün muhakkak göz gezdirirdim ona, bir iki defa bakardım. Ve orda Allâh’a olan şikâyetini gördüğümde şaşırdım, dedim ki; “Yâ Râbbi, bizim kendi acziyetimiz o kadar fazla ki. İnancımızı yaşabildiğimiz ölçüler, inanç, sosyal bir inançtı bizimki, siyasetin tam göbeğinde ve sosyal işlerin tam göbeğinde. Şimdi böyle olunca, bir kanadımız yok, bir kolumuz yok, uçacaksınız! Böyle bir şey olamaz. Kendimizi kandırmayalım, bu dâvâ böyle kolay değil. Biz gelecek nesle eğer, hepimiz dedelerimize sövüyoruz, eleştiriyoruz, diyoruz ki “Dedelerimiz niye böyle yaptı, niye başkaldırmadı da şimdi biz bu mezalimi çekiyoruz?”, bunların sonu öyle kör bir noktaya gidiyor ki, bir müddet sonra bizim de arkamızdan, hayırla yâd edilmeyi boşverin, belki de bizim arkamızdan kötü şeyler söylenecek.
Şu an Filistin’de gençlerle görüştüğümüzde hep dedelerinden şikâyetçiler, yani biraz daha diyorlar şöyle yapsalardı böyle yapsalardı. Şimdi bunun temeli, demek ki her nesil bir önceki nesle hesap veriyor, ya da her nesil bir sonraki nesle birşeyler bırakacak. Ahmet Yasin’in o vâsiyetini okuduktan sonra, “Ya ben kendi âmellerim beni kurtaramayacaksa, bir de Râbbim’e şikâyet ederse beni bir insan, ne olur halim necedir yani?”
Bunun üzerine, bu gemi çağrısı olduğunda, herkesin bir bakış açısı var, gemide meselâ ateist olan insanlar da vardı, diyor ki “İnsaniyet adına ben gidiyorum, benim vicdânım var, insanlık ölmedi”, çok güzel çok yerli yerinde, fakat bir yandan da bakıyorsunuz ki İslam olarak bizim Müslümanımız gemide yok! Çok tezat; yani neden bütün Müslümanlar yığılmadı o limana da gemiye binmek istemedi? Herkesin bir düşünce aleminde bir değişik şeyleri var. Tabiî bunlara rehberlik edecek nesillere ihtiyaç var.
Biz kendimiz adına belki oraya katıldık. Yani Gazze’ye biz çok mu şey getirdik? Gazze’de bir müddet ambargo ferahladı, sonra yeniden sıkıntı başladı. Mısır’daki olaylardan sonra şimdi biraz daha gevşetildi ama, çözülmedi. E inşallâh çözülecek; temennimiz bu. Çünkü biz azmedersek bu iş olacak.
Gemiye binmekteki benim de sebebim, bakın bu hadisler, Şeyh Ahmed Yasin’in vâsiyeti, okuduğum eserlerde ben şehâdeti işliyorum ama kendi hayatımda yoksa, o zaman ben kendimle tezatım.
“Lima tequlune ma lâ tef’alune?” (Niçin yapamayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?”
SAFEVÎ – Yani bu artık dînimizin, ilahî terimlerimizin bize yüklediği…
MİKAİL – Ben o ilahî terimin mes’uliyetiyle gittim ama gemideki herkes böyle değildi. Fakat vicdan ağırlıklıydı.
SAFEVÎ – Ve tabiî ki bizim Qûr’ân-ı Kerîm’deki terimlerimiz, dînî ve ilahî terimlerimiz tabiî ki beşeriyetin saadeti, onun daha xoşbet yaşamasına doğru olan terimlerdir ve eğer bir ateist bu cehetini başa düşürse demeli o da sizinle bir gemide olur, onun yani gürevleri ve noxsanlıx ceheti ondan ibaretdir ki emin onun başa düştüğü anlayışların merkezi olan, müvesi olan İslam’ı derkilar bulur. Yoxsa ki diger cehetleri de boşa düşürmez.
Doğan Bey, indi Mikail Bey digilir ki, yani bu balaca gileylik söhbeti oldu burda, “Geri ki bütün Müselmanlar qatılmaliydi”, tabiî ki bütün Müselmanlar qatılabilmezdi, yani bu bir harekât idi ki oraya her bir Müselman qatılsaydı dürgeçe milyar insan gemilere sığmezdi. Yani êle insan cemiyetlerin o numayendeleri, onları temsil eyliyen sizin kibi insanler gidirse yani bu demeli bütün Müselmanlar’ın qatılımi demekti. Men dimek istiyrem, yani siz Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türkiye xalqıni temsil ediysiz. Türkiye’nin daxilinde sizin kibi fikirleşen, yani o dînî vacibini yalnız ve yalnız namaz qılmaxta ve oruç tutmaxta görmiyen, ve dîninin bêle çox ince ve mühim vaciplerinin oldığıni başa düşen insanların ve onların zûlme qarşı mübarize heveslerinin ne derecede olduğını, yani bu sayıda insanlar ne qedderdir, Türkiye Cumhuriyeti’inde çoxlux mu teşkil ediyr?
ÖZLÜK – Sorunuz çok güzel; bunun için hususen teşekkür ediyorum.
Bir taraftan sevindirici, umut verici şeyler var, bir taraftan da hakikat denen bir şey var. Siz söylediniz; ne kadar Müslüman var dünyada? Bir buçuk milyar Müslüman var. Bu bir buçuk milyar Müslüman Müslüman olsaydı hakkıyla, Irak işgal altında olabilir miydi? Yok. Afganistan olabilir miydi? Filistin asla! Hatta bırakın, bir buçuk milyar Müslüman gerçek mânâda Müslüman olmuş olsaydı, Müslüman olmayan ülkelerde de zûlüm olmazdı. Çünkü yaptırmazlardı!
Biz Türkiye halkını temsil etmiyoruz sadece. Ben kendim bence insanlığı, ve İslam’ı. İnsanlığı ve İslam’ı.
Bu mânâda içaçıcı şeyler söylemeyebiliriz de mâlesef. Ama bu hareketler, bu dalgalar, insanların insanlık duygusunu, vicdan duygusunu, adalet duygusunu, haktan yana tavır koyup, mazlumdan yana tavır koyup, zalime ve haksızlığa, zûlme karşı mücadele etmesini sağlıyor. İnsanın, deyim yerindeyse uykuya dalan insanın kendine gelmesini sağlıyor. O tip faydalar var. Bu noktada yükseliş, artış var mı? Evet var.
Ama şu tehlike de var: Özellikle Türkiye için konuşuyorum… 70 – 80’lerde Müslümanlar, daha doğrusu muhafazakâr insanlar, öyle ya da böyle komünistlerle karşı karşıya geldiler. Mâlesef! Şu açıdan “mâlesef” diyorum; biz komünist değiliz sosyalist değiliz, olmayız da; ama bunlara karşı mücadele ettiler ama Amerika için, 7. Filo için Amerika için vesaire.
Şimdi şu anda Komünizm Sosyalizm tehlikesi yok. Bizim memlekette Komünizm Sosyalizm tehlikesi olmaz, çünkü insanlar buna karşı çok duyarlıdırlar. Ama şu anda dünyaya hâkim olan sermayedarlık, Kapitalizm, ve Neoliberalizm dediğimiz şey, bizim için şu anda en büyük tehlike. Türkiye’de.
Neden? Kapitalizm “özgürlük” adına bizim İslamcılar’ımızı ve İslamî tabanımızı yutuyor. Hissettirmeden yutuyor. Bir bakmışız ki ekonomik açıdan fir’awun’laşmışız, ama toplumun ciddî bir nüfûsu açlık içinde, işsizlik içinde, yokluk içinde, öbür Müslümanlar, beş vakit namaz kılanlar lüks ve şatafat içinde yaşıyor, kendisini Müslüman sanıyor. Bu Neoliberalizm’in ona vurduğu şeydir.
Diğeri siyasî açıdan, bu yani Müslümanlar, muhafazakârlar, dîndar insanlar 8 yıldır iktidardırlar. Peki ne oldu bunun sonunda? Gittik, Ortadoğu’da yeni bir dalga başladı, hareketlenme, ki yüzde 90’ı İslamî taleplerle, Qûr’ânî taleplerle, “Allâh-û Ekber”lerle ortaya çıkmışken, biz gidip onlara Batı’nın sunduğu “model ülke” olan Sekülerizm’i, Laiklik’i tavsiye ediyoruz. Bu ne biçim şey? Bizi bizim kadar bu coğrafyada Laiklik’ten çeken hiç kimse yok! Biz mecbur muyuz bunu teşvik etmeye? Eğer bundan kastınız her inanca, her mezhebe eşit derecede mesafeli olmak, hepsinin özgür olmasıyla, bunu İslam’ın sağlayabileceğini düşünmüyor muyuz artık?
Bu çok büyük bir tehlike. Ne yapıyor bizi? Ilımlı İslam, Amerikancı İslam dediğimiz bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Burada herhangi kimseleri herhangi bir projenin ürünü olmakla itham etmek değil mes’ele. Ama bu bir vakıâdır ve oraya doğru gidiyoruz.
Şuna da değinmek isterim: Ê meselâ bizim hükûmetimiz, İsrail’le ilgili bir takım şeyleri götürdü. Elbet zaten bu bir kara lekeydi alnımızda. 1950’lerde, hem de muhafazakâr ve dîndar iktidar dediğimiz Adnan Menderes döneminde Türkiye, siyonist işgal devletini ilk tanıyan İslam ülkesi. Bu bir kara lekeydi! Bu kara lekenin üzerine birçok leke izafe edildi. Ney? İşte Gazze işgaline kadar, bu insanlar, İsrailliler Konya’da, Konya’da uçakları orda eğitim görüyordu. Konya Türkiye’nin en dîndar şehri. Hiç kimse isyan etmedi orda, “Biz bunu burda istemeyiz”.
1 Mart Tezkeresi’ni halk ve sivil toplum örgütleri çok büyük bir destekle ve dayatmayla Meclis’ten geçirmemeye muvaffak oldular, fakaaat, Millî Savunma Bakanı ve bir önceki Millî Savunma Bakanı, daha birkaç ay önce ne dedi, “Onu geçirmedik, geçirtmediler geçirtmesine ama biz bunu nasıl telaffi ettik, 4 bin 900 küsûr sorti uçurarak, izin verdik İncirlik’ten uçsun.”
Nereye uçtu? Bizim kardeşlerimizin, komşularımızın evlerini bombaladı.
Şunu demek istiyorum: Güzel şeyler oluyor gibi, duygusal olarak, seviniyoruz, İsrail’e kafa tutuyoruz, şuna buna kafa tutuyoruz, ama, bana göre, çok temel esasî mes’eleler var: NATO’yla ilişkiler, Neoliberalizm’le ekonomik açıdan, siyasî ve sosyal açıdan ilişkiler, ahlakî açıdan Arap ülkelerine ihrac etmekte olduğumuz diziler ve ahlaksızlıklar, ve Amerika’yla her türlü konularda, İslam ülkeleri noktasında işbirliği.
Bunlar esasî konular… Bu noktada henüz ciddî bir adım atabilmiş miyiz? Bana göre hayır. İspat mı edeyim? Evet.
İsrail’le ilişkilerin askıya alındığı günün üç – beş saat öncesi, Müslüman ülkelere, başta İran olmak üzere Müslüman ülkelere, önemli değil Müslüman olmak zorunda da değil, NATO bir işgalci güç birliğidir, farketmez bizim için, onun savunma sistemini, onun ülkelerini korumak için bu memlekete koydu. Hani “komşularla sıfır problem, maksimum işbirliği”? Böyle mi “sıfır problem” yaratacağız? Öyle birşey olmaz. Bakın bu konuda tavır koyamadık.
Irak’la 1 Mart Tezkeresi geçirilmedi, ama 4 bin 900 sorti yapıldı. Burdan giden Amerikalılar ordaki Müslümanlar’ı katletti. Bu çok önemli bir şey.
İsrail’le iyi kötü ilişkiler kötüye doğru gidiyor, birkaç lekeyi sildik. Ama burda da şu soru çok önemlidir; çünkü şöyle bir tez var: “Acaba Amerika, İsrail’i Türkiye’nin eliyle mi terbiye ediyor?” diye üzerinde bence düşünülmesi gereken bir tez var.
Niye böyle birşey? Neoliberalizm’den bahsettim. Neoliberalizm’in yeni yüzü, dünyada kavga istemez. Niye? Kendisine pazar oluşturacak. Herkesi “tüketici” yapacak, herkesi “birey”e indirgeyecek, toplumu, sosyal adaleti, sosyal adalet vurgusunu yok edecek. Bu, Liberalizm’in istediği birşeydir. Liberalizm Kapitalizm’in öncüsüdür. “Özgürlük” adına bu işi yapar; ahlaksızlığı “özgürlük” adına getirir, bireyciliği “özgürlük” adına oturtup toplumculuğu yok eder. Adaleti onun adına yok eder. Aç bırakılan insanlara diyor ki, “Aç olmak sizin suçunuzdur; kimse sizi aç bırakmadı.”
Onun için, büyük bir ihtimalle bugünkü dünya konjüktürü eski İsrail’i kaldırmıyor. Eski İsrail mantığını. Kaba kuvvet, savaşan, vuran, öldüren değil, biraz terbiye edilmiş.
Vurmaması iyi birşey mi? Evet. Katliâm yapmaması iyi birşey mi? Evet. Peki ne istiyorsun? Şunu istemiyoruz ama: Eğer şu yapılacaksa sonuçta, işte ufacık bir Filistin devleti ilan edilecek, ama bunun karşılığında biz de Müslümanlar olarak, şu ana kadar İsrail’i ğayr-i meşrû bir devlet olarak gören biz Müslümanlar’ın gözünde de İsrail meşrûlaşacaksa bu seviyede, Türkiye’nin eliyle ve buna benzer çabalarla, burda yarar mı var yoksa zarar mı var?
O yüzden şöyle bir soru var, çok ciddî olarak, bizim hoşumuza giden Türkiye hükûmetinin tavırlarında şöyle bir soru var: Acaba bu tavırlar, Amerika ve NATO’ya rağmen mi, yoksa ona uygun mu? Eğer rağmense ne âlâ, ki bana göre değil, yok eğer onların da istediği bir şeyse, vay bizim halimize! Niye? Ê bir şeyler şimdi veriyor ama bu bizim için vermez. Bir şey veren, on şey alır. Görüyoruz da neticesini.
Mısır’da iyi kötü İslam devleti kuruldu kurulacak, kurulmak üzere en azından, Tayyip Erdoğan’ı karşılayanlar “İslam devleti” diye slogan atıyorlardı, ben Arapça biliyorum, El Cezire’den dinliyordum, siz niye Sekülerizm’i tavsiye ediyorsunuz onlara?
Sonra burda şöyle birşey de var, bana göre: Kötü ve tekebbüre kaçan bir “ağabeylik” var, “ağabeylik”! Bu insanlar sadece bizden öğrenmediler bu kıyamı. Mısır’ın zindanları onyıllardır Müslümanlar’la doludur. Bu diktatörlere karşı mücadele ediyorlar, bedel ödüyorlar. İslam’ı bizden daha iyi biliyorlar. Biz bir iki tane hareket yaptık diye havalara girmenin anlamı yok. Eğer kardeş olacaksak, eşit derecede kardeş olmak zorundayız. “Abilik” satmamıza gerek yok, onların bizim aklımıza da ihtiyacı yok. Bizim kardeşçe ve eşit bir şekilde dayanışmamıza ihtiyacımız var.
Şöyle bir karşılaştırma yapmak istiyorum; Türkiye’de bu çok iyi hissedilir: Biz, yani CHP mantığında, çok kötü, yani kemalist bir mantık var bizde, Alevî kardeşlerimizin bir kesimi kemalist. Biz derdik ki onlara, “Yaw Dersim katliâmını bu sistem yaptı işte, Kemalizm. Siz nasıl olur da kemalist olabiliyorsunuz?”
“Cellâdına âşık olmak” diye bir tabir var.
Şimdi, bizim Laiklik’ten çekmediğimiz kalmadı, Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisi, kendi kızı, kızı şu anda başörtülü olarak Türkiye’de okuyamıyor. Başörtülü olarak; bu laik sistemde. Şimdi biz de sanki cellâdımız olan Laiklik’e tersinden âşık olmuşuz gibi gidip Mısır halkına bunu pazarlıyoruz. Böyle birşey olamaz.
Bunları mutlaka gözönünde bulundurmamız lazım. Bu açıdan, ümitvar değil, uyanık olmak zorundayız. Ümitle beraber uyanıklık.
SAFEVÎ – Aynen, yani Doğan Bey diyir ki, umumiyetle bunun müspet yani olumlu ve olumsuz cehetleri var. Çox yani geniş açıxladı, herşen ben waxtı beraber bölmek istiyrem, ama değerli, çox derin mevzulere doxındığıne göre herhalde, sözünü kesmek istemedim.
İbrahim Bey, o olumlu cehetlere bizi işar edir, yani Mavi Mermere gemisine hücûm olduğu waxt regionımızde bu xalq hereketlerıne şahid değildik. Veyêx dimelê ki, dimelê siyonist rejimin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki herbî bazası faaliyet gösterdiği waxt, yani onun yerleştiği şehrin ehalisi çox dîndar ehali olup olmamasıne baxmayarax, yani onler de bir itiraz edemedi. Ama bugün biz Türkiye’nin öz dahilinde de görürük ki, insanlar o dînî mentalitede, o menevî değerlere üz tutmağa başlayıp, bunu biz icap ilen evalgedar xalqın tepkisinde de görürük, baxmayarak Doğan Bey biraz olumsız baxtı ama bêle gözel şeyler de var, bu olumlı cehetleri de görmax lazım.
Regionımızda da İslamî uyanış elhamdulillâh başverir. Bunun tabiî kökleri ve temelleri var idi. Ancax bugün şeriân yüzünü, o pâk yüzünü göstermektedir. Misir’de, Tunis’te, Behrêyn’de, Yêmen’de oluşan hadiselerin şahîdiyiz. İndi o sizin o şahîdi olduğınız hadise baxımından bugünümüzü muqayese eyleyende, bugünden ogünü muqayese eyleyende, bu irenleyişi nêce qiymetlendiriysiz? Regionımızda başveren bu patlayışı nêce qiymetlendiriysiz?
SEDİYANİ – Doğan kardeşim çok güzel konulara temas etti. Aslında ben, sıra bende olduğu halde ben biraz daha konuşmasına taraftardım, işin aslı. Çok önemli, aydınlatıcı şeyler söyledi. Ben O’nun söylediklerine biraz daha farklı bir çerçevede ama aynı minvalde birşeyler eklemek istiyorum.
Biz herşeyi, bir gemiyle kaybettik.
Biz Güney, biz mustaz’âflar, biz “renkli” olanlar, yani “beyaz olmayanlar”, biz Latin Amerika, biz Afrika, biz Asya, biz Beyaz Adam’a karşı herşeyimizi bir gemiyle kaybettik. Beyaz Adam bizi bir gemiyle yendi. Santa Maria gemisiyle.
Beyaz Adam dünya hâkimiyetini Santa Maria gemisiyle yaptı. 12 Ekim 1492 tarihinde Christoforo Colombo isminde bir korsanın elebaşlığında o geminin San Salvador Adası’na ayak basması, Beyaz Adam’ın dünya hâkimiyetini ilân edişidir. İşgale başlaması.
Sonra tabiî 1492’de dünya hâkimiyetini ilân ediyor, 1789’da Fransız İhtilâli’yle bunun ideolojik temellerini oluşturuyor, nedir bu, Nasyonalizm’dir, Liberalizm’dir, ondan sonra 1945’te de Hiroşima ve Nagasaki’yle de kesin, tırnak içinde söylüyorum, “yeryüzü tanrılığını” ilân ediyor Beyaz Adam.
Bir gemiyle, herşey bir gemiyle başladı.
Şimdi, biz herşeyi nasıl ki bir gemiyle kaybettikse, aslında herşeyi yeniden bir gemiyle kazanmaya başlıyoruz.
İnsanlar hâlâ daha, ben dikkat ediyorum, yani insanlar derken sokaktaki insanlar demiyorum, aydın insanlar, yani münevver insanlar, toplumun önde gelenleri, hâlâ dahi Mavi Marmara’nın nasıl bir devrim yaptığını, dünyayı nasıl değiştirdiğini, ve değiştireceğini… Bu Mavi Marmara, bir günde olan bir devrim değil, yani “şuydu eskiden, şimdi bu oldu” değil, peyderpeyh etkisini hissettiren, dalga dalga, tıpkı o denizin dalgaları gibi, dalga dalga, peyderpeyh hissetiren bir devrim.
Biz herşeyi tekrar bir gemiyle kazandık.
Neyi kazandık Mavi Marmara’yla? Onurumuzu, şerefimizi, haysiyetimizi kazandık. Emperyalizm’e karşı, Beyaz Adam’a karşı cesaretimizi, direncimizi, herşeyimizi geri kazandık.
Ben bugünkü Ortadoğu direnişlerinin, yani tabiî ki tek sebep olamaz, bunun çeşitli saikleri vardır, öyle indî de düşünmek istemiyorum, ama o halklara o cesareti aşılayan, bu süreci başlatan, Mavi Marmara devrimidir, diye düşünüyorum. Herşey 31 mayıs 2010 günü başladı.
Mağrib ve Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının 31 Mayıs 2010’da Akdeniz sularında bizim gemimizle başladığını düşünüyorum. Yasemin Devrimleri’nin başlangıcı, Mavi Marmara’dır. Yasemin Devrimleri, Mavi Marmara ile başladı.
SAFEVÎ – Yani o hadisenin de bir töhfesi oldu bu piresise…
SEDİYANİ – Kesinlikle… Kesinlikle…
Şimdi bakın, biz yolculuk halinde, tabiî burda çok değerli insanlar var. Yani her ne kadar tamam burda şimdi sizin konuğunuz olanlar bizler isek de, şu anda Mavi Marmara’yı her ne kadar biz anlatıyorsak da, gemide hakikaten çok değerli insanlar var, bizimle kıyas bile edilemeyecek değerli insanlar var, biz onların yanında çok sıradan kişiler olarak kalırız, onların ancak talebesi olabiliriz. Sadece Müslümanlar’dan değil, Hristiyanlar’dan ve Yahudîler’den de çok önemli insanlar var.
Ve bizim Türkiye’den de değerli hocalarımız var, talebeleri olduğumuz, önemli insanlar var. Bunlardan biri olan çok saygıdeğer hocam, Ramazan Kayan hocamız, belki tanırsınız, çok değerli ve saygın bir hocamız, O’nun bir sözü vardı yolculukta, demişti ki “Ben Gazze’ye yardım etmeye gitmiyorum, ben Gazze’nin yardımını almaya gidiyorum”…
Şimdi bu nokta çok, çok önemli. Aslında Gazze, bizi dirilten Gazze, gemideki o ortamı, o kardeşlik ortamını sağlayan da Gazze.
Gazze ümmeti, insanlığı yeniden ayağa kaldırdı.
SAFEVÎ – “Gazze’den almağa gidiyoruz”… Bu çox…
SEDİYANİ – Bu, son olarak, Mısır olayıyla ilgili, Erdoğan’ın bu Mısır’daki Laiklik çıkışıyla ilgili…
Doğrusu beni şaşırttı… Yani ben, sayın Erdoğan’ın, sayın Erdoğan bunu kendi kişiliğine yakıştırır mı bilmiyorum, ben şahsen O’nun belki kendi “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı” kimliğine yakıştırıyor olabilir sevgili Erdoğan, ama, belki o kimliğine yakışıyor olabilir, yani “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı” sıfatına yakışıyor olabilir, ama ben kendi şahsına şahsen, yani bildiğimiz kadarıyla, tanıdığımız kadarıyla, en azından şüphe etmediğimiz kadarıyla, yani O’nun şahsına yakıştıramadım.
Çünkü sonuçta, yani biz o insanların, Doğan kardeşin de dediği gibi, yani İslam hükûmeti kurmaya azmetmiş, bunu bekleyen, ve ümmetin böyle bir beklentisi var, yani gidip orda Laiklik’i o insanlara tavsiye etmek, bir “ağabey” kibriyle, hadi onu bir tarafa bırakayım ama, ideolojik olarak bir Müslüman’ın asla yapamayacağı şey, yani dînsiz bildiğimiz, dînsiz, bir şirk rejimini, bir tağutî rejimi o insanlara tavsiye etmek, ve bunu da, ve bunu da ordaki Qıptîler’i, efendim diğer dînî grupları göstererek, yani sanki Laiklik “dîn özgürlüğü” imiş gibi…
Şunu gözden kaçırıyor sevgili Erdoğan, yani eğer bunu samimî olarak yapıyorsa, tabiî bunu “bir projenin parçası” olarak yapıyorsa birşey diyemem, fakat eğer bunu kendisinden, samimî olarak yapıyorsa o zaman şunu gözden kaçırıyor Erdoğan: Hristiyanlar’ın ve Yahudîlerîn ve diğer dînlerdekilerin özgürlüğünün, hak hukukunun teminatı da yine İslam Şeriâtı’dır. Erdoğan’ın bunu bilmemesi mümkün değil.
Ben sadece bir kıyas vereyim: Bakın ben Cuma günü, Cuma günü geldim Tahran’a, Frankfurt’tan geldim, uçakta yanımda bir Ermenî oturuyordu, İranlı Ermenî, tanıştık sohbet ettik, sordum kendisine, dedim “Sizin, ya sen Ermenî’sin, yani Hristiyan’sın, Ermenî’sin ve İran’da yaşıyorsun, İranlı’sın ve İran’da İslam Şeriâtı var, sizin durumunuz, yani sıkıntınız nedir, durumunuz nasıldır, hak hukuk var mı, baskı var mı, nasıl sizin durumunuz yani, özgürlükler falan?”… “Biz” dedi, “Her türlü özgürlüğe sahibiz, biz Hristiyanlar, Yahudîler, Zerdüştler, öbürleri, ben bir Hristiyan olarak İran’da sahip olduğum özgürlüğe ben Ermenistan’da bu özgürlüğe sahip değilim” dedi. O Ermenî bana dedi.
Şimdi ben kıyaslıyorum. Erdoğan’ın o çıkışına rağmen, madem Erdoğan Laiklik’i “bütün dînlerdeki insanların özgürlüğü, hak hukuklarının teminatı” olarak görüyor, o zaman ben bir kıyas yapmak istiyorum: İran bir İslam Cumhuriyeti, Şeriât’la yönetiliyor, Türkiye ise Laik Cumhuriyet, Laiklik’le yönetiliyor.
İran’da 300 bin Ermenî yaşıyor, parlamentoda 3 milletvekili. 25 bin yahudî yaşıyor, parlamentoda 1 milletvekili. 30 bin Zerdüşt yaşıyor, parlamentoda 2 milletvekili. İran parlamentosunda, İslam Cumhuriyeti parlamentosund Ermenî milletvekilleri, Yahudî milletvekilleri, Zerdüşt milletvekilleri.
Müslüman olmayan toplulukların (Hristiyanlar, Yahudîler ve Zerdüşler) her türlü dîn ve ibadet özgürlüğüne sahip olduğu, kimliklerini özgürce ifade edebildiği ve hatta İslam Cumhuriyeti Parlamentosu’nda bile “kendi öz kimlikleriyle” temsil edildikleri bir ülke burası. Ki Batılılar dahi bu gerçeği kabul ederler.
Örneğin İran, tüm İslam dünyasında Yahudîler’in en özgür olduğu ve kendilerini en çok güvende hissettikleri ülkedir. Ortadoğu’nun en büyük Yahudî Okulu da Tahran’dadır, ismi de Rahê Danîş. Aynı durum Hristiyanlar için de geçerlidir. İran’da Ermenîler, tıpkı Osmanlı zamanındaki bizim Ermenîler gibi “tebâ-yı sâdıka”, yani “devlete en sadık tebâ” durumundadırlar. Bizim ülkemizde laik İttihat Terakki’den önce Ermenîler hangi rahatlığa sahip idilerse, şu anda İran’daki Ermenîler aynı durumdadırlar. Bununla birlikte İran’da İslam Cumhuriyeti Anayasası’na göre Zerdüştler de tıpkı Hristiyanlar ve Yahudîler gibi “Ehl-i Kitab” kabul edilir. Zerdüşler, tıpkı Hristiyan ve Yahudîler’in gördüğü muameleyi görürler. Oysa başta Laiklik’le yönetilen Türkiye olmak üzere pekçok İslam ülkesinde Zerdüştler “Ehl-i Kitab” olarak görülmezler.
Sadece başkent Tahran’da ve sadece Ermenîler’in 42 tane kilisesi var. Tahran’da yalnızca 60 bin Ermenî yaşıyor. Sdaece 60 bin Ermenî’nin yaşadığı şehirde 42 tane kilise. Bir İslam Cumhuriiyeti başkentinde üstelik.
Sadece kilise mi? Hayır. Tahran’da Ermenîler’e ait Ararat Ermenî Spor Kompleksi var. Bunun haricinde onlarca sayıda Ermenî Kütüphanesi de bulunuyor şehirde.
İran’da Ermenîler’e ait çok sayıda resmî okul, hem ilkokul hem ortaokul hem lise ve hem de yüksekokul da var ve Ermenîler hem Farsça hem de kendi anadilleri olan Ermenîce eğitim görürler. Nevart Gûlbenkian Yüksekokulu, Alişan Yüksekokulu, Meryem Yüksekokulu, Marie Manukyan Yüksekokulu.
İslam Cumhuriyeti’nin başkentinde, sadece bu şehirde ve 8 milyonluk şehirdeki nüfûsları sadece 60 bin olan Ermenîler’e ait 42 kilise, onlarca kütüphane, devâsâ bir spor kompleksi, onlarca ilkokul, ortaokul, lise ve tam 4 tane yüksekokul.
Yahudîler’e gelince… İslam Cumhuriyeti’nin başkenti Tahran’da yaklaşık 18 bin Yahudî yaşar ve bunlar toplam şehir nüfûsunun % 2’sine tekabül ederler. Sadece Tahran şehrinde Yahudîler’e ait tam 18 tane sinagog vardır. Bununla birlikte Yahudîler’e ait Tahran’da onlarca Yahudî Kütüphanesi ve yine pekçok resmî okulları, ilkokul, ortaokul, lise, yüksekokul var. İran İslam Cumhuriyeti vatandaşı Yahudîler’in çocukları okullarda hem Farsça hem de kendi anadilleri olan İbranîce eğitim göryorlar. Dünyaca ünlü olan Rahê Danîş Kız Okulu, İslam dünyasındaki en büyük Yahudî okuludur.
Zerdüştîler’e gelince… Tahran’da yaklaşık 10 bin Zerdüştî yaşar ve bunlar toplam şehir nüfûsunun % 1’sine tekabül ederler. Tahranlı Zerdüştîler genelde Qûlhek semtinde ikamet etmektedirler. Zerdüştîler’in başkent Tahran’da 2 tane ateş tapınağı vardır ve bunlara “Ateşgede” denir. Zerdüştîler ayrıca şehirde pekçok kültür derneğine de sahiptirler.
Laik Türkiye’ye gelelim.. Bırak meclisi, onun sokağından bile geçemez de, bir Hristiyan veya Yahudî çıkıp da Türkiye’de açıkça “Ben Hristiyan’ım” diyemez, “Ben Yahudî’yim” diyemez, buna cesaret edemez.
İslam Şeriâtı’nın hakim olduğu, Halifelik ve Şeyh’ül- İslamlık’ın olduğu normal Osmanlı döneminde Ermenîler “tebâ-yı sâdıq” olarak görülüyordu, Ermenîler baş üstünde tutuluyordu, efendi gibiydiler, ne zaman ki laik ve seküler İttihat Terakkiciler ipleri ele geçirdiler, Ermenîler’i soykırıma uğrattılar, Anadolu’dan sürdüler. Bunu İslamcılar yapmadı, laikler yaptı, Batıcılar yaptı. Ermenî katliâmını Müslümanlar yapmadı, tam tersine İslam düşmanı laik ve seküler güçler yaptı.
Sen gidip Mısır’a Laiklik tavsiye ediyorsun: Anadolu’ya Laiklik getirdin de ne yaptın? 1 milyon Ermenî’yi katlettin, Rumlar’ı evlerine el koyup kovdun, Yunanistan’a kovdun. Süryanîler hepsi İsveç’e kaçtı.
Senin ülkende kiliseler bombalanıyor, sinagoglar bombalanıyor. Hrant Dink cinayeti…
Laik bir ülkesin sen. Laik bir ülkesin ve kiliseler bile kapısının üzerine “Kilise” yazmaya korkuyor.
Anadolu’ya ne zaman Laiklik geldi, Hristiyan ve Yahudîler’in can, mal ve namus emniyetleri o günden sonra tehlikeye girdi.
Anadolu’da İslamcılar’dan veya Şeriâtçılar’dan kötülük gören ğayr-i müslim var mı? Bir tane bile örnek yoktur. Bilakis ğayr-i müslîmlerin başına ne musibetler gelmişse, ne kötülük görmüşlerse hep bu laiklerden ve Laiklik rejiminden gördüler. Sadece onlar değil ki, Müslümanlar da aynı şekilde aynı laik güçlerden zûlüm gördüler.
Yani ben şunu demek istiyorum: Eğer sorun buysa, yani sorun öbür dînlerse, yani Hristiyanlar da Yahudîler de özgürce yaşasın, sorun buysa, zaten İslam Şeriâtı en güzel…
SAFEVÎ – İnsan haqları nuqte-i nazarınde en gözel…
SEDİYANİ – Tabiî ki… İslam sadece Müslümanlar için bir kurtuluş yolu değil ki. İslam tüm insanların, Hristiyanlar’ın da Yahudîler’in de Zerdüştler’in de Süryanîlerîn de hak ve hukuklarının, can, mal ve namus emniyetlerinin teminatıdır.
SAFEVÎ – Suxbet çox gözel ama vaxtımızın sonıne geldik. Çux sağolın stüdyomızda iştiraq ettiğinize göre. Sizi de çux sağolın hemişimi izlediğinize göre. Gecenız xêyrli olsın, Allâh’a emanet…
SEDİYANİ SEYAHATNAMESİ
CİLT 6
İRAN DEVLET TELEVİZYONU AZERÎCE KANALI
“KOMPAS” PROGRAMI CANLI YAYIN
20 EYLÜL 2011 (29 ŞEHRİVAR 1390)
SAAT 22:00 – 22:45